10 Şubat 2016

,

İran Devrimi ve İslam Cumhuriyeti


Devlet aygıtındaki genişleme, İslam’ın üstyapıda kurumsallaştırılması, politik ve ekonomik yeniden yapılanmadaki değişiklikler hep birlikte geçmişten niteliksel bir kopuşu temsil eder. Peki bu ilerici mi yoksa gerici bir kopuştur? Devrim ve rejim arasında belirli bir ayrım koymak gerekmektedir. Devrim halka dayalı, halkçı, politik bir kopuş iken rejim anti-emperyalist, bağlantısız küçük burjuvazinin sosyalist proje ile alabildiğine anlaşmazlık içerisinde hareket eden gerici bir yapı olduğunun kanıtıdır. Devrim sonrasında sınıfsal ve politik mücadelelere odaklandığımızda aradaki fark daha net görülmektedir. Şaha karşı yapılan devrimin sonuçlarını önceden belirlemek mümkün değildir, oysa mollalar politika sahnesine sol ve seküler güçler karşısında muazzam avantajlara sahip olarak çıkmışlardır.[1]

İran devrimi vaktinden evvel mi gerçekleşmiştir? İlerici dönüşümün somut örneği olarak Fransız veya Rus devrimini almamak gerekir. Peki sonraki tüm devrimler hangi tarihsel norma ve standarda göre değerlendirilecek?[2] Doğu’nun politik yörüngesi Batı’nın yörüngesinden hep farklı olagelmiştir. Bu nedenle bizim devrimlerin özel bir olgu olarak gerçekleştiğini, iç ve dış güçlerce aynı zamanda yapısal ve sosyo-psikolojik güçlerce motive edildiğini, dolayısıyla her bir tarihsel dönemin farklı ele alınması ve somut toplumsal formasyonlar dâhilinde incelenmesi gerektiğini anlamamız gerekir. Bunun da ötesinde biz ayrıca Batı’daki toplumsal devrimin başarılamaması Üçüncü Dünya’daki ilerici güçlerin sırtına devasa bir yük yüklemiş olduğunu görmeliyiz. Üçüncü Dünya burjuvazisi gerçek bir toplumsal modernite tesis edemediğini kanıtlamıştır (Pehlevi İran’ı bunun güzel bir örneğidir), öte yandan sosyal demokratik değişimi tetiklemeye yönelik birkaç girişim de ABD eliyle kösteklenmiştir. Politik baskı ve ekonomik zorbalık ayrıca milliyetçi dürtüler Üçüncü Dünya genelinde bir dizi politik ayaklanmaya sebep olmuştur. Ama Batı’da sosyalizmin mevcut olmaması, Doğu Avrupa’da sosyalizmin kendine has niteliği ve Sovyetler Birliği’nin kendi çıkarlarının peşine düşmesi Üçüncü Dünya’da toplumsal dönüşüme vesile olacak bir iklimi temin etmemiştir. Sonuçta politik devrim toplumsal devrime kıyasla ulaşılması “daha kolay” bir hedef olagelmiştir. Bu anlamda tüm Üçüncü Dünya devrimleri gerçekte her daim vaktinden evvel yaşanmıştır.

Teoride ve gerçek hayatta belirlenmişlik veya “yasalılık” ile insanî faillik, boyun eğmek nedir bilmeyen yapısal belirleyici faktörlerle bilinçli sınıfsal eylem, kaçınılmazlık fikri ile kastî müdahale ihtiyacı arasında her daim bir gerilim mevcuttur. Devrimler halk baskıcı politik veya ekonomik koşulların değişmesi gerektiğine karar verdiği noktada gerçekleşir. Ancak bu “halk” sınıfsal ve ideolojik ayrımlara tabidir. Sınıfsal yapı içerisinde ve politik örgütler arasında belirli bir hiyerarşi mevcuttur, burada ağırlıklar da farklılık arz etmektedir. Ortaya çıkacak sonuç hem tarihsel ve uluslararası güçlerce hem de bilinçli politik mücadele ile belirlenir. Diyalektik formülasyon dâhilinde bir İnsan’dan söz etsek bile bizler tarihi belirli sınırlar dâhilinde yapmaktayız. Bu sınırlar (uzun süredir varolan demokrasi geleneği gibi) tarihsel mirasları, uluslararası veya dünya-sistemsel kısıtlılıkları ve çatışan sınıfların elindeki farklı kaynakları, toplumsal grupları ve politik partileri içermektedir. Bu anlamda İran Devrimi ileriye dönük gerekli ve olumlu bir adımı teşkil eden ilerici ve baskıcı kimi özellikleri içeren çelişkili bir olgudur.[3] Devrimin çıktısı önceden belirlenmemişse de İslamcıların kazandığı uzun soluklu bir sınıfsal ve politik çatışmanın bir sonucudur.

İslamî rejimin uyguladığı baskı ve dinî dogmatizm sebebiyle Marksistler, İran Devrimi’ni çelişik duygularla, çift anlamlı bir olgu olarak görmeye devam edeceklerdir. Esasında bu devrim, yolunu şaşırmış bir projedir.

Val Mukaddem

[Kaynak: “One Revolution or Two? The Iranian Revolution and the Islamic Republic”, Socialist Register, 18 Mart 1989, Cilt 25, s. 95-97.]

Dipnotlar:
[1] Bu bağlantıda Batılıların (ABD ve İngiltere’nin) hilelerine vurgu yapmak gerekir. Milliyetçi, sosyalist, demokratik hareketlerin ve hükümetlerin ekonomik çıkar veya anti-komünizm üzerinden altını oymak suretiyle Batı emperyalizmi seküler söylemin ve hareketlerin zayıflamasına ve politik İslam’ın yükselmesine katkı sunmuştur: 1953’te Muhammed Musaddık’a karşı İngiltere ve ABD’nin gerçekleştirdiği darbe; ABD’nin Lübnan’daki Marunî hegemonyasına verdiği destek ve 1958’de Amerikan askerlerinin ülkeye girişi; Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi sonrası yaşanan histeri; demokratik-seküler Filistinli milliyetçi hareketine karşı husumet; Afganistan’daki Marksist hükümetin ezilmesi ve köktenci Mücahidlere verilen askerî destek. Ortadoğu’da anti-demokratik dinî hareketlerin yükselişinde ana suç ortağı Batılı güçlerdir.

[2] Bkz.: Perry Anderson, Passages from Antiquity to Feudalism and Lineages of the Absolutist State (Londra: New Left Books, 1974). Bu kitaplar yoğun olarak hatmedilip olumlu bir etki bıraksa da Anderson'ın Fransız Devrimi’ni saf burjuva devrimi modeli olarak takdim eden görüşü ile E. P. Thompson ve kısa süre önce Michael Barratt Brown tarafından New Left Review’de eleştirilen) İngiliz siyaset tarihine ait “paradokslar”, “kirli yanlar”, “hamlıklar” ve “tekillikler”le ilgili tartışması, şu çalışmada sorun olarak belirlenip eleştirilmiştir: Mary Fulbrook ve Theda Skocpol, “Destined Pathways: The Historical Sociology of Perry Anderson”, Vision and Method in Historical Sociology içinde, Yayına Hz.: Th. Skocpol (Cambridge Univ. Press, 1984).

[3] Paul Valery’nin ifadesiyle “tüm teori bir tür otobiyografidir.” Alvin Gouldner ise şunu söyler: “Teori çalışmasının önemli bir kısmı kişinin deneyimine anlam kazandırma gayreti ile başlar. Bu gayret büyük ölçüde çözüme kavuşturulamamış deneyimi çözüme kavuşturmak için ortaya konulur. Burada sorun yeni gözlemler yapmak ya da gözlenmiş olanı doğrulamak değil, kişinin yaşadıklarına ait anlamı belirlemek ve yorumlamaktır.” (The Coming Crisis of Sociology, NY: Avon Books, 1970).

0 Yorum: