22 Ekim 2019

, , ,

Cinselliğin İmparatorluğu


Cinselliğin İmparatorluğu
Joseph Massad Söyleşisi
Félix Boggio Éwanjé-Épée ve Stella Magliani-Belkacem
5 Mart 2013
Eserlerinizde ve akademik düzlemde yaptığınız müdahalelerde homo-hetero türü kategorilerin Batı dışı dünyaya dayatılmasını kapitalist üretim tarzının tesis ettiği hâkimiyetten ve emperyalizmin siyasetinden ayrı ele alamayacağımızı söylüyorsunuz. Bu süreci tarif edebilir misiniz?
Cinsellik gibi özel bir terim hakkında konuşmadaki güçlük, Avrupa ve Amerika’nın cinselliği genelleştirmeye dönük gayretlerinden kaynaklanmaktadır. Sonuçta esasen özel olan cinsellik kategorisi, Avrupa-Amerika bağlamı dâhilinde, özellikle yetmişlerden beri giderek artan ölçüde, genel bir kategori hâline getirilmeye çalışılmıştır. Desiring Arabs [“Arzulayan Araplar”] isimli çalışmamda amacım, cinselliğin farklı tarihsel veya coğrafî bağlamlarda farklı tecrübe edildiğini herkese anımsatmak veya cinselliğin onu biçimlendiren farklı “kültürel” yorumlara sahip olduğunu göstermek değildir. Bilâkis, benim ısrarla üzerinde durduğum husus şudur: cinselliğin kendisi, epistemolojik ve ontolojik bir kategori olarak, Avrupa ve Amerika’ya ait özgül tarihlerin ve toplumsal formasyonların bir ürünüdür; sonuçta cinsellik, genellik arz etmeyen, doğalında genelleştirilemeyecek, Avrupa ve Amerika’ya has bir “kültürel” kategoridir. Hattizatında cinsellik denilen kategori, Avrupa sömürgeciliği ile birlikte Avrupa dışı yerelliklere taşındığında bile, onun bu yerelliklere ait bağlamlara uyarlanması aynı içerikle gerçekleşmemiş, hatta cinsellik, Avrupa ve Amerika’daki konumuna paralel bir konum elde etmemiştir.
John D’Emilio’nun yıllar önce dile getirdiği biçimiyle, “eşcinsel erkekler ve lezbiyenler her zaman varolmadılar. Bu insanlar, tarihin bir ürünü ve kapitalist ilişkilerle bağlantılı olan, özel bir tarihsel dönemde varlık imkânı buldular.” Bu tespite şunu da eklemek gerek: heteroseksüel, “normal” kadın ve erkekler de özel bir tarihsel dönemin ürünüdür. Bu insanların tarihsel planda ortaya çıkışları ve üretilmeleri de dünyanın belirli coğrafî bölgelerine özgüdür, ayrıca özel bir sermaye birikimi tipinin meydana geldiği, belirli kapitalist üretim ilişkileri türlerinin hâkim olduğu koşullarla ve o koşullarda varolan sınıflarla alakalıdır.
Yakında çıkacak Islam in Liberalism [“Liberalizmde İslam”] isimli çalışmamda dile getirdiğim biçimiyle kapitalizm, üretimi genelleştiren bir araç olup kapitalist ilişkilerin genel hatlarını veren biçimleri ve tarzları ürettiğinden, bu tarzlar ve biçimler, ulusal kanunlar ve ekonomiler bağlamında kurumsallaştırılmış, muhtelif halkların gündelik pratiklerinde karşılık bulmuştur. Bu biçimler ve tarzlar, ABD ve Batı Avrupa’da yol açtığı etkilere benzer etkilere yol açmamışlardır.
Bu, tabii ki şu demek değil: Avrupa ve Amerika toplumlarının normalleştirilmesinde hetero-homo ikiliği, tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Aksine bu ikilik, içselleştirilmiş homofobi, yanlış bilinç gibi hususların çilesini çektiğini söyleyerek, kendisine karşı çıkan Batı’da halkları normalleştirmeye devam etmektedir ve kendisini kimliklerin organize edilmesinde hegemonik bir biçim olarak kurmaktadır.
Söz konusu ikilik ve ona uygun toplumsal cinsiyet kimlikleri, kendilerini her yerde aynı şekilde kurumsallaştıramazlar. Bu durum, başka emperyalist başkentlerden eşitsiz gelişmeye tabi çevre ülkelere taşınan birçok kategori ve ürün için de geçerlidir. Ayrıca bu ürün ve kategoriler, çevre ülkelerde her zaman merkez ülkelerdeki gibi kullanılıp tüketilmezler.
Günümüzde Batı’ya ait cinsel kimliklerin takdim edildikleri postkolonyal bağlama ait cinsellik düzeni, esasen daha önceden yerele tercüme edilip orada tekrarlanan sömürgeci epistemolojinin yol açtığı bir etkidir.
Desiring Arabs isimli çalışmamda aktardığım biçimiyle, Avrupalıların Avrupalı olmayanları cinsel arzular ve pratikler temelinde utandırma girişimleri, sömürgecilikle birlikte başlıyor, sonuçta Avrupa’ya ait normlardan farklı olmayı, kimi zaman da o normları özümsemeyi esas alan bir söylem meydana geliyor.
Yani homo-hetero ikiliği, bilhassa gey-lezbiyen kimlikleri, imparatorluk eliyle ihraç ediliyor ve bu ihraç işlemi, önceden gerçekleştirilen aktarıma tanıklık etmiş bir bağlamda gerçekleşiyor. Doğal olarak bu süreç, çevre ülkelerde normatif ve doğal arzulara ilişkin özel anlayışların oluşmasına yol açıyor, Batı tıbbı ve bilimine ait argümanlar ve tasnifler hâkim hâle geliyor, ama buna karşın Batı’ya ait cinsiyet rejimi, tıpatıp aynısı olacak şekilde kurumsallaştırılamıyor.
Lâkin burada ben, söz konusu cinsel kimliklerin kendilerini Batı’nın içinde veya dışında her zaman kurumsallaştıramadığını, bu hatanın her şeyi kapsadığını söylemiyorum. Cinsel kimlikler, kapitalist yapıların yol açtıkları etkiye bağlı olarak, sınıflara ve ülkelere göre başarılı veya başarısız olabiliyorlar.
Sonuçta kapitalist yapılar, farklı sınıflara ait belirli yaşam tarzları, yaşam biçimleri üretmektedirler. Tüm bu tarzlar ve biçimler, eşitsiz kapitalist gelişmenin ürünüdürler. İmparatorluğun başkenti, çoğunlukla yeni kimlikler üretir; heteroseksüel burjuva çekirdek ailenin oluşturduğu cinsel kimlikler bu üretime dâhildir. Çevre ülkelerde üretilen, yaratılan yeni cinsel kimlikler, her zaman homo-hetero ikiliği bağlamında değerlendirilemezler.
Enternasyonalist gey hareketi ise bu kimlikleri homo-hetero çerçevesine sokarak asimile etmeye çalışıyor. Sonuçta bu hareket, emperyalist merkezin çevre ülkelere nüfuz etme pratiğine ait kültürel bir semptom, söz konusu nüfuz etme pratiğinin bir sonucu veya etkisi değil. Zira söz konusu hareket, Avrupa’daki normatif cinsel kimlikleri nüfusun çoğunluğuna dayatamamış ve yeniden üretememiştir.
Edward Said’in dediği gibi, “emperyalizm, kimlik ihracı demektir.” Emperyalizm, Avrupalı olmayan ülkeleri öteki olarak görür, bu şekilde kayıt altına alır, bazen de Avrupa’nın aşağı yukarı aynısı (potansiyel olarak aynısı) olarak değerlendirir.
D’Emilio, çalışmalarında Batı’da gey-lezbiyen kimliklerin ortaya çıkışında kapitalizmin etkisini ortaya koyuyor ve bu etkilerin yeni gelenlerin ve göçebelerin pratiklerine ihtiyaç duyan emek ilişkilerine ait birer sonuç olduğunu söylüyor. Bu süreçte akrabalık ilişkileri ve aile bağları dağılıyor veya zayıflıyor, tüketici toplumu gelişme kaydediyor, yaşanan değişimlere bağlı olarak cinsel arzuları üreten, biçimlendiren ve dillendiren sosyal ağlar ortaya çıkıyor, bu da cinsel kimliklerin gelişimine neden oluyor.
Çevre ülkelerde bu türden kimliklerin var olduğunu ısrarla söyleyen cinsel kimlik savaşçıları, Avrupa ve ABD’de yaşanan gelişmelere paralel bir gelişmenin olduğundan söz ediyorlar ve bu insanlar, bu toplumların az sayıda seçkin üyelerine ait özel kimliklere atıfta bulunuyorlar, ama öte yandan da Batı’da bu türden kimlikleri üreten ekonomik ve toplumsal yapıların yokluğunu bir şekilde göz ardı ediyorlar.
Kitabınız, Batılı STK’ların ve onların Arap dünyasındaki ortaklarının desteklediği gey enternasyonalizmine ait siyasete itiraz ediyor. Sizce bu itiraz, dünyanın heteroseksüelleştirilmesine karşı mücadelede ne tür politik sonuçlar doğuracaktır?
1980’lerden, bilhassa daha da yoğun biçimde, Sovyetler’in çöküşünden beri Amerikan neoliberal emperyalizmi, tüm bağımsız sivil toplum faaliyetlerini ve örgütlenme pratiğini kendi ürettiği veya kendi bünyesine kattığı sivil toplum kuruluşlarıyla ikame etmeye çalışıyor. Amerika bu kuruluşları eğitiyor, finanse ediyor, cinselliğe dair Batılı epistemoloji ve epistemolojinin desteklediği Amerika’ya ait beynelmilelleşmiş ajanda sayesinde kimlikler, haklar, yönetim, ekonomi, idare, hukuk, ulusötesi finans ve yatırım, din, kültür, sanat, edebiyat gibi başlıklarda faaliyet yürütüyor.
Burada amaç, Batı yanlısı diktatörlük, neoliberal ekonomi, ABD’ye-Avrupa’ya ait emperyal kontrol karşıtı kesimleri örgütleyecek tüm çabaları ortadan kaldırmak.
Seçkinler ve halk düzeyinde Batı Avrupa’ya dayatıldıktan sonra, kent merkezli, özel ve sınırlı batı orta sınıfına ait Protestan Amerikan liberalizminin geliştirdiği genel değerler sistemi, dünyanın geri kalan kısmına dayatılıyor. Bu dayatma işleminin ardından, bahsi geçen STK’lara ihtiyaç duyan, onları kullanan, insanlığın geleceğine dair neoliberal Amerikan anlayışı dayatılıyor. Bu STK’lar, seksenlerde borç krizine neden olan IMF ve Dünya Bankası’nın kendileri için hazırladığı ayak işlerinin önemli bir kısmını yapıyorlar.
Bu, zaten ABD’de toplumsal faaliyetleri ve örgütlenme pratiklerini kontrol altına almak için başvurulan bir model. Söz konusu model, devleti ve toplumu başka mücadelelerin yanında seksüel normatiflik, cinsiyetçi yurttaşlı ve ırkçı yurttaşlık temelinde tarif edilmesine itiraz eden, karşı koyan, altmışlı yıllara has örgütlenme pratiklerinin yerini alıyor.
Örgütlenme ve mücadele bağlamında devreye sokulan enerjinin büyük kısmı yetmişlerde soğuruldu ve özel kuruluşlarla devletin fon sağladığı STK’lara örgütlendi. Bu kuruluşlar devletle birlikte, Soğuk Savaş süresince ABD’nin emperyalist politikalarına hizmet ettiler (Ford Vakfı bu konuda en fazla öne çıkan kuruluştu.).
İşgal altındaki Filistin toprakları, bu programın ABD dışında en geniş ölçüde uygulandığı sahalardan biridir. Batı Şeria ve Gazze’deki sivil toplum kuruluşlarının büyük kısmı yok edildi, onların yerlerini barış süreciyle bağlantılı olan ve Yahudi yerleşimcilerini koruyan, Amerika ve Avrupa kaynaklı güçlerin getirdiği mevzuata bağlı hareket eden Batılı STK’lar aldı.
Gazze’de, ondan daha az olmak üzere Batı Şeria’da bu türden çabalara politik düzlemde itiraz ediliyor ama sonuçta bu itiraz, Batılı olmayan yerel ve uluslararası finansa sahip İslamcı STK’larda somutlanıyor.
Geyliğin enternasyonalleştirilmesi meselesi tam da bu bağlamda kamusal bir olgu hâlini alıyor, bu yönde özel bir çaba ortaya konuluyor. Eşcinsel olmama hâli, heteroseksüellik bu kadar üzerinde durulan bir husus değil. Geylik, neoliberal beyaz Amerikalı ve Avrupalı geyler eliyle destekleniyor. Öte yandan emperyalist beyaz Amerikalı ve Avrupalı kadınlar ise beyaz olmayan kadınları tüm dünyada beyaz olmayan erkeklerden korumakla meşguller. Bu kadınlar, tüm dünyada ezilen” eşcinsel kitleler”in özgürlük ve serbestlikle tanışmaları için uğraşıyorlar ama bir bakıyoruz ki Amerikan eyaletlerinin yarısında eşcinsellik kanunen yasak. 2003’te Amerikan liberal değerlerini öne alan ajandanın genelleştirilebilmesi için ABD Yüksek Mahkemesi, bir çırpıda tüm kanunları yürürlükten kaldırıyor.
Bu bağlamda Lübnan’da bir adet Arap Gey Enternasyonalist örgütü kuruluyor. İsrail’de faal olan bu türden örgütlerde İsrail’de yaşayan Filistinliler çalışıyor ve bu insanlar, ısrarla homo-hetero ikiliğini tanımlayıcı ilke olarak benimsiyorlar ve onu ülkelerinde cinsel açıdan baskı görenleri kurtarmak için verilen mücadele için asli kabul ediyorlar. Böylece bilerek ya da bilmeyerek, Batılı hetero-homo ikiliğinin ne olduğunu bilmeyenlere yönelik baskıların artmasına katkıda bulunuyorlar.
Bu insanların Arap dünyasını Avrupa-Amerika’nın bir kopyasına dönüştürerek o dünyayı normalleştirme girişimleri çocukça, ama aynı ölçüde tehlikeli olan bir kanaatten kaynaklanıyor. Giderek dinî inanç formu kazanan bu kanaat, kişilerin misyonerlere has şevkle hareket etmelerine neden oluyor.
Bu kanaate göre Araplar, homo-hetero ikiliğinin kurbanlarıdır, dolayısıyla asıl mesele, Arap toplumundaki eşcinselleri o ikilikten kurtarmaktır. Ancak yaptıkları müdahaleler, çoğunluğun heteroseksüelleşmesine, azınlığın da homonormatifleşmesine katkı sunmaktadır. Bu örgütlerin Gey Enternasyonali’nin birer parçası olarak asıl dayatmak istedikleri şeyse mevcut Batılı ontolojiyi temel alan, kişinin cinsel arzularının onun kim olduğunu tanımlayan unsur hâline geldiği, kişinin kimliği, kişiye ait hakikat hâline geldiği bir cinsellik rejimidir.
Bu tür örgütlere ABD ve Avrupa’da bulunan Arap Gey Enterasyonalizmi örgütleri destek sunuyor ki bu diasporadaki örgütler de Beyaz emperyalist Gey Enternasyonali’nin birer parçası.
Gayatri Spivak’ın da tespitiyle, beyaz erkekler esmer kadınları esmer erkeklerden kurtarmaya çalışıyorlar. Buna benzer biçimde Gey Enternasyonali’nin varolduğu, “faillik” kavramının sağcı bir içerikle kullanıldığı, el konulduğu koşullarda, Spivak’ın bahsini ettiğini durum giderek çetrefilli bir hâl alıyor. Bugün ister eşcinsel ister değil, esmer kadınlar ve Avrupa-Amerika kentlerinde yaşayıp kendi ülkelerine para akıtan STK’larla çalışan esmer eşcinsel erkekler, her tür cinsiyetten ve cinsel kimlikten beyaz müttefikleriyle birlikte, eşcinsel veya değil, esmer kadınları ve üçüncü dünyadaki, Avrupa’daki ve ABD’deki esmer “eşcinsel” erkekleri “eşcinsel olmayan” esmer erkeklerden kurtarmaya çalışıyorlar.
Bunlar olurken bu enternasyonalist faaliyete, eşcinsel veya homofobik kimliklerin var olmadığı bölgelerde Batı eliyle yürütülen homofobiyi enternasyonalleştirme girişimleri destek sunuyor.
Muhafazakâr laik ve dindar Amerikalıya has homofobi ideolojisi ve örgütlenme pratikleri, Amerikan “aile değerleri”ni tüm dünyaya ihraç etmek için sürece müdahale ediyor. Burada amaç, Avrupalı olmayanları heteroseksüelleştirmek ve onları homofobi konusunda eğitmek. Gey enternasyonali pratiğine bir de bu türden faaliyetler eşlik ediyor.
Tüm bunlar, sadece Batı’nın fonladığı STK’ların yürüttüğü toplumsal mühendislik projeleri dâhilinde gerçekleşmiyor, ayrıca kanunlara müdahale ederek, Amerika’ya has hetero-homo ikiliğinin dayatılmasına katkı sunmayan her türden cinsel ilişki biçimi suç hâline getiriliyor. Diğer yandan da Hristiyan ve Amerikan “aile değerleri” öne çıkartılıyor.
Enternasyonalist gey hareketi mensupları, aynı homo-hetero ikiliği projesi kendisine alan bulsun diye kendilerinin yasallaşmaları gerektiğini söylüyorlar ve bunu da cinsel azınlıkların “kurtuluşu” olarak tarif ediyorlar.
Bildiğimiz gibi, Uganda’da bu enternasyonalist Amerikalı geylerle Hristiyan evanjelikler kavga ettiler, güya bu kavga Ugandalılar içindi. Sonuçta Amerikalı sağcı, İslamofobik ve homofobik evanjelist Pat Robertson, Kenya ve Zimbamwe’de bu tür müdahaleler sayesinde başında bulunduğu Amerikan Hukuk ve Adalet Merkezi’nin yeni şubelerini açabildi.
Demek ki süreçte esas olarak, Batılı kültür savaşlarının ihraç edilmesine tanıklık ediyoruz. Bu savaşın her iki tarafı da aynı ölçüde ırkçı ve sömürgecidir. Her iki taraf da tek bir ortak emperyalist faaliyetin parçasıdır. Hetero-homo ikiliği denilen bu ihraç malı ise Avrupalı olmayan insanların heteroseksüelleşmesine, öte yandan eşcinselliği kabul edenlerin çağrısına kulak asan veya o ikiliği reddetmeyen kesimlerin azınlık hâline gelip Batı’nın diğer bir ihraç malı olan homofobinin hedefi hâline gelmelerine neden olmaktadır.
Size yönelik, kendilerini gey olarak tanımlayan Arapları görmezden geldiğinize ve Arap coğrafyasındaki LGBT örgütlerini emperyalizmin ajanı olarak tarif ettiğinize ilişkin eleştirilere ne cevap veriyorsunuz?
Ben kimseyi görmezden gelmedim, kimseyi görünmez kılmaya çalışmadım. Benim kendilerini gey veya eşcinsel olarak tanımlayan Arapları görünmez kılmam zaten mümkün değil.
Arap dünyasında yaşayan ve bu kimliği toplumsal kimlik olarak benimseyip onu Batı’nın fonladığı örgütler aracılığıyla enternasyonalleştirmeye çalışan, o kimliği başkalarına dayatan Araplar, devasa bir emperyalist aygıtın desteğini arkasına alıyorlar, paralarını ceplerine indiriyorlar ve o aygıt eliyle savunuluyorlar. O Arapları görünür kılan bu aygıt, öte yandan farklı cinsiyetle veya aynı cinsiyetle ilişkili kuran, onu arzulayan, hetero-homo ikiliğini kimliklerini örgütlemenin bir yolu olarak görmeyi reddeden çok sayıda Arap’ı görünmez kılıyor, üstelik bu insanların cinsel arzularını Batılı cinsellik rejiminin gerekli kıldığı biçimiyle kendi iç hakikatleri olarak resmediyor.
Eşcinsel Arap’ın ve onunla bağlantılı olarak düz Arap’ın üretilmesi, Arapların çoğunluğunun görünmez kılındığı süreç üzerinden işliyor. Bu Araplarsa, Batılı cinsellik rejimi uyarınca yaşamayan ve emperyalist misyonlar gereğince hareket etmeyip Avrupa-Amerikan oluşumuna tabi olmayan bir gerçekliğe sahipler.
Ben, Enternasyonalist Gey Hareketi mensuplarının yanlış aktardığı gibi, LGBT Arapların emperyalizmin ajanları olduğunu hiçbir vakit söylemedim.
Bu hareketin akademi kanadının teorik açıdan cehaletle malul olduğunu söylemek gerek. Ben esasen şunu söylüyorum: bahsi geçen enternasyonale mensup olan Araplar, emperyalizme suç ortaklığı yapıyorlar ve bu suç ortaklığının milliyetçi Arapların veya İslamcı Arapların suç ortaklığından hiçbir farkı yok (Desiring Arabs isimli kitabımda bu üç grubun Avrupa-Amerika emperyalizmine ve oryantalizme suç ortaklığı yaptığını söylüyorum).
Gelgelelim tüm bu gruplar içerisinde anti-emperyalist olan kişiler de var. Beyrut ve İsrail’deki kimi eşcinsel örgütlerinde, milliyetçi ve İslamcı gruplar içinde birileri ABD ve Avrupa’nın Arap dünyasındaki politik, ekonomik ve askerî varlığına karşı çıkıyorlar. Bu insanlar, ABD’nin Arap ve Müslüman dünyaya açtığı savaşlara itiraz ediyorlar. Filistin’e ve Filistinlilere yönelik Siyonist saldırganlığını eleştiriyorlar. Bu gerçeği, kaleme aldıkları dergi ve kitaplarda ayrıca örgüt bildirilerinde görmek mümkün.
Ben, burada epistemolojik ve ontolojik düzeyde işleyen bir suç ortaklığından söz ediyorum. Burada mesele, bahsi geçen örgütlerin kendilerini emperyalizmin açtığı kanallardan yayılan, Avrupa’ya ait genelleştirilmiş bir varlık ve akıl olarak görmeleri.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Arap milliyetçileri, kendilerini ve tarihlerini emperyalist genelleşme, evrenselleşme pratiğine uyum gösteren kültür ve medeniyet algısı dâhilinde görmeye başladılar. Aynı dönemde Müslümanlar, şekli şemali olmayan, “İslam” denilen bir şeyden bahsediyorlardı ve bu “İslam” “Batı”ya karşıydı. Bazı Müslümanlar da İslam’ı “din” veya “medeniyet” olarak düşünmeye başladı ki bu da oryantalizmin, emperyalist dayatmaların ve içselleştirme süreçlerinin yol açtığı bir etkiydi.
Aynı şekilde, Enternasyonalist Gey Hareketi’ne mensup örgütler içerisinde örgütlenen az sayıdaki, kendisini eşcinsel olarak tanımlayan Arap da emperyalist cinsellik rejimine suç ortaklığı yapıyor. Bu rejim, dünyayı hetero-homo ikiliğine göre düzene sokuyor ve bu harekete mensup kişiler Arap dünyasında bu ikiliği hiç sorgulamadan onu yeniden üretiyorlar ve kurtuluş yolu olarak görüp her yere yayıyorlar.
Bu anlamda gey enternasyonalinin tüm Arap üyeleriyle birlikte emperyalizme suç ortaklığı yapıyor oluşunun sebebini şurada aramak gerekiyor: bu kişiler, emperyalizmin tesis ettiği homo-hetero ikiliğini reddeden Araplara arzulama, öğrenme ve düşünme yol yordamını unutma çağrısında bulunuyorlar. Arapların varolma biçimlerinin, varlıklarının, yaşama hâllerinin bir tür yanlış bilinç olduğunu söylüyorlar. Emperyalist homo-hetero ikiliğini benimsemenin zorunlu olduğundan bahsediyorlar ve bu ikiliği bir hakikatmiş gibi sunuyorlar, ayrıca kurtuluşun, kişinin ve arzuların kurtuluşunun bu ikiliği anlamada saklı olduğunu iddia ediyorlar.
Sizin yaptığınız eleştirilerin Jasbir K. Puar’ın Terrorist Assemblages, Homonationalism in Queer Times ["Lubunya Çağında Terörist Birliktelikler ve Homonasyonalizm"] isimli çalışmasına sunduğu destek ve kitap üzerinde yol açtığı etki konusunda neler söylersiniz?
Kanaatimce Enternasyonalist Gey Hareketi’ne mensup olup emperyalizmin dış siyasetine ve Amerika’nın emperyalist milliyetçiliğine karşı çıkan örgütler, Puar’ın bu çok önemli eleştiri çalışmasında benim Desiring Arabs kitabımda görecekleri kördüğümün nasıl kesilip atıldığını görecekler.
Desiring Arabs ve yakında çıkacak olan Islam in Liberalism cinselliği kültüre dair anlayışları belirli kültürlere ve ülkelere göre değişen genel bir oluşum değil de özel bir kültürden neşet eden özel bir rejim olarak anlıyorum. Bu kültürse Batı Avrupa’ya ve yerleşimci-sömürgeci uzanımı olan Amerika’ya ve belirli bir zamana aittir. Bu cinsellik özel bir kültürel oluşumdur, genel bir kategori değildir, emperyalizm sayesinde yayılma imkânı bulmuştur, onu temel alan kimlikleri ve ikilikleri benimseyen, genelleştirme projesini içselleştiren kişiler, bilerek ya da bilmeyerek, o cinselliği temel alan tasnif girişimlerine ortaklık ederler.
Puar’ın kitabı, bir yandan da cinselliğin ve cinsel kimliklerin genelleştirilmesine de itiraz etmektedir. Bence de doğru olan bu yaklaşıma göre cinsellik ve cinsel kimlikler verili birer gerçek olarak takdim edilmektedir, oysa ABD’de ve Avrupa’da eşcinsellik özel olarak millileştirilmekte, bu işlem de enternasyonalleştirmeyi esas alan emperyalist form ve (Puar’ın icat ettiği önemli bir kavram olarak) homonasyonalizm formu dâhilinde gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla Helem veya İsrail’teki Kavs türünden eşcinsel örgütler ve destekçileri, eğer kendilerini emperyalizme ve ABD kaynaklı homonasyonalizme düşman olarak görüyorlarsa, Puar’ın büyük bir akılla kaleme alınmış olan oldukça faydalı kitabında emperyalizme varlığıyla ve aklıyla suç ortaklığı yapmamak için gerekli yolu bulacak, böylelikle emperyalizme suç ortaklığı yaptıklarına ilişkin suçlamalar karşısında kendilerini aklama imkânı bulacaklardır.
Son dönemde yürüttüğünüz çalışmalar “İslam’da cinsellik” ile ilgili. Size göre bu tespit yetersiz ve Batılı akademisyenlerin sorması gereken gerçek meselenin, İslam’ın cinsellik dolayımıyla üretilmesi meselesinin üzerini örtüyor. Soruyu tersten sormanız sizce ne tür riskler barındırıyor?
Ben, İslam’ın aktivistler ve akademisyenler arasında, cinsellik söylemleri dâhilinde nasıl üretildiğini anlamaya çalışıyorum. Tespitime göre, İslam’ın cinsellik bağlamında üretilmesi meselesi incelemeyi hak eden bir konu. Bu sayede İslam’da cinsellik meselesi de anlaşılacaktır. Ben, daha çok İslam’da cinsellik konusu ile ilgili çalışmaların mevcut yapısı dâhilinde İslam’ın nasıl üretildiğini, anlaşıldığını ortaya koymak niyetindeyim. Bu çalışmalar dâhilinde üretilen söylemde, Batı’da cinselliğin ne tür bir işleve sahip olduğu üzerinde durulmuyor, Batı’nın kendisini cinsellik dolayımıyla nasıl kurduğuna hiç bakılmıyor. Oryantalizmin eskiden beri başvurduğu bir yöntem, daha da doğrusu, bazen kendisi üzerinde kafa yorsa da kendisinin bilincinde olmayı gerekli görmemeyi âdet edinen bir hile bu.
Bence bugün bize “İslam” ve cinsellik hakkında hakiki ifadeler dile getirmenin koşullarını Foucault’cu mânâda soruşturmamız gerekmektedir. “İslam” denilen kategori dâhilinde cinsellik denilen şeyin işlemesini sağlayan mekanizmaların üzerindeki örtüyü kaldırmak veya kaldırmaya çalışmak yerine bizim, Foucault’nun bize öğrettiği gibi, Batılının bilme iradesinin ürettiği “pozitif mekanizmalar”la işe koyulmamız gerekiyor. Bu türden bir yaklaşım, Batı’da cinselliği inceleyen akademisyenlerin sadece “İslam” denilen şeyi değil, ayrıca ırksallaştırılmış bir normatiflik olarak Avrupa’yı ve “Batı”yı nasıl kurduğunu ortaya çıkartacaktır.

20 Ekim 2019

, ,

Liberalizmin Çelişkisi


Özgürlük ve Kölelik Arasında:
Liberalizmin Kördüğüm Olmuş Çelişkisi
Bu kısa sunumda Liberalizmin Karşı Tarihi isimli çalışmamın içeriğini izah etmeye çalışacağım. Bu kitabın amacı, “liberalizm nedir?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu soru, kimi zaman yersiz kimi zamanda fazla tahrik edici bulunabilmektedir. Herkes, liberalizmin bireyin, üstelik her bir bireyin özgürlüğü meselesini merkeze koyan bir düşünce geleneği ve politik hareket olduğunu bilmektedir. Peki ama bu “liberalizm nedir?” sorusuna verilecek cevap bu mudur ve bu cevap doğru mudur?
Diyelim ki liberalizmi yukarıdaki gibi tarif ettik, o vakit John C. Calhoun’u nereye koyacağız? On dokuzuncu yüzyılda ABD’de başkan yardımcılığı yapmış bu önemli devlet adamı, John Locke’un da beğendiği bir isim olarak, bireysel özgürlüğe övgüler düzen, o özgürlüğü iktidarın her türden saldırısına, devletin her türden müdahalesine karşı koruyan bir isimdir. Hepsi bu kadar da değil. “Mutlakıyetçi hükümetler” ve “iktidarın belirli ellerde toplaşması” yanında Calhoun, “bağnazlık” ve “haçlı” ruhunu da şiddetle eleştirmiş, “anayasaya dayanan gerçek devletlere yön veren “uzlaşma” kültürüne karşı çıkmıştır. O etkili konuşma becerisi dâhilinde Calhoun, azınlık haklarını da savunmuştur. Onda liberal düşüncenin en olgun ve en etkili yönlerini görmek mümkündür.
Ancak diğer yandan da Calhoun, köleliği gerekli bir “kötülük” olarak kabul etmeyen kişilerdeki ürkekliği ve çekingenliği de yerden yere vurmuştur. Ona göre kölelik, uygarlığın asla vazgeçemeyeceği “olumlu ve hayırlı” bir şeydir. Calhoun’un savaşçı ruhu ve hoşgörüsüzlüğü mahkûm etmesinin sebebi, siyahların köleleştirilmesine karşı çıkmak veya kaçak kölelerin acımasızca avlanmasına itiraz etmek değil, köleliğin kaldırılması fikrini savunanları “gözleri kör olmuş birer müfrit” olarak damgalamak istemesidir. Siyahlar büyük bir coşkuyla ve hukuk konusunda sahip olunan engin bilgi birikimiyle savunulacak bir azınlık değildirler.
O vakit Calhoun’a “liberal” diyebilir miyiz? Burada açık ki bir açmazla karşı karşıyayız. Eğer bu soruya “evet” cevabını verecek olursak, liberalizmdeki düşünce ve özgürlük istemi ile alakalı o geleneksel ve kişiyi geliştiren liberalizm imajını muhafaza etmek artık mümkün olmayacaktır. Soruya “hayır” cevabını verirsek, bu sefer de yeni bir soru ve sorunla karşı karşıya kalırız ki bu soru ve sorun, ilkinden daha az can sıkıcı olmayacaktır.
Asıl bu bağlamda John Locke’u nereye koyacağız? Köleliğin tarihini kaleme almış ünlü tarihçi David Brion Davis’in ifadesiyle John Locke, “mutlaklaştırılmış ve kalıcı hâle getirilmiş kölelik için kılıf arayıp duran son önemli felsefecidir.” Carolinalı her bir özgür insanın hangi görüşten veya dinden olursa olsun sahip olduğu zenci köleler üzerinde mutlak yetkiye ve otoriteye sahip olacağını söyleyen anayasal hükmün hazırlanmasında Locke’un önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.
Calhoun köle sahibi iken İngiliz felsefecimiz, köle ticaretine yatırım yapan bir isimdir ayrıca Kraliyet Afrika Şirketi’nin hissedarıdır. Dolayısıyla Locke’u liberal sayıyorsak Calhoun’u da liberal geleneğin dışına atamayız. Bu noktada analize tabi tuttuğumuz çatışkı daha da kesif bir hâl almaktadır: yoksa liberalizmin babası liberal değil mi?
Tartıştığımız soru belirli simalarla sınırlı değildir. Liberalizm çağına asıl damgasını vuran husus, köle nüfusundaki artıştır. Yeni Dünya Köleliğinin Oluşumu isimli çalışmasında Robin Blackburn’ün de ifade ettiği biçimiyle, “1700 yılında tüm Amerika kıtasında toplam köle nüfusu 330.000 civarında iken bu sayı 1800’de üç milyona ulaşmış, 1850’lerde zirveye ulaşarak altı milyonu aşmıştır.” On sekizinci yüzyılın ortalarında en fazla köle Büyük Britanya’nın elinde bulunmaktadır (870.000). Sonuçta hiç umulmadık gelişmeler yaşanmıştır. İmparatorluğu uzak ara daha geniş olan İspanya ise sıralamada Britanya’nın gerisinde kalmıştır. İkinci sıra ise 700.000 köleyle Portekiz’e aittir ki bu ülke de esasen Büyük Britanya’nın yarı sömürgesi gibidir. Brezilyalı kölelerin çıkarttığı altının büyük bir kısmı, nihayetinde Londra’ya getirilmektedir.
ABD ise tüm Amerika kıtasında köleliği kaldıran son ülkelerden birisidir. Liberal Amerikan Devrimi’nin gerçekleştiği ülke tarihinde en önemli rolü kölelik oynamıştır. ABD’nin ilk 36 yıllık döneminin 32 yılında başkanların tamamı köle sahibidir: İngiliz karşıtı isyanın en önemli askerî ve politik kahramanlarından olan George Washington, Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan Thomas Jefferson ve 1787 tarihli federal anayasayı hazırlayan James Madison.
Özetle; liberalizmin özgürlükle ve özgürlüklerin savunulmasıyla eşanlamlı olduğuna ilişkin tezin iler tutar bir tarafı yok. İki liberal devrimin tarihini yeniden kurguladığımızda karşımıza siyahların köleliği denilen gerçekle özgürlük söylemi arasındaki ihtilaf çıkıyor.
Söylem ve Gerçek Arasındak İhtilaf
Bahsi geçen ihtilafsa epey can sıkıcı bir mesele. Onu başımızdan savmamız için söz konusu meseleyi öncelikle anlamamız gerekiyor. Örneğin Hannah Arendt de aynı şeyi söylüyor: köleliğin Amerikan toplumunda önemli bir rol oynadığından ama aynı zamanda Atlas Okyausu’nun iki kıyısında siyahların maruz kaldıkları şartlara yönelik “kayıtsızlığın” tarihsel bir kural hâlini aldığından söz ediyor. Bu tespitin alabildiğine yanlış olduğunu görmek gerekiyor. Amerikan Devrimi’nin yaşandığı dönemde Fransa’da Condorcet, İskoçya’da John Millar gibi yazarların ağzından kölelik denilen kurumsal yapıya yönelik sert eleştirilerin dillendirildiğine şahit oluyoruz.
Condorcet şu tespiti yapıyor: “Amerikalı yerleşimciler, zencilerin insan olduklarını unuyorlar, onlarla herhangi bir ahlâkî ilişki içine girmiyorlar; bu yerleşimcilere göre zenci sadece kâr elde edilecek bir nesne. […]; bu saadet nedir bilmeyen insanlara yönelik aptalca horgörüsü o kadar fazla ki yerleşimciler zencilerin insan gibi giyip yanlarına oturmalarına bile kızıyorlar.” Millar ise “kolonilerde zencilere yönelik o şaşırtıcı barbarlığın sık sık yaşandığından” bahsediyor. Mevzu ile ilgili en önemli şahit ise Fransa’da köleliği savunan isimlerden biri olan Pierre Malouet. Malouet köleliğe yönelik destek konusunda nasıl yalnız kaldığını şu sözüyle ifade ediyor: “Kamuoyu denilen o aşırı güçlü saltanat, bugünlerde Fransa ve İngiltere’de siyahların köleliğine saldırıp duran ve köleliğin kaldırılması için uğraşan insanlara destek sunuyor.”
Esasında Arendt’in tezini terse çevirmek mümkün. Liberalizmin klasik döneminde sadece köleliğin gelişip serpildiğine değil, ayrıca kölelerin tüm yönleriyle, eşi benzeri görülmedik bir yoldan insanlıktan çıkartıldıkları köleleştirme pratiklerine tanıklık ediyoruz. Pazarın muzaffer olması ile birlikte köle ev kölesi hâline geliyor, kölenin ailesi ortadan kalkıyor. Bu ailenin her bir ferdi alınıp satılabiliyor. Dolayısıyla pazarın elde ettiği zaferi aynı zamanda ev köleliğinin zaferi olarak görmek mümkün.
Liberalizm ve sekülerizmin güçlenmesi ile birlikte krallar, din adına kölelere sınırlama getiremiyor, köle ailelere saygı duyulmasını emredemiyor. Politik iktidarın mülkiyet üzerindeki müdahaleleri tümüyle ortadan kalkıyor. Mülk sahibi, mülkünü hiçbir kısıtlama olmaksızın başkasına serbestçe devredebiliyor. Aynı zamanda özyönetim ve temsil kurumlarının ortaya çıkışıyla birlikte ırklar arası cinsel ilişkiyi ve evliliği yasaklayan, bunları suç olarak gören kanunların çıkartıldığına şahit oluyoruz. Bu dönemde deri renklerine göre tanımlanan kölelerin tabi oldukları, soydan soya aktarılan kast sistemi hukukî bir zemine kavuşturuluyor. Ev köleliğinin elde ettiği zafer, aslında ırksal ev köleliğinin zaferi demek oluyor.
O dönemde birçok insan, bu gelişimin gayet farkında. Köleliğin kaldırılması yanlısı olan İngiliz John Wesley bir yazısında, “Amerika’daki köleliğin güneşin altında görülmüş en aşağılık kölelik biçimi” olduğunu söylüyor. Amerikan Devrimi’nin kurucu babalarından olan, köle sahibi ve liberal bir kişilik olarak James Madison bu tespiti doğruluyor. Madison, “sadece deri rengi farklı diye uygulanan güç üzerinden insanın insan üzerinde kurduğu o zalimane hâkimiyetin bilginin en yoğun şekilde edinildiği dönemde tesis edildiğini” söylüyor.
Düşünsel Güçlük
Özgürlük ve kölelik arasındaki ihtilaf, Amerikan Devrimi sonrasında da düşünce alanında önemli bir güçlük olarak varlığını koruyor. Bu hususu izah etme noktasında Alexis de Tocqueville ve Victor Schoelcher’ün ABD’ye yaptıkları seyahatleri kıyaslayabiliriz. Şubat 1848’deki devrimin ardından Schoelcher, Fransız hükümetinde bakan oluyor ve Fransız sömürgelerinde köleliğin geriye dönüşsüz olarak kaldırılması fikrini savunuyor. İki isim, aşağı yukarı aynı dönemde ABD’ye ziyaret gerçekleştiriyor ve orada bahsini ettiğimiz ihtilafı ilk elden gözlemliyor.
O dönemde ABD’de beyazlar hukukun egemenliği, özyönetim ve politik hayata katılım gibi konularda belirli bir konuma sahipler. Diğer yandansa ülkede hem siyahların köleleştirilmesine hem de Kızılderililerin kırımdan geçirilip imha edilmesine tanık olunuyor. Amerikan toplumundaki toplumsal ilişkileri ve çelişkileri analiz ederken Tocqueville ve Schoelcher, entelektüel dürüstlükle hareket ediyor. Buna karşın iki isim de birbiriyle çelişen sonuçlara ulaşıyor. Her şeyden önce beyaz cemaatine odaklanan Tocqueville, kitabına verdiği isim dâhilinde, “Amerika’da demokrasi olduğundan” söz ediyor, bir yandan da ABD’nin dünyadaki en özgür ülke olduğunu söyleyip onu göklere çıkartıyor. Schoelcher ise beyazlardaki “deri rengi ile ilgili önyargı”yı öfkeli bir dille eleştiriyor ve ABD’deki insanların “yeryüzündeki en acımasız köle sahipleri” olduğunu söylüyor: “Bu insanlar, dünyada görülebilecek en iç yakıcı sahnelerinin yaşanmasına neden oluyorlar” diyen Schoelcher, “Kuzey Amerika’daki kölelik üzerine kurulu eyaletlerin barbarlık çağına ait zulümlerin tek tek her birini eksiksiz icra ettiğinden” bahsediyor.
İyi ama hangisi haklı, Tocqueville mi Schoelcher mü? Belki de ikisi de yanlıştır. Çünkü özgürlükle kölelik arasındaki ihtilafı ikisi de izah edememektedir.
Peki o hâlde politik düzenle toplumsal düzeni nasıl tanımlayabiliriz? ABD’li tarihçilerin ve sosyologların izinden gidip, özel olarak “üstün ırk”ı temel alan “Herrenvolk demokrasisi”nden söz etmemiz gerekecektir. Sonuçta liberalizmin tarihine ve ABD toplumuna damgasını vurmuş olan kölelik-özgürlük çelişkisini ancak bu sayede anlayabiliriz.
Beyazlar İçin de Olumsuz Sonuçları Var
Kanaatimce Amerikan toplumu ile ilgili değerlendirmelerinde Tocqueville de Shoelcher de hatalı. Tocqueville’in söyledikleri diğerinin söylediklerine kıyasla daha da yanlış. Peki ama neden? Siyahların ve Kızılderililerin koşulları değil de sadece beyazlarla ilgili söylediklerine bile baksak Tocqueville hatalı görünüyor. Bunun çok basit bir sebebi var. Siyah kölelere yönelik olarak uygulanan gücün ortadan kalkması beyazlar için de olumsuz hatta dramatik sonuçlara yol açıyor.
Bu noktada Tocqueville’in dediklerine bir bakalım: yazar, siyahlara ağır cezaların yanında okuma yazma öğretilmesinin de yasaklandığından bahsediyor. Nat Turner’ın köle ayaklanması sonrası Georgia’da bir köleye kâğıt kalem vermek suç hâline geliyor. Fakat bu ırkçı tedbirler, siyahlar kadar beyazlar açısından da kimi sonuçlara yol açıyor. Örneğin farklı ırklara mensup kişiler arası cinsel ilişkiler ve evlilikler yasaklanıyor. Örneğin 1688’deki Şanlı Devrim’i ve liberal İngiltere’nin doğuşunu takip eden süreçte, bilhassa on sekizinci yüzyılın ilk yirmi-otuz yıllık kesitinde Pensilvanya’da özgür siyahlar, bir beyazla evlenme yasağını ihlal ederken yakalandığında köle olarak satılma riskiyle karşılaşabiliyorlar. Doğalında bu, beyaz olan eşi için de ciddi sonuçlar doğuruyor. Beyaz, hem sevdiği kişiden ayrılıyor hem de ağır bir cezaya çarptırılıyor. Bu durumu en iyi özetleyense New York’ta çıkan ve köle bir anneden doğan tüm çocukları köle kabul eden kanun. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, kendi çocukları, çocuklarının çocukları köleleşen beyazlar da pratikte kendilerini köleleştirmiş oluyorlar.
Hepsi bu kadar da değil. On sekizinci yüzyılın başlarında Virginia’da çıkartılan bir kanun uyarınca sadece evlilik ilişkisine veya cinsel ilişkiye girenler cezalandırılmıyor. Siyahla beyazın evlenmesi sonucu oluşan aile bağını kilisede takdis eden rahipler de cezalandırılmaya başlanıyor. Buna bağlı olarak dinî özgürlük denilen şey de bir biçimde kanundan olumsuz yönde etkileniyor.
Tüm bunlar bize Marx ve Engels’in bir halkın başka bir halka zulmederken asla özgür olamayacağına dair tespitinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor. Köleliği daimi kılmak için gerekli tedbirlerle birlikte özgür beyaz insanların da özgürlükleri kısıtlanıyor. Schoelcher’ün de ifade ettiği biçimiyle, “esasen birilerini linç etmek, haksızlığa karşı koyma cüretini gösteren ve tüm insanlığın özgürlüğünü isteyen herkesi tehdit ediyor.”
Bu noktada bir kıyaslama yapabiliriz. 1831’deki köle ayaklanması sonrası Virginia’da oluşan durum genelde şu şekilde tarif ediliyor: “Beyazlar, askerliklerini gece gündüz devriye atarak yapıyorlar, bu süreçte Richmond kuşatma altındaki bir şehri andırıyor. […] Cezalandırılacakları korkusuyla zenciler kimseyle iletişime geçemiyor.” 1850 yılının sonlarında yazdığı mektupta Joel R. Poinsett, İç Savaş öncesinde Güney’deki durumu şu şekilde tarif ediyor: “Şiddetin tüm kokusunun sindiği havadan bıkıp usanmıştık. […] Şiddet uygulayan kişilere ve şiddete dayalı tedbirlere soğuk olan güçlü bir kesim vardı, ama onlar da korkup teslim olmuşlardı. Hatta öyle ki birileri gider gammazlar diye birbirleriyle görüş alışverişinde bile bulunmuyorlardı.” Poinsett’in bu değerlendirmesini aktaran bir tarihçi, buradan şu sonuca ulaşıyor: “En ılımlı muhalifler bile yaratılan dehşet ve korku ortamının dayatmasıyla dilini tutmayı, şüpheleri kafasından defetmeyi ve her türden şerhi, söyleyeceği her türden sözü yutmayı alışkanlık hâline getirmişler.”
Britanya İmparatorluğu ve Kölelik
Buraya kadar hep ABD’den bahsettik. İyi de bu üstün ırk fikri üzerine kurulu demokrasi Amerika’ya mı has? Şimdi de biraz İngiltere’deki politik ve toplumsal düzene bakalım.
Kölelik, Britanya tarihinde de önemli bir rol oynamıştır. Sömürgelerde köleliğin kaldırılmasına dek imparatorlukta hâkim olan, üstün ırk demokrasisidir. Doğrudur, sömürgelerde köleliğin kaldırılması, ABD’li kölelerin özgürleşmesinden otuz yıl önce gerçekleşmiştir, fakat bu noktada eski siyah kölelerin yerini Hindistan ve Çin’den gelen “ameleler”in aldığını unutmamamız gerekmektedir. Bu vasıfsız işçilerin sömürgelere gelişiyle birlikte hepsi doğal olarak kölelerin yerini almışlardır. 1840’ta Britanya’da Lord John Russell, “yeni kölelik sisteminin doğuşu” karşısında duyduğu huzursuzluğu dile getirmektedir. Fakat öte yandan, 1834’te, sömürgelerde kölelerin kaldırıldığı o yılda, liberal yazar Edward Gibbon Wakefield, “sarı köleler”in (amelelerin) daha önce “kızıl köleler”in yerini almış olan siyahların yerini almaya başladığından söz etmektedir.
Gerçekte ise liberal Batı’nın tarihine asıl damgasını vuran, üstün ırk demokrasisidir. 1830’larda ve 1840’larda liberal Fransa’yı ve klasik liberal yazar Tocqueville’i ele alalım. Tocqueville, Cezayir’in fethi sürecinin tamamlanabilmesi için en sert tedbirleri uygulamaya hazır olan bir isim. Mahsullerin yakılmasını, siloların boşaltılmasını, silâhsız insanların tutsak edilmesini ayıplayanları eleştiriyor ve “bana kalırsa bu tür adımlar, Araplarla savaşmak isteyen her insanın kabul etmesi gereken, gayet de üzüntü verici birer zorunluluktur” diyor. Tocqueville şu lafı etmekten zerre tereddüte etmiyor: “İster köy ister kasaba ister şehir, insanların toplaştığı, bir araya geldiği her yer yok edilmeli. Kanaatimce asıl önemli olan, Cezayir’deki direnişi lideri) Abdulkadir’in kontrolündeki bölgede tek bir kasabanın hayatta kalmasına veya ayağa kalkmasına izin verilmemeli.”
Bu türden bir yaklaşımı tavsiye eden Tocqueville, ABD’de savaşta ve barışta uygulanan modeli öneriyor. ABD’li dostu Francis Lieber’e yazdığı mektupta, “Sömürgeleştirme sahasında ABD’nin sunduğu harika örnekler üzerinde kafa yormadan Afrika’yı sömürgeleştirme meselesini ele alamayız” diyen Tocqueville, “Cezayir’de de aynı şekilde kabilelere ait herhangi bir ortak mülkün bulunmadığından” söz ediyor. Yerli halkın mallarına el koymada ve en bereketli toprakların Fransız yerleşimcilere verilmesinde bir sorun görmeyen Tocqueville, yerleşimcilerin Cezayir’e ilgi göstermelerini sağlamak için en önemli adımın zengin olma konusunda onlara muazzam fırsatlar sunmak olacağını söylüyor. Fransız yerleşimcilerle yerli halk arasında herhangi bir eşitlikten söz etmek tabii ki mümkün değil. Cezayir’de “iki ayrı hukuk”un oluşturulup uygulanması, esasen “iki ayrı toplumun varlığından kaynaklanıyor.” Çünkü “mesele Avrupalılar ise onların özel muamele görmelerine kimse mani olamaz.”
Azınlık İçin Teori
Sömürgeci Fransız imparatorluğunda da karşımıza çıkan, üstün ırk demokrasisi ve onun dayandığı mantıktır. İlk Afyon Savaşı’nı Batı’nın gücüne karşı koyulamayacağının bir ispatı olarak görüp göklere çıkartan Tocqueville, “dünyanın beşte dördünün geri kalan beşte bir tarafından köleleştirilmiş olmasından büyük bir coşkuyla bahsediyor. Burada da liberalizm insanlığın büyük bir çoğunluğına özgürlükleri yasak eden bir teori olarak çıkıyor karşımıza. Başka bir konuyla ilgili olarak Tocqueville, “milyonlarca insanın (Batılının) alınlarında tüm türlerin (tüm insanlığın) hâkimi olmak yazılı” diyor ve bunun “Tanrı’nın önceden takdir ettiği bir kader” olduğunu söylüyor.
John Stuart Mill, Tocqueville’e göre daha makul biri. O da Batı’nın henüz çocukluk aşamasında bulunan ve ilerleme yoluna girebilmesi için mutlak itaatle emredilenleri yapmakla yükümlü olan ırklar üzerinde istibdat tesis etme hakkı ve görevi bulunduğunu söylüyor. Mill’e göre, Batı’nın geri kalmış halklara veya barbarlara uyguladığı katı istibdat, medeniyetin çıkarınadır. Geri kalmış halkların ileri halklara doğrudan teslim olması yaygın görülen bir durumdur ve genelleştirilmelidir. Burada liberal özgürlük teorisi, bir kez daha, Batı’daki özgür toplumun tüm dünyaya tatbik edeceği istibdatı ve zulmü meşrulaştırmak ve göklere çıkartmak için kullanılmaktadır.
Buraya kadar işçi sınıfından hiç söz etmedik. Şimdi de bu konuya odaklanalım bir yandan da İngiltere’de işçi sınıfının maruz kaldığı koşulları analiz edelim.
Marx, kapitalizm koşullarında sanayi işçilerinin modern köleler, ücretli köleler olduğunu söylüyor. Peki bu tespiti sadece basit bir edebi mecaz olarak mı ele almak gerekiyor?
1864’te Saturday Review gazetesinde aktarılan bir gözleme göre İngiltere’de yoksullar, beşikten mezara dek hiç değişmeyen toplumsal koşullara mahkûm edilmiş olan, Amerika’da beyazlarla siyahlar arasında bulunan bariyerlere benzer bir bariyerle toplumun geri kalanından ayrıştırılan, bir tür kast, ayrı bir ırk” meydana getiriyorlar.
“İngiltere’de bir yoksul adamdan veya çocuktan Tanrı’nın kendisine bahşettiği koşulları hatırından hiç çıkartmaması isteniyor, tıpkı zenciden Tanrı’nın kendisine verdiği deriyi hiç unutmamasının istenmesi gibi. Her iki örnekte de alttaki üsttekine, tabi olan lidere teslim oluyor, bu ilişkiyi değiştirecek bir merhamete ve iyi yürekliliğe zerre alan açılmıyor.”
Toplum aynı zamanda ırka göre de bölünüyor. Pratikte toplumda işçi sınıfını üst sınıflardan ırk temelli ayrımcılık ayırıyor. On sekizinci yüzyılda İngiltere’de Somerset Dükü faytonuyla yoldan geçmeden önce onun görevlendirdiği kişiler, dük alt tabakadan insanları görüp rahatsız olmasın diye yolu temizliyorlar. Yüz yıl sonra İngiliz ekonomist Nassau William Senior, Napoli ziyareti esnasında farklı sınıfların iç içe geçmesi karşısında deliye dönüyor ve “Soğuk ülkelerde alt sınıflar evlerinden çıkartılmazlar. Burada ise herkese sokaklarda.” Hatta daha da kötüsü bu alt sınıflar, aristokrasiye ait mekânlarda mahzenlerde yaşadıklarından, üst sınıflardan zaten uzak olamıyorlar. Sonuçta ne oluyor? “Onları görmek zorunda kalıyorsunuz, hatta o mide bulandırıcı soysuzlaşma ile temas ediyorsunuz”.
Emekçi Sınıflar Özgürlükten Muaf Tutuldular
Tıpkı sömürge halklar ve sömürgelerden gelmiş halklar gibi şehirlerde yaşayan işçiler de özgür toplumun parçası değildirler. İşçiler, olumlu olumsuz, her türden özgürlükten muaf tutulmaktadırlar.
Bu dışlanma hâli, işsizlerin aylakların ve dilencilerin hapsedildikleri imaret türü mekânlarda daha net bir biçimde çıkıyor karşımıza. Jeremy Bentham, imaretlerin sunduğu faydaları öve öve bitiremeyen bir isim. Bentham’ın amacı, bu tür kurumları kusursuz hâle getirip herkesin gözetlenebildiği bir bina içine yerleştirmek. Bu binada ise müdür, herhangi bir vakit mahkûmların davranışlarının her bir yönünü gözetleme, böylelikle kontrol etme imkânı buluyor. Bu sayede kurumun ekonomik verimliliği artıyor:
“Benim imalatçımın çalışanı üzerinde sahip olduğu nüfuza başka bir imalatçının sahip olması mümkün mü? Başka bir patron, işçisini açlıktan ölmenin eşiğine getirdiğinde o işçi gidiyor, olan patrona oluyor, bu durum benim imalathanemde yaşanabilir mi? Başka yerlerde patronlar, işçilerinin içmelerine izin veriyorlar ama bir yandan da ücretleri artırıyorlar, benim mekânımda böyle bir şeye izin verilebilir mi? […] Başka bir yerde herhangi bir patron veya imalatçı, benim kadar her bir işçisini kesintisiz gözetleyip hareketlerini sürekli izleme imkânı bulabilir mi?”
Özgürlüğün olmadığı bu tür çalışma mekânları deneylere de konu oluyor. Bu deneyler için en iyi malzeme çocuklar: “Doğdukları gün çocuklar teftiş evine bırakıyorlar ve burada deneyler yapılıyor.” Özellikle bir deney çok önemli. Şüpheliler ve çocuk suçlular bu evlere hapsediliyor ve çalışkanlık, disiplin anlayışı bakımından gelişkin olan “yerli bir sınıf”ı meydana getiriyorlar. Bentham’a göre, bu sınıf içerisinde erken evlilik teşvik edilip, doğan çocuklar çoğunluğu teşkil edene dek birer çırak olarak kullanılırlarsa o vakit bu atölyeler ve toplum bitmek bilmeyen yüksek kalite insan rezervinden bir biçimde mahrum kalacaktır. Başka bir ifadeyle tüm devrimlerin en asili olan, bir kuşaktan diğerine miras gibi devreden cinsel devrim aracılığıyla “yerli sınıf” bir tür yerli ırka dönüştürülebilir.
Bu noktada genel bir gözlemi aktarmakta fayda var. Devrimci bir ütopyayı rahatsız edici bir distopyaya dönüşümünü sert bir dille eleştiren yığınla kitap kaleme alınmıştır. Aynı süreç, liberalizm tarihi dâhilinde de işlemektedir ama burada önemli bir fark vardır. Bentham’ın hayalini kurduğu “tüm devrimlerin o en asili olan devrim” ta başından beri mide bulandırıcı, rahatsız edici kimi özelliklere sahiptir. Burada amaç, mümkün olduğunca uysal ve itaatkâr olan bir sınıf veya emekçi ırkı meydana getirmektir. Fransa’da Abbé Sieyès, Bentham’dan çok daha radikal bir öjenik ütopya (veya distopya) üzerinde çalışmıştır. Bu Fransız liberalin hayalinde, maymunlarla siyahları melezleyip kölelerin yaptığı işleri yapacak evcilleştirilmiş varlıklar meydan getirmek vardır. Ortaya çıkacak sonuçsa “yeni bir antropomorfik maymun”dur.
Bu türden yaklaşımlara göre, uysal işçi ırkı veya sınıfı faydalı iken sınıf altı kesimler zararlıdır, hatta toplum nezdinde asla hoşgörülemeyecek unsurlardır. 1764’te Benjamin Franklin bir doktora şunları yazmaktadır: “Kurtardığın hayatların yarısı işe yaramaz, diğer yarısı da zararlı, kurtarmasan da olurdu. Aklın sana, Tanrı’nın planlarına karşı sürekli savaş içerisinde olmanın dinsizlik olduğunu söylemiyor mu?” Yüz yıl sonra ise Tocqueville, “fareler türünden tüm hapishane artıklarını yakacak büyük bir yangının çıkması” ile ilgili hayalinden söz ediyor.
Sosyal Darwinci Yol
Gördüğümüz üzere, sosyal Darwinci yol ta işin başından beri liberal düşüncenin güzergâhını veriyor. Sosyal Darwincilik denilen bu unsur, en çok da haklarını almak için politik alana müdahale eden geleneksel maduniyetten kurtulma noktasında gündeme geliyor. Uygunsuz, yetersiz olanın ve hayattaki yanlışların bertaraf edilmesine ihtiyaç duyan kozmik kanunu bozacağı gerekçesiyle devletin ekonomiye her türden müdahalesini mahkûm eden bir isim olarak Herbert Spencer, “Doğa’nın tüm çabasının yetersiz olanlardan kurtulmak, dünyayı onlardan temizlemek ve iyi olana alan açmak yönünde olduğundan” söz ediyor. Tüm insanların Tanrı’nın hükümlerine tabi olduğunu düşünen Spencer, birçok liberal yazarda göreceğimiz benzer bir tutum dâhilinde, şu tespiti yapıyor:
“Eğer bu insanlar yaşamak için yeterli olacak tamlığa sahipse yaşarlar, en iyisi onların yaşamasıdır. Eğer eksiklerse ölmeliler, en hayırlısı onların ölmesidir.”
Tarihte işçi sınıfının kabul yönünde verdiği mücadelede attığı her adım, liberal elitlerin itirazıyla karşılaşmıştır. Örneğin Tocqueville, sendikaların kurulmasını, çalışma saatlerinin düzenlenip belli ölçüde azaltılmasını özgürlüklerin ihlali olarak görüp mahkûm etmiş bir isimdir.
Pek ırk ayrımcılığıyla ve ırkçı devletle kimler mücadele etmiştir? Tabii ki liberaller değil. Herkesin bildiği gibi, Fransız sömürgelerinde kölelik, Toussaint L’Ouverture’ün öncülüğünü yaptığı San Domingo’daki o büyük köle devrimi ardından kaldırılabilmiştir. Britanya sömürgelerinde ve ABD’de köleliğin kaldırılmasında ise asli rolü liberaller oynamışlardır.
Esasen köleliğin kaldırılması ve bu fikri temel alan radikalizm, liberal mahfillerde eleştirilerle karşılanmıştır. Bu türden ortamların sahip olduğu hâkim görüşü en ifade edense köleliğin kaldırılması yanlılarını “Jakoben” olarak suçlayan Francis Lieber’dir: “Eğer insanların kölelere sahip olmak gibi bir mecburiyetleri varsa bu, onların meselesidir” diyen Lieber türünden liberallerde mülkiyet, özellikle köle sahibi olma, tümüyle özel bir meseledir.
Günümüzde Liberalizm
Buraya kadar liberalizmin tarihinden bahsettik. Bu noktada “tarihin bugün açısından ne gibi bir önemi var ki?” diye itiraz edenler olabilir.
İşçi sınıfının, sömürge halkların ve kadınların kısmi özgürleşmesi, liberalizmin evriminin kendiliğinden bir sonucu olarak gerçkleşmedi. Yirminci yüzyılın başlarında, Ekim Devrimi’nden önce, mülkiyet ve zenginlik temelli ayrımcılık ortadan kalkmış değildi (örneğin İngiltere’de Lordlar Kamarası’na bugüne bile hâkim olan asiller ve yüksek burjuvazidir). Kadınlar, her yerde politik haklardan mahrumlardı. Beyazların üstünlüğünü esas alan rejim, sadece ABD’de değil Batı ile dünyanın geri kalan kısmı arasındaki ilişkilerde de tek söz sahibi idi. Yirminci yüzyılda devrimlerden sonra her şey değişti. En azından hukuk ve teori düzleminde halk sınıflarına, sömürge halklara ve kadınlara yönelik ayrımcılık ortadan kaldırıldı.
Ama bugün, sosyalizmden ilham alan işçi hareketinin ortaya koyduğu itirazın geri çekilmesi ya da zayıflaması sonrası Batı’da karşı-devrim, kimsenin görmezden gelemeyeceği ölçüde güçlendi. Avrupa’da refah devleti adım adım yok edildi. Bu pratikteki yıkım süreci teoride yaşanan değişimlerle birlikte gelişti. Ta yetmişli yıllarda Friedrich Hayek, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nde dile getirilen “ekonomik ve toplumsal hakların Rus Marksist devriminin her şeyi tahrip eden etkisinin bir sonucu olduğunu” söylüyordu.
Uluslararası düzeyde ise savaşın dış politikaya ait “olağan bir araç” olarak geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Bu savaşlar “insanî müdahaleler” olarak meşrulaştırılıyorlar, hatta göklere çıkartılıyorlar. Özetle; hedef alınan ülkeler, pratikte egemenlikleri bulunmayan birer sömürge olarak görülüyorlar.
Bugünlerde ayrıca sömürge savaşlarına veya yeni sömürge savaşlarına, ayrıca “ekonomik ve toplumsal hakların” yok edilmesine karşı, kimi zaman ürkekçe kimi zaman güçlü bir biçimde sürdürülen bir direnişe de tanıklık ediyoruz. Bu mücadele, yönetici sınıfı ve onun öve öve bitiremediği liberalizm ideolojisini hedef alıyor. Tam da bu sebeple ben, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bu direniş hareketi için liberalizm ve liberalizm tarihine dair doğru bir tasvirin sunulması gerektiğine inanıyorum.
Domenico Losurdo
Haziran 2012

19 Ekim 2019

,

Mahrumlar Hareketi


Hizbullah ve kitlesi, Lübnan’da devam eden gösterilerde nerede duruyor?
17 Ekim günü eski 14 Mart Bloğu yetkilisi Faris Sueyd Twitter’da, göstericileri gayrimeşru ilân edebilmek adına, Lübnan’daki gösterileri Hizbullah’ın organize ettiğine ilişkin bir mesaj paylaştı. Bu, kesinlikle yanlış bir değerlendirmedir.
Hizbullah’ın bugün Lübnan’da (bilhassa partinin ciddi bir kitle desteğine sahip olduğu bölgelerde) sürmekte olan gösterilerle ilişkisini anlamak için bizim 2018 yılının başlarına dönmemiz gerekmektedir.
1992-2018 arası dönemde Hizbullah, hükümette çok az rol almayı öngören genel bir siyaset uyarınca hareket ediyordu (örneğin bu dönemde parti, önemsiz görülebilecek bazı bakanlıkları almakla yetinmişti). Bunun sebebi de partinin her daim “direniş faaliyetlerini öncelikli görmesi” idi.
Bu süreçte parti, tarihsel rakibi (kimi zaman da askerî açıdan hasmı olan) Emel Hareketi ile temelleri pek sağlam olmayan bir ittifak kurdu ve bu ittifak, Hizbullah’ın devlet içerisine soktuğu kollarının hukukî bir zemine kavuşmasını sağladı.
Ama rüzgâr, 2018 yılının başlarında dönmeye başladı. Mart 2018’de Nasrallah, sınıflar arasındaki uçurumu kapatacak bir refah devletinin, sosyal yardımları esas alan bir pratiğin acil ihtiyaç olduğunu söyledi ve ekonomik sistemin rantiyecilik ve finansal spekülasyon değil, üretim üzerine kurulu olması gerektiğinden bahsetti.
Bu tespitleri daha önce değil de şimdi işitmememizin sebebi, Hizbullah’ın devlet içinde daha fazla rol üstlenmesi, ayrıca partinin uzun zamandır müttefiki olan Emel Hareketi ile arasındaki ilişkilerin kopmanın eşiğine gelmiş olmasıydı.
Bu yönde atılan ilk adımsa Hizbullah’ın sağlık bakanlığını istemesi idi. Bu bakanlık, yeni oluşturulan bakanlar kurulunda bütçe açısından en büyük dördüncü bakanlıktı.
Söz konusu politika değişikliği öylesine önemli idi ki bazı Lübnanlı uzmanlar, Hizbullah’ın devlet kurumları içerisinde daha sağlam bir konuma sahip olma kararlılığında olduğunu söylediler ve bu değişikliği “partinin ikinci kuruluşu” olarak nitelediler.
O günden beri Hizbullah, devam etmekte olan krize yönelik kendine has bir değerlendirmede bulunuyor ve bu kriz bağlamında bir bütün olarak ekonomik yapıyı karşıya alıyor.
Partinin yeni bakış açısını tanımlayan üç temel özellik var: bankalara baskı uygulamak suretiyle devlet borçları kaynaklı maliyeti düşürme, artan oranlı vergilendirme programı ve tarım ile sanayiyi desteklemek için somut bir planın hazırlanması.
Yürüttüğü direnişi ekonomiyle ilişkilendirmek suretiyle Hizbullah, zekice bir hamleyle ekonomi meselesini uhdesine aldı ve onu kitle tabanı bağlamında ulusal bir mesele hâline getirdi.
Süreç içerisinde Hizbullah destekçileri arasında yolsuzlukla mücadele edecek bir kesim inşa etmeye başladı. Son kırk yıl içerisinde ilmek ilmek ördüğü “Direniş Toplumu”na benzer bir biçimde parti, pratikte yeni mali politikalara kitlesel meşruiyet kazandıracağı beklentisiyle, ekonomik reform üzerinde duran bir kültür oluşturdu.
Bu bağlamda yapılan ilk hamle dâhilinde parti, bu yılın Mart ayında eski başbakan ve hakkında görevde kaldığı dönemde 11 milyar doları zimmetine geçirdiği iddiaları ortaya atılan, ABD’nin müttefiklerinden Fuad Sinyora’ya suçlamalar yöneltti.
Fakat Hizbullah’ın bu suçlamaları üzerine Sünnilerin başmüftüsü, Sinyora’nın “kırmızıçizgileri” olduğunu söyledi ve meseleyi mezhep düzlemine çekti, ayrıca Hizbullah milletvekillerinin Sinyora’yı yıpratma gayretlerine mani oldu.
Ne yazık ki bu süreçte Hizbullah başarısız oldu. Partinin yolsuzlukla mücadele etme ve yeni bir ekonomik rejimi tesis etme ile ilgili vaatleri, yıkıcı sonuçları olacak bir hayal kırıklığına yol açtı. Bunun birçok sebebi vardı; parti destekçilerine göre en önemli sebep, partinin Emel Hareketi ile kurduğu ittifaktı.
Esasen Hizbullah ile Emel arasındaki yarık bugün açılmadı. Son iki yıldır iki partinin destekçileri, günlerini birbirlerinin bam teline basmakla, birbirini sözle rahatsız etmekle geçiriyorlardı.
1992’den beri meclis sözcülüğü yapan, aynı zamanda Emel Hareketi’nin lideri olan Nebih Berri, ülkenin güneyinde kendisine finansal bir hanedanlık kurmuş bir oligark, aynı zamanda bugün halkın protesto ettiği, iç savaş sonrası kurulan neoliberal rejimi inşa eden Taif Troykası içindeki ana aktörlerden biri.
Bugün Güney Lübnan’da halk, ağırlıklı olarak şunu düşünüyor: ekonomik sefaletten asıl olarak Emel sorumlu, Hizbullah’ın zımni kabulü ve rızası aynı zamanda Emel’in karşısına dikilememesi halk nezdinde büyük bir hayal kırıklığına yol açmış durumda.
Bu duygunun, tepkilerin ilk işaretlerini 2018’de almıştık zaten. Hizbullah ve Emel arasındaki oy farkı yüz bindi ve esas olarak Hizbullah’a destek verilmişti.
Sayabildiğim kadarıyla şu ana kadar güneyde gösteri düzenlenen kasaba ve şehir sayısı 17. Buralardaki belediyelerin büyük bölümü Emel’in kontrolünde. En büyükleri Nabatiye, Tire ve Bint Cbeyl. Gösterilerde Emel milletvekillerinin evlerine ve afişlerine saldırılar düzenleniyor. Göstericiler, attıkları sloganlarda daha Nebih Berri ile eşi Randa’nın isimlerini anıyorlar.
Hatta benim memleketim olan Tire’de düzenlenen bir gösteride, üzerinde siyah abaya bulunan bir kadın şöyle bağırıyordu: “İç Pepsi İç Miranda kahrolasın emi şıllık Randa!”
Güney’deki protestolara öne çıkan diğer bir husus da Hizbullah’ın sürece hiç müdahale etmemesi karşısında oluşan o büyük hayal kırıklığı. Onlarca gösterici, Nasrallah’a müdahalede bulunmasını ve kitlesini sokağa dökmesini istedi. Hatta İsrail karşıtı direnişle yolsuzluk arasında paralellikler kuruldu.
Bu, göstericilerin Nasrallah gibi bir ismin toplum içerisindeki gücünü ve nüfuzunu gördüklerini ortaya koyuyor. Nasrallah, tek işaretiyle, istediği vakit yüz binleri sokağa dökebilecek bir güç.
Elbette güneydeki göstericilerin Hizbullah’tan silâhsızlanmasını isteyebileceğini veya partiyi politik sahneden tümüyle defedebileceğini düşünürseniz kendinizi sadece kandırmış olursunuz. Güneyliler için silâh, hâlen daha bir varoluş meselesidir ve diğer her türden düşünceye galebe çalar.
Son olarak tüm kalbimle şunu söylemek istiyorum: bugün İmam Sadr’ın “Mahrumlar Hareketi” bir kez daha Güney’deki komprador seçkin sınıfa karşı ayaklanıyor. Zafer halkımızın olsun!
Ali Kurani

18 Ekim 2019

,

Fanon ve Futbol


Birçok çocuk gibi Martinikli/Cezayirli büyük devrimci Frantz Fanon da gençken futbol oynamayı severmiş. İkinci Dünya Savaşı süresince Avrupa ve Kuzey Afrika’da savaşması ardından 1945 yılında Martinik’e dönen Fanon, bir takımda futbol oynamaya devam etmiş.
Fanon, savaştan yaklaşık on yıl sonra Cezayir’deki Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde bir tedavi topluluğu oluşturuyor. Kurum bünyesinde bir futbol takımı kuruyor ve topluluk içerisindeki insanlardan oluşturduğu diğer takımlarla maçlar yapıyor.
Muhtemelen en ünlü çalışması olan, 1961 tarihli Yeryüzünün Lanetlileri’nde Afrika’da sürmekte olan sömürgecilik karşıtı mücadeleler üzerine düşüncelerini aktaran Fanon, hareketlerin yüzleşecekleri güçlükler konusunda uyarılarda bulunuyor. İleri görüşlü bir çalışma olarak kitap, bugün bile hâlâ geçerliliğini muhafaza ediyor. Ama öte yandan da bugün Fanon’un kitabın ortalarında yer alan “Ulusal Bilincin Yüzleştiği Tehlikeler” isimli bölümde yürüttüğü sporla ilgili tartışma üzerinde çok az durulduğunu görmek gerekiyor.
Fanon orada şunları söylüyor:
“Afrikalı gençlerin yüzü, stadyumlara değil tarlalara ve okullara dönük olmalı. Stadyum, kentte görülmeye değer bir yapı değil, aklanıp paklandıktan sonra işlenen ve o hâliyle millete takdim edilen bir taşra mekânı. Kapitalist spor anlayışı, azgelişmiş bir ülkede varolması gereken spor anlayışından temelde çok farklıdır.”
Fanon’un değerlendirmesinin içeriği ve genel çerçevesi, esasen çok önemli. Bu cümlelerin dile döküldüğü dönemin büyük dönüşümlere tanıklık edilen bir dönem olduğunu unutmamak lazım. Bilindiği üzere bu dönemde resmî sömürge idaresinin sona ermesiyle bağımsızlık geliyor.
Böylesine çalkantılı bir ortamda dayanışmayı ve sosyalliği inşa etmenin ne denli güç olduğunu görmek gerek. Fanon’un görüşlerine, herkesin eşit olduğu, geleceğin ancak birlikte olunduğunda gerçekleşme imkânı bulacağı fikri yön veriyor.
Dört Milyar Taraftar
Futbolun bu kadar popüler olduğu, paranın güdümüne girdiği bir dönemde yaşasaydı Fanon ne derdi acaba?
Futbol, dünya genelinde dört milyar takipçiye ulaşmış bir spor dalı. Futbolu kontrol eden kurum olan FIFA’ya göre, şuan dünyada futbolla aktif olarak ilgilenen insan sayısı yaklaşık 270 milyon (dünya nüfusunun yüzde dördü).
Profesyonel futbolda dönen paranın miktarı ise dudakları uçuklatacak cinsten. İngiliz Premier League takımı Manchester United, dünyadaki en kıymetli takım ve değeri 3,69 milyar doları buluyor.
Dünya futbol hiyerarşisi içerisinde futbolculara ajanslar, üçüncü taraflar ve şirketler sahip iken ülkelerdeki futbol ligleri, bu hiyerarşik sistemin içerisinde küçük birer dişli olarak iş görüyorlar. İngiltere’de Premier League, İspanya’da La Liga, Almanya’da Bundesliga, İtalya’da Serie A ve Fransa’da Ligue 1, en iyi futbolcular için ciddi bir yarış içerisinde.
Avrupa’da kulüpler arasında süren savaş Şampiyonlar Ligi üzerinden sürüyor. Taraftarlar, çevreden yarı çevreye oradan da merkeze doğru işleyen sistemler aracılığıyla, dünyanın güneyinden futbolcu devşirebilmek için yasadışı veya yarı yasal tüm yollara başvuran kulüpleri destekliyorlar. (Örneğin futbolcular, Brezilya’da bulunup Portekiz’e oradan da İspanya’ya veya Batı Afrika’da bulunup Fransa’ya oradan da İngiltere’ye getiriliyorlar.)
Transferlerle ilgili anlatılan efsaneler herkesin malumu. Bu hikâyeler dâhilinde insanlara değer biçiliyor. Bazı üst düzey futbolcuların değeri, günümüzde 110 milyon doların üzerine bile çıkıyor. Genç yeteneklerin peşine düşülüyor, bir futbolcuyu almak için herkese “pamuk ellere cebe” deniliyor, imza törenleri spor programlarında tüm ihtişamıyla veriliyor, okul bahçelerinde “X futbolcuyu biz kaptık, siz avcunuzu yaladınız” türünden konuşmalara tanıklık ediliyor.
Yere Serilen Çelenkler
Chelsea’nin 2-1’lik skorla Arsenal’e yenildiği, Mayıs ayında Wembley Stadyumu’nda yapılan FA Cup (Futbol Birliği Kupası) maçı, kültür endüstrisini kusursuz bir biçimde yeniden üreten bir gösteriydi. Maçtan önce milli marş okundu, bu olağan faaliyetin ardından Manchester’da patlayan bomba sonucu ölenler için bir dakika saygı duruşunda bulunuldu, sahaya çelenkler serildi, futbolcular kollarına siyah pazubentler taktı ve “Manchester’ı Seviyorum” dövizleri taşındı. Tüm bunlar, tekrar tekrar televizyon ekranlarından kitlelere sunuldu.
Bu türden geleneksel spor etkinliklerinde ulusal mitoloji bir tür nostalji ve modernite pratiği olarak yeniden üretiliyor. Burada tüm dünyadaki ağa bağlanan, televizyonlardan ücret karşılığı cümle âleme takdim edilen şey, “İngiltere”nin ta kendisidir.
Arsenal, maçı kazandıktan sonra statta “Emirates Kupası”nı kutlamak amacıyla Clash isimli punk grubunun 1979 tarihli marşı “London Calling”i [Londra Arıyor] çaldı. Bu çok önemli İngiliz kupası, dünyadaki en eski futbol müsabakası ve bugünlerde bir havayolu şirketinin adıyla anılıyor.
Premier League’in en önemli unsuru ise yıldız futbolcuları tüm dünyaya seyrettirmesi. Ligde oynayan İngiliz futbolcularsa azınlıkta. Lig, dünyanın en fazla seyircisi olan ligi olarak değerlendiriliyor. Arsenal’in stadına ismini veren, maçları izleyenlere Abu Dabi’nin aşırı zengin, neoliberal turbo kapitalizminin göz alıcı ışıklarını anımsatan Emirates Stadı’nın açılışını kraliyet ailesinin sağcı üyelerinden Prens Phillip gerçekleştirmişti.
Futbolu kontrol eden FIFA isimli kurumun baş hırsızlarından olan Sepp Blatter, bir seferinde İngiltere Kraliçesi’nin futbol konusunda eski İtalya Başbakanı ve AC Milan kulübünün sahibi, dolandırıcı Silvio Berlusconi’den daha fazla bilgiye sahip olduğunu söylemişti.
Sonuçta kulüpler bu türden berbat isimlerin malı, futbol sektörünü onlar yönetiyorlar. Bu aşırı kapitalist hikâye herkesin bildiği bir şey, ama buna karşın oluşan öfke genelde başka yerlere yöneltiliyor. Taraftarlar, kulüplerinin başına zenginlerin gelmesini istiyor ve çoğunlukla bu zenginlerin nasıl zengin oldukları meselesi karşısında gözlerini kör ediyorlar.
Mesele elbette ki para.
Ayrıca spor, siyasetten daha önemli ve büyük bir şey. İnsanlar, her fırsatta spor sohbeti yapıyorlar ve en ufak ayrıntılarını bile konuşuyorlar. Genelde spor özelde futbol, sıradan insanların tutkulu ve bilgili olma izni elde ettikleri bir alan. Siyasetse seçkinlere has ve alabildiğine teknokratik. Kullandığı dilse genelde anlaşılmaz. Bu gerçeklikte futbol çoğunlukla popülist.
Yabancılaşmaya Meydan Okumak
Futbol toplumsal bir oyun, bir takım oyunu. Dolayısıyla Fanon’un futbolu tedavi amacıyla kullanması anlaşılır bir durum. “Hastalar”ın kendilerine saha yapmaları, takım kurmaları, böylece her şeyin merkezine kendilerine almaları, birer “rakip” bulup gelişme süreci içine girmeleri önemli. Fanon’a göre, tüm bunlar sosyal terapinin birer parçası. Bu terapinin bir psikiyatri hastanesindeki tüm kurumsal hiyerarşileri parçalayıp toplumsal ilişkileri beslemesi ve kurumda mevcut olan yabancılaşmaya meydan okuması mümkün.
Sporun zihnin faaliyet alanını genişlettiğini, insanîleştirme görevini ifa ettiğini söylerken Fanon, esas olarak zihinsel ve psikolojik kurtuluş üzerinde duruyor. Yani aslında Fanon’un derdi, aklı sömürgeciliğin ve savaşın oluşturduğu sinirsel koşullardan kurtarmak.
Fanon, sporla ilgili konuşurken biraz ne yapmaları gerektiğini söyleyen okul müdürüne benziyor olabilir. Fakat gene de tüm dünya genelinde futbola, Avrupa liglerine ve takımlara şirketlerin hâkim olduğu, her birinin birer marka olarak çokuluslu sermayenin mülkü hâline geldiği koşullarda asıl mesele, Fanon’un önerdiği modelin dünyanın güneyinde nasıl takip edileceği.
Fanon verdiği cevapsa gayet açık ve net:
“Yoldaş, Avrupa’da oyun nihayet bitmiştir.”
Buna karşılık şunu önerir:
“Afrikalı siyasetçi, profesyonel sporcular değil spor da yapan bilinçli bireyler yetiştirmekle ilgilenmelidir.”
Oysa bugün bu bakış açısını savunan bir Afrikalı siyasetçiyi bulmak mümkün değildir. Siyaset kirlidir, kişisel çıkar için oynanan yoz bir oyuna dönüşmüştür. Pragmatik Afrikalı siyasetçi, Fanon’un görüşlerini ve fikirlerini ütopik diye bir kenara atmaktadır. Bu insanlar, toplumsal dönüşümle değil her hâlükârda küresel sermayeye ait makinenin birer dişlisi olmakla ilgilenmektedirler.
Fanon’un sporun nasıl olması gerektiği ile ilgili görüşü konusunda neler yapılabilir?
Fanon spor, dekolonizasyon ve ulus konusunda farklı bir anlayış ve tahayyül sunar.
Peki bugün farklı bir spor anlayışı tahayyül edebilir miyiz? Yarışmayı ille de dışlamayan, yarışmayı farklı bir şekilde ele alan bu spor anlayışı, alabildiğine antikapitalisttir, ticarileşme karşıtıdır ve burjuvaziye düşmandır. Fanon’un üzerinde düşünmemizi istediği anlayış da tam olarak budur.
Nigel Gibson
11 Haziran 2017