Marksizm bir “uygarlık” olmamıştı o da oldu.[1]
Küçük burjuva için aşağısı kesmezdi. O, ancak Marksizm bir uygarlık
olabiliyorsa ya da buna dair bir izlenim sunabiliyorsa Marksist olabiliyordu.
Onun için Marksizm liberalizme teslim olmamalıydı, çünkü liberalizm de genel
bir ifadeydi, onun yerelleştirilmesi ve söz konusu küçük burjuva özneyi
işaretliyor olması gerekiyordu. O, esasında elin liberalizmine, sırf elin
olduğu için karşıydı; kendi mülkiyetinde olsa, o liberalizm epey kıymetliydi.
1919 ile birlikte Lenin’in ulusal sorun tezlerine
yönelik itirazlar derinlemesine enternasyonalist telden çalıyor ama makamı
alabildiğine ulusalcı bir seyir izliyordu. Yani “devrimi-sosyalizmi yaymalıyız”
diyenler, kendi ülkelerinde devrim olmasını istemeyenlerdi. Çünkü bunlar, “ben
devrim yaparım ama ya diğer ülke yapamaz ve dımdızlak ortada kalırsam, ezerler
beni” korkusu içerisindeydi. Sol Komünizm
bu koşullarda yazıldı.
Devlet
ve Devrim ise iktidar kaçkını kesimlere
verilen ayardı. Arkasında ciddi bir mücadele birikimi olan Bolşevikler
“iktidarı alacağız” diyorlardı. Lenin, hasımlarının arazisine kılıçla dalıyordu
bu metinde. Yanılgı, bu kitabın Lenin’in hasımlarının yanında oturarak
okunması, “anarşistmiş” gibi görünen kısımlarının Kur’an ayeti düzeyine
taşınmasındaydı. Bu hâliyle metin, bugünün yüksek siyasetine tercüme ediliyor,
karşımıza yerel ya da genel, baskın bir liberalizm çıkıyordu. Bu liberalizm,
devletin karşısına koyduğu “devrim”in içini boşaltmak zorundaydı. “AKP, AKP
olmadı Tayyip giderse devrim olur” havaları çalanların yaptığı bundan başka bir
şey değildi.
Devletin kemalizmi kadar devletin İslamcısına da
düşman olan bir tür liberalizm, Lenin’in bu çalışmasını yanlış anlamıştı.[2] Bu
liberalizm, başarılı olanı simule ettiğinde aynı sonucu alacağını zannetmek demekti.
“Devlete karşı olan ne varsa, bir el işaretimizle, twitter âleminde bir araya
getiririz, böylece devrim yaparız” diyorlardı. Sonra da matah bir şeymiş gibi,
o tweetlere dergi sayfasında yer vermek “Marksist devrimcilik” sayılacaktı.
Devletin kemalizmine karşı olan bu liberallerin
asıl maksadı, demek ki “devletin olmayan Kemalizm”di. Kemalizmde sorun yoktu,
ilericiydi, tek sorun, suyu bulandıran şey, devletti. “Huruc ediyoruz,
Müslümanlara koşuyoruz, hanifleşiyoruz, Muhammed devrimini de ciddiye almıyoruz,
biz ezelden beri ezilenciyiz” demeleri, aslında “devletin olmayan İslamcılar”ı
bulmak içindi. Bula bula, devletin içerisinde, özellikle dış coğrafyalarda uzun
süre ajan faaliyeti yürütmüş Fethullahçıları buldular. Bu liberaller öyle
arsızlaştılar ki Fethullahçıları koruma altına almak için, gazetelere ve
polislere yapılan operasyonlar sonrası, “bugün Fethullah’a saldırmak AKP’ye
yaltaklanmaktır” dediler. Daha da ileri gittiler; 17 Aralık sonrası kendilerine
yoldaş belledikleri Fethullah’ı yüceltmek için Ethem Sarısülük’ün katiline “az
değil çok ceza verildi, bıdı bıdı yapmayın” dediler.
Burada girilen yol belliydi: AKP=İslam=Devlet:
Böylece sadece yukarıya baktıklarını, aşağıda yaşananları umursamadıklarını
kabul etmiş oldular. Buradan da “devletin olmayan Kemalizm”e, yani yeni
cehepeye yamanmış oldular. Hâsılı, küçük burjuva, kendisinden büyüğüne tahammül
edemiyor; gerçekten küçük insanların birleşerek büyümesine de mani oluyordu.
* * *
Devlet
ve Devrim’in gerisinde, devrimci bir güç,
mevzi, ortaklaşma, devrimci bir hat, ocak vardı. “Devlet’in karşısında olan her
şey devrimdir” mantığı, çocuksu bir mantıktı. Bu mantığı sürekli tatbik eden
liberaller, devlet içerisindeki gerilimlerde, yani yüksek siyasette rol
alabileceklerini zannettiler. Lenin’in eserinin iğdiş edilmesi, bu yüksek
siyaset için zaruriydi. Bir zamanlar İGD’li olan ama seksenlerde bir açlık
grevi esnasında “aklına Lenin’in ‘siyaset uzlaşma sanatıdır’ lafı gelip soldan
kopan”, sonra burjuvaziyle en pespaye biçimde uzlaşılabileceğini kanıtlayan Kadir
Çöpdemir gibi bu liberaller de Lenin’i kendi öznel çıkarları için eğip
büküyorlardı.
Bu liberaller ki 2000’de Perry Anderson’ın
“devrimler çağı bitti” yazısına biat edip aynı lafı tekrarlıyor, on yıl sonra
“post-devrimcilik çağındayız” diyor, devrimcileri sığ, reformist siyasetin
serin sularına çekmek istiyorlardı. Ama bugün soyut devlete dönük hasetlerini,
nasıl oluyorsa, “devrimcilik” diye yutturabiliyorlardı. Tıpkı Gezi’yi tasfiye
etmek, daha başında ezmek için çabalayan, eylemlilik sürecinde korkup “mahallelere
kaçan” kimi örgütlerin Birleşik Haziran Hareketi kurması gibi.
Devletin olmayan Kemalizm var mıdır? Cumhuriyet gazetesine bekçi olmak nasıl
bir devrimcilik ve Marksistliktir? Batıdan esen liberalizm rüzgârına karşı IŞİD
güzellemeleri ama içeriye gelince Cumhuriyet’in bekçiliği? Kimin ve ne için bu
taklalar?
Demek ki bu liberallerin esasında itiraz
ettikleri, kendilerini adam yurduna koymayan dış, yabancı liberalizmdi. O
kulvarda koşturamadıklarından, “şu liberalizmi yerelleştirmek lazım” dediler.
Yerelleştirmeden kasıt, “bize mecbur olun, bizi dinleyin” demekti. Üç ayrı
bileşen belirlemek, “bu üçü ancak bende birleşir” anlamına geliyordu. Sadece
kendine işaret etmekse, liberalizme mecburdu. Marksizm lafının üzeri
kazındığında ortaya çıkan, yerel liberalizmdi.
“Devletin İslamcısı” derken AKP’ye işaret
ediliyordu. Bu da siyasetin salt yüksekte, yücede oynanan bir oyun olarak
görülmesinin sonucuydu. Peygamber’ine küfredene tepki koyanı hemen devletin
yanına atmak, alt siyaseti asla görmemek demekti. AKP kitlesi içerisinde
fiilîleşen sınıfsal, ideolojik ve politik gerilimleri, oluşan çatlakları
görmemek, liberalizmin ana siyasetiydi. O, bu düzenin bekası için şarttı.
* * *
Liberalizm, insan-birey ve onun failliği demekti.
Kürşat Kızıltuğ ve Gün Zileli gibi isimlerin kendilerini inkâr edecek biçimde,
sınıfsaldan, sınıf mücadelelerinden son günlerde bu kadar çok bahsetmelerinde
tuhaf bir yan vardı. Anarşist Kızıltuğ, Paris saldırısı sonrası İslam’ı ve
Müslümanları önemseyenlerin “sınıf”ı gözden kaçırdıklarını söylüyor; gene
Anarşist Gün Zileli de Kürd’ün adını duyunca, sarımsak niyetine, “sınıf” yazılı
tabelasını gösteriyordu.
Burada “sınıf” denilen şey, sınıfsız, tarihsiz,
toplumsuz insan-bireyden başka bir şey değildi. Bu isimler, liberalizmlerini
işine geldiği yerde elmalı şeker misali kırmızı boyaya daldırıyorlar, kimi
sınıfçılar da “ne güzel yazıyor adam” diyorlardı. Bir put misali İnsan-bireye
tapanların burjuva siyasetinden başka bir şey önermesi mümkün değildi.
“İnsan”dan bahsediyorlardı. Bu kelime hep, birileri
öfkeyle ayağa kalktığında, ezmek için dile dökülüyordu. “İnsan” denilen
ideolojik kavram, bir silâh gibi, sömürülen-mazlum kitlelerin kafasına
doğrultuluyordu. Oysa bu “İnsan”, sadece mülk sahibi, beyaz, müesses nizama
bağlı, yağmadan pay almış, güce ortak kesimleri ifade ediyordu. Bu “insan”,
solcu olup aynı zamanda işletme sahibi olduğunda, doğalında o işletme de
“solcu” oluyordu, nasıl oluyorsa. Ama o işletmede işçiler greve gittiğinde o
işçiler bir anda “açgözlü, doymak bilmeyen, aşağılık varlıklar” hâline geliyor;
işçiler de bu duruma “bir işletme solcu olamaz” diye cevap veriyorlardı.
Türkiye solu bu işletmecilerin soluydu, ideolojisini, teorisini tayin eden,
işletme cirosu ve pratiği idi. Sınıf mücadelesi, kara, kızıl, mavi, ne kadar
uyduruk renk varsa söküp atıyor, alttaki burjuvalığı ve liberalliği hemen açık
ediyordu ama.
* * *
Charlie
Hebdo saldırısı sonrası İştirakî olarak yayınladığımız yazılara
yönelik tepkiler de bu liberal kaynaktan besleniyordu. Oysa biz, Avrupalı,
Amerikalı, Latin ve Ortadoğulu yazarların “Ben Charlie Değilim” demelerine
işaret ederek, bir tartışma zeminine bakıyorduk. Ama bu yazarlardan “daha
sosyalist” olan kimileri küfürler savurdu, mesajlar attı, saflarını belli etti.
Safları, uzun yıllar Sarkozy yanlısı yayın yapmış, Arap ve Müslüman düşmanı,
emperyalizmin kibrine bulanmış bir dergiden yana oldu.
Bu tartışmaya ve tartışma dâhilinde dile dökülecek
anti-emperyalizme, zulüm karşıtlığına, mazlumlardan yana saf tutmaya hiç gerek
yoktu. Batı’dan gelen rüzgâra güvenerek, Batı’ya, “bakın, İslam tehlikeli işte,
bizi şu AKP’den kurtarın artık” diyenlerin kervanına bağlanmak gerekiyordu.
John Kerry’den “ifade özgürlüğü”nün önemini,
Hollande’dan “ulusal birlik ve basın özgürlüğü”nü, Mısır’da bir gün içinde
kurşuna dizilen binlerce Mısırlı Müslüman’la dalga geçen karikatüristten
“mizahın gücü”nü öğrenmek, bu evrede zorunluydu.
Sol, bu kervanın peşine takılacak kadar aciz
durumdaydı, tartışmayı, eleştiriyi ve özeleştiriyi çöpe atmıştı. Sadece nasıl
göründüğünü önemsiyor, sadece nasıl göründüğünü önemseyen bireylere
seslenebiliyordu. O nedenle bazı solcu yazarlar, Fransız istihbaratına ve
devletine akıl veren yazılar yazdılar, “teröre karşı savaşın ideolojik ayağını
ben yürütürüm” dediler.[3]
Kitlelerin sancılı, uzun soluklu, dişlerini
tırnaklarını toprağa ve zamana geçirerek ilerlediği bir mücadele, bu solcular
için değersizdi. Onlar, her şey hemen olsun istiyor, olmuyorsa, içki
sofralarına oturup biriktirdikleri paraları sayarak, villalarında tweet’ler
atıp tatmin olarak ömürlerini tüketmeye bakıyorlardı. Üretmeyenin anlamadığı,
işte bu uzun soluklu mücadele idi.
Bu mücadelenin basit neferleri olarak bizleri,
kendi güdük teorik âlemlerine figüran kıldıklarını, İştirakî’yi ehlileştirip bir kenara koyduklarını zannedenlerin
gözleri, parmaklarımızdaki kana ve kire takılsın, oradan da o alaycı, mizahî
pozlarını sürdürsünler, ama aslolarak o parmağın işaret ettiği yere baksınlar.
Kayıt düşelim,
unutulmasın: Marksizm-Leninizm’e göre, hem utanmak hem de özeleştiri
devrimcidir.
Eren Balkır
15 Ocak 2015
Dipnotlar
[1] Teori ve
Politika, 13 Ocak 2015, Twitter.
[2] Teori ve
Politika, 14 Ocak 2015, Twitter.
[3] Mustafa Peköz, “Charlie Hebdo’ya Yapılan
Saldırı”, 8 Ocak 2015, Sendika.