30 Ağustos 2022

,

Uçurum

İşçi sınıfı için büyük bir yıkım yaşanıyorken, milyonlarca insan, her geçen gün bu düzende bir şeyin değişmeyeceğini daha net bir şekilde görebiliyorken, alternatif yaratmak bu kadar zor mu gerçekten? Yaşadığı topluma bu kadar yabancılaşmış bir sol olamaz, benim aklım almıyor.

Seçim dışında ajandası yok bu solun. TÜSİAD’ından parlamentosuna, sendikasından AB kurumlarına, medyasından uluslararası finans kuruluşlarına kadar herkesle iletişim kuruyorlar. Tek görüşmedikleri, kapısını çalmadıkları, birlikte yol yürümek istemedikleri, proletarya.

Bu filmi daha kaç kez izleyeceğiz? Daha kaç kez burjuvazinin sol kanadının ittifaklararası tartışmalarıyla vakit kaybedeceğiz? Muazzam bir devrimci potansiyelin göz göre göre düzen içi kanallara hapsedildiğini görmek yalnızca bir grup ilkeli insanın mı canını sıkıyor?

En azından söylem düzeyinde dahi düzen dışı bir alternatife kapı aralayabilecek seçeneklerin gündeme gelmemesi, yalnızca bizi mi rahatsız ediyor? “Boykot” deyince oyuncağı elinden alınan çocuk gibi feryat eden insanlar, neden kendisini “sosyalist” olarak tanımlamakta ısrar ediyorlar?

Bir şekilde Erdoğan’ın karşısına çıkanı amasız fakatsız destekleyeceğini şimdiden beyan eden her iki sol ittifakın dışında kalanlar, bu ikiliğin dışında bir alternatifi yaratmak adına neden isteksizler?

Ortada seçim gündemi yokken, bu düzenin olası seçim manipülasyonuna ateş püskürenler, nasıl oldu da sefaletin en dibini gören emekçilere sırtını dönüp sandığa yüzünü döndüler?

Burada yürütülen tartışmalara bakıyorum, sonra kafamı çevirip, yaşadığım ülkeye bakıyorum, aradaki uçurum beni dehşete düşürüyor.

Lan nasıl olabiliyor da emekçilerin dertlerini en iyi anlaması gerekenler, onlara bu kadar yabancı olabiliyorlar? Gerçekten aklım almıyor.

Ezici çoğunluğuyla aramda aidiyet bağı kuramadığım bir sol var gözümün önünde.

Bunları Marx profilli bir entelektüel yazıyormuş gibi düşünmeyin sakın. Marksizmi işçi sınıfının tek kurtuluşu olarak gören düz bir insanım, işçiyim.

Ben, birlikte yaşadığım, içinde nefes aldığım işçilerin, yoksulların solun büyük bölümünden çok daha ileride olduğunu görüyorum. Ve bu dinamiğin göz göre göre yine bir seçim gündemiyle manipüle edilmesini tarihî bir ihanet kabul ediyorum.

Umarım, o sandığa rıza üretmek isteyen herkes, herhangi bir huzursuzluk olmadan kutsal vatandaşlık görevini yerine getirip, sağ salim oyunu kullanır. Biz de bu denklemin dışında kalanlar olarak, o sandığın yerle bir edilmesi için gerçek yaşamın içinden elimizden geleni yapacağız.

@MarxouCreve_
29 Ağustos 2022
Kaynak

29 Ağustos 2022

,

Naci Ali’yi Unutmamak

Üstü başı yırtık, yalınayak bir çocuk, elleri arkadan bağlı bir hâlde, karşısında duran sahneye şahitlik ediyor. O karikatürdeki küçük çocuk Naci Ali, 1948’de Filistin’den Lübnan’a sürgün edildiği yaştaki hâli.

Naci Ali’ye göre bu çocuk, Filistin halkını, kişisel açıdan da yaşayamadığı gençliğini sembolize ediyor.

“Tüm küçük çocuklara arkalarını dönmelerini söylediler. Ben dönmedim. O karikatürdeki çocuk benim Filistin’den ayrıldığım yaşta. O, ben ülkeme dönene dek büyümeyecek.”

Asıl adı Ali Azami olan Naci Ali ile iki yıl önce Detroit’te tanışmıştım. Çalışmaları hakkında sohbet etmiştik. Hatta bir fotoğrafını çekmek için kendisinden izin istemiştim. Bu isteğime “hayır” dedi. Sadece karikatürleriyle bilinmek istediğini, ayrıca fotoğrafının yayınlanmamasının kendisi için daha güvenli olduğunu söylemişti. Devamında da “bir ay içerisinde öldürülürsem, sakın şaşırma” diyerek beni uyarmıştı. Mimlenmiş bir adam olduğunu, buna rağmen içinin rahat olduğunu söylüyordu.

Haftalarca komada kaldıktan sonra, geçen ay sürgünde vefat etti. 22 Temmuz günü biri geldi ve onu Kabas gazetesinin Londra’daki bürosuna girerken başından vurdu. Sonrasında “bir ay içerisinde öldürüleceğini nereden biliyordu, bu soruyu kendisine neden sormadım” gibi sorular, kafamın içini kemirip durdu.

İlk özgün karalamalarının sergilendiği otelin sergi salonunun yakınında beni yumuşak sesli, ufak tefek bir adamla tanıştırdılar. Onun karikatürlerini Kudüs’te çıkan Fecr gazetesinden biliyordum. O karikatürleri gazeteden alıp İngilizceye tercüme ediyor, çıkarttığımız haftalık dergide paylaşıyorduk. Birçok kez Naci Ali’nin karikatürlerinin Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin ruh hâlini içeriden ve oldukça zekice yorumlanmış, o ruh hâlini yalın bir şekilde yansıtan çalışmalar olarak değerlendirmiştik. Şahsen mütevazı ve politik açıdan ferasetli biriydi.

Naci hayat hikâyesini anlatırken, hep kısa konuşurdu. Kuzey Filistin’deki Şacara köyünde doğmuş, Lübnan’a sürgün edilmiş. Ailesinin büyük bir kısmı, hâlen daha Aynü’l Hilve kampında kalıyor.

Birçok çocuk gibi Naci de kamp duvarlarına bir şeyler çizerek başlamış. Sonra sıra Lübnan hapishanelerinin duvarlarına gelmiş. 1958-1963 arası dönemde kısa sürelerle hapis yatmış. Mahkemeye bile çıkartılmadan aldığı cezaların asıl sebebi, bir milliyetçi olarak Filistin milletine olan bağlılığı imiş.

“Ben ressam olmak istiyordum, ama üniversiteye gitme imkânı bulamadım. Ben de karikatürist olmaya karar verdim. Resim özel durumlar için çizilirken, politik karikatürler, her gün halkın ruhunu şahlandıracak güce sahipler. Basit bir dille halkı harekete geçirmenin görevim olduğunu gördüm.”

Bana aktardığına göre, her ne kadar Filistin soluna yakın dursa da karikatürlerini ana akım medya içerisinde yer alan gazetelerde yayınlatmayı tercih etmiş. Çalışmalarını 1983’te Lübnan’dan ayrılmak zorunda kalana dek Beyrut’ta çıkan Sefir gazetesinde paylaşmış. Son birkaç yıldır da Kuveyt gazetesi Kabas’a veriyordu karikatürlerini.

“Arap, İran rejimlerini ve FKÖ liderliğini sert bir dille eleştirdiğimi, politik açıdan hangi çizgiye yakın durduğumu herkes bilir. Buna rağmen çalışmalarımı örgütlü sola ait hiçbir yayına vermeyeceğim. Birisine versem, o örgüt, benim onlara ait olduğumu düşünecek, kitleler, o örgütle bağlantılı olduğunu sanacak. Oysa karikatürlerimi günlük bir gazetede yayınlatmak, beni bağımsız kılıyor. Kendimi daha özgür hissediyorum. Tüm demokrat gazeteler, çalışmalarımı zaten yayınlıyorlar. Ayrıca bu sayede ben, ekonomik açıdan sola yük olmamış oluyorum.”

Naci Ali, Arap dünyasında epey popüler bir karikatüristti. Öyle ki kendi tabiriyle, onun siyasetinden “nefret eden dergi ve gazeteler bile” o karikatürleri yayınlıyordu. “Arap ülkelerinin başkentlerinde çıkan gazetelerin çekmecelerinde yüzlerce çizim, bir yılı aşkın bir süredir hükümetin değişmesini bekliyor” diyordu.

Naci, ayrıca bana animasyon tekniklerini öğrenmek istediğini söylerken, çok heyecanlı görünüyordu. Video kasetlere kaydedilecek çizgi filmlerle daha geniş kitlelere ulaşabileceğine inanıyordu.

Baskı altında yaşayan birçok sanatçı gibi Naci de sembolizme ağırlık veriyordu. Dediğine göre, “kendisi ile okurları arasında gizli bir dil oluşmuştu.” Çünkü gazetelerin çoğu özgür değildi.

Onun başvurduğu, en çok bilinen sembol, elleri arkadan bağlı olan çocuk karikatürüydü. Hanzala da Naci gibi Ürdün, Mısır, Fas, Tunus, Kuveyt ve Filistin gibi ülkelere giremiyordu. Onun da bu ülkelere girmesi yasaktı.

Naci, ailesi Lübnan’da falanjistlerin tehdidi ile yüzleşince, onları 1983 yılında Kuveyt’e götürdü. Kendisini vatanındaymış gibi hissetmeye başladığı Beyrut’tan ayrılmak zorunda kaldı. Ama devlet, çalışmalarından rahatsız oldu. Suudi Arabistan’ın, hatta belki de FKÖ’nün baskısıyla Kuveyt, Naci Ali’yi sınır dışı etti.

“Orada öldürüldüğümde, çok daha fazla velvele kopacağını iyi biliyorlardı. Başka bir yerde öldürülürsem, başkalarını suçlamak daha kolay olacaktı. Londra’da öldürülürsem, beni kimin öldürdüğünü o kadar kolay öğrenemezsiniz” diyordu.

Joan Mandell
Aralık 1987
Kaynak

28 Ağustos 2022

Öfkeliler ve Fransız Devrimi

Fransız Devrimi sonrası yaşanan olayları ve 1790’ların siyasi kültürünün kutuplaştırıcı doğasını tartışanlara göre, Fransız hükümetinin bu dönemde içine girdiği yönelim ve ortaya çıkarttığı sorunlar, ülkedeki yasa koyucuları ikiye bölmüştür. Yaşanan ağız dalaşları neticesinde hasım partiler kanla ezilmiş, Terör Dönemi, Fransa’yı karışıklık ve ayrışma ile tanımlı, daha da çalkantılı bir sarmalın içine soktukça, Üçüncü Sınıf’ın sözcülerinin büyük bir kısmı, devletin millet için yapacakları hususunda Jakobenlerin dillendirdikleri hâkim görüşe karşı sesini yükseltmeye başlamıştır.

Politik solun, bağrından Maximilien de Robespierre’i çıkartan kulübün çizgisine geldiği koşullarda, ondan daha solda duran Enragés (Öfkeliler) Hareketi, Jakobenlerin yoksullar için pek bir şey yapmadığına, onların sadece yurttaş olmalarına izin verdiklerine, kapitalistlerin gücünü azaltmak için yeterince elini taşın altına koymadıklarına inanıyordu. Ayrıca bu hareket, tahıl fiyatlarına belirli bir tavan fiyat konulması fikrinden yana duruyor, devlet ihalelerinde devrimin bastığı para olan Assignat’nın kullanılmasını istiyor, bu paranın değerinin korunması için stokçuların ve spekülatörlerin, en genel manada kapitalistlerin idam edilmesi gerektiğine inanıyor, paranın değerinin sabit tutulabilmesi için bu adımı zaruri görüyordu. Öfkeliler Hareketi, toplumda varolabilmek için hesap vermesi gerekenin yoksullar olmadığını düşünüyor, zenginlerin, Fransa için dövüşen, açlık çeken ve kan döken yoksullara hesap vermesi gerektiğine inanıyordu.

Bu hareketin önderleri, Jacques Roux, Jean-François Varlet ve Jean Théophile Leclerc idi; üçü de ilk politik çalışmalarını Dağ grubu ve Jakobenlerin etkilediği çevreler içerisinde yürütmüş, 1792-1793 arası dönemde Jakoben çizgiden ayrışmıştı. Peki Öfkelileri kendi dönemlerinde faal olan politik aktörlerden ayıran temel özellikleri neydi?

Bu dönemde muhalif görüşlerle bağlantılı bir ideolojiyi diğerleriyle kıyaslamak için “radikal”, “solcu” ve “muhafazakâr” gibi terimler, meseleyi izah edebilecek kifayette değildirler. Jirondenlerin Mayıs 1793’te meclisten atılmaları sonrası politik iklimin radikalleştiği koşullarda, ele alınan konuların çeşitliliği de bakış açısındaki daralmadan etkileniyor ve konu başlıkları arasındaki ayrımlar, ancak küçük farklılıklarla belirlenebiliyor.

Öfkelilerin savunduğu hususların çoğu, Varlet’nin Toplum İçerisindeki İnsanların Hakları Bildirgesi’nde dile getiriliyor. 8 Haziran 1793’te Ulusal Meclis’e sunduğu metinde (Jirondenlerin etkilerinden arınmış bir meclise hitap eden) Varlet, görüşlerini Devrim esnasında birçok kişinin başvurduğu aynı terimlerle özetliyordu. Konuşması, çatışma ve mücadele, iyiye karşı kötü ve “onlara karşı biz” anlayışı üzerine kurulu sözlerle yüklüydü. Ayrıca Varlet, Öfkeliler ve Jakobenler gibi, konuşmasını Jean-Jacques Rousseau’nun yazıları, özellikle de Toplum Sözleşmesi isimli incelemesi üzerine inşa etmişti. Varlet, konuşmasında hükümeti kriz zamanlarında kendisine verilen yetkilerle, bilhassa 19. Madde’de dile getirilen yetkiyle ilgili ikazlarını aktardı:

“Mülkiyet ihlal edilemez bir hak olduğu için her mülk sahibi, toplumu yokoluşa sürüklemediği sürece, niteliği ne olursa olsun sahip olduğu mallar ve gelirler konusunda kendince tasarrufta bulunabilir.”[1]

İlk bakışta bu madde, adil görünüyor; mülkiyet hakkına izin veren madde, bunların kullanımı ve birikimi hakkında hiçbir hükümde bulunmuyor. Bununla birlikte, cümlenin son kısmında, “toplumu yokoluşa sürüklemediği sürece” ifadesi, toplumu neyin yokoluşa sürükleyeceği veya böylesi bir eğilimin nasıl fark edileceği konusunda pek bir şey söylemiyor. Boşluklar ve gri alanlar, sadece bu maddede karşımıza çıkmıyor. 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, bu tür bir dile sık sık başvuruyor. Bildirge, kamusal ihtiyaçlar (Madde XVII), kamu güvenliği (Madde V) ve kamu düzeni haricinde kişilere belirli haklar bahşediyor, bu üç madde ise terör döneminde “ulusu koruma” adı altında devreye sokuluyor.

Bir bütün olarak, mevcut istisnalara rağmen, Varlet tarafından önerilen maddeler, 1789 belgesinin modernize edilmiş bir versiyonu olarak iş görüyor. Varlet’nin yazısı, esasen Öfkelilerin ilkelerini ortaya döküyor: servet ve doğumdan gelen imkânlarla ilgili koşulları ne olursa olsun, tüm yurttaşların kamu görevlerine getirilebilmesi (6. Madde); mülkiyet sahipliğiyle ilgili sınırlamalar (16. Madde); toprak mülkiyeti (17. Madde); stokçuluk, hırsızlık ve ekonomik imkânları kötüye kullanmayla ilgili girişimlere karşı halkı koruma konusunda ulusa yetkiler bahşedilmesi (20. Madde). Ayrıca Varlet, kamu fonlarının israf edilmesini ve bahsi geçen mali usulsüzlükleri baskı ile bir tutuyor, bu noktada sırtını Rousseau’nun fikirlerine yaslıyor, buradan da “Zulme karşı direnmek, ayaklanmayı hak kılar” diyor.

Varlet, aynı zamanda, “eğitim, öğretim ve genel ahlak öğretimi”nin önemine vurgu yapıyor, eğitimin “hükümetlerin yurttaşlarına ödemesi gereken bir borç” olduğunu söylüyor, verilen hakların anlamlı olabilmesinin asli teminatının eğitim olduğuna vurgu yapıyor (5. Madde).

Varlet’nin hedef aldığı asıl kitle, baldırıçıplaklar. Yeniden dağıtım ve birikmiş servetlere karşı hükümetin koruma politikaları yalnızca çıkarlarına yönelik olmakla kalmıyor, onlara uzun uzadıya hitap ediyor. Kendi sözleriyle, onların saflığını ve davasını yüceltmekle kalmıyor, onların güvenilir siyasi müttefiki olma iddiasını da ortaya koyuyor ve şöyle diyor:

“Konuşup durmaktan daha fazlasını yapmış olan baldırıçıplaklar, güveninizi hak ediyor. Vendée’de bizzat gönüllü olarak savaşanların arasında ben de vardım. Kilise ve kraliyet ailesine mensup gaddarlar, en iyi baldırıçıplak dostlarımı elimden aldı. Tehlike altında olan ülkesini savunmuyorsa, özgürlük hareketinin öncüsü bir boşboğazdan başka bir şey değildir.”[2]

Toplum Sözleşmesi’nde dile getirilen görüşleri sahiplenen Varlet, Rousseau’nun ülke içerisinde eşitliğin sağlanması sorumluluğunu yurttaşların sırtına yüklüyor, bu yurttaşların özgür ve eşit olabilmek için haklarından mahrum kalmayı kabul etmek zorunda kaldıklarından söz ediyor, tüm kanunların ve yasama sürecinin arkasındaki asli itici gücün erkek kadın tüm insanların genel iradesi olduğunu, sadece onların bir kanunu hazırlayıp yürürlüğe koyabileceklerini söylüyor. Bu öğretiye uygun hareket edildiği takdirde Fransa’da kralı egemen kılan iktidarın zayıflayacağına inanan Varlet, kralın halkın rızası ve tam onayı olmadan tek taraflı olarak kanunlar hazırlayıp yürürlüğe koymasının insanlararası toplum sözleşmesinin açık bir ihlali olduğu üzerinde duruyor.

Esasında halkın rızası ve tam onayının alınması fikri, Rousseau’nun öğretisine aykırı bir fikir. Varlet’nin dile getirdiği, egemenliği yurttaşlara veren, hükümet yetkililerini ulusun astları derekesine düşüren 8. Madde, Rousseau’nun öğretisini hükümsüz kılıyor. Öte yandan Öfkeliler, Rousseau’nun sözleşmesinde dile getirilen, sözleşmeyi ihlal edenlere ölüm cezası verilmesine dair hükmün ekonomi ve üretim sahasında gerçekleştirilen her türden sahtekârlık konusunda uygulanmasını öneriyor ve onu genel öğretilerinin bir parçası hâline getiriyor.

Bu tür fikirler, Devrim’e destek olan sol radikallerin sahiplendiği fikirlerdi. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi, doğrudan demokrasinin erdemlerini ve ideal hükümet biçimlerine vurgu yapan bir çalışmaydı. Ulusun verimli çalışabilmesi için, egemen (eşit ve birleşik halk) ve hükümet (seçilmiş ancak güçler ayrılığına tabi) tercihen güçlü bir hükümet başkanı altında birlikte çalışmalıdır (Rousseau, halka tabi olan aristokrasi ve monarşiyi tercih eden bir isimdir). Ayrıca Rousseau, doğrudan demokrasiyi, çoğunluğun iradesinin mutlak olduğu ve azınlığın iradesini marjinalleştiren yönetişime tercih ediyordu. Rousseau’nun inancı, meclislerin halkın egemenlik haklarını kullanacağı yer olacağı ve yüksek düzeyde katılımın ulusun refahını sağlayacağı yönündeydi. (Cloots ve Babeuf örneğinde olduğu gibi, Rousseau’nun da antik çağ toplumlarına büyük önem verdiğini belirtmek gerekiyor.)

Enragés ve Rousseau’nun doktrini arasındaki fark, Fransız radikallerinin ideolojilerinin, sözleşmenin ilkelerini ihlal eden radikallerin genel iradenin sınavından geçmemiş olmalarıyla ilgiliydi. Siyasi hizipler susturulduğunda ve muhalifler hapse atıldığında ve/veya giyotinle idam edildiğinde, bu tür yapıların ve kişilerin haklarından mahrum bırakılmalarının “özgürlük ve eşitlik” ilkelerine aykırı olduğu görüldü.

Bu koşullarda Öfkeliler, politik düşmanlarını devlet düşmanı olarak görüp, onları diğer hasımlarından daha aşağıda bir seviyeye yerleştirdiler. Oysa bu isimler, Rousseau’nun görüşüne göre egemen bütünün birer parçası idi.

Öte yandan, Rousseau’nun yurttaşların genel iradesine dair idealist görüşleri sorunluydu. Rousseau, çalışmasında, insanların arzularına daha az, bütün için neyin iyi olduğuna (genel iradeye) daha fazla odaklanmaları gerektiğini savunuyordu. Varlet, Roux ve Leclerc, servet ve mal biriktirmenin, genel anlamda mülk sahipliği meselesinin düzene sokulması konusunda ortak bir çaba içine girerken (ki Rousseau da birikim sürecinin düzenlenmesinden yanaydı) bir kez daha tüm fraksiyonlar ve toplum üyeleri ile baldırıçıplaklara odaklanma tercihi konusunda bir fikir birliğine varamadılar. Ayrıca, din işlerinde seçim özgürlüğüne yer vererek, ortak yarara yönelik resmi bir din yaratma fikirlerini sürdürmekte başarısız oldular. Son olarak, Öfkelilerin özgürlükler meselesini, egemen güçle hükümet arasında ayrım yapan fikirlerle birlikte ele aldıklarını söylemek gerek. Rousseau’dan uzaklaşan Öfkeliler, bu anlamda doğrudan demokrasi ve genel irade meselesini, iktidarı eskinin üçüncü sınıfının eline teslim etmek adına, bir kenara koyuyorlardı.

Eski bir rahip olan Jacques Roux, taraftarlarını, Paris sokakları aracılığıyla gerçek bir değişimi hayata geçirmek için çok daha doğrudan bir yaklaşım üretebilecek bir çılgınlığa sürüklemeyi bilmiş bir hatipti. Polemik üzerine kurulu dili, yalnızca Marx ve Engels’in yaklaşık elli yıl sonra önerecekleri teorilerin habercisi olmakla kalmadı, aynı zamanda güç sahibi Jakobenlerle aşırı sol arasındaki bölünmenin ortaya çıkmasına da yardımcı oldu. 1793 tarihli Öfkeliler Manifestosu şunları söylüyordu:

“Dağ grubuna mensup vekiller, bu devrimci şehirdeki evlerin üçüncü katından dokuzuncu katına çıkarsanız, aşsız, libassız, sıkıntı çeken, kanunların fakirlere karşı acımasız olması, o kanunların sadece zenginler eliyle ve onlar için yapılması sebebiyle, spekülasyon ve tekelci faaliyetlerden kaynaklı olarak bedbaht olan uçsuz bucaksız bir halkın gözyaşları ve hıçkırıkları sizi illâki duygulandırırdı.”[3]

Roux’nun açıklaması, hem baldırıçıplaklar için bir silâhlanma çağrısı hem de tasvir edilen toplumun alt sınıflarını oluşturan, üst sınıfta korkuya sebep olan, suiistimal edilmiş, aç bırakılmış kesim olarak değerlendirilen şehirli işçilere karşı körleşmekle suçladıkları Jakobenlere yönelik bir uyarı atışı işlevi gördü.

Bu yazıda Roux, yalnızca Jakobenlerin politikalarına karşı değil, aynı zamanda halkın “geçim kaynakları” üzerinden yaşama imkânı bulan “asalak” kesimleri yok edemeyen anayasaya karşı da bir konum alıyor, paranın satılmasını yasaklamamasını ve ekonomik özgürlüklere sınırlama getirmemesini eleştiriyordu.

Roux’nun öfkesinin asıl hedefinde, işçilerin içinde bulunduğu kötü durumun müsebbibi olarak gördüğü tüccarlar duruyordu. Manifestosunda Roux, zengin sınıfa karşı savaş ilân edilmesi çağrısında bulunuyor, onların mallarına el konulmasını talep ediyordu. Roux, bu düzlemde, hâlihazırda Avusturya ile sürmekte olan savaşı mecazî açıdan ele alıyor, “tüm bunlar, üç yüz bin Fransız’ın krallara bağlı kölelerin ellerindeki o ölüm saçan tüfeklerle haince kurban edilmesinin, taşlar altında ezilip gitmesinin bir sonucu değil midir?” diye soruyordu. İki ülke arasında savaşın tüm hızıyla sürdüğü koşullarda, Fransa’da elde kılıç olmadan savaşan köle yurttaşların düşük gelirlerle ve yüksek fiyatlarla yaşamak zorunda olduğundan, içeride başka türde bir çatışmanın yaşandığından söz ediyordu.

Roux'un sözleri incelendiğinde, fiyat ve ücret kontrolleri, ekonomi politikası, karşı-devrimcilerin baskı altına alınmasına ilişkin politikalar ve ekonomik olarak aşırı solun ideallerine karşı hareket edenlere verilen cezanın şiddetinin artmasıyla ilgili radikalleşme gibi konu başlıklarının öne çıkartıldığını görüyoruz. Bununla birlikte, çoğunluğun azınlık önünde diz çökmesi konusunda laf söyleyen tek kişi, Roux değildi.

Bir yıl önce, cumhuriyetçi bir anayasa yaratma fikirleri gelişmeye başladığında, Varlet, Özel ve Zorunlu Yetkilendirme İçin Teklif adlı çalışmasında, halkın iradesiyle seçilmiş temsilcilere meclise girecek vekilleri seçtirmeyi esas alan politikanın, tüm erkeklere oy hakkı veren yeni modelle çeliştiğini, yurttaşları hem yeni bir anayasanın oluşturulmasında doğrudan rol sahibi olmaktan hem de gerçek özgürlükten mahrum bıraktığını söylüyor (ki Varlet, bu durumu “özgürlük yanılsaması” olarak nitelendiriyor).

Özünde, Varlet, özgürlükle alakalı bu türden yanılsamaların sorunlu bir döngü dâhilinde tekrarlanıp durduğunu, halkı kandırıp, onun devlet işlerinde bir role sahip olduğuna inandırdığını, oysa gerçekte hükümet kurumlarının halkın sesindeki şiddeti azalttığını söylüyor. Ayrıca Varlet, halkın faillerine İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki sözlere bağlı kalma görevini veriyor. Bilindiği üzere bu bildirge, Bourbon kralını basit bir yurttaş derekesine düşürüyor, zenginlerin çocuklarının özel öğretmenlere erişme imkânlarını kısıtlamak suretiyle, eğitim sahasındaki ayrımları ortadan kaldırıyor.

Varlet’ye göre, meclisteki vekiller, herkese eşit eğitim imkânı sunmak gibi bir yükümlülüğe sahipler. Her şeyin ötesinde bildirge, anayasadaki tüm maddelerin sadece halkın tam egemenliğini güvence altına almakla kalmayıp, 1789 tarihli bildirgedeki ifadelerle kıyaslandığında halkın denetimine tabi hâle getirilmesi gerektiğini söylüyor.

Varlet’nin ifadesiyle:

“Halkın egemenliği, yurttaşların her bir kamu görevlisini doğrudan seçmesi, kendi çıkarlarını tartışması, kanun yapıcı olarak belirledikleri vekillere yetkiler verilmesi, yetkilerini aşan veya halkın çıkarlarına ihanet eden vekilleri görevden alma ve cezalandırma imkânına sahip olunması konusunda yurttaşlara verilmiş doğal bir haktır. En nihayetinde halkın egemenliği, halkın vekillerinin aldıkları, özel koşulların gerektirdiği kararlar haricinde, tüm kararları inceleme hakkını ifade eder. Meclislerde egemen gücün yaptırım uygulamasından önce bu vekiller, hukuku uygulama gücüne sahip olurlar.”[4]

Öfkeliler Hareketi’nin liderinin sözlerinde, halkın sesini yüzyıllardır susturan eski rejim politikalarına geri dönme korkusu bir çırpıda hissediliyor. Varlet, yazı boyunca, yolsuzluğa bulaşmış kişilere yönelik duygularında tam bir radikal gibi konuşuyor. Bu bağlamda Varlet, “kendi seçmen kitlesinin çıkarlarına ihanet etmiş olan halk temsilcilerinin idam edilmesi gerektiğini” söylüyor.[5] Bir yıl sonra başlayan terör döneminde ulusal güvenlik adına ölüm cezasının uygulanmasıyla birlikte bu görüş, radikal bir görüş olmaktan çıkıyor, ama gene de Varlet’nin dile getirdiği argüman, devrimci liderlerin bir biçimde kitlelerin kıyıya köşeye itilmesine mani olacak hükümet politikalarının muhafaza edilmesi için uğraştığı koşullarda açığa çıkan ve sorunlara yol açan karışıklığa önceden haber veriyor.

O kısa ömrü dâhilinde Öfkeliler Hareketi, önceki statükoya geri dönme korkusu meselesini tartıştı, ayrıca bir yandan da Fransa’nın gücü ve serveti bir avuç imtiyazlı kişinin eline teslim eden önceki sisteme geri dönmesini sağlayacak her türden politikaya kafa tuttu. Radikallerin yürüttüğü savaşların ana sebebi, üçüncü sınıfın boyunduruk altına alınması idi. Bu radikal isimler, baldırıçıplakların bir avuç azınlığın elindeki serveti büyüten, büyük çoğunluğu ise nefessiz bırakan ekonomik yapı içerisinde çektikleri dertlere odaklanıyorlardı.

Bununla birlikte, Öfkeliler Hareketi, baskıcı kurallara geri dönme korkusunu tetikleyen politikaların ortadan kaldırılması yanında, orantısız servetlerin ve artan yaşam maliyetlerinin geçmişe ait bir mesele olmasını sağlayacak, düşük gelirlilerin yaşayabilecekleri hayata kavuşmalarını mümkün kılacak somut ekonomi politikaları için de mücadele etti.

Ekonomi politikalarıyla ilgili olarak, Öfkeliler esas olarak, gıda maddeleri ve temel tüketim maddelerinin tavan fiyatının belirlenmesi fikri üzerinde duruyorlardı. Roux, Manifesto’sunda fiyat kontrolleri için durumu şöyle ifade ediyordu:

“Son dört yıldır Devrim’in sunduğu avantajlarından sadece zenginler istifade ettiler. Soylu ve kutsal sayılan aristokrasiden daha korkunç olan tüccar aristokrasisi, bireysel servetlerini biriktirip, cumhuriyetin hazinesini talan etmek için acımasız bir oyun oynadı; sabahtan akşama kadar malın fiyatı korkunç bir şekilde yükseldiği için, bu haraç alma, gasp etme pratiklerinin daha ne kadar süreceğini hâlen daha bilemiyoruz. […] Ticaret özgürlüğü, malların kullanımı üzerinde tahakküm kurma ve başkalarının kullanmasına mani olma hakkı değil, kullanma ve yararlanma hakkıdır. Herkes için gerekli olan bu mallar, herkesin erişebileceği bir fiyatta sunulmalıdırlar.”[6]

Baldırıçıplaklar, Ulusal Meclis içerisindeki aşırı sol radikalleri tam da bu fiyat kontrolleri ile ilgili yaklaşımları sebebiyle sevdiler. Çünkü fiyatlar, özellikle 1789 sonrası, ücretlerdeki artış oranından çok daha fazla artıyordu.

İmtiyazsız insanları harap eden spekülatörleri, tekelcileri ve “vampirleri” sert bir dille uyaran Roux, Manifesto’sunda yoksulların ekonomik özgürlüğü konularını uzun uzadıya tartışıyor. Bu şekilde Roux, (Varlet ve Leclerc ile birlikte) Jakobenlerin yazdığı senaryoya dâhil oluyor, ama zenginlerle fakirleri karşı karşıya getirmek suretiyle, devrimin kendisini bir sınıf savaşına dönüştürüyor. Görünürde bu, aynı zamanda o dönemdeki hemen hemen tüm siyasi partilerin ve örgütlerin politikası olsa da, Fransa’daki diğer ideologların aksine, Öfkeliler, belirgin bir üstünlüğe sahiplerdi, zira hareket, hem sol hem de sağla mücadele etmek zorunda değildi. Esasen, siyasi inanç konusunda en solda olan, Öfkelilerdi. Onlarla aynı fikirde olmayan kesimler, bu hâlleriyle Fransız yurttaşların çıkarlarıyla ilgili konumlarını riske atıyorlardı. Radikal hizip, yurttaşların desteğini aldıkça, onunla uzlaşmayanlar sorun hâline geleceklerdi.

Öfkeliler, ücret kontrolü talep ederek, diğer ekipleri riske attı. Robespierre liderliğindeki Kamu Güvenliği Komitesi, 1793 yılının Mayıs ve Eylül ayları arasında “Azami Kanunlar” denilen kimi politik adımları atarken, 1794 yılında karaborsada yaşanan artış ve artan enflasyon sebebiyle yatırdıkları parayı alamayacaklarından endişe duyan üreticilerin mallarını pazara getirme konusunda yaşadıkları tereddüde bağlı olarak, bu çıkartılan kanunlar yürürlükten kalktı. Bu Azami Kanunlar, iyi niyetli bir biçimde hazırlanmış olsa da hayırda bulunmak istediği halkın canını yaktı. Ayrıca bu fiyat kontrolü politikası, baldırıçıplakları da bölüp kutuplaştırdı. Bununla birlikte, Öfkelilerin tüccarların ve kapitalistlerin dizginlenmesine ilişkin konumu Thermidorcu gericilik dönemine dek halkta destek buldu, ayrıca bu konum, radikallere politik alanda önemli bir zemin sağladı.

Buna ek olarak, Öfkeliler, devrim parasının kullanılmasını ve bu kullanım sürecinin denetlenmesini önerdiler. Devrimin parasal aracı olan Assignat, zımnen “ulusal varlıklar” (biens nationalaux) olarak adlandırılan, el konulmuş kilise mülkleri tarafından desteklenen kanuni paraydı. 1789’da devrimin başında piyasaya sürülen para, ulusu iflasın eşiğinden döndürmek için bir araç olarak kullanıldı, ancak zaman geçtikçe, kilise arazileri konusunda gerekli güce kavuşulamadığı, aşırı enflasyonla boğuşulduğu, her yerde isyanların patlak verdiği Fransa’da, aşırı para basımı olağan bir uygulama hâlini aldı.

Devrim parası üzerinden belirlenen para politikalarına karşı çıkan birçok kişi, gıda kıtlığının ve para biriminin satın alma gücünün azalmasının suçlusunun sağlam bir mali temelin olmaması olduğunu düşünüyordu. Buna karşın Roux ise bu kanuni paranın geçerliliği ve geleceği konusunda az çok esnek, ama aynı zamanda sert bir duruşa sahipti:

“Ama denilecektir ki ‘pahalılığın asıl sebebi, kâğıt paranın durumudur.’ Heyhat! Baldırıçıplaklar, dolaşıma sokulmuş paranın rengini bile bilmiyor! Her durumda fazla fazla basılması, kâğıdın değerini ve o parayla alınan emtianın fiyatını belirliyor. Assignat’nın gerçek bir değeri olsaydı, Fransız milletinin sadakatini esas alıyor olsaydı, ulusal varlıkların miktarı toplam değerinden bir şey kaybetmezdi.”[7]

Devamında Roux, “bankacılar, tüccarlar ve karşı-devrimciler”in devrim parasını büyük miktarlarda istiflediğinden, bunun sonucunda alım gücünün düştüğünden söz ediyor, genel para biriminin hâlihazırda kullanılan hâliyle ilgili kavga konusunda ise kâğıt paraya karşı olanların ona esasen değeri yukarı çıkma arzusuyla karşı çıktıklarını, “ceza almadan tekelleşme fırsatı bulmak ve ateşe verdikleri yurtseverlerin kanını bankoda gelip satmak”[8] istediklerini söylüyor.

Aşırı sol, bu türden fazla milliyetçi ifadelere ilk kez başvurmuyor. Oysa ekonomik sistemi tahrip eden temel sorunlar, daha çok genellikle “kötüler”, “tutsak edenler” ve “kendilerini yiyip bitiren canavarlar”[9] gibi etiketlerle ifade edilen, serveti artırma imkânı, aklı ve aracı bulunanlarla ve yoksullardaki satın alma imkânından yoksun olma hâliyle ilişkili sorunlardı.

Öte yandan Roux’nun Assignat ile ilgili duyguları, samimi ve derin duygulardı. Ondaki sistemi itibarsız kılmaya çalışanlara yönelik nefrete, hep ekonomik karışıklığın gerçek sebeplerine dair inançları tutkuyla savunan bir tutum eşlik ediyordu.

Leclerc, 1793 tarihli L'Ami du Peuple, No. II [“Halkın Dostu Sayı II”] isimli çalışmasında, bir bütün olarak yurttaşlara fayda sağlamayı amaçlayan politikaları kınayanların çıkarlarını ve güdülerini belirleme konusunda daha derinlikli düşünceler geliştiriyor. Burjuvazinin oynadığı role ve onun geçinmek için tüketilen emtiayı işlemeye dair fikrine odaklanan yazılarında Leclerc, önceden Fransa’yı sınıfsal kısıtlamalara ve feodal eğilimlere mahkûm etmiş olan aristokrasiyle bir tuttuğu, mevcuttaki aristokratlara dair yaklaşımı ile Roux’nun görüşlerini derinleştiriyor. İmtiyazlıların gıda fiyatlarını artırıp enflasyona yol açmak suretiyle karşı-devrimin önünü açma arzusundan” dem vuran[10], ülkenin zalimlerin elinde çektiği çileden bahseden Leclerc, açlık yüzünden dökülen gözyaşlarına aldırış etmeyen, üretilmiş ürünlerin bol olmasını önemsemeyen bu zalimlerin, servet biriktirmek için yaptıkları planların, kurdukları komploların yurttaşı asla gözetmediğini söylüyor.

“Aristokrasi, bize sürekli dolaşımdaki yüksek para miktarının emtia maliyetlerindeki muazzam artışın sebebi olduğunu söylüyor. Bunu, ölümüne çalışan, yoksul işçi sınıfının açlıktan ölmesi için bulunmuş güzel bir bahane olarak görmek gerekiyor.”[11]

Öfkeliler Hareketi içerisinde ve aslında yazarın kendisinde de pek rastlamadığımız mantıksal safsata kullanımı üzerinden Leclerc, paranın daha fazla basılması ile ilgili görüşünü desteklemek adına, korkudan dem vuruyor, ağır eleştiri gibi silâhlara başvuruyor:

“İhtiyacın buyurgan çığlığını asla duymayan biri için, emeğin fiyatı yaşam maliyetiyle orantılı olarak artmadıkça, dolaşımdaki paranın çoğalmasının ne gibi bir önemi olabilir?”[12]

Leclerc de ülkedeki açlığa ve umutsuzluğa sebep olanların hızla ve zerre tereddüt etmeden halledilmesi gerektiğini düşünüyor. “İflas yolunu açacak şekilde”[13] servet peşinde koşanların işlediği suçlar, yaptığı suiistimallerin hoşgörüyle karşılanması durumunda, devrim parasının itibarını yitireceğini söyleyen Roux ile benzer görüşleri dile getiren Leclerc, ayrıca Roux’nun zenginlerin cezalandırılmasıyla ilgili yaklaşımını benimsiyor ve stokçuluk yapanlarla malının mülkünün denetlenmesine karşı çıkanlar konusunda ölüm cezasının zaruri kılınması gerektiğini söylüyor.

Bu dile getirdiği görüş dâhilinde Leclerc, mal istifleyen kişiyi katille bir tutuyor, aynı zamanda “tüketiciyi kendi ağzına bakmasını sağlayan”[14], uygun bir fiyatta satmak için gıda maddelerini satmaktan imtina eden gıda üreticilerinin uyguladığı spekülasyonla kendi kişisel eşyasını biriktirenin yaptığı işi kıyaslıyor.

Ulusal Meclis üyelerine sunduğu Özel ve Zorunlu Yetkilendirme Teklifi’nde Varlet de ölüm cezası meselesini gündeme getiriyor, spekülasyonu ve stokçuluğu ortadan kaldırmanın ulusun vekillerinin görevi olduğunu söylüyor. Ulusun kanını emen tekelci “sülükler” konusunda ağır cezaların uygulanmasını isteyen Varlet, bir yandan da para satışının ve ulusun mührünü taşıyan belgelerin satışının yasaklanmasını talep ediyor[15], bunların ulusun malı olduğunu, satışının ve istiflenmesinin yasadışı ilân edilmesi gerektiğini söylüyor. Bu alabildiğine ağır olan tedbirler, yapı itibarıyla hem önleyici hem de düzeltici tedbirler. Önleyici, çünkü hem yurttaşa karşı işlenecek suçlardan insanları caydırmayı hem de kapitalist eğilimlerin güçlenmesine mani olmayı amaçlıyorlar; düzeltici, çünkü ülkede devrim karşıtı muhalefeti ortadan kaldırıyor.

Baldırıçıplaklar konusunda ise Leclerc, lüks mallardaki enflasyonun onların hayatları üzerinde hiçbir etkisi bulunmadığına, dolayısıyla, bu fiyat artışlarının onları zerre ilgilendirmediğine inanıyor. Ekilebilir tarım arazilerindeki ve mal üretimindeki bolluk sayesinde Fransa’nın kendisini besleyebileceğine, giydirebileceğine ve koruyabileceğine, eldeki imkânların yeterli olduğunu düşünen Leclerc, karşıt görüşlere sahip olanları “parlak madalyalar ve güzel resimler görünce babasına şirinlik gösterisinde bulunan çocuklara” benzetiyor.

Bu türden bir mantığa başvuran Leclerc ve Öfkeliler, hiperenflasyonun sonuçlarıyla ilgili basit teorileri ve gerçekleri kendi dar ve minimalist düşünce tarzları dâhilinde gözden kaçırma meyilli. Madeni para ve kâğıt para konusundaki politikaları, amatörlükle maluldür. İtibari paranın uzun süre boyunca kullanılmadığı, ulusal bankacılık sisteminin mevcut olmadığı 1790’larda, önerdikleri reçetenin felâketten başka bir şeye yol açmayacağını görmek gerekiyor.

Ekonomi ve üretimle ilgili olarak dillendirilen radikal görüşler, esasen duygulara hitap ediyor, denklemi yanlış kuruyor, bu anlamda, alabildiğine karmaşık olan meseleleri halletmek için basit bir mantığın ürünü olan basit fikirler dillendiriyorlar.

Peki sonrasında Öfkeliler Hareketi’nin başına ne geldi?

Thermidorcu gericiliğin yüzünü iyiden iyiye gösterdiği koşullarda, politik açıdan az çok halim selim bir çizgi tutturmuş olan Jakobenler ve Dağcılar yanında, onları eleştiren aşırı solcularda tutuklandılar. Bu döneme gelindiğinde Roux, çoktan intihar edip ölmüştü. Leclerc ve Varlet ise yaşanan politik değişiklik sonucu marjinalleşti.

Öfkelilerin safında yer alan çok sayıda insan, solcu örgütleri içeren başka çizgileri destekleyip yeni bir politik hayata başladı. Bazı isimlerse, Napolyon Bonapart’ın yıldızının parladığı dönemde onunla dayanışma ilişkisi kurdu.

Robespierre’in yıkılışını Direktuvar dönemi izledi. Böylelikle solcu hizipler yerlerini orta yolcu ekiplere bıraktılar. Jakobenlerle Öfkeliler arasında yaşanan tartışmalarda önemli bir yere sahip olan konuların büyük bir kısmı terk edildi, hem tüccarları hem de kapitalistleri destekleyen ekonomi politikalarına dönüşü esas alan anlayışlar hâkim hâle geldi.

Terör mekanizmaları dağıldı. 1795-1799 arası dönemde Fransız siyasetine politik ortamın soldan sağa kaymasıyla birlikte, anlık duygusal tepkiler damgasını vurdu. Bu dönemde beş kişilik yürütmenin ve iki meclisin üzerine kurulu bir anayasal rejim kurma yönünde adımlar atıldı, ayrıca 25 Ekim 1795 tarihli kanunla birlikte, ülkede büyük beklentilerle, ama çok az parayla bir eğitim sistemi inşa edilmeye çalışıldı.

Öte yandan, muhtemelen Kurucu Meclis ve Ulusal Meclis’te yaşanan karışıklıkla geçen yılların ortaya çıkardığı bir sonuç olarak, hizipler arasındaki çatışmaların sorunlu olduğu görüldü, Assignat’nın kullanıldığı ülkede oluşan genel ruh hâli, Direktuvar açısından yüzleşilen olumsuzluklardan sadece birisiydi.

Hem Direktuvar üyelerinin hem de Fransız Ulusal Meclisi’nin üyelerinin kendilerini korumaya çalıştığı, Direktuvar’ın da Jakobenlerin kurduğu koalisyonların da başarısız kaldığı, meşru hâle gelemediği koşullarda, Bonapart’ın başını çektiği askerî rejimin önü açılmış oldu.

Tüm bu tespit ve değerlendirmelerin ardından, Öfkelilerin boş yere fikir beyan ettiklerini söylemek doğru olmaz. Öfkeliler Hareketi, Fransa’yı neredeyse bir bin yıldır tarumar eden feodal uygulamaların ortadan kaldırılmasını savunuyordu. Rousseau’nun halkın yönetimdeki rolüne dair idealist görüşlerinin önemli bir kısmının gerçekte karşılık bulmadığı koşullarda Öfkeliler Hareketi, süreç ilerledikçe kaynaşan yurttaşlara öncelik tanıdı, asilliğe değil, saygınlığa önem verdi.

Ayrıca Napolyon’un yükselişi, hükümet ve halk arasında bir bağlantı kurarak ve vatandaşların yasal haklarının artırılması arzusunu yeniden teyit ederek, hukuk ve yasama organıyla ilgili reform yapan bir sisteme yol açtı. Bu tür değişikliklere ek olarak, 1801 tarihli anlaşma, kilise ve devletin ayrılması anlayışını pekiştirdi, ama bir yandan da Fransa ile Roma Katolik Kilisesi arasında yeniden bir bağ kurdu, ayrıca Kilise üyelerinin devlet başkanı tarafından atanması politikasını yürürlüğe koydu. Devletin dinî özgürlüklere hoşgörüyle yaklaşacağı konusunda güvence veren anlaşma, “halkın büyük bir çoğunluğunun Katolik inancına bağlı olduğunu, fakat Protestanlara yönelik saygı ve hoşgörü konusunda Roma’yı değil, ulusun tercih edileceğini” söylüyordu.

Vatikan ile yapılan bu anlaşma, önceki on yıl içerisinde Kilise’nin yerleştiği arazilere onay vermek suretiyle, arazi edinimi konusunda Fransız Devrimi’nin gerçekten “devrimci” olmasını güvence altına alıyordu. Bu sayede daha önceden müsadere edilmiş Kilise malını satın almış kişilerin o arazilerin sahibi oldukları kabul edilmiş oldu, böylelikle arazilerin geri alınmasından korkan insanların kaygıları giderildi.

Bununla birlikte, ulusun dönüşümü yavaş seyretti. Öfkelilerin dile getirdikleri taleplerin çoğu, onlarca yıl tam olarak benimsenmedi veya gerçekleşme imkânı bulamadı. Öfkeliler, büyük ölçüde Toplum Sözleşmesi’ni esas alan bir anayasa için mücadele ettiler, ama Fransız Devrimi, anayasayla alakalı sorunları hiçbir zaman çözüme kavuşturmadı.

Napolyon’un iktidara gelişiyle birlikte yurttaşlar, ülkedeki politika sahasına girme imkânlarını büyük ölçüde yitirdiler. 1790’larda hizipler arasındaki kutuplaşma ve gerilim yüzünden politik partiler, uzlaşma nedir bilmeyen tutumlarını yavaş yavaş değiştirmek zorunda kaldılar.

On dokuzuncu yüzyıl boyunca yaşanan ve Paris ile taşrasını, Kilise’siyle politik mevkileri birbirinden ayıran, hatta bunlar içerisinde de ayrışmalara sebep olan devrimlere tanık olunduğu dönemde Napolyon başta olduğu saltanata, esas olarak eskide görülen ve yeniden baskın hâle gelen, eski rejimin toplumsal ve dinî ülkülerini besleyen milliyetçi alışkanlıklar damgasını vurdu. Napolyon’un jeopolitika ile ilgili tutumu ve bu tutum üzerinden geliştirdiği politikalar, aynı zamanda eski statükoya geri dönüldüğünü ortaya koyuyor, Fransa’yı mevcut cüssesi, hareket kabiliyeti ve hepsinden önemlisi, hırsları sebebiyle, bir kez daha Kıta Avrupası’nın en korkulan ulusu hâline getiriyordu. 1814 Viyana Kongresi, bu görüşün delili niteliğindedir: Napolyon artık bir faktör değilse de yeni yenilmiş olan Fransız ulusu, kıtadaki toprakların yeniden paylaşılması konusunda tekrardan başkalarını endişelendirecek bir güç hâline gelebilecek imkâna kavuşmuştu.

Öfkeliler Hareketi’nin devrim çağında sınırları zorlayan bir siyaset ortaya koyduğuna hiç şüphe yok. Bazı insanların, bilhassa baldırıçıplakların taleplerine ses olan politik yaklaşımları, popülist bir mesajdan yoksun olması veya Fransız Devrimi sonrası yüzleşilen ekonomik, politik ve toplumsal açmazlardan kurtulmayı sağlayacak belirgin bir çıkış yolu sunamaması sebebiyle, hiçbir vakit ilgi görmedi. Yaptıkları eleştirilerin belirli bir ağırlığı vardı. Öfkeliler Hareketi, toplumda hiçbir vakit tam olarak sınanmamış olan teorilere dayanan, karmaşık sorunlar için basit çözümler içeren kısa vadeli çözümleri öne çıkarttı. Fikirlerinin çoğu, Genel Meclis ve Ulusal Meclis içerisinde hiçbir zaman ilgi görmese de, ruhları aşırı sol siyasi çevrelerde hâlen daha yaşamaya devam ediyor.

Beau Pedraza
Kaynak

Dipnotlar
[1] Jean-François Varlet, Declaration of the Rights of Man in Society, 1793. Çeviri: Marc Allan Goldstein (New York: Lang, 2001) s. 466.

[2] Varlet, a.g.e., s. 466.

[3] Jacques Roux, Manifesto of the Enragés, 1793. Yayına Hazırlayan: Marc Allan Goldstein (New York: Lang,2001) s. 479.

[4] Jean-François Varlet, Proposal for a Special and Imperative Mandate, 1792. Yayına Hazırlayan: Marc Allan Goldstein (New York: Lang, 2001) s. 368.

[5] Varlet, Proposal for a Special and Imperative Mandate, s. 369.

[6] Roux, Manifesto of the Enragés, s. 477-8.

[7] Roux, a.g.e., s. 480.

[8] Roux, a.g.e., s. 481.

[9] Roux, a.g.e., s. 475-483.

[10] Jean Théophile Victor Leclerc, L’Ami du Peuple, No. II, 1793. Yayına Hazırlayan: Marc Allan Goldstein (NewYork: Lang, 2001) s. 484.

[11] Leclerc, a.g.e., s. 485.

[12] Leclerc, a.g.e., s. 485.

[13] Roux, Manifesto of the Enragés, s. 482

[14] Leclerc, L’Ami du Peuple, s. 486.

[15] Varlet, Proposal for a Special and Imperative Mandate, s. 370.

27 Ağustos 2022

,

İpteki Cambazlar

Sosyal reformist parti ve hareketler, her seçim öncesinde, dönüp dolaşıp bir “birlik” ilân ediyorlar, güçlerini birleştiriyorlar, sonra ne oluyorsa, dağılıyorlar. Bir sonraki seçim arifesine kadar.

Her birlik oluşum sürecinin klişeleşmiş parolası şudur: Biz, birliği sadece seçimlerle sınırlı tutmuyoruz, birliğimiz seçimlerle sınırlı değil. Belli ki “parlamentarist” diye anılmamak için özel bir çaba içindeler. Devrimci bir politika, devrimci bir hedef, devrimci bir pratik içinde olmadan devrimci görünmek istiyorlar.

Bunun nedeni belli: Türkiye ve Kürdistan’da tekelci sermaye egemenliği, buna “burjuva düzeni” de diyebiliriz, şiddetli bir ekonomik ve politik kriz içindedir. Bu olgu, bazı sosyal reformist partiler, onların liderleri tarafından laf kalabalığı ile karartılmak istense de, çoğu sosyal reformist çevre tarafından da, genel olarak kabul ediliyor.

Örneğin, Halkevleri Genel Başkanı, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, işin içine kendilerini de katan bir ifade kullanarak, şu sözlerle tanımlıyor:

“Muazzam bir toplumsal ekonomik çöküntü içindeyiz. Bunu gündelik hayatta sert bir yoksullaşma, eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetlerde enkaz görünümü, temel hak ve özgürlüklerin kırıntılarının da ortadan kaldırılması, çürüme ve gerici-şoven eğilimlerin kışkırtılması şeklinde yaşıyoruz. Bu sistemsel bir kriz.”[1]

Evet, “sistem”, yani tekelci kapitalist düzen, “toplumsal ekonomik çöküntü” içinde. Bir sınıfın egemenliği ekonomik ve toplumsal bir çöküntü içindeyse, Marksist literatürde buna “devrimci durum” denir. Devrimci durum koşullarında işçi sınıfının, emekçilerin, yoksul kitlelerin, ezilen halkların, yani toplumun en alt sınıflarının taşıdıkları devrimci enerji; sömürü, açlık, sefalet, işsizlik, faşist devletin baskı ve terörüne karşı devrimci mücadeleye duydukları istek, sosyal reformist partilerin, çevrelerin “devrimci” görünme zorunluluğu duymalarının nedenidir.

Devrimci durum, devrimi güncel hâle getirir. Devrimci durum koşullarında devrimci parti ve güçler, en başa burjuva egemenliğin bir devrimle yıkılarak ekonomik ve politik iktidarın ele geçirilmesi hedefini koyarlar; seçimler üzerine yavan gevezelikler yapmayı değil.

“İki arada bir derede” durumundalar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bir yandan devrimin toplumsal güçlerindeki devrimci enerji, düzene, faşizme karşı öfkeli, mücadele isteği ile dolu ruh hâli, ama öte yandan büyük amacı, büyük hedefi bilinmez bir geleceğe erteleyerek, düzeni reformlarla iyileştirme, en azından şimdilik yaşanabilir hâle getirme politikası. “Sosyalizm mi, elbette, ama şimdi yapacak başka, acil işlerimiz var”. Daha da ileri giderek, “bize devrim gerek”, ama şimdi değil, gelecekte... İşte istisnasız tüm sosyal reformist parti ve çevreleri kırmızı bir çizgi gibi boydan boya kesen ortak düşünce budur.

Örnek verdiğimiz Halkevleri Genel Başkanı, aynı söyleşisinde, “Reform mümkün değil, bize devrim lazım” sözüyle önce üstüne devrim pelerinini şöyle bir atıyor, ama hemen birkaç cümle arkasından, “devrim” sözcüğünü “sosyalist atak”a çeviriyor.

“[…] ‘Sosyalist atak’ elbette bir iktidar mücadelesidir. Bu da hükümet değişikliği ile yetinmeyen, onu da içeren, ancak ülkemizde faşizmin bütün kurumsal yapısıyla yıkılmasını hedefleyen bir mücadeledir.”

Burjuva sınıf egemenliği koşullarında reform mümkün mü değil mi konusu bir kenarda dursun, “bize devrim gerek” diyen Halkevleri Genel Başkanı’nın biraz ileride devrim ve iktidar mücadelesini bilinmez bir geleceğe erteleyerek direniş örgütleme noktasına gerilediğini görüyoruz. Ama biz, söyleşinin linkini vererek, başka bir örneğe geçmek istiyoruz.

Sosyal reformist parti ve örgütlerin burjuvazinin kuyruğuna takılmak ile devrimci görünmek arasında nasıl bir çaresizlik içinde olduğunu gösteren ikinci örneğimiz, TKP Genel Sekreteri’dir. Ama, TKP Genel Sekreteri’nin sözlerine geçmeden önce, şunun altını çizmek istiyoruz: Bu sosyal reformist, kendi saflarında yetişen TİP Genel Başkanı gibi “acemi” değil. Burjuvaziyle, burjuva sınıfın bir kanadı olan gerici-faşist “Millet ittifakı” ile işbirliğini öyle TİP Genel Başkanı gibi açıktan, açık çek vererek, dobra dobra yapmıyor. Daha dolaylı, lafı eğip bükerek, işbirliği politikasının üstünü ince de olsa bir tülle örtmeye çalışarak yapıyor. Şöyle:

“Altını çiziyorum: iki şeyi yapmayacağız. Teslim olmayacağız bugünkü alternatiflere, başka bir seçenek olduğu iddiamızı başka bir bahara ertelemeyeceğiz. Ama aynı zamanda da Erdoğan'ın yeniden seçilmesine yardımcı olmayacağız. Bunun çok açık iki önerme olduğunun altını çiziyorum”[2]

Bir kere, bu sözlerde “iki önerme” yok. Bir itiraf ve bu itirafı örtmek için edilmiş bir laf yığını var. Biz işin itiraf yanı üzerinde duracağız. İtiraf şudur: TKP Genel Sekreteri, lafı eğip bükerek, dolandırarak “Erdoğan’ın yeniden seçilmesine yardımcı olmayacağız” “önermesi”yle aslında “Millet İttifakı” denen gerici-faşist ittifakı seçimlerde destekleyeceklerini söylemek istiyor. Ama sosyal reformist politikanın acemisi, TİP Genel Başkanı gibi “açık çek” vererek değil, ne yapacağını söyleyerek hiç değil, ne yapmayacağını söyleyerek yapıyor bunu.

Dedik ya, TKP Genel Sekreteri, sosyal reformist politikanın acemisi değil diye, kendisi de sözleri arasındaki çelişkinin farkında olarak şöyle devam ediyor: “Biz, bu çelişir gözüken iki tutumu devrimci yaratıcılığımızla çözeriz.”

“Çelişki var ama biz onu çözeriz”, nasıl çözersiniz? “Devrimci yaratıcılığımızla”. Peki nedir bu “devrimci yaratıcılığınız”, söyleyin de bilelim! “Yok, o kadarı da bizde kalsın” demeye getiriyor. Gülünç, değil mi? Ama bu sözler gerçektir. Sonra devam ediyor Genel Sekreter:

“Seçenekler arasında aday göstermek var, o adayla sonuna kadar gitmek var, aday göstermemek var. Değerlendireceğiz.”[3]

Eski Genel Başkanı’nı CHP'den Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na aday gösteren, dünün ÖDP’si, bugünün SOL Parti’si adına da konuştuğu anlaşılan TKP Genel Sekreteri, papatya falı açar gibi, aday gösterebiliriz, o adayla sonuna kadar gidebiliriz, aday göstermeyebiliriz derken bakın partisi TKP, “devrimci” görünmek için bundan birkaç ay önce nasıl açıklama yapıyordu:

“Türkiye’de ve dünyada eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik, zorbalık, adaletsizlik ve savaş üreten toplumsal düzenin yıkılıp yerine insanca bir düzenin kurulması yarının değil bugünün acil görevidir. Bu görevi zamansız bulmak, ertelemek, uluslararası tekellerin milyarlarca insanı yıkıma sürükleyen egemenliğini kabul etmek demektir.”[4]

Evet, kelimesi kelimesine aynen böyle. Bu düzeni yıkmak, bilinmez bir geleceğin değil, bugünün acil görevidir. Gerçi, bu ifadede de sosyal reformistlerin istisnasız tümünün özenle kaçındıkları can alıcı noktadan, proletaryanın burjuva devlet karşısındaki görevinden, bu düzenin nasıl yıkılacağı sorunundan söz edilmiyor, ama şimdilik bunu bir yana bırakalım. Ne diyor TKP Bildirisi? Bu görevi zamansız bulmak, ertelemek, uluslararası tekellerin milyarlarca insanı yıkıma sürükleyen egemenliğini kabul etmek demektir.

Dün, “bugünün acil görevi” böyleydi; bugün acil görev, “Erdoğan'ın yeniden seçilmesine yardımcı olmamak” numarasıyla “Millet İttifakı” üzerinden kitleleri burjuvazinin kuyruğuna takmak.

Ama haksızlık etmemek gerek. Ne Halkevleri, ne TKP bu işte yalnızlar. Onlar, sadece iki örnekten ibaret. Devrimci dönemde, toplumsal devrimin pratik bir sorun olarak karşımıza çıktığı ve günün acil görevinin kitleleri devrim-iktidar hedefine çağırmak, onlara devrimin kaçınılmazlığını, genişliğini, derinliğini anlatmanın birincil ve acil görev olduğu koşullarda yüzünü seçim-sandık-parlamentoya çevirdikten sonra ne yapılabilir ki?

Günün acil görevi olarak parlamentoyu, seçimleri gündemine alan, dinci faşist iktidara kin ve nefret duygularıyla yüklü yoksul, emekçi kitlelere, ezilen halklara ayaklanma ve devrimi değil de seçimleri işaret edenler, başka ne yapabilirler! Kendi adaylarıyla çıksalar, oyları bölerek Erdoğan'ın işini kolaylaştırmış olacaklar; Erdoğan’a karşı kitleleri “Millet İttifakı”nı desteklemeye çağırsalar, burjuva işbirlikçi politikaları açığa çıkacak. Aşağı tükürseler sakal, yukarı tükürseler bıyık; yutkunma imkânları hiç yok!

TİP Genel Başkanı, TKP Genel Sekreteri ya da Halkevleri Başkanı gibi değil, açık açık konuşarak bütün bu ağırlıklardan kurtuldu. “Biz”, dedi, “Millet İttifakı'nın adayını desteklemeye hazırız, yeter ki ikinci bir Ekmeleddin vakası yapmayın.” TİP Genel Başkanı'nın bu düşüncede yalnız olmadığını biliyoruz. Nitekim, onun da dâhil olduğu bir ittifak şekilleniyor ve birlikte yürüyeceği partilerin bu politikayla hareket edeceklerinden şüphe yok!

Başka ne yapsınlar!

Mücadele Birliği
27 Ağustos 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Nebiye Merttürk Söyleşisi, 26 Ağustos 2022, Sendika.

[2] “Kemal Okuyan Sosyalist Güç Birliği’ni Anlattı”, 22 Ağustos 2022, Cumhuriyet.

[3] “TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan”, 22 Ağustos 2022, Sol.

[4] “İnsanca Bir Düzenin Kurulması”, 17 Mart 2022, Sol.

Öfkeliler Manifestosu


Jacques Roux [21 Ağustos 1752-20 Ocak 1794] Fransız Devrimi süresince “Öfkeliler” [Enragés] adı verilen hareketin liderliğini üstlenmiş Fransız rahiptir. 1789 Devrimi’nin gerçekleştiği dönemde Roux, Paris’teki bir mahallede papaz vekili olarak çalışmaktadır. Kısa bir süre sonra ücretle geçinenlerden ve esnaftan oluşan Parisli baldırıçıplaklara halk demokrasisini vaaz etmeye başlar. 1791 yılında Paris Komünü’ne temsilci olarak girer. 1792’de Fransız ekonomisinin Nisan 1792’de Avusturya ile savaşa girmesiyle birlikte hızla kötüleşmesi üzerine Mayıs ayı içerisinde Roux, stokçuların idam edilmesine ilişkin talebini dillendirir. Şubat 1793’te Paris’te patlak veren gıda ayaklanmalarına öncülük eder, ayrıca 2 Haziran’da Ulusal Meclis’in ılımlı Jironden vekilleri kapı dışarı etmeye zorlayan baldırıçıplakların liderliğini üstlenir. Sonrasında devrimin ardından iktidar olan Jakobenler, Roux’nun ekonominin sıkı bir biçimde kontrol altına alınmasına ilişkin talebini uygulamak istemezler. 24 Haziran’da Roux, stokçuları ve savaş vurguncularını zapturapt altına alamaması sebebiyle meclisi ağır bir dille eleştirir. Ertesi gün Paris’te patlak veren sabun isyanlarının fitilini ateşlemekle suçlanır. 28 Temmuz günü Jakoben hareketin lideri, Roux’ya saldırır ve onun “dış güçler için çalışan bir ajan ve bir karşı-devrimci” olduğunu söyler. Kısa bir süre sonra Roux, Komün’den ve resmi adı İnsan ve Yurttaş Hakları Savunucuları Topluluğu olan Cordeliers Kulübü’nden atılır. Roux’ya bağlı kitlenin gönlünü kazanmak adına meclis, tekelcilere ve stokçulara karşı harekete geçer ve Paris halkına gıda erzakının verilmesini talep eder (Temmuz–Ağustos 1793). Öfkeliler Hareketi programı, başını Jacques René Hébert’in çektiği sol Jakobenler tarafından benimsenir, 5 Eylül’de Roux tutuklanır. Altı ay sonra Bicêtre Hapishanesi’nde intihar eder.

* * *

Öfkeliler Manifestosu

Ey halkım, hak mücadelenize destek sunduğum için bugün ölümü göze alıyorum. Bana duyduğunuz şükranı lütfen insanlara ve onların özelliklerine saygı duymak suretiyle sununuz.
-Jacques Roux

Fransız halkının delegeleri!

Bu salon, yüz kez bencillerin ve düzenbazların işledikleri suçlara dair ifadelerle çınladı; siz, hep halkın kanını emenleri yere sereceğinize dair sözler verdiniz. Anayasadaki kanun maddesi, ileride uygulanacak yaptırımlar öncesi egemen güce takdim edilecek: peki siz, o kanunda spekülasyonu yasakladınız mı? Hayır. Tekelcilere karşı ölüm cezası istediniz mi? Hayır. Ticaret özgürlüğünün nelerden oluştuğunu belirlediniz mi? Hayır. Basılan paranın satışını yasakladınız mı? Hayır. İşte biz, tam da bu sebeple size, “insanların mutluluğu için bugüne dek hiçbir şey yapmadığınızı” söylüyoruz.

Özgürlük, bir insan sınıfının cezasız kalarak diğerini aç bırakabildiği, boş bir hayalden başka bir şey değildir. Zenginler, tekel yoluyla başkaları üzerinde yaşam ya da ölüm hakkını kullandıklarında, eşitlik boş bir hayalden başka bir şey değildir. Karşı-devrimin tüm yurttaşların dörtte üçünün gözünden yaş gelmeden cebinden karşılayamayacağı emtia fiyatları sayesinde her gün kendisine yol bulduğu koşullarda, cumhuriyet, boş bir hayalden başka bir şey değildir.

Bugün gene de baldırıçıplakları devrime bağlamak, onları anayasada belirtilen kanunlar etrafında toplamak mümkündür. Bunun için alım-satım işleri, ticaret denilen eşkıyalıktan ayrıştırılmalı, baldırıçıplakların gıda maddelerine erişmesi sağlanmalıdır.

Tüm bunlar, halka sadakatsizlik eden ve “devlet adamı” denilen temsilcilerin ülke dışında süren savaş illetini alıp, bu zaten talihsiz olan anavatanımıza taşımasının, zenginlerin ülke içerisinde daha berbat bir savaş yürütmelerinin bir sonucu değil midir? Tüm bunlar, üç yüz bin Fransız’ın krallara bağlı kölelerin ellerindeki o ölüm saçan tüfeklerle haince kurban edilmesinin, taşlar altında ezilip gitmesinin bir sonucu değil midir? Özgürlük uğruna ölenlerin dul eşleri, göz yaşlarını silmek için ihtiyaç duydukları, değeri altın üzerinden belirlenmiş olan pamuğa, çocuklarına yiyecek olan süte ve bala para ödemeye mecburlar mı?

Halkın temsilcileri, aranızda Dumouriez'in suç ortaklarının, Vendée şehrinin temsilcilerinin, zalimi kurtarmak isteyen kralcıların, iç savaşı örgütleyen o aşağılık adamların, yurtseverliği ve erdemi suç sayan o engizisyoncu senatörlerin bulunduğu koşullarda, Gravilliers Bölgesi kararını erteledi... Bölgedeki devrimci komite, Dağ grubunun aklında olan hayırlı işi pratiğe dökecek kudretten yoksun olduğunu gördüğü için ayağa kalktı.

Bugün kutsal bildiğimiz kanunların, Gorsas, Brissot, Barbaroux ve üst mahkemeye başvuran diğer şeflerin ayakları altında ezilmediği, darağacından kaçmak için bu hainlerin cumhuriyete karşı kitleyi tahrik etmek amacıyla kullandıkları departmanlara zaten hükümsüz ve alçak olan varlıklarıyla sığındıkları, iyi bir şey yapması için onu sadece istemesi yeterli olan Ulusal Meclis’in saygınlığına ve gücüne yeniden kavuştuğu koşullarda biz, size cumhuriyetin kurtuluşu adına, anayasa eliyle lanetlenmiş olan spekülasyona ve tekelciliğe son darbeyi indirme, “alım-satım işleri yurttaşları yıkıma sürüklemeyecek, umutsuzluğa ve açlığa mahkûm etmeyecek şekilde ifade edilecektir” genel ilkesini karara bağlama çağrısı yapıyoruz.

Son dört yıldır Devrim’in sunduğu avantajlarından sadece zenginler istifade ettiler. Soylu ve kutsal sayılan aristokrasiden daha korkunç olan tüccar aristokrasisi, bireysel servetlerini biriktirip, cumhuriyetin hazinesini talan etmek için acımasız bir oyun oynadı; sabahtan akşama kadar malın fiyatı korkunç bir şekilde yükseldiği için, bu haraç alma, gasp etme pratiklerinin daha ne kadar süreceğini hâlen daha bilemiyoruz.

Ey Yurttaş Temsilcileri, bencil insanların toplumun en çok çalışan, ter döken sınıfına karşı yürüttüğü ölümüne mücadelenin sona ermesinin vakti gelmiştir. Spekülatörlere ve tekelcilere karşı çıkın: onlar, ya kararlarınıza uyacaklar ya da uymayacaklar. Aldığınız kararlara uyarlarsa anavatanı kurtarmış olacaksınız; uymazlarsa da kurtarmış olacaksınız, çünkü bu sayede insanların kanını emenleri belirleyip, vurma imkânına kavuşacağız.

Düzenbazların mülkiyeti, bir insanın hayatından daha kutsal olabilir mi? Silâhlı kuvvetler, idari organların emrinde; yaşam için gerekli olan mallara nasıl el koyamazlar? Yasa koyucunun savaş ilân etme, yani insanları kıyımdan geçirme hakkı var; o zaman nasıl olur da evlerini koruyanların ezilmesini ve aç kalmasını engellemeye hakkı olmaz?

Ticaret özgürlüğü, malların kullanımı üzerinde tahakküm kurma ve başkalarının kullanmasına mani olma hakkı değil, kullanma ve yararlanma hakkıdır. Herkes için gerekli olan bu mallar, herkesin erişebileceği bir fiyatta sunulmalıdırlar. O zaman spekülatörlere ve tekelcilere savaş ilân edin… Bakın görün, o vakit baldırıçıplaklar, ellerindeki mızraklarla bu kararlarınızı bilfiil yerine getirecekler.

Ülkenin başına geçecek kralı önerme cüretinde bulunanları öldürürken kılınız kıpırdamadı. İyi de yaptınız. Marsilya’da darağacını yurtseverlerin kanıyla boyayan o karşı-devrimcileri biraz önce kanun dışı ilân ettiniz. Çok da iyi yaptınız. Kaçak durumda bulunan yüzbaşıların ve vekillerin başına da ödül koysaydınız, asilleri ve yerlerini alan saray mensuplarını ordularımızdan kovsaydınız, göçmenlerin ve komplocuların eşlerini ve çocuklarını rehin alsaydınız, eski soyluların emekli maaşlarına savaş masraflarını karşılamak için el koysaydınız, gönüllülerin ve dulların kârına olacak şekilde, devrimden beri bankacılar ve tekelciler tarafından elde edilen hazinelere el koysaydınız, halka yapılan çağrıya oy veren vekillerini meclisten kovmuş olsaydınız, federalizmi kışkırtan yöneticileri devrimci mahkemelere teslim etseydiniz, Vendée şehrinde karşı-devrimci bir çekirdeğin oluşmasına izin veren bakanlarının ve yürütme konseyi üyelerinin boyunlarına adaletin kılıcını indirmiş olsaydınız, son olarak, yurttaş karşıtı dilekçeleri vb. imzalayanları tutuklamış olsaydınız, anavatanın hakkını ödemiş olurdunuz. Peki bu tekelciler ve spekülatörler, bu sayılan insanlar kadar, hatta onlardan daha kötü değiller mi? Onlar da yukarıda saydıklarımız kadar milleti katleden gerçek birer katil değiller mi?

Bu sebeple, adaletinizin sebep olduğu o yıldırımları bu vampirlerin üzerine salmaktan, halkı fazlasıyla mesut etmekten asla korkmayın. Halk, sizin için bir şeyler yaparken, hiçbir şekilde bir hesap içerisinde olmadı. Halk, bilhassa 31 Mayıs ve 2 Haziran günlerinde herkese özgürlük istediğinde, hesapsızca hareket ettiğini ispatladı. Halkın bu adımına karşılık, siz de ona ekmek ve düşmanlarıyla ilgili o kararnameyi verin. Aşırı gıda fiyatlarıyla o güzel insanların hem sıradan olanı hem de sıra dışı olanı sorgulamasına, ak koyunu kara koyunu ayırt etmesine izin vermeyin.

Bugüne kadar, en başta gelen suçlular arasında bulunan ve alışkanlık gereği krallara suç ortaklığı eden büyük tüccarlar, halkı ezmek için ticaret özgürlüğünü hep kötüye kullandılar; İnsan Hakları Beyannamesi’nin kanunlarca yasaklanmayan her şeyin yapılmasına izin verildiğini belirleyen maddesini yanlış yorumladılar. Öyleyse, anayasal olarak spekülasyonun, basılı para satışının ve tekellerin topluma zararlı olduğunu karara bağlayın. Gerçek dostlarını bilen, bunca zaman acı çekmiş olan halk, sizin bu kan emiciler yüzünden çile çektiğinizi, onların sebep olduğu hastalıklara ciddiyetle şifa sunmak istediğinizi görecektir. Anayasal düzenleme dâhilinde spekülasyona ve tekellere açıktan ve net bir tavırla karşı çıkan bir kanun yer aldığı takdirde, sizin davanıza zenginlerin değil, yoksulların daha fazla bağlanacağını, aranızda oturan bankacıların, silâh tüccarlarının ve tekelcilerin kalkıp gideceğini, en nihayetinde, o karşı-devrimi aranızda hiç istemediğinizi göreceksiniz.

Evet, mecbur kaldınız ve kalkıp zenginlere bir milyar liralık kredi verdiniz. Ama bu spekülasyon denilen ağacı kökünden söküp atmazsanız, tekelcilerdeki açgözlülüğü ülke genelinde frenlemezseniz, ertesi gün kapitalistler ve tüccarlar, tekelci faaliyetlerle ve sahtekarlık yoluyla, bu aldıkları krediyi baldırıçıplaklara ödetecekler, onların cebinden çalacaklar. Dolayısıyla elinizdeki kılıç, bencillerin değil, baldırıçıplakların boynuna inecek. Sizin bu kararnamenizden önce esnaf ve bankacılar, durmadan yurttaşa baskı uygulamışlardı. Şimdi siz onlara para veriyorsunuz, peki bu halk, intikamını kimden alacak? Zenginler, bahtsızların kanı ve gözyaşı ile geçinen zenginler, bu fukara halkın malını yeniden gasp etmeyecekler mi?

İşçinin emtia fiyatlarındaki artışa göre maaş almasına boş yere itiraz ediliyor. Gerçekte, bazıları bazı işkollarında daha iyi ücretler alıyorlar, ama bir yandan da ortada devrimden bugüne emeğinin karşılığını yeterince alamamış çok sayıda insan da var. Ayrıca, tüm vatandaşlar işçi değil ve tüm işçiler belirli bir işle iştigal etmiyor, iştigal edenler arasında sekiz veya on çocuğun geçimini sağlayamayacak durumda olanlar bulunuyor, öte yandan, genel olarak kadınlar, günde 20 kuruştan fazla kazanmıyorlar.

Dağ grubuna mensup vekiller, bu devrimci şehirdeki evlerin üçüncü katından dokuzuncu katına çıkarsanız, aşsız, libassız, sıkıntı çeken, kanunların fakirlere karşı acımasız olması, o kanunların sadece zenginler eliyle ve onlar için yapılması sebebiyle, spekülasyon ve tekelci faaliyetlerden kaynaklı olarak bedbaht olan uçsuz bucaksız bir halkın gözyaşları ve hıçkırıkları sizi illâki duygulandırırdı.

Ah öfke, ah on sekizinci yüzyılın utancı! Dış düşmanlara savaş açan Fransız halkının temsilcilerinin, içeridekileri ezmeyecek kadar korkak olduklarına kim inanabilirdi? Sartines ve Flesselles’in saltanatı altında hükümet, birinci derecede gerekli olan malların değerinin üç katı kadar ödenmesine müsamaha göstermezdi. Ne demek bu? Asker için gerekli olan silâh ve erzakın fiyatı bile sabitlendi. Yirmi beş milyon insanın gücünü arkasına almış olan Ulusal Meclis, tüccarın ve bencil zenginin yaşam için en yararlı şeylere keyfi bir biçimde konulan vergiler üzerinden kendisine, alışkanlık gereği, ölümcül bir darbe indirmesine izin verecek mi? Aslında Louis Capet'nin, kralın karşı-devrimi gerçekleştirmek için yabancı güçlerin öfkesini üzerine çekmesine hiç gerek yoktu. Anavatanın düşmanlarının Batı’daki bölgelere ateş toplarını yağmur gibi dökmesine hiç gerek yoktu: zaten spekülasyon ve tekeller, cumhuriyetçi kanunların mevcut yapısını yerle yeksan etmeye yetecek güçte.

Gelgelelim bugün birileri, pahalılığın sebebinin savaş olduğunu söylüyor. Ey halkın temsilcileri, o vakit neden kışkırttınız bu savaşı? Neden zalim XVI. Louis döneminde, Fransızlar zalimler birliğini püskürtmek zorunda kaldılar ve spekülasyon, neden bu imparatorluğun genelinde isyan, kıtlık ve yıkımı bir ölçüte bağlamadı? Bu bahaneyle, bugün tüccarın yarım kilo mumu da yarım kilo sabunu da yarım litre petrolü de altı franktan satmasına izin veriliyor. Böylelikle savaş bahanesiyle baldırıçıplak, bugün bir çift ayakkabıya 50, gömleğe 50, kalitesi bir şapkaya 50 lira ödüyor. Yani Cazales ve Maury’nin tahminlerinin gerçekleştiği söylenebilir: bu durumda onlarla anavatan özgürlüğüne karşı komplo kurmuş olacaksınız. Ne demek istiyorum? Onları ihanet konusunda geride bırakmış olacaksınız. Bu noktada muhtemelen Prusyalılar ve İspanyollar, “biz, bu Fransızları rahatça zincire vurabiliriz, zira bunlarda kendilerini yiyip bitiren canavarlara zincir vuracak cesaret yok” diyecekler. Bizse bu koşullarda şunu söylüyoruz: “O milyonları o bankacılara ve büyük tüccarlara dağıtıp, onları karşı-devrimcilerin safına ittiği takdirde cumhuriyet, kendisini yok edecek.”

Ama denilecektir ki “pahalılığın asıl sebebi, kâğıt paranın durumudur.” Heyhat! Baldırıçıplaklar, dolaşıma sokulmuş paranın rengini bile bilmiyor! Her durumda fazla fazla basılması, kâğıdın değerini ve o parayla alınan emtianın fiyatını belirliyor. Assignat’nın gerçek bir değeri olsaydı, Fransız milletinin sadakatini esas alıyor olsaydı, ulusal varlıkların miktarı toplam değerinden bir şey kaybetmezdi. Dolaşımda çok para var diye insan olduğumuzu unutacak mıyız, ticaretin döndüğü mekânlarda eşkıyalık mı yapacağız, birilerini ülkedeki tüm servetin ve yurttaşların hayatlarının efendisi mi kılacağız, hasisliğin ve parti ruhunun kullandığı her türden zulüm aracını devreye mi sokacağız, halkı isyana teşvik edip, ihtiyaçların karşılanmadığı koşulların açtığı yaralarla ve kıtlık üzerinden onu kendi karnını deşip bağırsaklarını yemeye mi zorlayacağız?

Devrimin bastığı para (assignat) ticari işlemlerde çok değer kaybediyor. O vakit yerli ve yabancı bankacılar, işadamları ve karşı-devrimciler kasalarını parayla nasıl doldurabiliyorlar? Neden zalimlik edip bazı işçilerin maaşlarını aşağıya çekiyorlar, neden bazı işçilere tazminatlarını ödemiyorlar? Milli arazilere el koyarken, neden yüksek para teklif etmiyorlar? Muhtemelen sahip olduğu toplam borcu elindeki toprakların değerinin yirmi katından fazla olan ve bankasındaki parası sayesinde gelişip serpilen İngiltere, ürettiği emtiaya bizim kadar yüksek bir bedel ödüyor mu mesela? İngiliz başbakanı William Pitt, Kral III. George’un tebaasının bu şekilde ezilmesine izin vermeyecek ölçüde yetenekli demek ki. Yurttaşların temsilcisi, Dağ grubunun vekilleri olan, çok sayıda baldırıçıplağı örgütlemiş olmakla övünen siz ise kendinizi ölümsüz zannettiğiniz o kibir kulesine çıkmışsınız, sürekli yeniden dirilen ve “spekülasyon” denilen dokuz başlı yılanı öldürmeyi reddediyorsunuz!

Ayrıca deniliyor ki “deniz aşırı ülkelerden birçok mal ve ürün geliyor, bu insanlar, bunların karşılığında para istiyorlar.” Oysa bu yanlış bir tespit: ticaret, her daim malın malla, kâğıdın da kâğıtla değiş tokuşu yoluyla yürütülür. Çoğu durumda menkul kıymetler paraya tercih edilir. Avrupa’da dolaşan madeni paralar, dolaşımdaki faturaların yüz binde birini karşılamaya yetmez. Dolayısıyla, spekülatörlerin ve bankacıların, sırf paralarını daha pahalıya satmak, ceza almadan tekelleşme fırsatı bulmak ve ateşe verdikleri yurtseverlerin kanını bankoda gelip satmak için, devrimin bastığı paranın itibarsız kıldıkları gün gibi ortadadır.

Ne var ki kimse, işlerin nasıl gelişeceğini bilmiyor. Eşitlik fikrinin yoldaşları, her daim acı çekmeyecekler, burası kesin, çünkü onları sınırların ötesine geçip katlettik, bazılarını kıtlıkla boğduk. Onlar, halka tebelleş olmuş vebanın, bizi birer kurt gibi kemiren şarlatanların karşısında kurbanlık koyun gibi durmayacaklar, burası kesin. Bunlar, ambarları dolandırıcılardan başka bir şey içermeyen tekelciler.

Ancak, krallığı yeniden tesis etmeye çalışacak kişi hakkında ölüm cezası verildiğinde, sayısız asker yurttaş, silâhlarıyla bir çelik zırh meydana getirdiğinde, barutu tüfeğe sürüp her yandan barbar sürülerine ateş açtığında, fırıncılar ve tekelciler, işlerin nasıl sonuçlanacağını bilmediklerini söyleyebilirler mi? Bilmiyor olsalar bile, biz her hâlükârda gidip onlara şunu söyleyeceğiz: “Halk özgürlük ve eşitlik istiyor. ‘Ya cumhuriyet ya ölüm’ diyor. Ey zalimin aşağılık uşakları, sizi umutsuzluğa sürükleyen şey tam da bu şiardır!”

Halkın kalbini kurutmayı başaramamış, onu terör ve iftira yoluyla boyun eğdirememiş olan sizler, bugün özgürlük sevgisini boğmak için kölelerin elinde kalan o son kaynakları kullanıyorsunuz. Anavatanın dostlarını açlıktan, susuzluktan ve libassızlıktan öldürmek, onların zulmün kollarına atılmaya mecbur kılmak adına, imalatın, limanların, ticaretin tüm kollarının, tarlalardaki üretimin tüm dizginlerini ele geçiriyorsunuz.

Fakat o düzenbazlar, sadece çelik ve özgürlükle, yoksunluk ve fedakarlıklarla yaşayan bir halkı köleliğe mahkûm edemeyecekler. Eskinin zincirlerini ve hazinelerini cumhuriyete ve ölümsüzlüğe tercih etmek, kral yanlılarına mahsustur.

Evet halkın temsilcileri, bu kadar uzun süre gaflet içinde olmak, korkaklıktır, millete karşı işlenmiş bir suçtur. Zenginin, yani kötünün nefretine maruz kalmaktan korkmamalısınız. En yüce kanun olan halkın kurtuluşu için siyasi ilkeleri feda etmekten korkmamalısınız.

O hâlde, kâğıt paranın itibarını zedelemeye izin vermenin korkaklık olduğunu siz de görün; despotizmin o barbar gücünün sona ermekte olduğu günlerde işlediği suçlara ve dâhil olduğu suiistimallere göz yummanın ülkeyi iflasa sürüklediğini kabul edin.

Büyük bir devrimin kötülük olmadan gerçekleşemeyeceğini, özgürlük muzaffer olsun diye fedakârlıklarda bulunulmasının gerekli olduğunu, cumhuriyetçi olmanın hazzı karşılığında çok fazla bedel ödemek zorunda olduğumuzu biz de biliyoruz. Ama biz, aynı zamanda iki yasama organının halka ihanet ettiğini, 1791 anayasasının kusurlarının halkın yüzleştiği felâketlerin sebebi olduğunu, kralların asasını kıran baldırıçıplakların her türden kıyamın ve zulmün sonunun geldiğine şahit olacağı vaktin gelip çattığını da biliyoruz.

Eğer bu soruna bir çare bulamazsanız, malı mülkü olmayan, yıllık geliri iki, üç, dört, beş veya altı lira olan, arazi geliri veya kişisel hesabı bulunmayan insanlar, spekülasyon ve tekellerin hüküm sürdüğü sürece son verilmediği takdirde nasıl geçinecekler? Kanunlarda değişiklik yapılmasına bile gerek olmayan bir kararnameyle gidişata müdahale edilmezse, bu insanlar ne yapacaklar? Muhtemelen önümüzdeki yirmi yıl barış hayal. Savaşın maliyetiyle yüzleşen devlet, yeniden para basmak zorunda kalacak. Böylesi koşullarda biz, spekülasyona ve tekellere verilen zımni izinle tüm bu süreç boyunca yüzleşeceğimiz dertlerin kalıcılaşmasını mı istiyoruz yoksa? Bu zımni iznin tüm yabancı yurtseverleri ülkeden kovduğunu, köle halkların Fransa’ya saf özgürlük havasını solumak için gelmelerine mani olduğunu görmüyor muyuz?

Sizden önce başta olanların, bize kötü birer hatıra olarak bıraktıkları krallık, spekülasyon ve savaş denilen illet yetmedi mi ki şimdi bizi aç, libassız ve ümitsiz bir hayata mahkûm ediyorsunuz? Ticaret özgürlüğü bahanesi ardına saklanan kralcıların ve ılımlıların, imalathaneleri ve toprak mülkiyetini ellerinde tutmaya devam etmeleri, tarlaların, asma bahçelerinin ve ormanların sunduğu her türden ürünün tek sahibi olmayı sürdürmeleri, her türden hayvanın derisinden istifade etmeleri, kanun koruması altında ellerinde tuttukları, halkın kanı ve gözyaşıyla dolu kadehleri yudumlamaya devam etmeleri, karşı konulmaz bir zorunluluk mudur?

Dağ grubunun vekilleri: Hayır! Hayır! İşinizi eksik yapamazsınız. Halkın refahı için gerekli zemini teşkil edeceksiniz; spekülasyon ve tekelin genel ve baskıcı ilkelerini kutsamayacaksınız; sizin yerinize geçeceklere, güçlülerin zayıflara, zenginlerin fakirlere karşı uyguladıkları barbarlığın en korkunç örneklerini miras bırakmayacaksınız. Kariyerinizi alçalarak sonlandıramazsınız.

Kendinize olan güveninizle, cumhuriyete ve departmanlara bağlı mazlum baldırıçıplakların özgürlüğünü, eşitliğini, birliğini ve bölünmezliğini sonuna kadar savunacağımıza dair yeniden yemin ediniz.

Bırakın o baldırıçıplaklar gelsinler, kardeşlik bağlarını sağlamlaştırmak için hızla Paris’e akın etsinler! Sonra onlara Bastille’i deviren, On İkiler Komisyonu’nu ve devlet adamlarından oluşan hizbi çürümeye mahkûm eden, hangi ülkede ikamet ediyorsa etsin, hangi maskeyi takarsa taksın, her türden entrikacı ve hain karşısında adaleti tesis edecek o ölümsüz mızrakları göstereceğiz. İşte o vakit onları Marsilyalıların ve departmanlara bağlı baldırıçıplakların hatalarından vazgeçip tahtı devirmeye yemin ettikleri genç meşe ağacının yanına götüreceğiz. En son olarak da cumhuriyetin elini tutan baldırıçıplaklara kanunların saklı olduğu mabede dek eşlik edip, zalimi kurtarmak isteyenleri ve o zalimin kellesini alacak olan Dağ grubunu göstereceğiz.

Yaşasın hakikat, yaşasın Ulusal Meclis, yaşasın Fransız Cumhuriyeti!


Manifesto’nun matbu hâlinde Roux, sözlerine şu şekilde devam ediyor:


Kanıtları sunduğum, gerçekleri ifşa ettiğim bu konuşmanın ardından, saygı duyduğum Ulusal Meclis’e, korkmadığım en acımasız düşmanlarıma, mezara kadar savunacağım tüm o baldırıçıplaklara gazetecilerin üzerime boca edip durdukları onca hareketi ve iftirayı hak edip etmediğimi soracağım. Bu benimkisi ince bir sitem, bunu yapmak, yaparken de ceza almamak, onların hakkı. Neticede ben bir rahibim ve ne yazık ki babam, bana başka bir mülk bırakmadı.

Fakat benim gibi tüm rahipler, yurttaşlık yeminini zorlanmadan etselerdi, benim gibi zamanlarını gurur ve bağnazlığı yere çalmak için harcamış olsalardı, karşı-devrimin patlak vereceği anda mahkemenin suçlarını teşhir etselerdi, benim gibi, kral Louis Capet’yi darağacına göndermiş olsalardı, herkes benim gibi, yakında erdemli bir kadına evleneceğine dair söz vermiş olsaydı, üç yasama meclisindeki hainlerin peşine düşmüş olsaydı; benim gibi kralın yetkilerinin elinden alınmasını isteyen, Mars Meydanı’nda yürüyüşe geçen kitlenin içinde yer alıp devlet adamları hizbine karşı gelen dilekçeye imza atmış olsaydı, benim gibi herkes, o sırada bir karşı-devrimci ve bir katil olan Papa’nın yanında olmadığını cümle âleme ilân etseydi, evrensel cumhuriyete oy vermiş olsaydı, son olarak, herkes, benim gibi, dini, yurttaşlarımızın mutluluğu olarak anlasaydı, anavatana inançtan gayrı inanç, özgürlükten gayrı bir alaz bilmiyor olsaydı, o vakit o rahiplere bu kadar acımasızca saldırmazdık.

Cazales ve Barnave rahip değildi, üstelik halkın davasına ihanet etmişti; Brissot ve Barabaroux rahip değildi ve baştaki kral denilen zalimi kurtarmak istiyordu; Manuel bir rahip değildi ve mahkemeden para aldı. Yurtsever rolü kesen diğer pek çok kişi de rahip değil, üstelik bu insanlar, cumhuriyeti aç bırakıyorlar… Bunlar, cumhuriyete asla pranga vuramayacaklar.

Gazeteciler, sıklıkla, zulme bir yurtsever gibi karşı koymadığımı söyleyerek, bana hakaret ettiler.

Tam da bu sebeple ben, bana “bağnaz, kana susamış bir karşı-devrimci” diyen herkese tüm gücümle karşı koyacağım. Geçen 31 Mayıs’ta Ulusal Meclis’te Gravilliers bölgesi adına yaptığım ve onur duyduğum konuşmanın metni, kaleme aldığımız tebliğe ekleniyor.

Not: Tekelcilere ve spekülatörlere saldırdığımda, yurttaş kimlikleri ve insanlıklarıyla kendilerini övülmeye değer kılan çok sayıda esnafı ve tüccarı bu lanet sınıfa dâhil etmediğimi belirtmek isterim.

Jacques Roux
1793
Kaynak