24 Eylül 2009

,

Arap Dünyasında Komünizmin Krizi

II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Batı’yla kurduğu ilişkilerde yaşadığı hoşşnutsuzluğun artması ve sömürge güçlerinin çöküşüyle birlikte Arap komünist partileri, bölgedeki tüm devrimci hareket dâhilinde önde gelen bir unsur olma fırsatını yakaladılar. Ne var ki bu partilerin, radikal anlamda toplumsal ve ideolojik dönüşümlere tesir edebilecek başarılı kimi devrimci faaliyetlere önderlik edememeleri, söz konusu dönüştürücü rolün ilkin Nasırcı güçlerin ve diğer devrimci yerli hareketlerin, ardından da İslâmî hareketin eline geçmesi ile sonuçlandı. Bu hata, öncelikle hem teoride hem de pratikte, Arap komünist partilerinin sahip oldukları eksikliklerden kaynaklandı.

Teorik Düzeydeki Sorunlar:
Arap Komünistleri ve “Bilimsel Sosyalizm”

Analitik açıdan Arap komünist partileri, Georgi Plehanof, Lenin ve Stalin üzerinden kökleri Hegel, Marx ve Engels’e uzanan bir tür diyalektik materyalizmin varisleriydiler.[1] Bu diyalektik materyalizm türü, dün olduğu gibi bugün de, Arap komünistlerinin dünya görüşlerinin epistemolojik ve ontolojik çekirdeğini teşkil ediyor ve bunun yanında, sosyalizmleri için gerekli “bilim”i temin ediyor. Marx ve diğer isimlerin filtresinden geçmiş bu ilkelere dayanarak Arap komünist partileri, doğanın, toplumun, insan düşüncesinin ve eylemin genel yasalarını ileri sürmek suretiyle, içinde yaşadıkları dünyayı anlama ve dönüştürmeye çalıştılar.[2]

Ancak pratikte Arap komünist partilerine ait analitik yazının önemli bir bölümü, toplumsal düşünceye ciddî bir teorik katkıda bulunmadı. Diyalektik materyalizmin temin ettiği görüşlere yönelik övgülerle dolu olan Arap komünist yazını, içeriksel açıdan eleştirel olmaktan da uzak kaldı. Dahası, bu yazının da gösterdiği üzere partiler, Marksist okulun basitleştirilmesi ile sonuçlanan Sovyetler Birliği tarafından öne sürülmüş sözde evrensel sosyalist ilkelerin zorla uygulanması eğiliminde oldular.[3]

Bunun dışında, Arap komünist hareketi (Sudan Komünist Partisi ve sonrasında Lübnanlı kimi hizipler istisna) önemli ölçüde Sovyetler Birliği ile kurulan tabiyet ilişkisinin ve SBKP’nin pragmatik manevralarının sonucunda dünya genelindeki Marksist ve sosyalist söylemin düşünsel gelişimine duhul edemediler. Frantz Fanon ve Mao gibi sömürge karşıtı sosyalistlerin ve Marksistlerin önemli çalışmaları, Arap komünistleri tarafından nadiren uygulama konusu oldu, tartışıldı ve çevrildi. Esasında Fanon’un Fransızlara karşı isyan eden Cezayirlilerden ilham alan ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri, Afrika, Güneydoğu Asya genelindeki sömürge karşıtı hareketlerde ve Arap solu içinde önemli bir yankı bulmuşken, kitap, Sovyet dogmasına bağlı olan Arap komünist partilerinde çok az ilgi gördü. Aynı tespit, altmışlarda ve yetmişlerde batıyı sarsan radikal hareketlerin inşasında etkili olmuş batılı, Avrupalı teorisyenler ve eylemciler için de geçerliydi. Örneğin Antonio Gramsci, Rosa Luxemburg, Errico Malatesta, Guy Debord ve hatta Ernesto “Che” Guevara’nın fikirleri bile dünya genelinde sosyalistler tarafından sıklıkla alıntılanırken, bu fikirlerin Arap dünyasındaki komünist hareket üzerinde hiçbir etkisi olmadı.

Sosyalist Düşüncenin Yorumundaki Katılık

Arap komünistlerinin altmışların ortasına dek süren, diyalektik materyalizmin doğu Avrupa geleneğine körü körüne bağlılık, teorik düzeydeki ikinci önemli soruna, yani sosyalist düşüncedeki önemli gelişmeleri sindirme konusundaki hataya işaret eder. Marksist yorum üzerindeki Stalinist kontrolün sonucu olarak ve Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ötesinde daha çok batı Avrupa kapitalizminin on dokuzuncu yüzyıl analizinin basitleştirilmiş ve sovyetize edilmiş versiyonu ile yüklü olmaları nedeniyle, Arap komünistler bu kötü donanımlarıyla Arap gerçeğine bu nosyonları uyarlama konusunda yetersiz kaldılar. Altmışların sonuna dek Arap komünist partilerinden başka hiçbir yerde millî burjuvazinin rolü ve sosyalist dönüşüm fikri bariz bir nitelik arz etmedi.

Marx, sosyalist dönüşümün gelişmiş kapitalist ekonomilerinin bağlamı içinde proletaryanın devrimci faaliyeti aracılığıyla gerçekleşeceğini öngörmüştü. Bu düzlemde Marx şu tespiti yapıyordu:

“Radikal bir toplumsal devrim, devrimin belirli tarihsel koşullarına bağlıdır; bunlar, sözkonusu devrimin öngereklilikleridir. Dolayısıyla devrim sadece, kapitalist üretimle birlikte, endüstriyel proletaryanın en azından halk kitleleri arasında önemli bir konum işgal ettiği yerlerde mümkündür.”[4]

Ancak Marx, değişmez çizgisel bir toplumsal gelişme yolu belirlememiş, kendi analizini genel bir “üsttarihsel” teori olarak kullanmak isteyenleri eleştirmiştir.[5] Avrupa kapitalizminin evrimine dönük tarihsel marksist analiz ile farklı bir kültürel, tarihsel ve ekonomik ortam içinde gelişen Arap toplumunun gerçeklerine dönük analiz arasında bir uyumsuzluk olduğu aşikârdır. Aksi yönde kimi lafzî iddialara rağmen Arap Marksistleri ve onların komünist halefleri, bu gerçekliği teorik analizleri ile bağdaştırma hususunda çok az çaba sarf ettiler. Sosyalist fikirlerin geliştiği ve eyleme geçtiği Avrupa’nın aksine, hızlı endüstrileşmenin acil toplumsal baskıları altında olan Arap dünyası, ilkin Birinci Dünya Savaşı sonrası Marksizmle karşılaştı ve bu karşılaşma, tümüyle düşünsel düzeyde oldu ve Batı’da ya da Batı ile ilgili çalışmalar, Ortadoğu’daki Avrupalı sosyalistlerle temaslar üzerinden gerçekleşti. Her ikisinin ve bunlara eşlik eden uygun toplumsal koşulların yokluğu sonucu ilk dönem Arap Marksistleri, kapitalizmin doğuş aşamasında olduğu ve millî burjuvazinin batılı emperyalistlerin çıkarlarına hizmet eden birer komprador işlevi gördüğü ve önemli miktarlarda sermaye biriktirme noktasında zayıf kaldığı bölge koşullarına Marksizmi uyarlamakta başarısız oldular. Ortadoğu’da yarı feodal üretim ilişkileri hükmünü sürdürmekteydi, sınıf bilinçli proletarya ise görünüşte mevcut değildi. Dahası, sınırlı düzeydeki proletaryanın nüfusun ekseriyetini teşkil eden köylülükle sınırlı bağları vardı.

Bunlara ek olarak ilk dönem Arap Marksistleri, Marx ve Engels’in etkin ve ilerici toplumsal bir güç olarak milliyetçiliğin değerini düşüren yaklaşımlarını edinip, bunları haleflerine aktardılar. Sonrasında yereldeki komünist partiler tarafından devrimci bir teori ve pratik olarak benimsenen Leninizm, miras alınan bu teorik eksikliği gideremedi. Özünde Marksizm-Leninizm, dünya genelinde hüküm süren sınıf mücadelesinin farklılaşan aşamalarında üçüncü dünya halklarını ve bunların millî hareketlerini taktiksel ve geçici birer müttefik olarak algılıyordu. Ancak bu Marksist-Leninist ideolojik konum, kitlelerin etkilenmesi düzleminde oldukça dar ve karmaşık bir nitelik arz ediyordu, sorun, sonrasında halkın düşüncelerine yabancılaşma ve dinî inançlara yönelik doğrudan komünist saldırılar üzerinden katlandı. Bunun dışında, Marksist partilerin Filistin’de Yahudiler, Mısır’da Yahudiler ve Hristiyanlar, Lübnan ve Suriye’de Hristiyanlar, Irak’ta Yahudiler ve Kürtler, ayrıca birçok Avrupalı göçmenden müteşekkil oluşu da partilerin Arap Müslüman çoğunluğa yönelik çağrılarının başarısız olmasını beraberinde getirdi, ayrıca bu partilerin, kendi halklarının çoğunluğuna ait duygu ve çıkarlarını anlama, onlara yakınlık duyma becerisini sınırlandırdı.

Özelde oldukça dar ve basitleştirilmiş, Sovyet yanlısı bir Marx okumasına bağlı kalan Arap komünist partileri, sosyalizmden önce tesis edilebilecek, “demokratik burjuva” bir geçiş aşamasının oluşturulmasını “tarihsel bir zorunluluk” olarak görme hususunda uzun süre ısrarcı oldular.[6] Arap solcuları arasındaki ciddî farklılıkların bulunduğu koşullarda, altmışlara kadar yerel komünistler, hâlâ endüstrileşmenin başlangıç aşamasında olduğu Arap ülkelerinde sosyalist devrimin olup olmayacağını tartışıyorlardı. Sonuçta gelişmiş kapitalist topluma özgü Marksist devrim modelinin Arap dünyasına uygun olmadığını anlayamadılar ve Çin deneyimini dikkate almayarak Arap komünistleri, kapitalizmin gelişimi ve üretici güçlerin olgunlaşmasına dek sosyalist devrimin akla bile getirilemeyeceğine inandılar.

Aksine Arap solu, her ülkenin ve her devrimci sosyalist hareketin kendi tarihsel deneyimine ve nesnel imkânlarına sahip olduğunu düşünüyor, sosyalizme giden yolun “kutsal” metinlerde saklı olmadığına inanıyordu. Dahası, Arap soluna göre, bir devrimcinin karşısına çıkabilecek en büyük tehlike, kendi analiz yapma sorumluluğuna teslim oluşu ve basit çözümlerle dogmatizmin tuzağına düşmesiydi. Komünist olmayan Arap solcuları, sadece genel anlamda gelişmiş bir kapitalizmi önvarsayan Marksçı modeli reddetmekle kalmadılar, ayrıca verili iktidarı elinde tutan grupların örgütsel iskeleti içindeki kapitalist gelişimin uygulanabilirliğini de sorguladılar. Cezayir devrim sürecinin ilk aşamasında gelişen millî hareketi analiz eden Frantz Fanon, burjuva unsurlarla uyum sağlama tehlikesine işaret ediyordu. Onun izahına göre, sömürgecilik üzerinden azgelişmişliğe mecbur edilen ülkelerde -teknik kaynaklardan mahrum ve bu sebeple ekonomik açıdan yaşama imkânı bulunmayan millî burjuvazi başarısızlığa mahkûmdu, zira eski sömürgelerde onun batıdaki muadilinin oynadığı ilerici role yer yoktu.[7] Eğitimli, dinamik ve gözü pek olan batı burjuvazisi, kapitalist birikim sürecine girdi, modern endüstrinin ve ticaretin temellerini attı, ayrıca milleti asgari düzeyde refaha kavuşturdu. Sömürge burjuvazinin işlevi ise sömürücü bir grubun ortaya koyabileceği bir işlevdi. O, sömürgelerdeki kitlelerle şehirlerdeki ekonomik çıkarlar arasındaki arabulucuydu. Dahası, kitlelerin desteğinden mahrum olan bu burjuva sınıfı, demokratik bir toplum inşa etme konusunda başarısız oldu, dolayısıyla Fanon’un vurgusuyla, onun kitlelerin öfkesine ve sefaletine karşı kendisini müdafaa eden faşist bir diktatörlük ve polis devleti tesis etmekten başka bir şansı yoktu. Bu sebeple Fanon, azgelişmiş ülkelerin sosyalist topluma doğru ilerlemek için "millî demokratik devrim" denilen burjuva aşamasından geçmeleri için gerçekte hiçbir gerekçeye sahip olmadığı sonucuna ulaştı.[8]

Farklı bir yoldan aynı temayı tekrarlayan Başkan Cemal Abdünnasır, “sosyalizmin ekonomik ve toplumsal ilerlemeye giden yegâne yolun sosyalizm” olduğunu tespit ediyordu:

“Sömürgelerdeki refahın kaynaklarının sömürülmesine sırtını yaslayan gelişmiş ülkelerdeki büyük kapitalist tekellerin olduğu yerde, kendi doğal gelişimi dâhilinde, azgelişmişliğe mahkûm edilen ülkelerdeki sermaye, ekonomik sıçramayı artık gerçekleştiremez.”[9]

Nasır, dünya tekellerinin gelişiminin ilerleme arzusu içindeki ülkelerde faal olan kapitalizmin önüne sadece iki seçenek çıkardığı sonucuna ulaştı:

1. Yerel kapitalizm, artık bedelini kitlelerin ödediği gümrük duvarları olmaksızın rekabet edemez.

2. Yerel kapitalizmin yegâne umudu, dünya tekellerinin adımlarını izleyerek, onların hareketleri ile ilişkilenmek suretiyle gelişmek, böylelikle ülkelerini bir uzantı hâline getirerek, bu hareketlerin kaderine mahkûm etmektir.[10]

Yereldeki orta sınıf, büyük sermaye yatırımlarına muhtaç olan fonların aktarılması düzleminden bakıldığında, fazlasıyla küçüktür.[11] Millî gelirin ve özel birikimlerin azlığı, yereldeki sermayenin spekülatif faaliyetlere yönelmesi, kapitalist gelişme yoluna mani olan diğer etmenlerdir.[12]

Altmışların ortasında Arap komünist partileri konumlarını değiştirdiler ve sosyalizme kapitalist olmayan yoldan ilerleme imkânlarını tanıdılar. Bu “yol”, “millî demokratik” bir aşamadan geçecek, bu aşamada önder rolü salt komünistler değil, diğer muhtelif ilerici unsurlardan müteşekkil bir ortak cephe oynayacaktı. Bu, görünüşte ellilerin ortalarından itibaren Sovyet dış siyasetindeki değişim ve özellikle Stalin’in ölümünün ardından, sosyalist olmayan “ilerici” rejimlerle kurulacak sıkı bağlara yönelik Sovyetik vurgu sonucunda gerçekleşmişti. Arap komünist partileri, “kapitalist olmayan yolu” benimsedi, bu yolun kendi teorik yeniliklerine ya da teorik/analitik eksikliklerine yönelik tesirlerini değil, “sosyalist dünya sistemi”nin (yani Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin) güçlendirilmesi için gerekli olduğunu düşündüler.[13] Ne var ki “sosyalist dünya sistemi” ile esasen bir dizi diktatörlük ilişki kuruyor, bu güçlerin enternasyonal sosyalizmle hiçbir ortak yönü bulunmuyordu. Ancak bahsi geçen teklif, Arap komünist partilerinin ekseriyeti için bir tabuydu. Sözkonusu yaklaşım örneğin, 1967’de Irak Komünist Partisi Merkezî Liderlik grubunun Merkez Komite’ye karşı çıkarak ayrışmasını beraberinde getirdi. Benzer bir ayrışma sonucu, İlayü’l Amam (İleri) grubu da Lübnan Komünist Partisi’nden koptu. Daha özgün bir sosyalizm talep eden işçilerin gerçekleştirdiği ayaklanmalar da bu gerilimin farklı bir tezahürüydü. 1921’deki Moskova ve St. Petersburg[14], 1953 Doğu Almanya, 1956 Macaristan, 1956 ve 1968 Çekoslovakya, 1956, 1970 ve 1980-81 Polonya isyanları, bütünüyle Sovyet pratiği ile Marksizmin ruhu arasındaki ciddî tutarsızlıkları gösteren, Sovyetler Birliği’nin dünya sosyalizminin öncüsü olduğu liderlik sürecine karşı çıkan tecrübelerdi. Oysa Arap komünist partileri, Sovyetler’in kontrolündeki eğitimin ve medyanın filtresinden geçen bir Marksizm-Leninizme tabiydiler. Sosyalist İşçi’nin eski editörü Chris Harman’a göre:

“Doğulu rejimlerin resmî ideolojisi, ‘Marksizm-Leninizm’ olarak nitelenebilirdi. Oysa esasında bu rejimlere karşı çıkanlar, Marx’ın ‘işçi sınıfının kurtuluşu onun kendi eyleminin sonucu gerçekleşecektir.’ temel öncülüne ve Lenin’in ‘tüm iktidar işçi konseylerine’ sloganına itimat edenlerdi.”[15]

SBKP’nin resmî dünya görüşüne ve ortodoksisine karşı çıkış fırsatı, sadece Arap komünistleri değil, Çin deneyimi, Tito’nun Sovyetler’in Yugoslavya’nın gelişimi üzerindeki etkisine yönelik itirazı da veriyor, tüm bu olaylar, Stalin’in ölümünden önce de vuku buluyordu. Çin ve Yugoslavya alternatif işbirliği imkânları sunuyor, “dünya sosyalist sistemi”nin safında olmayan başka tür bir stratejiyi temin ediyorlardı. Arap komünistleri, Çin’i potansiyel destek üssü olarak nadiren değerlendiriyor, Sovyetler’in açıktan anti-komünist Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni tanıdığı durumlarda bu yönde bir eğilim ortaya çıkıyordu. Ancak alternatif devletsel işbirlikleri tarafından takdim edilen imkânlar ve yaşanan isyanlar genelde göz ardı ediliyor ve Sovyetler’le Arap komünist partilerinin ilişkilerinde önemli kimi değişimler konusunda başarısız sonuçlar alınıyordu. Bunun yerine sosyalizme uzanan “kapitalist olmayan yol” fikrine dönük yeni değerlendirmeler hâkim oluyor, bu fikir, değişen Sovyet siyaseti ile bağlantılı gelişiyor ve herhangi bir bağımsız ideolojik gelişim ya da yenilikten ziyade, Sovyet hegemonyasında körü körüne bağlılığı gündeme getiriyordu. Yeniliklerin nadiren ve istisnaî olarak ortaya çıktığı durumlar, Sovyet ortodoksisine ve parti disiplinine yönelik bir isyan olarak ortaya çıkıyor ve çoğunlukla partilerin hasım hiziplere bölünmesi ile sonuçlanıyordu. Suriye ve Lübnan komünist partilerinin evrimi buna örnektir; bu bağlamda değerlendirilebilecek iki parti de kendi sosyopolitik ve sosyoekonomik koşulları dâhilinde verili gücünü artıracak her türlü komünist örgütlenme potansiyelini belirleyen iç çelişkileri üzerinden biçimlenmiştir.

Suriye ve Lübnan Komünizminin Evrimi

Suriye ve Lübnan’daki komünist hareket, yirminci yüzyıl boyunca dört ayrı aşama üzerinden incelenebilir. 1920’lere dek uzatılabilecek olan ilk aşamaya damgasını vuran, emek hareketinin ve örgütsel genleşmenin Beyrut ve Şam dışına çıkışıdır. Bu dönemde parti, büyük ölçüde katılımcı bir yoldan örgütlenmekte ve Marksist epistemoloji dâhilinde gelişen Suriyeli bir varlık arz etmektedir.[16] Lübnanlı ve Suriyeli işçilerin örgütlenmesinde parti, öncü bir rol oynadı ve feodalizme, sömürgeciliğe ve kapitalizme karşı sınıf çıkarlarını eyleme soktu.[17]

İkinci aşama, Halid Bektaş’ın darbesi ile başladı. Bu dönemde parti, kişilik kültü üzerinden tesis edilip merkezîleştirildi ve Stalin’in Sovyetler’ini model aldı.[18] Parti disiplininin ve dogmanın güçlenmesi, kendi ifadesini örgütsel yapıda buldu. Parti, emek hareketi içindeki rolünü hızla yitirdi ve Arap dünyası ile çelişik olup olmadıklarına bakmaksızın, Sovyetler’in siyaseti tatbik edildi.[19] Sonrasında parti, Bektaş’ın Suriye grubu üzerindeki kontrolünü pekiştirmek adına, 1943’te Suriye ve Lübnan seksiyonlarına ayrıştı. Bektaş’ın parti üzerindeki hâkimiyetinin keyfi niteliğini örneklemek amacıyla iki örgüt 1950’de yeniden birleştirildi ve Lübnan kanadı, bir kez daha kontrol altına alındı. Bu birleşmeye, 1943’te Komintern’in dağıtılması üzerinden dünya komünist hareketinin Sovyet devleti tarafından yutulması süreci eşlik etti. Sovyet siyaseti ile komünist ideoloji arasındaki bulanık çizgiler, tüm Arap dünyasında komünist hareketlerin içinde bir etmen olarak varolmak için silindiler.[20] İkinci aşama boyunca parti, SBKP gibi Suriye ve Lübnan’daki işçi tabanı ile temasını yitirdi. Bunun yerine politik bir güç olarak kendi inşa sürecine odaklanıp, politik ittifaklar kurdu veya SSCB tarafından dikte edilen siyaset uyarınca, millî kurtuluş cephesinin kuruluş sürecine katkı sundu.[21]

Partinin üçüncü aşamasında Halid Bektaş, partiyi meşruiyet adına Baas hükümetine eklemledi ve politik özerkliğini feda edip ideolojik tutarlılığa ait her türden kalıntıyı temizledi.[22] Ancak Suriye partisi can çekişmekte olduğundan, Lübnanlı gruplar Bektaş’ın baskısına rağmen ayrıştılar ve LKP’yi yeniden dirilttiler.

Dördüncü aşamaya, Bektaş’ın hâkimiyetinin mengenesini kırmak için Lübnanlı ve Suriyeli partililerin ortaya koyduğu çaba damgasını vurdu. Lübnan grubu başarılı oldu ve parti içi demokrasiyi geliştirmek, sosyopolitik ve sosyoekonomik ortam dâhilinde ilişkiler bulmak ve özgün bir Marksist-Leninist eylemsellik oluşturmak için kapsamlı bir mücadele başlattı. Lübnan iç savaşı ve İsrail işgali Lübnan toplumunu derin bir krize sürükleyince Lübnan partisi etkin bir biçimde, politik bir güç olarak sürece dâhil oldu, kendisini kendi “zemin”i ile ilişkilendirmek ve Marksizmi demistifiye etmek amacıyla bilimsel sosyalizme ve diyalektik analize ait araçlardan istifade etti. Çelişkinin çözülmesi ile birlikte parti, Lübnan sosyoekonomik ve sosyopolitik gerçekliğini biçimlendiren iç ve dış güçleri de içerecek biçimde, Lübnan toplumunun doğasına dönük derinlemesine bir görüş geliştirme imkânı buldu.[23] Doksanların sonunda parti, Lübnan’da doğmakta olan sivil toplum dâhilinde cesur stratejiler geliştirme becerisi ile Arap komünist partileri arasında öne çıktı.

Ancak Suriye Komünist Partisi, SBKP’yle arasındaki hem mali hem de ideolojik tabiyet ilişkisini sürdürdü ve Sovyetler’in kendi siyasetini dayatmasına izin verdi. Sonuç olarak kemikleşen parti, SSCB’nin dağılması sonrası oluşan o ciddî krizin ağır sonuçlarına maruz kaldı. Parti, hiçbir gerçek Marksist pratik ortaya koyamadı ve kendi tabanına yabancılaştı, bu, onun Suriye işçi sınıfı tarafından dışlanmasına neden oldu. İşçi sınıfı temsiliyetinden mahrum olmanın nedeni, kısmen sivil toplumun emek hareketi bağlamında önemli ölçüde azgelişmiş olmasıydı. Suriye’nin mazlum sınıfları ise potansiyel kurtuluş imkânları için başka yerlere, özellikle yeni yeni zuhur etmekte olan İslâmî örgütlere bakmaya başladı.

Arap Komünistleri ve Millet Meselesi

Ellilerin ve altmışların Arap milliyetçilerine göre Arap milleti, artık halkları birleştiren bir delile muhtaçtı. Onlara göre Arap birliği, Arapların fiilî mevcudiyetine, yani Arap milletine bağlıydı[24] ve Atlas Okyanusu’ndan İran Körfezi’ne dek geniş bir alana yayılmış olan, dil ve tarih bağları ile birbirine bağlı bu millet, kültür ve çıkarlar bağlamında tek bir topluluk meydana getirmekteydi. Bu yorum, sadece altmışlardaki Arap zihniyetini ifşa etmekle kalmadı, ayrıca bölgedeki kimi önemli sosyopolitik niyetleri de yansıttı. Komünist partilerin millî arzuları dikkate alma konusundaki başarısızlıkları, 1959’da (Irak’taki Kasım ve BAC’daki Nasır rejimleri süresince) Arap milliyetçi partileri ile yereldeki komünist partilerin karşı karşıya gelmeleriyle sonuçlandı.

Arap milliyetçileri, komünistlerin ana meseleyi ıskaladıklarını ısrarla dile getirdiler. Ellilere kadar komünistler, Stalin’in “bir millet tarihsel düzlemde evrimleşen, dil, bölge, ekonomik hayat ve kültür topluluğunda kendisini gösteren psikolojik yapıya ait istikrarlı bir toplamdır” diyen tezine bağlıydılar.[25] Farklı politik sistemler ve ekonomik kurumlar tarafından ayrıştırılmış ve bunların hükmü altında olduğundan Arap milleti, bahsi geçen ölçütleri karşılamıyordu; bu nedenle Arap komünistleri, sözkonusu milletin mevcudiyetini genel anlamda reddettiler. Bunun yerine, birbirinden ayrı varoluşsal gerçekliğe sahip, Arap dünyasına ait bölgesel kısımların ekonomik hayata ve kültüre dayalı topluluklar olduğuna inandılar.

Stalin’in tezini kabul etmekle (Sudan Komünist Partisi hariç) Arap komünistleri ciddî bir hata yaptılar: milletlerle millî devletleri birbirine karıştırdılar. Dolayısıyla komünist partiler, milliyetçi olarak tarif edildikleri sürece onların milliyetçilikleri, Arap dünyasındaki (vatanseverlik ya da “vataniye”) yerel politik birimlerde cereyan eden gelişmelere yönlendirildiler. Aksine Arap milliyetçi hareketi, tüm Arap milletinin (milliyetçilik ya da “kavmiye”) aslî birliğini gerçekleştirmek için daha fazla gayret sarf ettiler.

Arap komünistleri ile milliyetçi hareketlerin arasındaki çelişkiyi koşullayan mesele özünde buydu. Yerel komünistler, elliler ve altmışlar boyunca hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla Arap milliyetçileri ile güç birliğine gitmediler ve Arap milliyetçiliğinin, kendi bencil çıkarları için tüm sınıfları kullanıp iktidarını pekiştirmek amacıyla burjuva sınıfının yarattığı bir şey olduğunu söylediler.[26] Komünistler, milliyetçi hareketi "faşist bir içeriğe sahip, hissî ve sunî bir hareket" olmakla suçladılar. Dahası onlara göre, geleneksel açıdan milliyetçi hareket, emperyalistlere karşı yürütülecek millî mücadeleyi gizlemek için “emperyalistlerin oynadığı bir oyun”du.[27]

Birçok yönden bu tespitler doğruydu ve milliyetçiler, çoğunlukla halkın kontrolüne kafayı takmış, ciddî anlamda faşizmi çağrıştıran fikirler ortaya atan politik liderlerdi. Bugün Arap dünyası genelinde mevcut olan milliyetçi tiranlar, komünistlere yönelik eleştirilerin geçerliliğini kanıtlamaktadırlar. Ancak komünistlerin milliyetçiliğe karşı geliştirdikleri enternasyonalist seçenek de teorik ağırlıktan mahrumdu, Sovyetler’e teslimiyetin ifadesiydi, Arap halkının maddî ve tarihsel meseleleriyle ilişkilenme hususunda da başarısızdı. Arap komünistlerinin önemli bir bölümü arasında sosyalist teorinin gelişmemiş olmasının sonucunda ortaya çıkan bu önemli eksiklikler, onların enternasyonalizminin işçi ve köylülerin kalplerini kazanma ve milliyetçilikle mücadele etme noktasında başarısız olmasını beraberinde getirdi.

Millî meselelere yönelik ilginin artması ile Arap komünistleri, nadiren de olsa milliyetçilerle işbirliğine gittiler. Ancak çoğu zaman, her fırsatta enternasyonalizm vurgusu yapıldı ve işçi sınıfının görevlerinin başarıyla gerçekleştirilmesi için millî sınırların parçalanması amacıyla sosyalist güçler birleşmeye çağrıldı.[28]

Fiiliyatta yaşanan olayların da gösterdiği üzere, enternasyonal dayanışma adına Arap komünistleri, millî Arap çıkarlarını Sovyet jeopolitiği ve milletlerarası stratejisine terk etme arzusundaydılar.[29] Komünistlere göre Sovyetler, dünya devrimci hareketinin odak noktasıydı; bu sebeple komünistler, SSCB’yi altmışların sonlarına dek koşulsuz olarak destekleyip savundular. Altmışların sonunda Arap ülkelerinin çıkarları ile Sovyet devletinin çıkarları arasında uyumsuzluk olduğuna ilişkin komünist hareket içinde kimi sorular su yüzüne çıktı.

Devrimci Pratik Düzeyindeki Sorunlar

Arap politik partilerinin çoğul, yaşayabilir bir politik kültür geliştirememelerinin nedenleri, politik değerlendirme yanlışları, kişisel ve örgütsel defolar ve militarist yönetici kliklerinin gelişiminde yabancı aktörlerin ezici etkisiydi. Liberal, milliyetçi, sosyalist ve dindar muhalifleri gibi Arap komünist partilerinin politik eylemleri ve konumları, çoğunlukla değişken ve uygunsuz addedildi. Sözkonusu eksikliklerin izleri, bu partilerin iki ana özelliği içinde bulunabilmekteydi. İlk özellik, yukarıda incelenmiş olan, teorik düzeydeki yetersizliklerdi. Devrimci teori ve pratiğin birbirine sıkı biçimde ilişkili olması sebebiyle teorik eksiklikler, kendilerini ilgili partilerin somut politik faaliyetinde ister istemez açığa vuruyordu.

İkinci özellik, Sovyetler’e ve onun toplumsal sistemine dönük körü körüne sadakat üzerinden partilerin olası başarılarının sınırlanmasıydı. “Moskova’nın tüm milletlerarası hayatın geliştirilmesinde temel rolü oynadığı”[30] düşünüldüğünden, ona dönük bağlılık, çoğunlukla Arap dünyasındaki komünist partilerin ortak paydası oldu. Sonuçta bu partilerin politik konumları ve faaliyetleri, Sovyetler’in taktik ya da stratejik çıkarları -ya da yerel koşullardan ziyade, onun dünya görüşü- tarafından dikte edildi.

Millî Kurtuluş Mücadelesi

Suriye ve Lübnan Komünist Partisi (SLKP) 1924’te kuruldu ve ilk üyelerini ana çoğunlukla bütünleşmemiş azınlık gruplarından devşirdi. Dolayısıyla partinin kendisini Paris’te Halk Cephesi koalisyonunun kurulduğu 1936’da mandacı iktidara karşı yürütülen millî mücadeleye bağlaması şaşırtıcı değildi. Bu dönemde yarı legal olan parti, açıktan kimi devrimci talepler ortaya koydu ve lideri Halid Bektaş, tüm milliyetçileri ülkedeki Fransız otoriteleri ile işbirliği yapmaya çağırdı. Dahası partililer, yeni Fransız hükümetinin başlattığı Fransa-Suriye Anlaşması’nı onaylamaktan çekinmediler. Böylelikle Suriyeli halkçı sömürge karşıtlarını gücendirdiler. Üstelik onların mandacı iktidarla uzlaşmalarını ve bu sayede gelecekte bir ara özyönetsel kimi kurumlardan başka hiçbir şey önermeyen anlaşma koşullarının yerine getirilmesini talep ettiler.[31]

Bu dönem süresince SKP liderleri, Fransız komünistlerini Suriye ile Lübnan’a davet ettiler ve onların eğitim programları ile antifaşist eylemlere katılmalarını istediler. Ancak bu balayı fazla uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra Sovyet “anavatan”ı, faşist Almanya ile 23 Ağustos 1939’da Saldırmazlık Anlaşması imzaladı. Alman faşistlerinin adı kötüye çıkmış teorilerine karşı kimi eylemler yapmış ve ajitasyonlara başvurmuş olan partililer, onurlarını bir tarafa bırakıp, yeni Sovyet çizgisine uyum sağlama yoluna gittiler.[32]

Aynı şekilde Iraklı komünistler de 1936’daki General Bekir Sıtkı darbesine yönelik kendi hesaplarına destek çıkarak öne fırladılar. (Ancak bir süre sonra bu destekten vazgeçtiler.) Bir dizi darbenin ardından Raşid Ali Geylanî liderliğinde millî bir Irak hükümeti kuruldu. Bu hükümet, Mayıs 1941’de Britanya emperyalizmine ve onun Kraliyet Sarayı’ndaki müttefiklerine karşı ayaklandı. Irak komünistleri, devrimci rejimin desteklenmesi noktasında en ön safta mücadele ettiler. Ancak bir ay bile geçmeden aksi yöne savruldular ve hükümeti ülkeyi Almanlara satmakla suçladılar.[33] Bu ani değişimin nedenini anlamak için Nazi-Sovyet Anlaşması’nın 22 Temmuz 1941’de sona ermesine ve Sovyetler’in Mihver Devletleri’ne karşı Britanya ve Fransa ile müttefik olmasına bakmak gerekir. Sonrasında 1958’de Irak Komünist Partisi General Abdülkerim Kasım’ın askerî rejimi ile işbirliğine gitti, bu işbirliğinin ödülü ise birkaç hükümet koltuğu oldu. Böylelikle IKP, Arap dünyasındaki politik açıdan en etkili komünist partilerden biri hâline geldi. Ancak Kasım, hükümetteki sol unsurları kısa sürede kapı dışarı etti ve komünistleri güçten düşürüp onları halk desteğinden mahrum bıraktı.

Bu dönemde diğer komünist partileri de aynı ölçüde etkisizdi. Örneğin Mısır Komünist Partisi, bölgede kurulan en eski parti olmasına rağmen (1920’de kuruldu.) Mısır siyasetinde hiçbir zaman önemli bir rol oynayamadı. Diğer kardeş partiler gibi o da üyelerinin önemli bir bölümünü millî azınlıklardan devşirmişti.[34] Millî Mısır hareketinin özgül yönleri ve koşullarını anlama noktasında başarısız olan parti, bu nedenle harekete önemli bir itki veremedi.

Filistin Meselesi

Filistin meselesinin evrimi boyunca Arap komünist partileri, Sovyet çizgisini tam bir bağlılıkla tekrar ettiler. Britanya'ya ait mandanın kurulması sonrası genelde komünist partiler, özelde (Yahudi-Arap) Filistin Komünist Partisi, yerel burjuvaziye ve feodal unsurlara, ayıca Britanya emperyalizmine karşı Yahudilerin ve Arapların birleşik sınıf mücadelesine vurgu yaptılar. Siyonizm, Filistin halkı içinde temel bir mesele olarak kabul görmedi, dolayısıyla yereldeki Filistinli milliyetçi liderlere yönelik tavırda ciddî farklılıklar gözlemlendi.

1929’a dek Filistinli milliyetçi liderler önemli ölçüde gericiydiler. 1929’dan 1938’e kadar FKP, milliyetçi mücadele içinde daha aktif bir rol almaya gayret etti ve Müftü Hacı Emin Hüseynî gibi Filistinli milliyetçi liderlerin “ilerici” anti-emperyalizmine vurgu yaptılar. 1938’den (Nazi-Sovyet Anlaşması’nın imzalandığı) Ağustos 1939’a gelindiğinde bu liderler, Alman yanlısı düşünceleri sebebiyle "faşist ajanlar" olarak suçlandılar. Ağustos 1939’dan sonra Filistinli milliyetçi liderler, bir kez daha “ilerici” olarak nitelendirildiler, ancak bu değerlendirme, o eski “faşist ajanlar” etiketine geri dönüldüğü 1941 yılına dek hüküm sürdü.

Aynı şekilde Arap komünist partileri, Sovyetler’in savaş sonrasında yaptıkları Filistin’de iki milletli devlet çağrısını destekledi. Ancak Gromiko’nun 1947’de ayrışmanın desteklenmesi yönündeki telkini sonrası komünistler, telaşla köşe bucak kaçtılar ve kendi konumlarını değiştirmeye çalıştılar. O tarihten itibaren Arap komünist partileri, Sovyetler’in İsrail’in kuruluşundaki önemli rolü ihmal ettiler, bunun yerine, 1956, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarındaki Arap davasına yönelik Sovyet desteğine yoğunlaştılar.[35]

Ancak Filistin KP’sinin evrimi, bu yapılan analizden daha karmaşıktır. Zira parti, ilk gelişim aşamasından itibaren millî kurtuluş hareketinin verili doğası ile çatışmaya girmiş, enternasyonal sosyalizme sadık kalmış ve aşırı hassas bir alanda işçi sınıfını desteklemişti. Bu mücadele, Filistin’deki ana zeminde faal olan maddî koşulların ürünüydü; Yahudi-Arap karışımı örgütler, Yahudi milliyetçilerinin (önemli oranlarda milliyetçi-sosyalistlerin) akınına uğradılar ve halk arasında hızla Arap milliyetçiliğine dair hisler uyanmaya başladı. Hâlâ ağır biçimde Yahudi olan FKP, 1924’te Komintern’e kabul edilişi sonrası Siyonizmin keskin bir eleştirmeni hâline geldi ve işçilerin Siyonizmden uzaklaşmaları için çağrılar yapıp, Arap işçi ve köylüleri ile devrimci ittifaklar kurma yolları aramaya başladı.[36] Sovyetler’in antisiyonist ajitasyonu ile birleşen bu süreç, 1924’te komünist liderlerin Yahudi emek örgütü Histadrut’tan (Örgüt) ihraç edilmeleri ile sonuçlandı.

Bu ilk aşamalarında Sovyet siyasetini sorgusuz sualsiz kabul etmesine rağmen FKP, Yahudi sendikalarda ciddî bir taban buldu. Arap işçiler arasında cazibesi artan parti, 1943’te Stalin’in Komintern’i dağıtmasına dek antisiyonist bir örgüt olarak varlığını muhafaza etti. Ancak bu kriz parti içinde, Arap ve Yahudi işçiler arasında çatlakların oluşmasına neden oldu. Birçok Yahudi üye, Yahudi yerleşimciler ve sakinler (yişuv) arasında yaygın olan Sovyet sempatisini politik gelişmenin önemli bir işareti olarak görmeye başlayıp, Yahudi cemaatini politik müttefik olarak değerlendirdiler.[37] Hatta bazıları daha da ileri giderek, FKP’nin Yahudi göçü karşıtı duruşunu sorguladılar ve ters yönde bir siyaset önerdiler:

FKP’deki Arap üyelerin büyük bölümü, özellikle genç Arap aydın kuşağına ve emek eylemcilerine ait olanlar, artık öne çıkıyorlar, farklı bir yönde hareket ediyorlardı. Onlar, partinin Filistin’deki Arap çoğunluk arasındaki zayıflığının aşılmasına ve kendisini önemli bir politik güce dönüştürmesine öncelik veriyorlardı. Onlar, Filistin’i Arap toprağı olarak görüyorlar ve komünist partisinin de bu sebeple ilkin ve öncelikle yerli Arap çoğunluğa ve onun millî hareketine yönelmesi gerektiğini düşünüyorlardı.[38]

Arada gerilen ip, Yahudi üyelerin 1943’te Histadrut tarafından örgütlenen 1 Mayıs’a katılması ile koptu. Merkez Komite, dönek Yahudi kolunu dağıttı ve mitinge katılan Yahudi üyelerini ihraç etti. Ayrıca Cemiyetül Ümmel el Arabiyye ül Filistiniyye [“Filistin Arap İşçileri Derneği” -FAİD] ile Histadrut arasında derinleşen çelişki FKP’ye de sıçradı; Histadrut, tek taraflı olarak 10 Mayıs’ta kamp işçilerinin greve gideceğini açıklayınca FAİD ile yaptığı anlaşmayı ihlâl etmiş oldu, bunun sonucunda parti, hangi tarafın destekleneceği hususunda bölündü.[39] Sovyetler’in dünya komünist partileri ile geliştirdiği ilişkide yaşanan değişimle birlikte SBKP ile kurulan bağlar adına verilen tavizler hükmünü yitirdi, bunun üzerine parti farklı hiziplere bölündü. FKP, parti mirasının meşru varisi olduklarını iddia eden Yahudi komünistlerce reforme edildi, artık gerçekte hem ideoloji hem de pratik bakımından önceki örgütlenme ile çok az benzerlik taşıyordu. Daha da önemlisi parti, büyük ölçüde Yahudi bir nitelik arz etmekte, Filistin’deki yerleşimcilere hitap etmek amacıyla geleneksel komünist konumunu terk etti.[40] Ancak süreç içinde eski FKP’ye birçok yönden benzeyen üyeleri ile birlikte yeni bir grup öne çıktı: Usbatü’t Taharrurü’l Vatanî [“Millî Kurtuluş Birliği” -MKB]. Büyük ölçüde yeni FKP’ye benzeyen MKB, komünist köklerden besleniyor oluşu ile ondan net biçimde ayrıştı ve “ilerici” bir milliyetçi program hazırladı. Üyeleri sadık birer Sovyet yanlısı olan grup, tümüyle SBKP’nin çizgisine bağlandı. Ancak 1947’de SBKP ters yönde hareket etmeye başlayıp ayrışmayı savununca MKB, Moskova’ya bağlılık ve yereldeki millî hareketin desteklenmesi arasında bir kez daha bölündü ki sonuçta bu bölünme örgütün sonunu getirdi.[41]

1948’e dek FKP’de yaşanan değişim ve dağılma, Sovyet siyasetinin, partinin gelişimi ve sonuçları üzerinde nasıl etkili olduğunu gösterdi. Ayrıca bu süreç, Sovyetler Birliği’nin kendi komünist platformunda ve dünya komünist hareketinin merkezîleşme sürecinde verdiği tavizin kendisine sempati ile yaklaşan verili hâkim örgütlerin önemli bir bölümü tarafından paylaşıldığını da ortaya koyuyordu. Görünüşe göre 1943’te SBKP, Arap dünyasındaki komünist hareket üzerinde neredeyse tam bir hegemonya tesis etmiş, yereldeki partiler ise içeride yaşanan kapsamlı bir başkaldırı ile kendi platformlarını kurup geliştirememişlerdi. Bu bağımlılık ilişkisi, Sovyetler’in çöküşüne dek tüm hareketin başına belâ oldu. SSCB’nin 1947’deki Filistin’in parçalanması aşamasında aldığı konum, süreç boyunca Arap komünistlerinin önündeki başlıca engeldi. Genel anlamda bu partiler, hep birlikte mevcut senaryoyu inkâr etme yoluna gitmiş ya da Irak Komünist Partisi Merkezî Liderlik’in (IKP-ML) Filistin ile ilgili 1968 tarihli tespitinde olduğu gibi[42], Sovyetler’e saldırmadan, bu siyaseti yereldeki liderlerin bir sapması olarak görüp onun için özür dilemeye çalışmışlardı. Gene de IKP-ML, iki yıl sonra aksi yönde bir konum alıp Sovyetler’i açıktan eleştirirken, resmî parti, SBKP’yle arasındaki bağımlılık ilişkisini sürdürdü. Aynı şekilde bu, Sovyet siyasetinden ayrışmanın parti disiplininden uzaklaşılmasına ve muhalif bir örgütlenmenin oluşmasına ihtiyaç duyduğu tespitini bir biçimde güçlendirmekteydi.

Cezayir Meselesi

Cezayir komünistlerinin temel doktrini, Cezayir Müslümanlarının Fransız siyaset hayatı ile bütünleşmesi ve bu ülkedeki Müslümanların koşullarının iyileştirilmesiydi. 1954’te Cezayir devriminin patlak vermesiyle Cezayir komünistleri, asimilasyondan, Fransız toplumundaki yerel unsurlarla kaynaşmaktan başka bir yol kalmadığını düşündüler. Oysa bir yanda, 1954’teki silâhlı direnişin koşulladığı bir sürpriz gerçekleşmekteydi. Tam da bu noktada komünistler, birleşip Cezayir devrimini desteklemeye başlayan halkla aralarındaki temasın koptuğunu fark ettiler.

O günden itibaren Cezayir Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin amacı, küçük de olsa devrim pastasından pay almaktı. II. Dünya Savaşı’nda Fransa’da yeraltı hareketini yönetmiş olan Direniş Konseyi’ne benzer bir direniş komitesi oluşturma konusunda Millî Kurtuluş Cephesi’ni ikna edemeyen parti, kendi gerilla birliklerini oluşturdu, ancak çok sınırlı başarılar elde edildi.[43] Sonrasında Cezayir Komünist Partisi Genel Sekreteri Lerbi Buhali, ayaklanmanın patlak verdiği dönemde silâhlı mücadeleye girmekle partinin hatalı bir yol izlediğini kabul etti.[44]

Arap Komünist Partileri ve Nasırcılık

Mısır’da başarılı olmuş 1952 devrimi, bu devletin sınırlarını zamanla aştı. Nasır, asla bir "Mısır milliyetçiliği"ne ya da bir tür devlet merkezli milliyetçiliğe inanan bir isim değildi. Devrimci bir Arap milliyetçisi olarak Nasır, “Arap milleti”nin potansiyel birliğini parçalamaya niyetlenen yabancı faaliyetleri asla kabullenmiyor, aksine devrimci teorisinin geçerliliğinin öncelikle diğer Arap ülkelerine doğru genişlemesi ile tesis edilebileceğine inanıyordu.

Bu sürecin tarihsel dönüm noktası, Mısır ile Suriye arasında 22 Şubat 1958’de bir birlik kurulmasıydı. O gün her iki ülkenin halkı, aksi yönde gelişen kimi koşullara rağmen, devrimci bir faaliyet içine girdi. Tüm Arap devrimci güçlerin yeni oluşan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kucaklaması umulurken, Suriye Komünist Partisi, kendi kimliğini ve politik mevcudiyetini muhafaza etmek için bu birliğe karşı çıktı. Nasır’ın Arap komünistlerine yönelik düşmanlığı onları zora soktu, zira BAC toprak reformunu savunmakta, o güne dek komünistlerce savunulmuş kimi politikalara destek vermekte, ama öte yandan da diğer muhalif unsurlarla birlikte komünist partiyi de yasaklamaktaydı. Esasında Nasır, hem kendi ülkesinde hem de diğer Arap ülkelerinde mevcut komünistleri faydasız unsurlar olarak görmekte, onlara sürekli muhalefet etmekteydi.[45] Dahası, Arap komünist liderler arasında yegâne önemli sima olan Halid Bektaş, Nasır ile ilgili şikâyetlerini Pekin’e iletince SSCB de durumu (istifayı) kabul edip BAC’ı tanıdı.[46] Diğer Arap komünist partileri de Bektaş örneğini takip ettiler, ancak altmışların ortasında Sovyetler, BAC ile ilgili tavrını revize edip onu tanıyınca her şey değişti.

Mısır ve Suriye işçileri arasında komünistlerin kazandıkları gücü göz ardı eden Nasırcılar, Irak’taki gerici rejime karşı, oldukça gerekli olan birliği güçlü tutmak için kitleleri harekete geçirdiler. 14 Temmuz 1958’de Kasım’ın askerî darbesi gerçekleşti, kitleler başarıyla harekete geçirildi ve bu noktada devrimci rejim, BAC ile işbirliğine gitmenin kaçınılmaz olduğuna karar verdi. Başkan Nasır, “Irak ile Arap millî hareketi arasında emperyalizmin tesis ettiği çıkmaz”ı aşmanın yolunu bulduğunu düşündü. Iraklı komünistler, planlarını tüm Arap komünist planına, yani BAC’ı karşılayacak güç olacak şekilde Irak’ı dönüştürme projesine bağladılar; komünistler, böylelikle sekter Arap sağının ve Batılı destekçilerinin yön vermek istediği hattı (ve kuşkusuz farklı yönlerden gelebilecek kimi baskıları), yani süreklilik arz eden “Kahire ile Bağdat arasındaki tarihsel çelişki”ye oynayan çizgiyi kabullendiler. Bu sayede komünistler, Arap birliğini gerçekleştirecek her türden ciddî çabayı frenlemenin yollarını aradılar. Komünist stratejinin niyeti, Irak’ı Arap milliyetçiliğinin ana akımından koparmaktı; bu ana akımı belirleyense, Arap komünistlerinin haklı olarak demokratik bulmadığı BAC’ın kurulmasıydı.

Komünistlerin Suriye’deki çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Nasır’a ve BAC’a yönelik muhalefeti, onların Suriye’nin BAC’dan ayrılması noktasında kimi kapitalist ve feodal unsurlarla birleşmeyi beraberinde getirdi. Suriye, 1961 Eylül’ünde birlikten ayrıldı. Bu dönemde komünistler, birliği getiren ayrılıkçı rejim altında daha fazla özgürlük imkânı bulsalar da Nasır’ın getirdiği sosyalist yasama ve toprak reformlarının faydalarını gören kitleler, komünistlere sırtlarını döndüler. Kısa bir süre sonra halk, zalim Baas rejiminin hedefi durumuna geldi.

Arap Komünizminin Geçmişindeki Açmaz

Arap komünist hareketinin yetmiş yılı aşan tarihi, istifade edilememiş politik fırsatların tarihidir. Komünistler, dolaylı olarak ve hiç de niyetleri olmadan, bölgenin politik gelişimine ve olgunlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Başlangıçta Rusya’da cereyan eden 1917 Ekim Devrimi’nin diğer Üçüncü Dünya halklarına nazaran Arap toplumuna daha sınırlı bir etkide bulunmasına[47], Arapların Sun-Yat-Sen’e ve diğer milliyetçi liderlere yönelik saygısı ile kıyaslandığında[48] Bolşevik Rusya için asla hayranlık duymamasına rağmen, Leninist komünizm, şüphesiz ki daha yakın bir ilgi ve sempati ile karşılanmıştır. Lenin’in Rusya’da proleter devrimin Doğu’daki milliyetçi devrimlerle birliğine dönük çağrısı ciddî bir sempati bulmuştur. Şeyh Muhammed Raşid Rıza gibi önde gelen muhafazakâr İslâmî reformcular bile Sultan Galiyev’e ve eski Çar rejiminin Müslüman Bolşeviklerine yakın sözler sarf etmişlerdir.[49] Yeni kurulan Arap komünist partileri de önemli bir ilerleme kaydetmiş, hasımlarına nazaran, kendi teorik ve örgütsel altyapılarını daha yoğun bir sistematizasyona kavuşturmuşlardır. Ayrıca birinci ve ikinci dünya savaşı sonrası oluşan dünyanın genel politik durumu da onların genişlemesine katkı sunmuş, gelecekteki önder rollerine o günden işaret etmiştir.

Ancak komünist hareket, Arap dünyasında gelişme kaydetmese de güçbelâ hayatta kalmayı becermiştir. Güney Yemen’de yarı Marksist bir rejimin kurulmasına, Ürdün (1956-1957), Suriye (1971-bugün), Irak (1959-1960 ve 1972-1978) ve Sudan’da (1969-1970) sınırlı sayıda da olsa komünistlerin kabinelerde yer bulabilmiş olmasına karşın hiçbir Arap komünist partisi, kendi programını uygulamaya koyma fırsatı bulabileceği bir politik güce hiçbir vakit kavuşamamıştır. Ayrıca şu da belirtilmelidir ki Güney Yemen Millî Kurtuluş Cephesi (sonradan ismini Yemen Sosyalist Partisi olarak değiştirdi.) 1969’da “bilimsel sosyalizm”i benimsemesine karşın, ne bir komünist partiye dönüşmüş, ne de böyle olduğunu iddia etmiştir. Aksine, sahip olduğu ideolojinin kökleri Arap milliyetçi hareketine ve altmışlardaki Arap solculuğuna dayandırmıştır. Arap komünizminin kimi konumlarından uzak duran, melez bir parti olarak o, ayrı bir incelemeyi hak etmektedir.[50]

Komünist hareketin genişlemesi önündeki temel dışsal engel, komünistlerin Soğuk Savaş döneminde mecbur kaldıkları fesatçı yöntemlerdi. Bu dönem, sözkonusu partilerin politik olgunlaşmasını ketledi ve belli ölçüde onları Sovyetler’e bağımlı kıldı. Soğuk Savaş süresince komünist partilere sıklıkla birer fesat örgütü muamelesi yapan muhafazakâr ve milliyetçi rejimlerin zorlamasıyla onlar yeraltına itildiler. Komünistlerin gizliliğe dayalı yeraltı tecrübesi, düşünsel gelişime ve taban örgütlenmesine hiçbir katkıda bulunmadı. Bu da toplumsal değişime ilişkin komünist modelin geçerliliğini ve kabulünü sekteye uğrattı, Arap komünistlerin kendi toplumlarında ve devletlerinde köklü bir toplumsal değişim için gerekli yolları bulma konusunda kimi beceriler elde etmelerine mani oldu.

Şiddet ve baskı biçiminde cereyan eden devlet güvenlik aygıtlarının bu yöndeki muhalefetine rağmen Arap dünyasındaki komünist hareket, ilkin halkçı hareketleri ve ardından sanayi işçilerini harekete geçirme, özellikle sömürge karşıtı dönemde toplumsal değişim lehine politikalar ortaya koymak suretiyle, onları politik failler olarak örgütlemeyi bildi. Bu tür eylemlerle komünist partiler, yeni oluşan bağımsız Arap ülkelerinde hüküm süren politik tartışmanın içine daldılar ve gayet etkili oldular. Böylelikle komünistler, Arap dünyasındaki sömürgeciliğe, toplumsal eşitsizliğe ve kalkınma politikalarına karşı derinlikli bir eleştiri getirerek, halkı politik sürece kattılar ve ciddî bir itibar kazandılar. Devlet düzeyinde resmî bir güç elde edemese de hareket, politik ve toplumsal değişim üzerinde önemli bir etkide bulundu, ancak kırklar, elliler, altmışlar ve yetmişler süresince yaşanan bu politik ve toplumsal değişime yönelik etki, komünistlerin devrimci bir hareketten ziyade, toplumsal bir vicdan hareketi hâline gelmesi ile sonuçlandı.

Arap komünist hareketine dair bu efsane, bugün hayatî bir yol ayrımında. Gorbaçef’in ideolojik teslimiyeti ve Sovyetler’in Aralık 1991’deki çöküşünün yol açtığı şok, komünist hareketi sorgulanır bir hâle soktu ve onun politik yıkımına katkı sundu. Arap dünyasında komünist partiler, küçük bir azınlığı temsil ediyorlardı. Bu partiler, işçiler ve/ya devrimci köylülük arasında asla güçlü bir zemin bulamadılar. Üyeleri, esas olarak uzman aydınlardan ve muhtelif küçük burjuva unsurlardan ibaretti. İdeolojik açıdan komünistler, dinî ve/ya milliyetçi Arap kitlelerine büyük ölçüde yabancılardı. Özellikle elliler ve altmışlardaki etkileri, esasta bölgedeki Batı’nın, özellikle Amerika’nın hegemonyasına karşı verilen mücadele ve İsrail saldırganlığına karşı gelişen Filistin direnişi türünden milletlerarası gelişmelere dayanıyordu. Her iki örnekte de Sovyetler Birliği, çeşitli düzeylerde gerçekleşmiş de olsa, tereddüt etmeksizin, uzun vadede Arap milletlerini destekledi. Önemli ölçüde Sovyetler’in örgütsel ve mali desteği ile eğitimine bağlı olarak yereldeki komünist partiler, özellikle otuzlarda ve kırklarda daha iyi örgütlendiler, diğer Arap politik partilerine nazaran daha etkili oldular. Elde edilen kimi stratejik başarılar, diğer Arap politik güçlerinin takip edeceği hazır modeller temin eden örgütsel yapılarının ve ideolojik gelişkinlerinin bir sonucuydu. Başlangıç aşamasında elde edilen bu avantaj, zamanla geçici olduğunu kanıtladı. Altmışlarda ve yetmişlerde aşırı gelişkin bürokratik aygıtları ve iç demokrasi yokluğu partileri kemikleşmeye ve sonrasında da politik anlamda parçalanmaya götürdü. 1964 gibi erken bir tarihte İlyas Murkus, Arap komünist partilerinin hatalarının “özeleştiri yoksunluğu[51], taşralılık[52], bir yandan bölgede yaşanan millî demokratik devrimler, bir yandan da sosyalist devrime bağlılıkları[53] arasında kalmaları, farklı bir tarihsel ve kültürel tecrübeden ithal edilen hazır taktiklere bağlılık[54] ve bunların doğal sonucu olarak “Stalinist ideoloji”den[55] istifade edilmesi” olduğu sonucuna vardı. Lenin’in “gerçek hayatı ve gerçekliğin gerçek olgularını dikkate alın.” uyarısı ile “dünün teorisine sadık kalmayın, tüm teoriler, en iyi hâliyle, sadece esasın ve genelin taslağını çizer ve sadece hayatın tüm karmaşıklığını kucaklamaya kısmen yakınlaşır.”[56] tespitine uygun davranamayan ya da bu konuda isteksiz olan Arap komünistleri, nadiren de olsa Arap dünyasına has karmaşıklıklara, emperyalizmin dayattığı mücadelelere ve Ortadoğu’da hüküm süren toplumsal sömürüye ilişkin süreklilik arz eden yaratıcı bir analiz gerçekleştirdiler.

Moskova’ya yönelik daimî bağlılık, politik durumlara fırsatçı bir üslupla yaklaşma, hazır taktikleri benimseme ve özeleştiri eksikliğini süreklileştirme komünistleri, ideolojik ve örgütsel yapılarını gerçek bir entelektüel hat dâhilinde geliştirmekten alıkoydu. Tüm partilerde ortak olan otoriter liderlik, kişilik kültünün meşruluğuna yaslanan katı iktidar yapıları ve katılımcı olmayan siyaset üretimi, eski komünist parti üyesi bir tarihçi olan İlyas Murkus gibi önde gelen isimleri ta 1964’te bu partileri “Arap Stalinistleri” olarak etiketlemeye sevk etti.[57] Arap komünist partileri içinde Lübnan KP’si, kendi genel sekreterini barışçıl araçlarla seçen ve değiştiren tek partiydi. Diğer yandan Yusuf Salman (Fahd), 1934’te kurulmasından 1949’daki idamına dek Irak KP’sinin genel sekreterliğini yaptı. 1955’te genel sekreter olan Selam Adil de idam edildiği 1963’e dek bu görevde bulundu. Adil’i takiben göreve gelen Aziz Muhammed de 1964’ten partinin 1995’te dağılmasına dek görevde kaldı ve görevi en güvendiği öğrencilerinden birisine teslim etti. 1928’de Suriye KP’sinin genel sekreteri olan Halid Bektaş, 1995’te ölene dek bu görevi sürdürdü ve yerine karısı geçti; Nikula Şavi, 1947-73 arası dönemde LKP genel sekreterliği yaptı ve parti içinden gelen baskı ile görevini bıraktı. Sudan KP’sinin genel sekreteri Abdul Halik Mahcup bile partinin 1948’de kurulmasından 1971’deki idamına dek görevde kaldı. Halefi Muhammed İbrahim Nugud, bugüne dek genel sekreterlik görevini bırakmış değil.

Öte yandan, bu partilerin hiçbirisi, tüzükleri gerektirmesine rağmen, ikinci kongrelerini hiçbir vakit yapmadı. Bu tarz bir örgütsel katılık, hiziplerin oluşumunu tetikledi ve partilerin toplumsal gücüyle ideolojik etkisini zayıflattı. Fiiliyatta Arap komünistlerinin Gorbaçef reformlarını coşku ile karşılamalarının ana nedeni, örgütsel durgunluktan kurtulma umudu olarak gördükleri demokratikleşmeydi. Tuhaf biçimde bu yaygın olgu, yeni Marksizm yorumlarını teşvik etti, kimi çatışmalara ve kaçınılmaz ayrışmalara neden oldu, hatta hakikî Marksizmi temsil ettikleri hususunda ısrarcı olan rakip yapıların ve çeşitliliğin oluşmasını koşulladı.

Bu ayrışan gruplar, sonrasında milletlerarası komünist hareketinin ve Sovyetler’in kendilerini tanıması noktasında kendi aralarında yarıştılar. Bu rekabet, 1967’de Irak KP’sinden kopan Merkezî Komuta ve 1973’te Riyad Türk liderliğinde Suriye KP’sinden ayrışan Siyasî Büro Grubu sözkonusu rekabet sürecine girdiler. Sonrasında 1985’te Bektaş’tan sonra ikinci adam olan Yusuf Faysal liderliğinde Suriye KP’sinden başka bir grup daha ayrıldı ve aynı parti ismini aldı. Suriye rejimi her iki ismi de tanıdı, rejimin kontrolündeki “İlerici Millî Cephe”[58] denilen politik şemsiye altında her ikisine eşit temsiliyet verdi. LKP’de 1964’te benzer bir kriz açığa çıktı, bu dönemde komünizmin temel öğretileri bile sorgulandı ve ardından İlayü’l Amam [“İleri”] isminde radikal bir grup oluşturuldu, bunu 1967’de kurulan Sosyalist Devrim Partisi’nin (Hizbül Savratü’l İştirakiye) kuruluşu izledi. Sonrasında bu hengâme, 1972’deki üçüncü parti kongresinde kendisini bir kez daha gösterdi. Burada muhaliflerin endişeleri kongreye sunuldu.[59] Bunun dışında Sudan KP’sinde de Nimeyri’nin devrilmesinden sonra benzer bir süreç yaşandı; genel sekreter Abdül Halik Mahcup 1971’de idam edilene dek bu süreç devam etti.

Gorbaçef’in “Yeni Düşünme” tarzı ile birlikte, Arap davasına yönelik geleneksel yaklaşımı, ABD ve İsrail ile yeni bir işbirliğine gidilmesi yönündeki kararla ikame etmesi sonrası Arap komünistleri, tam anlamıyla hayal kırıklığına uğradılar. Kısa bir süre sonra hem SSCB hem de güçlü SBKP milletlerarası siyasetten tümüyle çekilince halefleri, bölgeye yönelik, Arap yanlısı olmayan, tümüyle yeni bir siyaset geliştirdiler.[60] Aralık 1991’de Sovyetler’in dağılması sonrası oluşan yeni Rus devleti, esasında eski Sovyetler’in devamı ya da Rus İmparatorluğu’nun devamı değildi. Yakın zamanlarda Rus Dışişleri Bakanı İgor İvanof’un belirttiği üzere, “Ne fiilî politik sistemi ne de onun sınır dışında ve yakın jeopolitik bölgesinde bulunanların Rus tarihi için belli bir önceliği vardır. Tüm belirtilere bakacak olursak, Rus Federasyonu, milletlerarası ilişkilerin radikal biçimde değişen sistemi dâhilinde faaliyet yürüten yeni bir devlettir.”[61] Sonuç olarak Rusya’nın Arap ülkeleri ile ilişkileri, değişen ideolojik çerçeve ve politik-ekonomik çıkarların farklılaşması ile birlikte, başkalaştı. Arap komünistleri, böylelikle her türlü destekten ve rehberlikten mahrum kaldılar, sonrasında da kendi köklerine ve kaynaklarına dönmek durumunda kaldılar.

Politik birer hareket olarak hayatta kalmak adına değişimlere ayak uydurdular ve yeni dönemin meydan okumalarına kendilerince cevap verdiler. Muhtelif Arap komünist partileri ve hatta ayrışan gruplar, yüzleştikleri sorunlara çeşitli şekillerde karşılık verdiler. Toplamda iki ana eğilim ortaya çıktı: Arap KP’leri, hem daha fazla milliyetçi yanlısı hem de liberal yanlısı oldular.[62] Aynı zamanda Arap komünistlerinin ekseriyeti, politik (liberal) demokrasiyi, bireysel özgürlükleri ve ülkelerinin kalkınması adına “üretken kapitalizm”[63] söylemi ile piyasa ekonomisini benimsediler. En önemli sorun, İslâmcılarla ve diğer dinî köktenci hareketlerle ilişkileriydi. Birçok durumda sözkonusu hareketler, komünistlerin geçmişte sahip oldukları tabanı alıp götürdüler ve Batı karşıtlığı, İsrail karşıtı mücadele, devletçi ekonomi ve eşitlikçi toplumsal adalet gibi KP’lerin programlarındaki birçok unsuru kendi programlarına kattılar. Ancak Arap komünistleri, politik demokrasi ve dinî ideolojik ilkelere karşı sekülerizm gibi meselelerde bu gruplardan dramatik biçimde ayrıştılar. Bugün Cezayir ve Sudan KP’leri gibi kimi partiler dışında hepsi, İslâmcılara güçlü bir biçimde karşı duruyor; Filistinli ve Iraklı komünistler ise bu gruplarla ortak düşmanlarına karşın, stratejik ittifaklar gerçekleştiriyorlar.

Yirmi birinci yüzyılın başında Arap komünistleri, kimlik ve politik mevcudiyet için umutsuz bir mücadele yürütüyorlar. Üye sayıları çok az, geçmişte de o kadar güçlü olmamış olan toplumsal etkileri ise gayet sınırlı. Komünistlerin geniş politik özgürlüklere sahip olduğu yarı bağımsız Irak Kürdistan’ındaki komünist hareketin liderlerine göre halk oylamasında yüzde 4 ilâ 5 civarında oy alınabiliyor.[64] Bölgenin diğer kısımlarındaki etki, nispeten daha da zayıf. Soğuk Savaş’ın ortaya çıkardığı bir sonuç olarak Arap dünyasındaki “Kızıl Tehlike”, ciddî bir gözlemci tarafından da dile getirildiği biçimiyle, artık "gerçek bir tehdit" olarak algılanmıyor. Arap komünistlerinin Arap kitlelerden uzaklaşmış olmaları ve bölgedeki ilerici hareketin önemli ölçüde kenara itilmesi gerçeği, geçmişin tüm gelişmelerinin mantıkî ve kaçınılmaz bir sonucudur. Doğal olarak yeniden diriliş imkânı, komünist toplumsal örgütlenme öğretilerini Sovyet dönemi dogmalarından kurtarma becerilerine bağlıdır.

Ancak gene de Arap komünistleri, uzlaşmış ya da yenilmiş olmalarına rağmen, asla ne göz ardı edilebilirler ne de kolayca unutulabilirler. Bu hareket, kapitalist altyapıdan mahrum, derinlemesine geleneksel ve dindar olan bu bölgede, muhtemelen hiçbir vakit, bir başarı şansı bulamadı. Arap komünistlerinin faaliyetleri ve çoğunlukla kahramanca verdikleri ve önemli kişisel fedakârlıklara tanık olan mücadeleleri kimi önemli etkiler yarattı. Eksikliklerine rağmen Arap komünizmi, bölgenin toplumsal, politik, ekonomik gelişimine dolaylı katkılarda bulundu. İdeolojik spektrum dâhilinde çeşitli konumlarda bulunan politik partiler, Leninizmi politik ve örgütsel bir strateji olarak kullandılar ve çoğunlukla hatırı sayılır bir etki yarattılar. Ayrıca Arap komünistleri, Batı emperyalizmine karşı bir müttefik olarak Sovyetler’in oynadığı potansiyel işleve işaret etme noktasında önemli bir rol oynadılar, böylelikle Arap tarafsızlığı ve bağlantısızlığı için gerekli yolu açtılar. Arap dünyasındaki diğer politik güçlerden farklı olarak onlar, Arap milletlerini yirminci yüzyılın önemli politik mücadelelerine bağladılar, bu bağlantı, ilgili KP’lere önemli politik avantajlar ve başarılar getirdi. 1991’de Sudan KP’sinin liderlerinden birinin de kabul ettiği üzere, “Yirminci yüzyılda Araplar iki büyük yenilginin acısını çektiler: Filistin’in kaybı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü.”[65] Arap sendika hareketi de ilk dönem komünist örgütçülere çok şey borçludur; ilk ilerici emek yasalarının çıkartılması da komünistlerin ön ayak oldukları kampanyaların bir sonucudur.

Günümüz Rus bilim insanlarından biri olan G. G. Kosaç’a göre, Arap dünyasındaki komünist hareketin kurucuları ve liderleri, “ne birer kahramandılar ne de Sovyet Devleti’nin ajanlarıydılar. Onlar, her şeyden önce, her insanda mevcut olan faziletlere ve kusurlara sahip sıradan insanlardı.”[66] Kosaç’ın da tespit ettiği üzere, Arap komünistleri, çoğunlukla kendi ülkelerinin maruz kaldıkları aşağılamalara ve zulümlere sert bir biçimde tepki gösteren Arap millî hareketinden çıkan kişilerdi. Bu isimlerin arzusu, özellikle sömürgeciliğin ve onların haleflerinin kurduğu sistemlerin altında zulme maruz kalan halklarının hayatlarında radikal bir değişim yapmaktı. O dönemde daha iyi bir geleceğe giden yolu gösteren en iyi kaynak olarak görülebilecek Lenin’i ve Sovyetler’i kucaklamalarının da nedeni buydu.[67] Başka bir deyişle Arap komünistleri, genelde Leninizmin mesajındaki güçlendirici unsuru gören ve Sovyet tarzı sosyalizmi kendi koşullarında zulmü ortadan kaldırabilecek gerçek bir siyasete ve eyleme dönüştürmeye gayret eden kurtuluşçu birer Arap’tı.

Belki de en önemlisi, her şeye rağmen Arap komünist hareketinin, Arap dünyasındaki politik söylem üzerinde temel bir etkide bulunmuş olmasıydı. Nasırcılığın temsil ettiği komünist olmayan Arap solu, belli ölçüde Baasçılık, Arap milliyetçi hareketi, Cezayir’deki Millî Kurtuluş Cephesi ve Filistin direniş hareketi, kavramsal ve örgütsel düzeyde komünist hareketten çok şey ödünç aldı. Ayrıca bu oluşumlar, komünistlerin öne çıkardığı meselelere yönelik kendi cevaplarını formüle etmeye mecbur kaldılar. Aynı tespit, ideolojik spektrumdaki diğer gruplar için de geçerlidir. Marx’ın da sıklıkla alıntıladığı Hegelci “tarihin ironisi” tespiti, komünistlerin Arap dünyasındaki muhtemelen en önemli mirası olan politik rakiplerinin gelecek için daha elverişli ve gelişkin ideolojik, örgütsel araçlar tedarik etmesi konusunda da geçerli bir tespittir. Ancak böylesi bir durum, komünistlerin teorik ve pratik zayıflıklarının nihaî şehadetidir aynı zamanda. Arap solunun büyümesi ve güçlenmesi, ilerici eylem analizi gerekliliği bağlamında, komünist partilerin temin etme konusunda sürekli olarak başarısız oldukları kapsamlı ve derinlikli bir seçmen kitlesinin varlığına da işaret eder.

Rus bilim insanları G. Kosaç ve H. Melkumyan’ın da gösterdiği üzere, Arap KP’leri, sayıca az olmalarına rağmen, saflarına Arap entelijensiyasının her daim en parlak ve en ümit verici temsilcilerini katmayı bildiler. Bu sayede sözkonusu partiler, kendi ülkelerindeki sosyo-politik ve sosyo-ekonomik gelişim sürecini etkileme potansiyeline sahip oldular.[68] Sovyetler’in çöküşünün, özellikle lojistik destek ve milletlerarası güvenilirlik konularında, komünist hareketin karşısına ciddî zorluklar çıkarmış olmasına rağmen, Sovyet rejiminin ortadan kalkması, aynı zamanda komünist hareketin kurtuluşu için önemli bir fırsat sundular. Sovyet kontrolünden ve kemikleşmiş dogmatizmden azad olan Arap komünistleri, Arap dünyasının geleceğine katkı sunabilecek yeni bir strateji geliştirme görevi ile karşı karşıya kaldılar. Eğer Sovyet bürokrasisinin ve diktatörlüğünün eksikliği, bugünün komünistleri ve sosyalistleri için önemli bir ders olarak izlenebilirse, hareket, etki alanını yenileyip, Arap gerçekliğindeki geçerli niteliğini tekrar kazanabilir. Politik hareket(ler)in ideolojik ve örgütsel biçimleri, bu hareket(ler) başarılı olmak istiyor(lar)sa, faaliyet yürüttükleri toplum(lar)daki tüm kültürel yapıya, çıkarlara ve inançlara karşılık gelmek zorundadırlar. Arap komünistleri önemli ölçüde başarısız oldular, zira bu partiler, başarı için her daim öngereklilik olmuş olan uyumun bedelini görünen o ki ödeyememişler ya da bu konuda isteksiz olmuşlardır. Diğer yandan, Arap komünizminin tarihinin gösterdiği üzere, toplumsal adaletsizlik, dış güçlere bağımlılık ve dış tehdit koşullarında radikal bir ideoloji için daima verimli bir toprak mevcuttur; Arap komünist hareketi türünden bir hareket, eğer yereldeki toplumsal gerçekliğe uyum sağlama konusunda becerikli ve istekli olan bir liderliğe sahip olursa, bu hareketin gelecekte yeniden ortaya çıkma potansiyeline sahip olduğu ve millî, bölgesel ve milletlerarası meselelerle/politikalarla ilgili geçerli ve gelişkin analizler ortaya koyabileceği ortadadır.

Arap dünyasındaki komünist hareket, bugün tüm dünyaya yayılmış olan modern emperyalizme ve kapitalizme ait gerçeklerle ve küreselleşmeye meydan okuyan ve direnen milletlerarası güçlerle yüz yüzedir. Eğer Arap komünistleri, yerel ölçekte modern kapitalizme ve emperyalizme karşı meydan okumak ve direnmek zorunda ise milletlerarası planda bağlantılar kurmalı ve yerele ilişkin bilgileriyle tecrübelerini milletlerarası foruma taşımalıdırlar. Komünistler, halk desteğini toparlama becerisine sahip bir hareket yaratabilir, refah ve gücün verili dağılımına karşı gerçek bir mücadele verebilirler. Komünistlerin devrimci pratiklerini yerel konuları günümüz küresel direniş hareketine taşıma noktasında devrimci bir pratik içinde olmaları, tersten, küresel direnişi kendi yerelliğine bağlamaları, sadece Arap dünyasında değil, tüm dünyada komünist hareketin gelecekteki geçerliliğini ve elde edeceği sonuçları belirleyecektir.

Tarık İsmail

[Kaynak: The Communist Movement in the Arap World, RoutledgeCurzon 2005, s. 102-123.]

Dipnotlar:
[1] Marx’ın kendisi “diyalektik materyalizm” terimini hiçbir zaman kullanmadı.

[2] Fundamentals of Marxism-Leninism (Moskova: Foreign Languages Publishing House, 1963), s. 87.

[3]Muhsin İbrahim, “Azmat al-Ahzab al Shiu‘iyah fi Al-Mashriq Al-‘Arabi” Al-Hurriya, Beyrut (1 Haziran 1963), s. 8.

[4] Karl Marx, “On Bakunin’s Statism and Anarchy”, Yayına Hz.: D. McLellan, Karl Marx: Selected Writings içinde, (Oxford: Oxford University Press, 1977), s. 561.

[5] Karl Marx, “Letter to Mikhailovsky”, Yayına Hz.: D. McLellan, Karl Marx: Selected Writings içinde, a.g.e., s. 571.

[6] Muhsin İbrahim, “Al-Ahzab al Shiu‘iyah Amam Harakat Altatawir fi Al-Mujtama‘ ‘al-‘Arabi al-Hadith” Al-Hurriya, Beyrut (8 Haziran 1964).

[7] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth (New York: Grove Press, 1963), s. 148-158.

[8] Frantz Fanon, “The Struggle of the Underdeveloped Nations”, Al-Hurriya, Beyrut (7 Ocak 1963), s. 10-11.

[9] The Charter (Bildirge -Kahire: Enformasyon Departmanı), s. 50.

[10] A.g.e.

[11] Joel Carmichael, “The Nationalist-Communist Symbiosis”, Yayına Hz.: John H. Kautsky, Political Change in Underdeveloped Countries içinde, (New York: John Wiley, 1963), s. 57.

[12] “The Tripoli Programme”, African Revolution, Cezayir (Temmuz-Ağustos, 1963), s. 57.

[13] Fuad Nassar ve Aziz Hacı, “The National-Liberation Movement and the World Revolutionary Process”, World Marxist Review (Cilt: VII, Sayı: 3, Mart, 1964), s. 8-13.

[14] Bolşeviklere karşı gerçekleştirilen St. Petersburg, Moskova ve Kronstadt ayaklanmaları için bkz.: Paul Avrich, Kronstadt 1921 (New York ve Londra: W.W. Norton & Company, 1970).

[15] Chris Harman, Class Struggles in Eastern Europe 1945–83 (Londra ve Sidney: Pluto Press, 1983), s. 2.

[16] Tarık Y. İsmail ve Jacqueline S. İsmail, The Communist Movement in Syria and Lebanon (Gainesville, FL: University of Florida Press, 1998), s. 231.

[17] A.g.e., s. 235.

[18] A.g.e., s. 231.

[19] A.g.e., s. 232.

[20] A.g.e., s. 234.

[21] A.g.e., s. 232.

[22] A.g.e.

[23] A.g.e., s. 233.

[24] The Charter, A.g.e., s. 91.

[25] Joseph Stalin, Marxism and the National and Colonial Question (Londra: Lawrence & Wishart, 1941), s. 8.

[26] Münif el-Razzaz, The Evolution of the Meaning of Nationalism, çev. İbrahim Ebu Luhud (New York: Doubleday, 1963), s. 21.

[27] Muhsin İbrahim, A.g.e.

[28] İlyas Murkus, Mawdh‘at Ila Muatmar Ishtraki ‘Arabi (Şam: 10 Haziran 1963), s. 15.

[29] El-Hakim Darvaza, El-Şiu‘iye el-Mahallya ve Maraket el-‘Arab el-Kavmiyya (Beyrut: Dar al-Fajr, 1961), s. 475.

[30] Halid Bektaş, “Special Document: The Soviet Attitude to the Palestine Problem”, (SKP kayıtları), Journal of Palestine Studies (Cilt: VI, Sayı: 1, 1972), s. 202.

[31] El-Hakim Darvaza, El-Şiu‘iye el-Mahallya ve Maraket el-‘Arab el-Kavmiyya, A.g.e., s. 363; Ayrıca bkz.: Tarık Y. İsmail ve Jacqueline S. İsmail, The Communist Movement in Syria and Lebanon.

[32] Walter Z. Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1956), s. 145.

[33] Al Hakim Darvaza, A.g.e.

[34] Walter Z. Laqueur, A.g.e., s. 145.

[35] “Special Document: The Soviet Attitude to the Palestine Problem,” A.g.e., s. 194.

[36] Zachary Lockman, Comrades and Enemies: Arab and Jewish Workers in Palestine 1906–1948, Berkeley ve Los Angeles, CA, ve Londra: University of California Press, 1996), s. 130.

[37] A.g.e., s. 304.

[38] A.g.e.

[39] A.g.e., s. 304-305.

[40] A.g.e., s. 306.

[41] A.g.e., s. 343.

[42] Irak Komünist Partisi-Merkezî Liderlik - “Iraqi Communist Party and the Question of Palestine” (IKP ve Filistin Sorunu -1968).

[43] Michael K. Clark, Algeria in Turmoil (New York: Universal Library, 1960), s. 320.

[44] A.g.e., s. 324.

[45] Tarık Y. İsmail, Politics and Government in the Middle East and North Africa (Miami, FL: Florida International University Press, 1991), s. 337.

[46] Uri Ra’anan, “The USSR in the Near East: A Decade of Vicissitudes”, Yayına Hz.: Jack H. Thompson ve Robert D. Reischaur, Modernization of the Arab World içinde (New York: Van Nostrand, 1966), s. 241-245.

[47] M. S. Agvami, Communism in the Arab East (Bombay: Asia Publishing House, 1969), s. 221.

[48] A.g.e.

[49] İlyas Murkus şunları yazar: “Bolşevizm, sadece sosyalizmin öteki ismidir, sosyalizmse, işçilerin kapitalist ve zalim hükümetlerden kurtuluşunu ifade eder. Müslümanlar onun başarısını ummalıdırlar, zira onlar da işçidirler ve aynı zulümden muzdariptirler ve eğer sosyalizm başarılı olursa halkın zaptı sona erer. Doğrudur, komünizm şeriatla uygunluk içinde değildir, ancak Avrupalı hükümetlerin faaliyetleri de şeriata uygun değildir.” Akt.: A. H. Hurani, Arabic Thought in the Liberal Age 1798–1939 (Londra, 1962), s. 304.

[50] Yemen Sosyalist Partisi ve evrimine ilişkin daha fazla malumat için bkz.: Tarık Y. İsmail ve Jacqueline S. İsmail, The People’s Democratic Republic of Yemen: Politics, Economics, and Society; The Politics of Socialist Transformation (Boulder, CO: Lynne Rienner Publishers, 1986).

[51] İlyas Murkas, Tarik El-Ahzab El-Şiu‘iye fi el-Vatan el-‘Arabi (Beyrut: Al-Tali‘ah Press, 1964), s. 145-148.

[52] A.g.e., s. 149-156.

[53] A.g.e., s. 157-162.

[54] A.g.e., s. 163-167.

[55] A.g.e., s. 168-175.

[56] V.I. Lenin, “Letters on Tactics”, Collected Works içinde (Moskova: Progress Publishers, 1964), Cilt: 24, s. 45.

[57] İlyas Murkas, Neşriyat el-Hizb ‘ind Lenin was el-Mevkif el-‘Arabi el Rahin (Beyrut: Dar al Haqiqah, Mart, 1970), s. 208.

[58] Bkz.: Tarık Y. İsmail, The Communist Movement in Syria and Lebanon, s. 81-100.

[59] A.g.e., s. 168-213.

[60] Haleflerden kastım, Rus devleti onun yönetici partileri ve kurumlarıdır. Burada Rus politikasında önemli bir aktör olmasına karşın, milletlerarası politikaya çok az etkide bulmuş olan Rusya Komünist Partisi’nden söz etmiyorum.

[61] Igor Ivanov, “The New Russian Identity: Innovation and Continuity in Russian Foreign Policy”, The Washington Quarterly (Cilt:. 24, Sayı:. 3, 2001), s. 7.

[62] Falih A. Cabbar, “La Perestroika et les Partis Communistes Arabes”, La Pensée (Cilt:. 313, 1998), s. 112.

[63] A.g.e., s. 109.

[64] A.g.e., s. 111-112.

[65] “Communist Head Discusses Gulf War, National Politics” (Hartum’da Kemal Hamid tarafından Muhammed Naqd ile yapılan mülâkat, tarih belirtilmemiş.) FBIS (18 Temmuz 1991).

[66] G.G. Kosach, Krasnyi Flag Nad Blizhnim Vostolcom? Kompartii Egipta, Palistiny, Sirii I Libana u 20–30 e gody (Moskova: Institut Stran Azii i Afriki pri MGU im Lomonosova, 2001), s. 416.

[67] A.g.e., s. 416-417.

[68] G.G. Kosach ve H. Melkumyan, “Rossija, Blizhnij Vostok i Arabskij Mir: K voyrosu ob osnovah vzaimodeistvia,” Rosij no Blizhnem Vostoke: Celi zadatshi, vozmozhnosti içinde (Moskova: İsrail ve Ortadoğu Çalışmaları Enstitüsü, 2001), s.125.