30 Nisan 2015

, ,

Aritmetik

Türkiye’de örgüt vardır, komünist parti yoktur.
Komünist parti, verili duruma ve döneme göre, mevcut dinamikleri örgütleyen ve onlara örgütlenen örgütlerin devrimci kolektifidir. Bu gerçeği, “kutsal birey” putuna kurban etmek ve onun kaprisleri önünde diz çöktürmek, hatalıdır. Dolayısıyla komünist parti, üç-beş kişinin fantezisi, kurgusu değil, kolektif mücadelenin sürece dair bir ürünüdür.
Bugün örgütler, belirli özel şahısların hikâyelerine dairdirler. O şahısların fiziği, kimyası ve biyolojisi, esası teşkil etmekte, onun dışındaki gerçek ona göre eğilip bükülmektedir. Örgüt şeflerinin “içimizdeki zararlı unsurları kustuk” demeleri ile Erdoğan’ın ülkeyi kendi bedenine dair bir imge olarak kullanması arasında fark yoktur. Zaten bu örgütlerin muhalefeti, basit bir garez ve haset üzerine kuruludur.
Fizik, kimya ve biyoloji tekil şahıslara kapatılınca, dış dünya ancak aritmetiğin konusu olabilmektedir. Belirli bir fiziği, kimyası, biyolojisi olan, ona tapan özneler, pratikte ancak aritmetikten söz edebilmektedirler. “Sayma becerisi” olarak aritmetik, bitmiş fizikî, kimyevî ve biyolojik bir varlığın olgun meyveleri dallarından toplamasıyla ilgilidir. Örgütlerin birbirlerinin olgunlaşmış kadrolarına, imkânlarına, araçlarına, yöntemlerine, teorik birikimine göz koymalarının sebebi burada aranmalıdır. Mülkiyetçilik ve rekabetçilik, burayla ilgilidir. Bu hatta girilince, fizik, kimya ve biyoloji, basit rakamlara kapatılmak zorundadır. Sol, bu kapatmanın adıdır.
Bugün esasen sol şefler şahsında hareketin fiziği kilitlenmiş, kimyası çözülmüş, biyolojisi çürümüştür.
Taksim’e çıkmak, ortak fiziğin, kimyanın, biyolojinin emri, ihtiyacı doğrultusunda talep edilmemektedir. Daha fazla kitleye ulaşmak, kilitlenen yerleri açmak, çözülen yerleri bağlamak, çürüyen alanları diriltmek değildir amaç. Kilitlenmeyi, çözülmeyi, çürümeyi isteyenler bellidir.
Bitmiş-tamamlanmış özne, kitlelerin derdine-öfkesine örgütlenmeyi de bilememektedir. Özne, sanki o kitlelerin fiziğinden, kimyasından, biyolojisinden ürktüğü için özne olmuş gibidir.
Engels “İhtiyaç her şeyin anasıdır” demektedir, Avusturya İşçi Marşı ise “Anamız işçi sınıfı.” Demek ki ihtiyacın sınıfsallığı belirlenmeli, sınıfın ihtiyacı gözetilmelidir. Özel şeflerin kendi özel fiziğini, kimyasını, biyolojisini koruma çabası, ihtiyacı ve sınıfı kapı dışarı etmek zorundadır.
Koruma çabası, ona uygun kadro üretmektedir. Kadrolar, ancak o özel kişilerin özel ihtiyaçlarını görebilmektedirler. Bu da kadroların, mazlumların-sömürülenlerin fiziğine, kimyasına ve biyolojisine karşı körleşmelerine neden olmaktadır. Hayat, bir süre rakamlarla oyalanarak geçmekte, sonra gerçek rakamlar (maaş, kariyer, basamaklar, arkadaş sayıları vs.) baskın hâle gelmektedir. Zımnî anlaşma gereği, şefler, herkesin kendisi gibi olmasını istemekte, ama kimsenin kendisi gibi olmasına izin vermemekte, bunu istememekte, sonuçta da kadrolar, kısa sürede hareketi terk etmektedirler.
Ortada devrim gibi ağır bir iş süreci varsa, ağır bir yükü kaldırmak için başkalarına ihtiyaç duyulması gibi, bu iş için de her daim başkaları gözetilmelidir. Ötekicilik, postacılık, bu başka hayatı, başka insanları, başka dinamikleri kendi oldukları yerde boğmaya yazgılıdır. “Bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” diyen bir sözleşme yürürlüktedir.
Sınıf derken, bu açıdan, meslekî ideolojilerin kendi dünyalarına benzetmek istedikleri bir yapıdan söz edilmemektedir. Sendikalar ve odalar, politikmiş gibi görünme imkânından başka bir şeye yaramamaktadırlar. Herkes her şeyi kendisine boğduğundan, bu tip mevziler de basit birer mevkie dönüşmektedir. Aritmetik bilinci, buralardaki fizikî, kimyevî ve biyolojik süreçleri örtmek zorundadır.
Devrim denilen iş süreci, ortaklaşmayı zorunlu kılar. Devrim, şiddetini hissettirdiğinde, dip dalgada bir toparlanma söz konusu olur iken, yüzeydeki köpükler olarak sol örgütler sağa sola kaçışırlar. İşten kaçan, kaytaran insanlar başa geçerler. Mahallesindeki bakkalla, otobüsteki insanlarla, yolda, orada burada halkla teması artık devrim değil, kendi bireyselliğini korumak ve yaldızlamak amaçlıdır.
Oysa Taksim, bir imgedir. Tarihselliğiyle devrimcidir. Taksim’e çıkma iradesi, ara sokaklara, o sokaklarda bulunan ve artık örgüt bürolarının yerini almış bar ve kafelere işaret etmekle ilgilidir. Aritmetik bilinci, “dostlar alışverişte görsün” anlayışını anbean güncellemek zorundadır. Eylemler, rakama indirgenmiş arkadaşların görüldüğü bir ziyaret yeridir. Bu anlayış, kendi fiziğini, kimyasını ve biyolojisini mutlaklaştırmaya, kitlelerin fiziğine, kimyasına ve biyolojisine ise ancak rakamlar üzerinden tahammül edebilmeye mecburdur.
Aritmetik anlayışının bir yansıması da, parçası olduğu yapı tarafından içi boşaltılmış, tasfiye edilmiş Antikapitalist Müslümanlar’ın, iş işten geçtikten sonra, ittifak konusu olabileceğini söylemektir. “İttifak” sözü, AKM’nin yerli, kendisini dışsal görmekle ilgilidir muhtemelen. Burada, Soros vakıfları türünden, yerli ortaklar aranmaktadır. Onun sahip değil, ait olduğu fizik, kimya ve biyoloji, asla ciddiye alınmamaktadır. Ya da kendisini yerli kabul etmekte, İslam’ı yabancı unsur kabul eden Kemalistler gibi, onu kandırma yoluna gidilmektedir. AKM, toplum denilen niceliksel toplama ait bir hesap kalemi olmadığına göre, buradaki ittifak arayışı üst, yönetsel hesaplara dairdir, alta, devrimci olana değil.
Burjuvaziyle sahte, yalan bir eşitlikçi hülya ile ilişkilenen, işine geldiği yerde onun sofrasına oturan küçük burjuvazinin, mazlumların-sömürülenlerin fiziğinden, kimyasından ve biyolojisinden korkması, onları rakamlara hapsetmesi kaçınılmazdır. Kurtuluş mücadelesi, bir yönüyle, bu hapisten kurtulmakla da ilgilidir. Taksim, ya zindan ya da hürriyet kapısıdır. Tercihi belirleyecek olan, gene ihtiyacın sınıfsallığı, sınıfın ihtiyacıdır.
Eren Balkır
30 Nisan 2015

29 Nisan 2015

,

Damar


Canavar düdüğü öttü Soma’da.
Keşan’da, Karakeçili’de, Lice’de, Digor’da, al biberden al oldu,
Kanayan yürek.
"Madende açık alev" diyordu haber,
Yokladım, ciğerimdeki ne idi?
Bant kantarı tartamadı üç yüz efeyi.
Bir çığlık!
“Bundan gari boş evim, boş tabağım,
Dirgenimi toprağa mı sallasam, kendime mi saplasam?”
Efeler yarı baygın, efendiler sağır.
Bürgüler mendil oldu,
Babalar, bebeler lal.
Boynuna baktım, damarlar…
Çökmüş, zift karası suretinde damarlar efenin.
Bir dinamit patladı bugün,
Vicdanın rezervinde bir damar bulundu,
Değerli, paslanmayan bir madenin damarı.
Bu damar,
Kavlakların kof seslerini bastırdı, usulca.
İlenmedi kalanlar, yalnız zahireyi çıkarıp serptiler,
İncir ağacının dibine.
Yediveren inciri,
Umudu,
Kardeşliği,
Adaleti verdi,
Sebatı,
Işığı,
Kas, inanç ve hissin harmanından bu düzeni yenecek kuvveti,
İştirakî verdi!
Zeyno Ceren
İştirakî dergisi
Sayı 3-4

28 Nisan 2015

, , ,

Şeytan Ayrıntıda


CNN’in Türk olanının reytingi, HDP’nin muhtemel oy oranını belirleyecek. Eskiden CNN’e çıkmayı en fazla utanç meselesi sayan solun kitle partisi, bu kanalın, genelde penguen medyasının desteğini arkasına almış görünüyor. Demek ki reel sosyalizmi eleştirmek, devleti çöpe atmak, onu anıştıran ne varsa kapı dışarı atmak, stüdyo kapılarını da aralıyor.
Bebeği yıkayanlar, bebeği yıkadıkları suyu dökerken bebeği de atıyorlar. Onu neden ve nasıl yıkadıklarını unutuyorlar. Belki de bebeği istemediklerinden, yıkama işlemi, ondan kurtulmak için ifa ediliyor.
Tam da bu sebeple, “Demokrasiyi bir devlet biçimi olarak gören anlayışın ne kadar yanlış olduğu artık netçe açığa çıkmıştır” deniliyor. Bu sözü eden, “demokrasiyi devlet biçimi olarak görenin Lenin olduğunu gayet iyi biliyor. Netliğin, açıklığın hangi düzlemde mümkün olduğu ise sorgulanmıyor. Hangi düzleme çıkıldıysa, orası emrediyor bu cümleleri. Dolayısıyla bu cümleler, Leninist olduğu iddiasındaki yapıların silâhlı birimlerini en fazla “tracking ve dağcılık kulübü” düzeyine düşürmek zorunda.
Devlete ve iktidara küfreden bu dil, nedense Marx’ın bu minvalde geliştirdiği Paris Komünü eleştirilerini ve o eleştiriler üzerine bina edilen Ekim Devrimi’ni de tarihten silmek istiyor. Ama silâha tapanlar, bu dilin işçi, mazlum, yoksul kitlelere yedirilmeye çalışıldığını hiç anlamıyorlar. Onların dikey, hiyerarşik, disiplinli bir örgütlü kalkışma potansiyeli toprağa gömülüyor.
Düşman gösterilerek, ona işaret edilerek, kitleler, düşmanın kullandığı araçlardan soğutulmaya çalışılıyorlar. Parti gibi parti, bu coğrafyanın eşiğinde tutuluyor, içeri sokulmuyor. Kök salmasına izin verilmiyor. Zımni anlaşma bizlere bunları öğütlüyor. İşçi-emekçideki disiplin ve “dayatmacı” yan törpülenmek isteniyor.
* * *
Sol, kitleleri bireylere bölüyor; bireyleri bu bağlamdan çıkartıp, onu politik kılan tarihsel-toplumsal dinamiklerden arındırıyor. Varlık sebebi bu. Dolayısıyla Alevi olmayan, “Alevi kökenli” solcular, Alevileri terk ettiğinden, Aleviliğin komünizme açılan eşiğinde durmayı asla bilemiyorlar. “Sizdeki derdin ve öfkenin sebebi Alevilik. Ondan kurtulun, benim gibi özgür birey olun” diyorlar. Tek tek “kutsal birey”leri avlayabileceğini zannediyorlar. Bu konuda pazarlamacılığın, promosyon yöntemlerinin, halkla ilişkiler araştırmalarının, tüketim ideolojisinin dilini kullanıyorlar. Sokakta dağıtılan bildirileri, bizzat kapitalizme hizmet ederek geçinen özel bireyler hazırlıyor. Onlar da örgütlerin arkasından, “nasıl kandırıyoruz enayileri!” diye dedikodu yapıyorlar.
Özel bireyler, kendi “devlet”leri adına, her şeyde devlet görüyorlar. Sınırsız-sınıfsız bu özel bireyler, kendileri gibi sınıfsız-sınırsız bir devlet kurguluyorlar. Onu her yere yayarak, burjuva niteliğinden arındırıyorlar. Burjuvaziden arındırılmış kendinden menkul, düşman devlete karşı herkes demokrasiye ikna edilmeye çalışılıyor. Devlet burjuvaziden arındırılarak, demokrasi rahatlatılıyor, özgürleştiriliyor ve oradan da cümle âlem burjuva pazarına örgütlenme imkânı buluyor.
Mazlumların-fukaranın tüm öfkesi, itirazı, kavgası bu düzeye, yani pazarda tezgâh sahibi olmaya indirgeniyor. Oysa o pazarda tezgâh sahibi olmak, sadece özel bireylere mahsus bir imtiyaz. Esnaf-zanaatkâr ideolojisinin orta sınıf meslek ideolojileri ile paslaşmasını ve bu tezgâhlara kul olmasını burada aramak gerekiyor. Bu kesimin yürüttüğü reklâm ve propaganda çalışmasında birden işçi bir adayın olduğu anımsanıyor ama kimse, o işçinin neden seçilebilir bir yerde aday olmadığını, neden birilerinin pahalı takım elbiseleri, otomobilleri ile kürsüden inanmadığı sözleri savurup çekip gittiğini sorgulamıyor.
AKP, başta Kürd’ün “parti-devlet”ini tasfiye etmek, sol-sosyalist hareketi en dipte tutmak için “muktedir” kılınmış bir yapı. İtiraz edilmesi, direnç geliştirilmesi gereken, onun kolektif hareketi kilitlemeye çalışması, küçük büyüklü burjuva siyasetinin birer figüranı hâline getirmesi, mazlumların, yoksulların zalime ve sömürücüye karşı muktedir olma imkânlarını yok etmeye çalışmasıdır. Onun dışında, seçimler ve başka hususlar ayrıntıdır ama şeytan her daim oralara gizlenmektedir.
Eren Balkır
28 Nisan 2015
,

Beş Önemli Gerçek

Baltimore Protestolarının Arkasındaki Beş Önemli Gerçek

Freddie Gray’in ölümü, Maryland eyaletinde ölümle sonuçlanan bir dizi olayın en sonuncusu. Bu gelişme, halkın yükselen öfkesini de izah eden bir gerçek. Afro-Amerikan olan Freddie Gray’in polis gözaltısı esnasında ölmesi, Baltimore sokaklarını sarsan büyük gösterilere yol açtı. Gray gün ortasında bir arkadaşıyla sohbet ederken polis tarafından durduruldu. Gözaltındayken gördüğü şiddetten ötürü omuriliği ciddi hasar gördü, komaya girdi ve sonrasında da vefat etti. Baltimore Şehri Emniyet Müdürlüğü bu ölümdeki sorumluluğunu kabul etti ve Gray’in gördüğü tahribat sonrası gerekli ilgiyi göstermediğini ve sağlık ekiplerini daha erken çağırmaları gerektiğini söyledi. Ancak Gray’in ölümle sonuçlanan bu tahribata nasıl maruz kaldığını polis henüz izah etmediği için, soruşturma hâlâ devam ediyor. Özellikle siyahların hedef alındığı yaygın polis şiddetiyle bağlantılı bu ölüm, kentte yoğun bir öfkenin fitilini ateşledi.
Amerika Sivil Hakları Birliği’nin dile getirdiği aşağıdaki beş önemli gerçek Baltimore’luların öfkesine dair bir görüş geliştirmemize imkân sağlıyor:
1. 2010-2014 arası dönemde sadece Baltimore şehrinde polisle yaşanan çatışmalarda 31 insan öldü. Tüm Maryland eyaletinde ise ilgili dönemde ölen insan sayısı 109.
2. Maryland’de ölen insanların 75’i siyah ki bu da toplam içerisinde %69’luk bir orana denk düşüyor. Oysa eyaletin sadece üçte biri siyah.
3. Polisler 109 vakanın sadece ikisinde mahkûm edilmişler.
4. Maryland’da 140’tan fazla eyalet ve lokal emniyet teşkilatı var ama bunların sivil kayıplarına ne sıklıkta veya hangi koşullarda dâhil olduklarına dair resmî bir izleme yapılmıyor.
5. Toplam içerisinde ölen 41 kişide tıbbi ya da zihinsel sağlık sorunu, engellilik, madde kullanımı veya benzeri bir hususa rastlandı.
Telesur

27 Nisan 2015

, ,

Balon


Burjuvazinin iki yüz yıl önce yere düşürdüğü bayrağı alıp göğe yükseltmek… Önerilen ve uygulanan siyasetin özü bu. Bir avuç azınlığın yüceye kurulduğu kurguda, kabaca, aradaki sınıfsal katmanlar, orta sınıf veya daha dar anlamda küçük burjuvazi, söz konusu azınlığın varlığına öykünmeyi, onun yaptıklarını yapmayı önermekten başka bir şey yapmıyor. Burjuva siyaseti, aşağıdan, kendi ajanlarını bulup yanına çağırıyor. Buna “özne olmak” diyorlar. Allah’sızlığın öteki ismi, bu oluyor.
Erdoğan Aydın’ın ağzından çıktığı biçimiyle, “İslam öncesi putperestlik dönemi daha demokratikti” cümlesi, böylesi bir öneriyi sunuyor aslında. Mit, put veya kutsal olan, burjuvazinin çeşitli kültürel-ideolojik yansımaları olarak iş görüyor. Yükselmek için sağ ya da sol şeritten yukarı çıkmaya bakanlar, yücedekini her yer ve zamanda alttakilere kabul ettirmek için uğraşıyorlar. AKP, sağ şeritten çıkanları toparladığı için başarılı bulunuyor. Başarıcı siyaseti sola önerenler, “sol-AKP” türetmenin tek çıkar yol olduğunu söylüyorlar. Biri, “benim ecdadım Ermeni öldürmedi” diyor, diğeri de “Ermenilerden özür dileriz”… Omuz başımızdaki boşluk, sırtımızdaki soğukluk, efendiler adına, tüm şiddetiyle muhafaza ediliyor. Yükselenler, Ermenilerin mallarıyla zengin olup yükselmiş olanların yanına çıktıklarını iyi biliyorlar. Sağ ve sol yaklaşım, bu konuda da söz konusu şiddeti etkisizleştirmek için var.
Sağ yaklaşım, yücedeki gücün eylemine; sol yaklaşım sözüne öykünüyor. Aradaki yarış, alt ve üst arasındaki kadim kavganın şiddetini düşürüyor. Söz konusu şiddetin dağıtılması, etkisizleştirilmesi için, eylemle sözün aynı ortak güce ait olduğu gerçeği örtbas edilmek isteniyor. Yükselmeye, yüksek siyasete odaklananlar, öykünme yöntemlerini yarıştırıyorlar. Sol da sağ da bu amaçla, “dayatma”dan bahsediyor. “Eylemini dayatma” diyen, kendi sözünün; “Sözünü dayatma” diyen kendi eyleminin yüceliğine ve kutsallığına iman ediyor. Burada liberallerin hamleleri, ilgili güzergâhı veriyor. Geçmişte “kutsal söz”le yol almış AKP’nin arkasında duran liberaller, bugün gene geçmişte “kutsal eylem”le yol almış Kürd’ün arkasına saklanarak, ilerlemeye çalışıyorlar. Bu ilerlemenin, geleceğin sosyalizmi için, bugünde halkın zihninde, gözünde olan perdeleri bir bir yırttığını düşünüp kendini kandırmak da sosyalistlere düşüyor. Kutsallığın burjuvaziyle tanımlı bir olgu olduğu görülmüyor.
Selahattin Demirtaş, bir TV konuşmasında, “bizde sosyalist gelir sosyalizmi anlatır, Müslüman gelir İslam’ı anlatır ama ne sosyalist sosyalizmi, ne de Müslüman İslam’ı başkalarına dayatır” diyor. Sorulması gereken soru şu: Müslüman’a ve sosyaliste bu yüce gönüllülüğü gösteren, lütufta bulunan kimdir ve nedir? Demirtaş, sosyalist ya da Müslüman değilse, kimdir ve nedir? “Üstte, yücede bir şey olmasın” derken, sadece serbestçe semada süzülenlere ve yükselmek isteyenlere seslenilmiş olmaz mı? Lütfeden irade olarak “eylem”i sorgulamak, onun batı ve liberalizmle bağlantılı yanlarını tartışmak, o eyleme düşmanlık mıdır yoksa o eylemi gene özel insanlara kapatanlara inat, kolektivize etmek, toprağa yedirmek midir?
Ya da İslam öncesi putperestlik döneminin “demokratikliği”ni yücede, üstte sağlayan nedir? Örneğin bugün HDP’ye negatif herhangi bir eleştiri, neden bir “mit, put veya kutsal”la karşılanıyor? “PKK”den “LGBT” veya “kadın”a bir dizi putun eleştirilerin önünü almak için devreye sokulması, irtifa ile ilgili olabilir mi? Bunları istismar edenler, bir ve aynı öznenin çeşitli tezahürleri midir?
İrtifada mesele, hem tarihsel ve toplumsal yüklerden arınmak hem de her türlü dayatma imkânını ortadan kaldırmakla ilgilidir. Şiddetsiz dünya, en çok, yücedekilerin hayali olarak dil bulur.
Yüceye, efendilerin yanına yükselme çabası için siyaset, bir balon gibi şişiriliyor. İrtifa kazanmak için halk, sınıf vs. gibi yükler bir bir atılıyorlar. Özel şahısların bindirildiği bu balona bazen hidrojen değil de normal hava üfleniyor, sıkıntı burada yaşanıyor. Örgütlerin balon gibi şişip sönmesinin sebepleri burada aranmalı. O kadar çabaya rağmen, kurtulmak istenen “aşağılık, kaba, kontrolsüz” kitlelerin arasında dolaşmak, balonu tehlikeye sokuyor. “Dayatma” gibi görülen, hissedilen bu kitleler ve onun kolektif şiddetidir.
Kişilerin gündelik pratikleri içerisinde de bu yönde sonuçlar alınıyor. Sınıf atlama, yükselme ve burjuvaziye yaranma derdiyle, önce birileri kurban seçiliyor. Dışarı atılıyor. Örneğin Sivaslı bir genç, kendi doğusundaki insanı aşağılayıp ona vurarak yükselmek istiyor. Ona topukları ile vurup yükselmek öğütleniyor. Halkın cahilliği, geriliği, sıradanlığı gibi konular, gündelik sohbetleri kaplıyor birden. Elde millet ve din ile ilgili cephanelik sağlam olduğundan, derhal bu imkânlar kullanılıyor. Mekânlar değiştiriliyor, dil ve üsluba çekidüzen veriliyor. Diyalektik ve madde, kendi özneliğinin parantezine alınıyor; kitleler, metafiziğin ve değersiz bir ruhun kölesi kabul ediliyorlar. Bu, yükselmek için bir bahane olarak kullanılıyor. Özünde, parantezdeki diyalektik ve madde, döne dolaşa ya burjuvaziyle tanımlanıyor ya da ona doğru büzülüyor. Kitlelerin içerisinden birileri, yenik, ezik, düşmüş, garip olmaya mahkûm insanlardan tiksinmeyi, onlardan kaçmayı öğreniyorlar. Böylelerine saray kapıları hemen açılıyor.
Burjuvazinin iki yüz yıl önce düşürdüğü söylenen bayrakta özetle üç renk vardı. Beyaz, mavi ve kırmızı, bugün kimi solcuların aklında ve dilinde, “kesk u sor u zer”e dönüşüyor. Yeşil-sarı-kırmızı, yeni yükselen balonun rengi oluveriyor. Bu, hem bu toprakların kolektif şiddetine örgütlenmiş, onu örgütlemiş bir yapının dağıtılması, hem de onu istismar ederek yükselmek için yapılıyor.
Yüceyle, yükselmeyle tanımlı siyaset, özel insanlara, özel pratiklere bakıyor sadece. Örneğin PKK önderi, eldeki sonuç üzerinden, sırf başarılı bir kişi olarak örnek alınıyor. Her şey bireysel beceriye indirgeniyor, böylelikle özel bireyler, kendi becerilerine işaret etme imkânı buluyorlar. Aynı özel bireyler, Türk ve Müslüman içerisinde siyasi çalışmada da onun yöntemini öneriyorlar. “O, Kürd’ü aşağılayarak, ezerek bugüne geldi, biz de aynısını yapalım” deniliyor. “Adam bir ‘sömürge’ dedi bu hâle geldi, biz de her şeye ve her yere ‘sömürge’ deriz, çok daha başarılı oluruz”dan başka bir şey söylenmiyor.
Genel siyaset bağlamında da aynı yöntem öneriliyor. AKP ve bilcümle sağ siyaset, Tayyip Erdoğan’a indirgeniyor. Ona karşı mücadele, doğalında, sadece yükselmek isteyen özel balon sahiplerine, bireylere hoş gelecek bir içeriğe ve biçime kavuşturulmaya çalışılıyor. Bu, betonun soğuğunu, toprağın sıcağını duymamak için yapılıyor. AKP ise kendisini buradan tahkim ediyor. Kendisine de kızan öfkeli halkı gene örgütlemeyi biliyor. O öfkeden, şiddetten kaçan sol ise AKP ile mücadele ettiğini zannediyor. Bu mücadele, sadece yükselmek için ifa ediliyor. AB kriterlerine topyekûn ikna edilmek istenmemizin nedeni de burada. O kriterleri dillerine pelesenk edenlerin Yunanistan, Portekiz, İspanya sokaklarındaki derde ve öfkeye bakması gerekiyor. Bir avuç efendinin özel koşullarda, üç-beş kömür maden ocağı üzerinden, Sovyet tehdidi bahanesiyle, dışa dönük saldırıları için anlaşmış olmasında, genel, evrensel ilkeler bulmak cidden sorunlu.
İlkeler adına balona binip yükselmek için topuklarıyla mazlumlara, fukaraya vuruyorlar. Onun ahlakını ezerek yükselmek isteyenler, “sokaklara çıkın sevişin, sevişmek politik bir eylemdir” diye yazılar döşeniyorlar. Bu yazılar, bir yanıyla cinsel ilişkinin yasak olduğu dağlara söylenmiş oluyor. AB kriterleri, Botan ve Okmeydanı kriterlerini tasfiye etmek istiyor. Buna mecbur. Para ve metanın akışı için aşağının rahatlaması, kontrol altına alınması, sorun çıkaracakların yukarıya kul edilmesi, sadece oraya bakıyor olması gerekiyor.
Tasfiyenin genel tezahürü, bir yanıyla, yüce gönüllülük, lütufkârlık. Mazlumun, fukaranın şiddetini “dayatma” olarak görenler, kendi burjuva efendilerinin yanına çıkmak için böylesi laflar ediyorlar. Hadi diyelim, Demirtaş’ı tenzih edelim; ama “dayatma” sözünün para ve metanın sahiplerine verilmiş gizli bir söz gereği söylendiği açık.
Onların akılları gibi gönülleri de yüce… Fukaranın, mazlumun kolektif iradesine değil, efendilerle yan yana oturma arzusundaki özel şahıslara bakıyorlar. Birden Ermeni oluyorlar, vazgeçiyorlar, Türk olup Ermenilerden özür diliyorlar. Havada uçtukları için her şey olabiliyorlar. O uçsuz bucaksız şiddeti özel bir-iki Ermeni’ye; komünizmi özel bir-iki kişiye, teoriyi özel bir akla kapatıyorlar. Kendi örgütsel kariyerlerini, yükselme imkânlarını, örgüt şeflerinin içki masalarına oturma şansını düşünüyorlar sadece. Onun dışında her şey tüketilecek, mendil gibi kullanılıp atılacak nitelikte.
Kim fukara-mazlum halkın aklıyla, kendisiyle dalga geçiyorsa, burjuvazinin tanrısına, yükselmek için dua ediyordur. Yüksek siyasetin hâkim olması, bu “din”le ilgilidir. Bu nedenle, soldaki “neden kitleselleşemiyoruz?” sorusu boş ve yalandır.
Eren Balkır
26 Nisan 2015

22 Nisan 2015

, ,

Bir Düğün Bir Cenaze


HDP’nin seçim bildirgesi, itikatta liberal, amelde sosyal demokrat bir programdır. Genelde HDP’nin “Twitter partisi” kulislerinde kullandığı bir cümleye atfen, “çocuklara masal” derekesindedir. Huzur, iç güven, istikrar zeminine oturmaktadır. Dolaylı olarak AKP’ye eklemlenmektedir. Liberaller, dışarıdan ve içeriden verdikleri destekle, HDP’yi muhtemelen AKP’nin “yaramaz” müttefiki olmaya zorlamaktadırlar. AKP koalisyon yaygarasını bile seçim malzemesine dönüştürebilmektedir. Öz itibarıyla CHP’nin ekonomik önerileri, AKP’nin ekonomi politikalarının ve sicilinin “başarılı” olduğunu dolaylı olarak teyit etmektedir. Yani AKP, HDP ve CHP’ye “onca şey öneriyorsunuz, kaynağınız var mı?” diyerek kendi tuzağına çağırmakta, onlar da örneğin Kılıçdaroğlu ağzından, “bu ülke zengin, yeterince para var” cevabını vererek bu tuzağa düşmektedir. Dolayısıyla Figen Yüksekdağ’ın “bildirgenin her cümlenin arkasında onlarca yılın mücadelesi vardır” derken “neyin mücadelesi ve kim için mücadele?” sorularının cevabını vermesi gerekir.
Sol, HDP şahsında, 19. yüzyılın ortasında Adiller Birliği ağzından çıkan ütopik “tüm insanlar kardeştir” cümlesinin daha da gerisine düşerek, “tüm canlılar eşittir” noktasına gelmiştir. Bilindiği üzere, Marx-Engels bu sözü “tüm insanlar kardeş değildir, dünya iki sınıftan müteşekkildir” diye tashih etmiştir. Oysa “tüm canlılar eşittir” sözünün politik bir anlam ve bağlam kazanabilmesi için dünyanın uzaylıların saldırısına uğraması gerekir. Böylesi bir boşlukta ileri sürülen öneriler de aynı uzay boşluğunda salınmak zorundadır. Bu soyutluk, mevcut somutun sorumluluğunu almamak, ona müdahale etmemek, “ilkeler siyaseti” üzerinden, somut dumurun somut tahlilini de gerçekleştirememektedir. Dumur, orta sınıfın huzur ve güvene dayalı, tatminsiz dünyasına kapanmakla ilgilidir. Asıl “orta sınıf tuzağı” budur.
Soldaki ütopik apolitizm, “gençlik ve kadın” denilen sınıfsız, sınırsız, politika dışı bir kavramsallaştırmaya denk düşmektedir. 100 yıl önce sol partiler, işçileri nicel, sayısal olarak ele alıp işçilerin sayılarının artışına bakmışlar, bu yönde seçimlerde başarı imkânları aramışlardır. Yüz yıl sonra o işçilerin yerine, gene soyut bir gençlik ve soyut bir kadın sosyalitesi ikame edilmiş görünüyor. Aynı nicelikçi yaklaşım, işçileri daraltıcı buluyor, sayısal baktıkları için işçilere küfrederek onlardan uzaklaşıyor ve gençlerle kadınlara işaret ediyor. Gençlik ve kadın, seçime dönük bir aritmetiğe indirgeniyor. Onların kimliği yüceltiliyor, ne’liği çöpe atılıyor.
HDP’li bir aydın, kısa süre önce partisine öneriler sunduğu yazısında, bir olaydan bahsediyor. Ümraniye’de bir HDP binasında yapılan toplantıda yoksul Kürd genci, mini etekli orta sınıfa mensup bir kadına, bu kadının bacak bacak üstüne atması üzerine, “toparlanır mısınız?” diye uyarıda bulunuyor. Bu yazarın çözüm yöntemi ise, en azından seçim sürecinde, bu kadınla yoksul Kürd gencini birbirine değmeyecek şekilde ayırmak. Dolayısıyla HDP, esas olarak kaynaşmanın, ortaklaşmanın, birlikteliğin, “biz”in dağıtılması işlemi olarak var ediliyor. Bu kadar çok “biz” güya “ben” demiş olmamak için dillendiriliyor ama ancak mülk sahibi olunduğu vakit “ben” diyebilmenin imkânlarına oynuyor. Bu kadar mülkün ve mülkiyetçiliğin olduğu yerde sol, fuatavnicilikten, boğazdaki Diken’den, yirmi dört saat tasfiyecilikten (T24) medet umar hâle geliyor. Devrim, devrimci mücadele, mücadelenin dip dalgasına katılmak, tümden geçersiz kılınıyor.
Özünde kadın ve gençlik meselesi, birilerinin kendi itikadî liberalizmini güncellemek ve güçlü kılmak için istismar ediliyor. Yoksa kadının ve gençliğin mücadelesi kimsenin umurunda değil. Bu, öyle güçlü bir ideolojik hücum ki dün bizim İslam’a dair vurgularımızı boşa düşürme kaygusuyla, “tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” diyenler, bugün “patriyarka”dan dem vurur hâle geliyorlar. Buradan, “işçi sınıfı” vurgusunun, mazlumların-sömürülenlerin derdine ve öfkesine uzak durmaya yeminli tercümanlarca yapıldığı anlaşılıyor. Meslekî ideolojiler birden kendi yuvasına koşuyorlar. AKP ise kendisini buradan konsolide ediyor.
Seçim bildirgelerinde, vapurlarda cüzdan satan işportacının kafası işliyor. Her bir cepten tırnak makası, tarak vb. çıkıyor ama mazlumlar-sömürülenler için devrimci bir program ve strateji çıkmıyor. HDP, gayri safi yurtiçi hâsılanın yüzde üçünü; CHP de yüzde üç buçuğunu sosyal yardım olarak dağıtacağını söylüyor. “İslamcı” bankaların faize “kâr payı” demesi gibi, bu sefer de laik bir müdahale gerçekleştirilip AKP’nin yaptığına “sadaka”, kendi yaptığına ise “sosyal hak” diyor. Dolaylı olarak AKP’nin iktisadî zeminine bağlanılmış oluyor.
İnsan Hakları Derneği’nde son dönemde yaşanan iç kavga, seçim bildirgesinin soyut içeriğinin somut hayatta hiçbir karşılığının olmadığını gösteriyor. Somutta eşbaşkanlık önerisini yapanın da ona karşı çıkanın da HDP’li olması insanı afallatıyor. Tüm bu kadın ve genç vurgusuna karşın, pratikte başka güçler devreye giriyor. Kadın ve genç denilen paravanın ardında başka türden ilişkiler kuruluyor. Savaşın ön cephesine sürülen kadın ve genç, başka güçlerin siyasetiyle hareket ediyor. Gündelik siyasete bağlandıkça geçmiş-gelecek, bağlam, neden-sonuç ilişkileri hükmünü yitiriyor. Efendiler, mevkilerini korumak için herkesi metafiziğe ikna ediyorlar. Diyalektik ve maddîlik düşman kabul ediliyor. Neoliberalizmin kadın ve genç kapısından girişine karşı devrimci bir direniş hattı örülmüyor.
Sol burjuva partisi olarak HDP, genel politik podyumdaki yerini almış görünüyor. Allı pullu lafların ardında düzenin bekası, sistemin sürekliliği ve liberalizmin güncellenmesi duruyor. Bir başkaldırı olarak 2013 Haziran’ı böylelikle 2015 Haziran’ında kendi cenazesinin kaldırılmasını bekliyor. Tabuta son çivi çakılıyor.
Kürd hareketiyle sol yapılar, ya teslimiyetçi ya çıkarcı ya da gizli bir düşmanlık/tasfiyecilik ilişkisi kuruyorlar. Son çivi de onlara ait. Kendi metafizik gerçekliklerinin geçmişle, gelecekle, dışarıyla, hayatla ilişki kurmalarını istemedikleri için, “kadın ve genç” liberalizmine sarılıyorlar. Kadını ve genci kendi metafizik konumlarına benzetmeye, etkisizleştirmeye, örgüt içerisinde pasifize etmeye çalışıyorlar. Ağızlara çalınan balın, kulaklara çalınan hoş sözlerin bir hükmü yok.
Bu cenaze törenine bir de bir düğün eşlik ediyor. İki yapı “Dev-Güç” ismiyle birleştiklerini ilân ediyorlar. Muhtemelen bol miktarda maytabın patlatıldığı bu düğünde gene soyut bir gençlik güzellemesine tesadüf ediliyor. Örgüt, bu güzelleme dâhilinde, Castro ve arkadaşlarının kavgaya “genç” olarak girdiklerini varsayıyor. “Ücretsiz internet” vaatleriyle gözlerini boyayacaklarını düşündükleri gençlere bir de toprağa düşmüş devrimcilerin posterleri gösteriliyor. Ama “eskinin yollarıyla gidilemeyeceği artık çok açıktır” denilerek, gençler pohpohlanıyor, onların gökkuşağı liberalizmine ait bir renk olması isteniyor. Bu liberalizm, doğalında Deniz’e, Mahir’e ve İbrahim’e ancak “Dev-Genç”in üyesi olmaklığıyla tahammül edebiliyor. Böylece şefler, geçmişten çıkardıkları derslerle, kafalarındaki TİP güzellemeleri ile, gençlere had bildiriyorlar: “Boynuz olmayın, bu kulaklar her şeyi duyuyor!”
Gösteri dünyasına teslim oluşumuz, düğünün ve cenazenin havasını, içeriğini tayin ediyor. Kendimizi göstermek istiyoruz. “Kendimizi kime göstermeye çalışıyoruz?”, soru bu. Kendimizde ve onu gösterdiğimizde devrimci bir dönüşüme yazgılı değilsek, teslimiyet kaçınılmaz. Şunu bilelim: bahsedilen düğün de cenaze de iç içe ve aynı mekânda icra ediliyor.
Eren Balkır
22 Nisan 2015

21 Nisan 2015

Suud Sarayı’nın Gönlünü Almak

“Allahu Ekber, Amerika’ya Ölüm, İsrail’e Ölüm,
Kahrolsun Yahudiler, Zafer İslam’ın!” [Husi Bayrağı]
Yemen’de Ne İşimiz Var?
ABD hükümeti, Ortadoğu’da başka bir iç savaşa daha müdahil oldu. Bu noktada karşınıza şu soru çıkıyor: “Bu yaptıklarından bir şey öğrenecekler mi?” Ama görünen o ki karar vericiler, bir şeyleri farklı yapma noktasında herhangi bir güdüye sahip değiller. Yapılacak hata, arzulanan sonuçmuş gibi görünüyor. Bataklığın da kimi faydaları var, ama bu noktada Amerikalıların kayıplarını minimize etmek isteyecek.
Obama yönetimi, Suudi Arabistan’a Yemen’in bombalanması noktasında yardım ediyor. Buna bir de Suudilerin ambargosu ekleniyor. Böylece Ortadoğu’nun en yoksul ülkesi insanî bir felâketle yüzleşiyor. Siviller ölüyor, altyapı imha ediliyor.
Peki neden? Dışişleri Bakanı John Kerry’nin ifadesine göre, “ABD bölge istikrarsızlaşırken yerinde durmayacaktır.” Kendisi de savaş gazisi olan Kerry, Amerika’nın Hintçini savaşının bir öğrencisidir. Bu nedenle onun bombardımanın istikrarsızlaşmaya mani olma konusunda devreye sokulacak berbat bir yol olduğunu biliyor olması gerekir. Kerry aptal biri değil ama onun yalancı ve demagog olduğu kesin.
Konuşmasında “Yemen” yerine “bölge” diyor. Yemen’deki iç savaş bölgeyi neden etkilesin? Çünkü haber kanallarının önemli bir bölümünce sadakatle taşınan resmî anlatıya göre Yemen İran’ın ajanları olan Husilerin kuşatması altında.
İran, bugün Sovyetler Birliği veya Uluslararası Komünist Komplosuyla aynı amaca hizmet ediyor. Komünist komplosunun II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1989-91’de Sovyetler’in çöküşüne dek iş gördüğü biliniyor. İran ise her amaca hizmet eden bir düşman. Dolayısıyla her türden şer odağının onun üzerinden suçlanması mümkün. Dolayısıyla savaş partisi ile onun Suudi ve İsrailli müttefikleri bize her gün İran’ın ilerlediğini ve Ortadoğu genelinde, Bağdat’ta, Şam’da, Beyrut’ta ve bugün de Sana’da kontrolü elinde bulundurduğunu söylüyor.
Ama bu tespit saçma. İran belirli bir ilerleyiş içerisinde değil. Bağdat’ı İran’a dost Iraklı Şiilere 2003’te teslim eden George W. Bush’un bizatihi kendisi. Suriye’deki Esad rejimi uzun süredir İran’ın müttefiki idi. Obama ve Hillary Clinton Esad’a savaş açtı, El-Kaide ile onun daha tehlikeli versiyonu olan IŞİD’i yüreklendirdi. İran’ın Lübnan’daki dostları, Hizbullah kendisini 1982’de İsrail’in gerçekleştirdiği istila ve uzun soluklu işgal sürecine bir tepki olarak oluştu. Bunların hiçbirisi İran’ın saldırgan olduğunu göstermiyor. Daha iyi bir izahat şu: bu ittifaklar İran’ın Amerika’nın kuşatmasını kırmasına katkı sunuyorlar. (Bu noktada şunu hatırlamak lazım: CIA 1953’te İran’daki demokratik hükümeti devirdi ve seksenlerde Irak’ın saldırısına ortak olunarak Saddam’a kimyasal silâhlar verildi. O günden beri ABD’li başkanlar ve İsrail hükümeti İran’a ekonomik, siber, vekil-terörist ve gizli, birçok şekilde saldırdı.)
Yemen’de ise Husiler, ABD destekli otokratik cumhurbaşkanını kovdu, öte yandan da ABD, El-Kaide ve IŞİD’e bağlı Yemenlilerle savaşıyor. Evet, Husiler Şiiliğin bir kolu olan Zeydîliğe mensuplar ama İran Şiiliğinden farklılar. Esasında Husiler merkezî hükümetten özerklik elde etmeye çalışan uzun süredir zulüm görmüş Yemenli bir dinî azınlığın en son ifadesi. Engellemeler, yalanlar ve kuşatmalara rağmen Husiler nihayet hükümete geldiler. Bu grupla ilgili her şey söylenebilir ama onun İran’ın ajanı olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değil.
Suudi Arabistan İran’ı bir tehdit olarak görüyor ama bu krallığın itibarı çok az. Obama yönetimi de muhtemelen nükleer anlaşması imzalamak istediği İran’a karşı Suudilerin gönlünü almak istiyor. Bağımsız araştırmacı Jonathan Marshall’ın ifadesiyle, “Oysa İran düşman olmazdan onlarca yıl önce Suudi Arabistan güney komşusuna müdahale etmeye başlamıştı. Topraklara el koyan Suudiler Vahabizm denilen Sünni İslam’ın aşırı biçimini yaymak için Yemen’e tonlarca para akıttı. 2009’da bu ülke Husilere saldırmak için Kuzey Yemen’e girdi ama başarılı olamadı.”
Marshall sözlerine şunu ekliyor: “Washington da Yemen’de iç çatışmalarla geçen onlarca yıllık sürece bir biçimde dâhil oldu.”
2001’de Sana’daki yozlaşmış ve zalim hükümet “teröre karşı savaş”ın müttefiki olduğu günden beri Washington insansız hava araçları ile Yemenlileri katletti. Üstelik bu insanların çok büyük bölümü “şüpheli terörist” bile değildi.
“Yemen hükümeti, Husilere karşı saldırılarda kullanılmak üzere yıllarca ABD askerî yardımı aldı. “Yanmış Toprak Operasyonu” ismi verilen bu saldırılarda, Marshall’a göre, “çok sayıda sivil katledildi.”
Artık şunu bilmemiz gerek: ABD müdahalesi hiç de masum bir hata değil.
Sheldon Richman
, ,

Hindistan Komünizmi ve Geleceği


Hindistan’ın eyaleti Andhra Pradesh’in en büyük kenti Visakhapatnam’daki sahil bu Pazar günü kızıl bir deniz gibiydi. Hindistan Komünist Partisi (Marksist) üyesi yüz binlerce sempatizan ve eylemci, partinin 21. kongresini tamamlamak için bir araya geldi. HKP-M, Sol Birlik platformunun oluşumuna dönük yaptığı yeni vurgusu ile diğer sol partilerle sıkı bir ittifak içinde olsa da, Hindistan’daki en büyük ve en önemli sol parti.
HKP-M bu kongreyi Hint halkı için oldukça zor bir dönemde gerçekleştirdi. 1,2 milyarlık nüfusa sahip ülkenin yarısı mahrumiyet koşullarında yaşıyor. Son otuz yıldır neoliberal politikadan ilham alan devlet, hayatta kalma konusunda oldukça zor bir ortam yarattı. Ülke genelinde 250.000 civarında çiftçi ve köylü intihar etti. Bu, kapitalist tarımın ve olumsuz küresel ticaret düzeninin doğrudan bir sonucu. Hindu Sağı’nın elindeki mevcut hükümet sadece bu türden sert ekonomi politikalarının eksiksiz bir varisi değil, ayrıca kültürel açıdan boğuluyor oluşun ek dezavantajını yaşıyor. İfade özgürlüğüne yönelik saldırılar ve kültürel, dinî farklılıklara karşı bir dizi tehdit, toplumsal manzaraya esas olarak damga vuran hususlar.
Bu politik gidişatın soldan başka bir alternatifi yok. Ama solun da sorunu, yoğun eleştirilerine ve süreçten istifade etmesi olası politik görüşlerine karşın, bu görüş ve eleştirileri uygulama kudretinin bulunmaması. Solun asli ihtiyacı, onun neoliberalizmi tespit edip ülkede alternatif politik süreci başlatabilmek için gerekli büyümeyi sağlaması.
Kaynaklar
Sol, ülke genelinde gerekli temellerini nasıl inşa etmeli? Sendikalar türünden önemli işçi sınıfı güç imkânları son otuz yıldır köşeye sıkışmış durumda. Mahkemelerin emek karşıtı sert hükümleri ve işçi düşmanı kanunlar, üretim alanındaki yeni manzaraya eşlik eden hususlar. Üretim alanında fabrikalar taşeronda çalışan göçmen işçilerin çalıştığı parçalı yapılara dönüşmüş durumda. Bu koşullarda sendika örgütlenmesi hiç de kolay değil. Ama öte yandan sendikalar işçiler adına cesurca bir mücadele içerisindeler. Nisan başında on bin inşaat ve tuğla ocağı işçisi HKP-M’ye bağlı Hindistan Sendikaları Merkezi bayrağı altında emek karşıtı politikalara karşı Hindistan parlamentosuna doğru yürüyüş gerçekleştirdi.
2003’te HKP-M Merkez Komitesi’nin tespitine göre, “çiftçi tarım örgütlerinin büyütememek, ülkedeki demokratik hareketin en önemli zayıflıklarından birini teşkil ediyor.” HKP-M sendikaların ve tarım işçileri birliklerinin artan sefalete karşı etkilerini neden artıramadığı üzerinde durdu. Kast ve cinsiyet ayrımcılığının üzerine yeterince gidemediğini tespit eden Merkez Komitesi “bu olguların hareketin yavaş büyümesine katkı sunduğunu” belirledi. Parti 2002’de ise şu tespiti yapmıştı: “Solun ana kaynaklarından biri de işçi sınıfının tüm taleplerini almak. Bu noktada işçilerin sadece ekonomik değil, ayrıca toplumsal ve kültürel talepleri üzerinde duruluyor. Bu mücadeleler tali değil, aksine sosyalizm kültürünün merkezî unsurları olarak görülüyor. Kast ve cinsiyet baskılarına karşı verilen mücadeleler, işçi sınıfının feodal, burjuva ve aşırı sömürü formlarına yönelik mücadelesinin parçası.”
Son yirmi-otuz yıldır ülkedeki komünist hareket, işçi sınıfının kazanımlarını savunmak ve tüm sınıfın haysiyeti ve kültürlerini içerecek şekilde tüm toplumsal alanı genişletmek amacıyla mevcut bütün mücadele alanlarına girmeyi bildi. HKP-M’ye bağlı Tüm Hindistan Demokratik Kadın Derneği (bu konuda Elisabeth Armstrong’in Gender & Neoliberalism [Cinsiyet ve Neoliberalizm -2013] isimli çalışmasına bakılabilir) ve Hindistan Demokratik Gençlik Federasyonu bu alanlarda aktifler. Bu örgütlerden biri de Tamil Ülkesi Sürgünün Kaldırılması Cephesi. Kast ve cinsiyet hiyerarşilerine karşı verilen söz konusu mücadeleler, günümüzün en önemli toplumsal mücadeleleri. Bunlar sadece kimlik değil, ayrıca sosyalizmin unsurları olan haysiyet, hayatta kalma ve hayal gücünün geniş imkân bulması ile ilgilidir.
Kongrenin kapanış konuşmasında yeni genel sekreter solun bu toplumsal mücadeleleri, özellikle (mazlum kast cemaatleri anlamında) dalitlerin kurtuluşu mücadelelerini üstlenmesinin bir zorunluluk olduğunu ifade etti. Bu yıl içerisinde Örgütsel Genel Kurul toplanacak. Toplantıda HKP-M’nin örgütsel kapasitesinin oluşturulması için somut adımlar üzerinde durulacak. Elbette bu adımların da tüm sol üzerinde önemli bir etkiye sahip olacağı söylenebilir.
Gerçekler
Kongre esnasında komünistlerin otuz yıldır kalesi olan Batı Bengal’in başkenti Kalküta’da belediye seçimleri yapıldı. Sol Cephe’nin elinden iktidarı alan Trinamul Kongresi, ruhunda insanlıktan çok demir barındıran bir örgüt. Sol eylemcilere ve sempatizanlara karşı uyguladığı şiddet, giderek bir yaygınlaşmış bir gerçeklik. Örneğin kısa süre önce Trinamul çeteleri, Batı Bengal eyaletinin Bardhwan bölgesindeki Batar kentinde saldırılar gerçekleştirdiler. Çeteler, birkaç HKP-M’li işçiyi ele geçirip Mangal Hembram isimli kırk sekiz yaşındaki bir kişiyi öldürdüler.
Seçimler esnasında yaşanan saldırılar ölümlerle sonuçlandı. İki üst düzey HKP-M lideri (Subhash Mukhopadhyay ve Manash Mukhopadyay) Belgarya’da dövüldü, öte yandan Nanda Bose isimli bir parti üyesi ise Trinamul üyelerinde saldırıya uğradı. Bose’ye göre, saldırganlar demir çubuk, sopa hatta kılıç taşıyorlardı. Sandıklar kapandıktan bir saat sonra bir polis müfettişi Girish Park yakınlarında vuruldu. Batı Bengal başbakanı Trinamul üyesi Mamata Benerci bunların bir-iki yerde gerçekleşen münferit olaylar olduğunu söyledi. Kentin en önemli gazetesi ise birkaç güneyli yandaşın dışında sol Kalküta’da Trinamul’un oyları silip süpürmesini seyretti. Bu ne anlama geliyor? Trinamul’un oy kabinlerini neredeyse ele geçirdiği söyleniyor.
İşte sol, yeniden güç kazanmak için böylesi bir düşmanlığın hüküm sürdüğü koşullarda yola çıkıyor. Hindistan’ın diğer yerlerinde de durum farklı değil. Solu inşa etmek, seminer vermek gibi bir şey değil. Böylesi bir inşa iktidar, mülkiyet ve imtiyaza dayalı kireçleşmiş kurumlarla yüzleşme cüretine ihtiyaç duyuyor. Hata yapmak doğal, umut yitimi de. Ama bu HKP-M kongresi milyonlarca Hintlinin işçi sınıfının haklarını savunmayı ve tüm Hindistan için bir alternatif tahayyül etmeyi sürdürdüğünü gösterdi. Kongre sonunda yapılan bir yürüyüşte parti lideri Brinda Karat şunu söylüyor: “Bir kadın, eline kızıl bayrağı aldığında hiçbir güç onu elinden söküp alamaz. Adivasi (yerli) topraklarının onlardan kopartıldığı her yerde o kızıl bayrak da olacak. Bugün Hindistan halkına sol bir alternatif sunmayla ilgili taahhüdümüzü yeniliyoruz.”
Vijay Prashad
20 Nisan 2015

17 Nisan 2015

, ,

Kötü Akıl, İyi İrade

AKP, fukaranın sınıfsal öfkesini orta sınıflara yönlendirmek suretiyle, burjuvaziye ve emperyalistlere yönelik kini ve düşmanlığı yumuşatıyor. Bu anlamda AKP ile öznel, kişisel, birebir, ucuz-kaba eşitlikçi bir ilişki, muadillik düzlemi kurmazdan önce, onu muktedir kılana, kılmayana, kılmamış ve kılmayacak olana bakmak gerekiyor.
Soma Katliamı sonrası mahkeme süreci, AKP’ye yakışır biçimde, beklenen bir sonuca bağlanıyor. Meslek sahibi, orta sınıfın içerisinde ite kaka yer edinmeye çalışan, üstelik toprak altındaki bir kurban bulunuyor.
Sağlık reformu, AKP şahsında, doktorların, halk tabiriyle, “boynuzlarının kırılmasına, burunlarının sürtülmesi”ne neden oluyor. Çağlayan saldırısı sonrası avukatlar, kasten hedef alınıyorlar. Artık sadece velilerin değil, öğrencilerin de öğretmenleri dayaktan geçirdiği bir dönemde yaşıyoruz. AKP’nin orta sınıfa saldırı planı iki uçlu: Fukarayı bu katmandaki dostlarından, yoldaşlarından kopartıp diz çöktürmek; orta sınıfı da burjuvaziye ve devlete muhtaç hâle getirip, kontrol altına almak.
Yaşanan gizli ve açık şiddetin sınıfsal boyutu, ideolojik sonuçlar doğruluyor. Fukara, şiddetin mızrağını orta sınıfa çevirerek, egemen burjuvazi ile devlet üzerinden ortaklaşmaya, yol bulmaya çalışıyor. AKP’ye yönelik eleştiriler, tabiatıyla, bu fukarayı da kapsayacak şekilde ilerletiliyor. Müslümanlık, Ortadoğu, makarna, eğitimsizlik, sürü bilinci, korku vb. burada birer dolayım olarak iş görüyor.
Egemenler, ideolojik salgısını önce tefeci-bezirgânlar, oradan tüccarlar, esnaf ve zanaatkâr üzerinden halka yediriyorlar. AKP iktidarının temelinde 2001 esnaf isyanı duruyor. 2013 orta sınıf isyanı ise tersten bu salgıya bağlanmayla sonuçlanıyor. Bu son isyanın mülk sahipliği konusundaki rekabet seçimler üzerinden ifa ediliyor: CHP ve HDP, orta sınıf siyasetine daha fazla râm oluyor. Orta sınıfa yöneltilmiş aşağıdakilerin öfkesini karşısına alıyor, yoksulun eli bırakılıyor, mazluma alaycı, horgören bir bakış fırlatılıp sırt dönülüyor.
Orta sınıf ideolojisi, kendi ömrünü toplam kolektif hayatın ta kendisi zannediyor. Ayağını bastığı yeri tek vatan, içinde olduğu ânı mutlak biyoloji ve iktisat olarak anlıyor. Dolayısıyla AKP’nin saldırısında o vatanı ve ânı aşan güçlerin önemli bir payı var. Bu nedenle o, sınıfsal ayrım yapmadığı için, aşan her şeyi “kötü” ilân ediyor. Çıkmaz sokakları yok eden modernizm türünden, mahremiyet, muhabbet, AKP’nin tetikçiliğini yaptığı egemenler eliyle siliniyor. Masonizm edebiyatının Fethullah bahanesiyle yeniden ısıtılmasının nedeni, burada. Kontrol ve disiplin toplumu, burjuvazinin ve devletin emri olarak ifa ediliyor. Hayata ait değil, sahip olabilen orta sınıf, bu emre dolaylı olarak uyuyor.
Orta sınıf siyaseti, o özel vatanı ve özel ânı yücelttiği, Allah bildiği için başka bir yüce kudrete asla izin vermiyor. Bir orta sınıf örgütlenmesi olarak AKP egemenlerle anlaştığı için, fukaranın saldırısını kendince maniple ediyor, hüküm ve kontrol altına almaya çalışıyor. Daha önce çıkartılan Millî Görüş gömleğinin bu seçim öncesi lime lime edildiği görülüyor. Süleyman Soylu çizgisinin tayin ettiği kadrolar köşe başlarını tutuyorlar. Sol muadili bu gelişmeyi sınıfsal ortaklaşma sebebiyle görmüyor, buna müdahil olamıyor. Sağ orta sınıf siyaset, CHP-HDP rekabetinin sonucunu bekleyerek, sol muadiline kavuşacağı günü bekliyor. Başkanlık tartışmalarında AKP, mecliste ABD’deki gibi esasta iki parti olacağını söylüyorlar. Söz konusu rekabet de ikinci partinin kim olacağı ile ilgili. Dolayısıyla bu yarışa girerek başkanlık meselesi zımnen onaylanmış oluyor. Fukaranın kaotikliği, ucu açıklığı, geriliği, kontrolsüzlüğü, aşağılık konumu ile ilgili solda açıktan ya da örtük eleştirilerin ve saldırıların da bu süreci içeriden desteklediğini görmek gerek. Ölçüsü, mizanı fukara-mazlum olmayanın saray kapılarından girişi de kolay oluyor.
Orta sınıfın özel vatanı ve özel ânı, ağır bir gülle gibi, her şeye baskın çıktığından, tüm ideolojik-politik yönelimleri bu ağırlık merkezinde toparlıyor. Bunu da güçlü olmak zannediyor. Buradan her şeyi kendisinde başlatıyor, kendisinde bitiriyor, herkesin kendisine mecbur olmasını talep etmekten başka bir şey yapmıyor. Yoldaşlaşma, ortaklaşma, paylaşım, müşterek çalışma, aidiyet lügatten çıkartılıyor. Tarihin ve toplumun başına ve sonuna “ilahi birey” yerleştiriliyor. Bu bireyin ruhunu burjuvazi, bedenini devlet imal ediyor.
Söz konusu yerleştirme işlemi, tarih ve toplumdaki sınıflar mücadelesinin karşı tarafa atılması için yapılıyor. Sınıflar mücadelesi karşıya atılınca, tarih ve toplum, bugünde olmak, ayak basılan toprak adına, temel bireysel ahlakî ayrıma, yani “iyi-kötü” meselesine bakılıyor. Orta sınıf, kötüye işaret ederek, iyinin kendisi olduğunu vicdanına inandırmaya çalışıyor. Sınıfsal açıdan hiç sorgulamadığı aklı herkesin aklından yüce olduğu için, cehalet, bilgisizlik, gerilik olarak gördüğü her şeyi “kötü” olarak adlandırıyor. Sınıfsal analiz ahlakî analizin altında eziliyor.
Orta sınıf siyaseti, “aklın kötümserliği-iradenin iyimserliği” noktasından “kötü akıl-iyi irade” noktasına taşınıyor. Akıl, her şeyden ari, münezzeh kılınmak için sınıflar mücadelesini çöpe atıyor. En fazla, sınıfı, kendisi gibi iş ve kas gücü denilen “sermaye”ye sahip, meslek erbabı, özel bir şahıs olarak görüyor. Sınıfın ve halkın içinde de sınıflar mücadelesi işlediğini her seferinde inkâr etmek zorunda kalıyor. İşçiyi orta sınıf siyasetine ikna etmek için bu gerçeğin üzerini örtüyor. Birey-işçiyi bugüne ve ayak bastığı toprağa tapmaya ikna etmek için uğraşıyor. Dolayısıyla ucu açık, kontrolsüz, tehlikeli ve tehdit yüklü sınıf hareketini devlete veya demokrasiye göre disipline ve terbiye etmeye çalışıyor.
Orta sınıf siyaseti, egemenlerle yapılmış gizli bir akit olduğu için, akıl giderek egemenlerin aklına bükülüyor, oranın kötülüğünü, cinliğini, uyanıklığını, kibrini, ahlâksızlığını ve yalanını kendisine yediriyor. İrade ise, bir nevi, tüm bunların arındırılması seansı olarak görülüyor. Her türlü düzenbazlığı yapan ama psikiyatristlere, kişisel gelişim danışmanlarına tonla para akıtan zenginlerin pratiği orta sınıfın iradesi hâline geliyor.
Proletarya, mazlumlaşmış işçi, işçileşmiş mazlumdur. Sömürüye ve zulme karşı kolektif mücadele içerisinde oluşur. Onu kendisine benzetmeye çalışanlar, onda kendi çıkarlarına koşturulacak yedek güç bulanlar, onunla nefes almayı bilmeyenler için mağlubiyet kaçınılmazdır. Sömürü ve zulmün karşısındaki her politik-ideolojik güç ona mündemiçtir. Onu devlet ve burjuvazi ölçütüne vurmak, meseleyi “iyi-kötü” ölçütüne çekmek, ciddi bir yanılgıdır. Esas olarak onun düşündüğü akıl; onun “yap” dediği, irade olmalıdır.
Eren Balkır
17 Nisan 2015

16 Nisan 2015

Devrimci Bir Yemen


Geçen hafta Yemen’deki bir dostumdan insanı rahatsız edici bir not aldım. “Burada durum ümitsiz. Bombalamalar en az bir altı ay daha sürecekmiş gibi görünüyor. Temel gıda maddelerinde tahrip edici kıtlıklara rastlanacak. Çocuklarım korkuyorlar ve ben ne yapacağım, emin değilim.” diyordu notunda.
Buna benzer mesajlar yaygınlaştı, süreç kendisine eşlik eden öfke ile birlikte ilerliyor. Beş yıl içinde Yemen toplumunda geniş bir kitle tabanına sahip olacak etkileyici o devrimci hamle, nasıl oldu da Husilerin iktidarlarını pekiştirdiği, Suudi Arabistan savaş uçaklarının ülkenin önemli bir kısmını bombaladığı bir gerçeğe uyandık?
Arap dünyasının en yoksul ülkesi olan Yemen’in ötekileştirilmesine bağlı olarak, bugün ülkede çok az güvenilir İngilizce konuşan uzman var. Soğuk Savaş süresince devrimci hükümetlerin çöküşü ardından batı, bu ülkeyle jeostratejik açıdan çok az ilgilendi.
Sonuçta bugün ülke hakkında yeterli güvenilir bilgiye sahip çok az asker olmayan uzman mevcut.
Bunların da önemli bir kısmı, olan bitenin çok azını aktarıyor. Haber sunucularıyla ve editörlerle kurulan temaslar da genelde şu tarz sonuçlar veriyor:
Soru: Husiler hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Cevap: Husiler, Kuzey Yemen’deki bir kent olan Sâda’da bulunan kabile mensubu militanların oluşturduğu bir ittifak. Ana akım analizciler, bunların İran’ın vekilliğini icra etmekten başka bir şey yapmadıkları konusunda ısrarcılar. Oysa hikâye görece daha karmaşık.
Yaygın kanaate göre, devrik cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, Husilerin selefi olan Mümin Gençler Teşkilâtı lideri Hüseyin Bedrettin Husi’nin arkasında duran geniş dinî ve kabilevî destek üzerinden tehdit edildi. Bu teşkilât, faaliyetlerine doksanların başında başlamıştı ve büyük ölçüde Şiiliğin bir kolu olan Zeydîliğe ait eğitimsel ve kültürel diriliş projeleri ile ilgiliydi.
Ancak Salih, Bedrettin Husi’yi yeni Zeydî Şiî İmam olarak kabul etti ve Kuzey Yemen’den başlayacak kabilevî bir devrime öncülük etti. Mümin Gençler Teşkilâtı, 18 Haziran 2004’te ABD’nin Irak’ı işgalini ve İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik baskılarını protesto etmek için Sana’daki Büyük Camii’de gösteriler tertipledi. Bu gösteriler, Yemen’deki büyük protesto dalgasının parçasıydı.
Buna tepki olarak Salih’in elindeki kuvvetler saldırdılar. Söz konusu saldırılarda çok sayıda Husi üyesi öldürüldü, liderlerinin yakalanması için başına ödül kondu ve Kuzey Yemen’de büyük askerî operasyonlar düzenlendi.
Ama bu strateji geri tepti. Bedrettin Husi Eylül 2004’te öldürüldü, destekçileri ise onun kardeşleri etrafında örgütlendiler. Grup, liderlerini anmak amacıyla “Husiler” ismini aldı. Hızla silâhlı bir isyan hareketine dönüştü ve Sâda Savaşları olarak bilinen uzun soluklu bir çatışma içerisine girdi. Nihayetinde de Arap Baharı’nın parçası olan 2011 Yemen Devrimi olarak bildiğimiz sürece dâhil oldu.
Husilerin iktidarı ele geçirmesi, yukarıda aktarılan isyanın ardından Salih’in eski cumhurbaşkanı Abd Rabbuh Mansur Hadi eliyle kurulan ve ABD ile Suudi Arabistan tarafından yoğun biçimde desteklenen (ve etkin biçimde monte edilen) hükümetin bir hatasıydı. Hadi’nin hükümeti, demokratik meşruiyetin yokluğu, ayaklanmanın maddî taleplerini hızla karşılayamaması ve uygun bir demokratik çerçeve oluşturamayan Ulusal Diyalog Konferansı (UDK) gibi bir dizi meseleyle yüzleşti. Husiler, bu noktada UDK’nin hükümlerini yeni hükümette uygulamanın gerektiğini tespit ettiler.
S: İyi de İran Husileri desteklemiyor muydu?
C: Bu kadar basit değil. Görünüşe göre Husiler, süreç içerisinde İran’la aralarındaki bağı güçlendirdiler. Ama galiba bu, kısa bir zaman önce yaşanan bir gelişmeydi. Bu türden bağlar, Husilerin ülkenin önemli bir kısmının kontrolünü ele geçirebilme başarısı göstermesini pek izah etmiyor. Bu gelişme, Salih ile kurulan tuhaf ittifakın ve ona sadık isimlerle ordu kaynaklarına erişme imkânı bulmalarının bir sonucuydu. Yaygın biçimde dillendirilen bir efsaneye göre Husiler “Yemen’in Hizbullah’ı”, oysa bu, kesinlikle doğru değil.
Esasında Salih Husilerin Yemen’in Hizbullah’ı olduğuna dair iddiayı yıllarca ABD’ye iletmiş ama diplomatlar buna hiç inanmamışlardı. Wikileaks üzerinden sızan kimi belgeler bunu kanıtlıyor. ABD’den Sana’daki Kanada Büyükelçiliği’ne çekilen 9 Aralık 2009 tarihli bir telgrafta şu yazıyor: “Yemen Cumhuriyeti’nin İran’ın Husileri silâhlandırdığına dair iddialarının aksine, birçok analizcinin raporuna göre, Husiler silâhlarını Yemen karaborsasından, hatta Yemen Cumhuriyeti ordusundan temin ediyorlar.”
Husiler, İran’ın sunma ihtimali bulunduğu desteğe karşın, silâhlara önemli bir bölümünü hâlâ bu kaynaklar üzerinden ulaşıyorlar. Buradaki tuhaflık ise şu: bu silâhların büyük kısmı Avrupa ve ABD yapımı.
İran da Husileri destekleyebilirdi. Ama hareketin cephaneliğinin önemli kısmının niteliğini tayin eden, Avrupa ve Amerika ordu mallarının Ortadoğu karaborsasında bol bulunması, aynı zamanda bu türden silâhların Yemen ordusuna da resmî yollardan satılmış olması gerçeğidir. Esasında İran, muhtemelen harekete önceden ülkede varolan kaçakçılık şebekelerini istismar etmek suretiyle yardım ediyor.
S: Peki Amerika’nın ülkedeki çıkarları?
C: ABD’nin Arap Yarımadası El-Kaide’si (AYEK) ile savaşmaktaki çıkarı sınırlı, bunun ana nedeni, grubun Suudi Arabistan sınırına çok yakın bir bölgede faaliyet yürütüyor olması. Arap Yarımadası El-Kaide’si, Ocak 2009’da Yemen’de, Suudi Arabistan El-Kaide’si (SAEK) bir dizi baskının ardından sınır boyunca etkin bir biçimde kovalanması sonrası kuruldu.
SAEK, grubu kurmak için Yemen El-Kaide’siyle birleşti. AYEK’in doğumundan beri, özellikle ilk bomba uzmanlarından biri olan İbrahim Hasan Tali Asiri’nin tutuklanması sonrası, Amerika ve Britanya’nın terörle mücadele faaliyetleri, insansız hava araçları dâhil, çeşitli tedbirler üzerinden grubu yok etmeye odaklandı. Bu, üstelik Yemen’deki yaygın su kıtlığı gibi, insanî güvenlikle ilgili diğer önemli endişelere rağmen gerçekleşti.
Nihayetinde Beyaz Saray ve müttefikleri stratejiyi taktikle karıştırdılar. Suudi Arabistan’ın da içinde olduğu uluslararası aktörler, Yemen’in eşitlikçi ve demokratik bir yoldan gelişmesine katkı sunabilecek kapsamlı bir program yerine, devreye insansız hava araçlarını ve bombardımanları soktular.
Esasında burada saldırıya uğrayan, Yemen. Gerçek bir tahayyül geliştirme gereği duymaksızın, şurası açık ki dış güçler yaklaşımlarını revize etmedikçe ya da bir ulusal kurtuluş hareketi ile püskürtülmedikçe, ülkede durum daha da kötüye gidecek. İkinci ihtimal, yani kurtuluş hareketinin başarısı, uzun vadede Amerikan çıkarlarına zarar verecek. Dahası bugün Yemen’de başvurulan şiddet düzeyinin muhtemel amacı, Körfez krallıklarına yayılmak ve tüm bölgedeki nizamı yerinden söküp atma şansı bulunan devrimci bir düzenlemeye mani olmak.
Böylesi bir durumda uzmanlar da teşekkürlerini sunup sahneye çıkacakları vakte dek eve gidip hazırlıklarını yapıyorlar.
Bugün Yemen uzmanlarına Sünni-Şii rekabetini sormak, buna bağlı olarak Suudi Arabistan ile İran arasındaki kapsamlı yarışı didiklemek moda.
Uzmanlar genelde rahatsızlıklarını gizliyorlar ve şu tarz laflar ediyorlar:
Yemen’in tarihsel açıdan hiçbir mezhebin diğeriyle özel olarak çatışma içinde olmadığı bir ülke olmadığını hatırda tutmak gerek. Esasında Kuzey Yemen’deki iç savaş esnasında Zeydî imamlığını destekleyen, Suudi Arabistan idi. Sünni Vahhabiliğin yayılmasına katkı sunan da Salih idi.
Mezhepçilik yeni bir olgudur ve şu üç etmenin bir sonucudur: 1) Amerika’nın öncülüğünde Irak’ta yapılan eylemlerin bölgesel sonuçları; 2) Suudilerin yaydıkları Sünniliğin üstünlüğüne dayalı öğretiler; ve 3) Neoliberalizm mezhep kimliğini güçlendirme ve ayrışma çizgilerini belirginleştirme eğilimi. Mezhepçilik askerî müdahalelerin ürünüdür ama aynı zamanda sadece Yemen’de değil, en geniş manada tüm bölgede işleyen yoğun metalaştırma süreçlerinin bir sonucudur.
Elbette bu, Yemen’in mezhepçilik karşıtı bir cennet diyarı olduğu anlamına gelmiyor, aksine burada ülkedeki mezhepçi gerilimin sebebinin somut etmenler olduğu üzerinde duruluyor. Mezhep kimliği, iç istikrarsızlık ve kaynakların küçüldüğü dönemlerinde güvenlik alanına girme imkânı sunuyor, aynı zamanda mal ve hizmetlere erişimi sağlıyor. Gerilimler aynı zamanda, Suriye’deki iç savaşta görüldüğü üzere, bölgenin diğer kesimlerinde şiddet eliyle kışkırtılıyor.
Bu kaçınılmaz bir durum değil. Mezhepçilik, Ortadoğu’da mevcut olan muhtelif aktörler eliyle verilen politik kararların sonucudur.
Uzmanlar, sorunun kendisinde mündemiç olan zırvalığın ele alınmasına imkân vermiyorlar. Yemen uzmanı olmadaki güçlük, sürekli sizin ağız dolusu küfür etme isteğinizi bastırmanızı istiyor olmaları.
Ana akım batı medyasının çatışma konusunda verdikleri açıklamalarda bilhassa mezhepçiliğe ve vekâlet savaşlarına odaklanmalarının nedeni burada. Mezhepçilik, Ortadoğu’daki yabanîliğin bir parçası olarak sunuluyor. İzleyenler için burada Suudi-Amerika politikasının sonuçlarına odaklanmaktan kaçınılıyor. Bu yaklaşım kasıtlı ve Amerika’daki savaş karşıtı harekete sunulan hatalı yaklaşımların bir sonucu.
Yaşananın “vekâlet savaşı” olmasına dair görüş, daha da ileri giderek, potansiyel muhalefeti bastırıyor. Bunu da Suudi Arabistan’ın İran saldırganlığına cevap ürettiğini söyleyerek ve onun gerici çıkarlarının peşinden koşmak için egemen bir ülkeye sebepsiz yere savaş açtığını görmeyerek yapıyor. İlgili görüş, bir de tüm niyetler ve amaçlar bağlamında, yaşananın bir Suudi-Amerika işgali olduğu, Suudilerin hem kendi çıkarlarına hizmet ettikleri hem de ordusunu Amerikan iktidarının bir izdüşümü olarak konuşlandırdıkları gerçeğini silikleştiriyor.
Şurası açık ki, Suudi Arabistan Kralı Salman ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi gibi yeni bölgesel otokratlar, Yemen’deki savaşı kendi yönetimlerini meşrulaştırmak için kullanıyorlar. “Yemen’in meşru hükümeti”ni savunmak, bu liderleri Arap Baharı’nın kahramanları gibi görünmelerine neden oluyor. Oysa bunlar demokratik hareketleri ezen isimler. Sisi ve Salman bugün benzer bir durum dâhilinde bir araya geliyor. Hadi’yi savunmak için yedi kral ve iki askerî diktatör bölgesel planda işte böyle koalisyon kuruyor. Hadi’ninse Yemen’in meşru yöneticisi olduğuna ilişkin iddiasının zemini, kendisinin tek aday olarak girdiği 2012 seçimi.
Batı solunun Yemen’de açık biçimde yaşanan zulüm koşulları karşısında ortaya koyduğu tarihsel sessizlik, öncelikle şaşırtıcı bir husus. Her şeyden önce Ortadoğu’daki düzenin tüm saçmalığı belirli bir süredir bu ülkede sahnede. Uzun yıllardır eleştirel bakış açılarına ihtiyaç duyuldu, bu yaklaşımlar, Yemen’de olan bitendeki tüm akıldışılığı takdir etmeliydi.
Oysa ortada, darbe sonrasında acilen ele alınması gereken önemli sorular var. Örneğin Husiler nasıl oluyor da Ulusal Diyalog Konferansı’nın şartlarını uygulayacağını vaat ediyor ama aynı zamanda Taiz’deki öğrenci göstericileri öldürebiliyor? Başkan Obama, Husi darbesiyle ilgili haberlere atıfla, Yemen’in “hiçbir zaman mükemmel bir demokrasi ya da bir istikrar adası” olmadığını söylerken, bir yandan da aynı ülkeye yönelik insansız hava araçlarıyla yapılan saldırıları birden sona erdiriyor?
Ayrıca bu sorulardan da önce ele alınması gereken başka sorular var. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KAÜİK), kendisini açıktan tehdit eden devrimci bir duruma aracılık etme noktasında, neden böylesine önemli bir rol oynadı? Görünüşte Marksist olan ama esasında artık Kuzey Kore’den farksız görülen Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti hakkında neden çok az şey biliyoruz? Bu sorular böyle uzar gider.
Yemen’le ilgili şu hususu kabul ediyorsak, konuyla ilgili uzmanlığın olmayışı ve mevcut sessizlik kolayca anlaşılır hâle gelir: Yemen’i bilen, hatta umursayan insan sayısı çok az. Suudi Arabistan gibi ülkeler, onun bu şekilde yoluna devam etmesini istiyorlar. Bu, aynı zamanda Mısır ve Tunus gibi ülkelerde yaşanan ayaklanmalara karşı çıkıldığı biçimiyle, Yemen Devrimi’nin de çok az haber konusu olmasını kısmen izah ediyor.
Yemen’de devrimci koalisyon diğer ülkelerdeki öznelerden daha güçlüydü. Bu gerçeği dışavuran bir husus, Ulusal Diyalog Konferansı’nın olağanüstü yapısı idi. Söz konusu konferans, Salih, Hadi, Husiler, Hirak olarak bilinen güneydeki ayrılıkçıların koalisyonu, İslamcı muhalefet grubu Islah partisi, sivil toplumun ve diğer hareketlerin muhtelif liderlerinden oluşuyordu. Tarihsel açıdan ortada zorunlu olarak dile dökülen, ülkenin tecridi meselesi vardı. Bu, Yemen’in Ortadoğu çalışmalarında ötekileştirilmesini kısmen izah ediyor.
Beyaz Saray basın sözcüsü John Earnest, kısa süre önce MSNBC’deki Morning Joe programında, Amerika’nın Yemen siyasetini savunması ardından eleştirilerin hedefi hâline gelince şunları söyledi:
“ABD siyaseti, ayrı bir teşebbüs olan Yemen hükümetinin başarı veya istikrarı üzerinden ölçülmemeli. ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, hiçbir zaman orada Jefferson’cı bir demokrasi kurmaya çalışmak olmadı. ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, bu ülkenin radikal unsurların Batı’ya ve ABD’ye saldırmak için kullandıkları güvenli bir sığınak hâline gelmemesini sağlamaktır.”
Böylesi bir ifadeye nasıl cevap vermek gerek? Buradaki akıl dışılığa işaret etmek mümkün ama bizim aynı zamanda Earnest’in ABD siyasetini bu şekilde tarif ederken yalan söylemediğini hatırda tutmamız lazım. Washington, Arap Yarımadası El-Kaide’si sebebiyle, sadece Yemen’e dikkat kesiliyor. O, ABD ve müttefikleri “teröristler”i öldürme noktasında boş zaman bulup devrimci istikrarsızlığın Körfez krallıklarının geri kalanı ile Suudi Arabistan’a yayılmasına mani olduğu sürece, orada yaşananları aslında hiç umursamıyor.
Ortadaki sıkıntılı gerçeklik şu: Earnest ve Obama, “ABD’nin Yemen siyasetinin hedefi, hiçbir zaman orada Jefferson’cı bir demokrasi kurmaya çalışmak olmadı” veya “[Yemen’in] güvenli bir sığınak hâline gelmemesini sağlamaktır” türünden ifadeleri açıktan kullandığında, ülke içinde çok az itiraz yükseliyor. Bu, ilgili ülkeyi hiç umursamıyor oluşumuzun doğrudan bir sonucu. Bu yaklaşım, ordunun gücünün çıplak bir biçimde buraya yansımasına imkân sağlıyor. Durum umutsuz, oysa Amerika’daki savaş karşıtı hareketin görevi bu anlatıyla mücadele etmek ve hem devlet kurumlarında hem de kamusal hayatta Yemen’in kendi kaderini tayin hakkına dönük desteği inşa etmek.
Daha kapsamlı bir ifade dâhilinde, şunu hatırda tutmak gerek. Ulaşılacak çözüm, Yemenli bir çözüm olacaktır. Suudilerin öncülüğünde kurulan koalisyondan genel kütlesel dış baskı, Husilerin ilerleyişinden kaynaklı iç baskı ve kaynakların küçülmesi, savaş zamanındaki ekonomik baskıların bir sonucudur.
Görünüşe göre, dış müdahale yoğunlaştıkça ve iç politik durum kötüleşmeye devam ettikçe Yemenliler, uluslararası güçleri zorla defetmek için yeni bir devrimci koalisyon kurmaya mecbur kalabilirler. Bu sonuca ulaştıktan sonra Yemen, Ulusal Diyalog Konferansı protokolünü uygulayacak bir ulusal uzlaşma hükümeti eliyle yönetilmesine gerek kalmayacak ve 2011 ayaklanmasının ahlâkî ve maddî taleplerini gerçekleştirmek için yola koyulacaktır.
Böylesi bir düzen içerisinde Husilerin kendilerine alan bulmaları mümkündür, zira bu grup hâlihazırda Ulusal Diyalog Konferansı sonuçlarını uygulamayı ve yeni bir hükümet kurmayı vaat etti. Ancak Husilerin bu çatışma içerisindeki tavrı, askerî gücü ile mezhepçi retoriğinden ötürü ona bugün itibarıyla itimat etmeyen halka yabancılaştırdı.
Buna karşın Yemen’de politik bağlılıklar nispeten daha büyük bir hızla değişebiliyorlar. Bu da politik aktörlerin devletten ne kadar özerk olduğuyla ve politik sadakatlerin genelde otoriter düzenlerde daha zayıf seyrettiği gerçeğiyle ilgilidir.
Bu gerçek, diğer devrimci grupların Husilere verdikleri tepkilerde aşikâr bir hâl almaktadır. Kimi gruplar Husilere katıldılar veya ona karşı hoşgörüyle yaklaşma eğilimi içerisine girdiler. Bu durum, kontrol noktalarında ve geçici karargâhlarda devrimci gençlerin bulunuyor olmasında karşılığını buluyor. Diğer gruplar ise Husilere karşı hızla seferber oldular. Husiler Taiz’e yürüdüğünde coşkulu gösterilerle karşılandılar.
Bundan sonra ne olacağını ve Husilerin önümüzdeki on yıl içerisinde Yemen’de devrimci bir güç olarak nasıl hareket edeceğini öngörmek zor. Evet, halkın Husilerden nefret ettiğini ve onlarla çalışmak istemediklerini söylemek cazip. Ama biz aynı zamanda Salih ile Husiler arasındaki tuhaf bir ittifakın yaşandığı bir savaşın orta yerindeyiz. Bu iki kesim de, aralarında onlarca yıldır süren husumete rağmen, karşılıklı özçıkarlarını uygulamaya koyuyor.
Salih, Körfez İşbirliği Konseyi’nde iltica peşinde koştu ki bu da başka bir güç oyunun parçası olabilir. Belki de kördüğümü nihayetinde, eski elçi ve son dönemde başbakan atanan Halid Bahah çözecektir. Gözlemcilerini biteviye şaşırtma becerisi, Yemen’le ilgili ümit verici husustur. Basit bir ifadeyle; biz, elimizden geleni yapmaya, her şeyi sıkıca kavramaya ve olan biteni görmeye mecburuz.
Bilal Zenab Ahmed
16 Nisan 2015