20 Haziran 2017

,

Zelda


Saldırıda ölen kadına “ismi Aybüke, demek ki türkçü faşist” diyen birine sahip çıkmak, bu ülkenin feministlerine düştü.[1] Demek ki feminizm mahkemesinde Aybüke’nin kadın olmadığına hükmedilmişti. Özel, seçkin, üstün ve yüce olan bir mit olarak “Kadın” ideolojisi karşısında sağcı olduğu düşünülen kişinin kadın olarak görülmesi, zaten beklenemezdi.

Biz de yazarın yöntemini kullanalım ve ayşe düzkanın “Sabetayist ve/veya Yahudi” olduğuna dair çıkarımlarda bulunalım, onu buradan eleştirelim. Bu, doğru bir yol olmasa gerek.

Öyle olmasa bile, ayşe düzkanın İsrail’de 27 Mayıs günü düzenlenen gösteriye katılan Türkiyeli Yahudileri tanıdığını söylüyor olması, her çatışmada buradan asker ve milis olarak yüzlerce kişinin uçağa binip Tel Aviv’e gittiği koşullarda, manidar.[2] Kendisi de zaten Ankara’ya Tel Aviv’den bakmaya ahdetmiş bir isim. Türkiyeli Yahudileri 10 Ekim’de barış mitingine katılanlarla ilişkilendirmesinin sebebi burada. Aklınca İsrail iyi, Türkiye kötü. Bu yaklaşım, içteki, tarihe sinmiş İsrail’i gizliyor. Bizi Türkiye İsrail olsun diye uğraşmaya, İsrail olan kısmını savunmaya ikna etmeye çalışıyor. Ayşenin düz kanı bunu emrediyor.

Anlaşıldığı kadarıyla, ordudaki liberalleşme ve belirli politik yüklerden arınma sürecinde, özellikle 28 Şubat sonrası dönemde, ordunun görevlerini sol denilen yapı üstlenmiş. Çevik Bir’in “bin yıl sürecek” dediği 28 Şubat, bir İsrail projesi. Dolayısıyla, bir tür solun sağın alanına sızma girişimleri, bu bağlamda anlam kazanıyor. Bu açıdan, Soner Yalçın Küçük gibi isimlerin Sabetayist avcılığı, özünde hem sağın alanına girme hem de bu Sabetaycı unsurların aklanması, arındırılması amacını güdüyor.

Yani ayşe düzkanın İsrail sopası ile Ankara’yı dövmesi, bir anlam içermiyor. Oradan bakıldığında, buradaki İsrail görülmüyor, aksine gizleniyor. Tek derdi, İslamcıların hanesine yazılı Filistin sahasını boşaltmak olanların yürüttüğü pratik, en fazla Çevik Bir’e alan açıyor. “Laik-demokratik Filistin” dedikleri, Türkiye Cumhuriyeti’nden başka bir şey değil.

Dünyanın dört bir yanında İsrail, hasbara adı altında propaganda faaliyeti yürütüyor. Bu amaçla birçok dernek, kuruluş, birlik kuruyor, üniversitelere, devlet kurumlarına yerleşiyor. Örneğin internet sahasında belirli muhalif siteleri etkisiz kılmak için yüzlerce sahte hesap üzerinden ciddi bir çalışma yürütüyor. İsrail’i sevdirmek adına, çevre ve LGBT başlıklarında bir yığın masal üretiyor. Zulmünü yeşile, mora ve gökkuşağı renklerine boyamak için uğraşıyor.

Buna karşılık, Filistinliler ve Filistin sevdalıları da boykot, tecrit ve yaptırımlar başlığı altında başka bir karşı faaliyet içerisinde. BDS olarak anılan bu hareket, dünya genelinde bazı belediyelerin İsrail’le ilişkisini kesmesine katkı sunuyor, yerleşimlerden gelen malların boykot edilmesini sağlıyor, akademisyenlerin ve sanatçıların İsrail’i protesto etmeleri yönünde çağrıda bulunuyor.

Bizdeki BDS’nin başında ayşe düzkan gibi isimler olunca, solun kıymet verdiği sanatçılardan Selda Bağcan’ın İsrail çıkartmaları, Yahudi festivallerinde boy göstermeleri, tek bir protestoya bile konu olmuyor. BDS’nin belirlediği, İsrail kaynaklı ürünleri veya İsrail'e destek veren ürünleri üreten şirketleri içeren listeyle buradaki BDS’ye giden bir genç, ayşe düzkandan "biz bu tür boykot işleriyle ilgilenmiyoruz” cevabını alıyor. Bu cevap, hasbara aparatçileri açısından gayet normal!

Birkaç yıldır Yahudi cemaatiyle ve hasbara ile sıkı bir bağ kuran, BDS Türkiye’nin protesto etmediği Selda, yakın dönemde Yahudi bir patrona ait olan bir plak şirketiyle anlaşıyor ve bir anda ünlü oluyor. Bu haberi parlatmak ve hasbaranın gücünü göstermekse, Cüneyt Özdemir’e düşüyor.[3]

Özdemir’in aktardığı kadarıyla, Selda’yı keşfeden isim, Erkan Özerman. Büyük olasılıkla Yahudi olan Özerman, erkek mankenlere uygunsuz tekliflerde bulunup, onları kölelik sözleşmelerine bağlayan bir isim. Ayrıca, güzellik yarışmalarının piri. O yarışmaların, modanın, tekstil sektörünün yayın pratiğini de geçmişte ayşe düzkan gibiler üstleniyor.

Özdemir’in aktarımıyla, Özerman, nedense müzik piyasasının Yahudilerin elinde olduğunu düşünerek, Selda’nın ismini plağın üzerine “Zelda” olarak yazıyor. İbranice olan “Zelda”, “mutlu, kutsanmış” gibi anlamlara sahip. Bizim Selda’nın kutsandığı açık, çok kısa zamanda ünlü oluyor.

1990’da dört kez[4] İsrail’e giden Zelda’nın yolu birkaç kez daha buraya düşüyor.[5] Ama hiçbirisinde BDS Türkiye’nin radarına girmiyor. Tek bir eleştiriye bile maruz kalmıyor. “Yaz gazeteci!”[6] diye bağıran Selda, sokak ortasında öldürülen genç kızları, çocukları, toprakları çalınan Filistinli köylüleri, yukarıdaki resimde görülen bombaları, üzerine düşülen notları hiç anmıyor.

Milattan sonra 50’de Kudüs’te faal olmaya başlayan bir Yahudi örgütü var. Tarihçiler, bu örgüte sicarii diyorlar. İsmini ucu kıvrık hançerden alıyor. O hançerlerle Romalı yöneticileri ve onlarla işbirliğine giden toprak ağalarını öldürüyorlar. Yaklaşık iki bin yıl sonra, Filistin’de başlayan bıçak intifadası[7], belki de ezilenlerin mücadele geleneğinin kesintili bir süreklilik içerisinde olduğunun kanıtı. Ezilenler, dipten derinden işleyen bir öğrenme pratiği ile ilerliyorlar.

Selda’nın gazetecisi ayşe düzkan, o bıçaklardan ve hançerlerden hiç bahsetmiyor. Sadece Kaypakkaya anmasında tutuklanan arkadaşı için “onun kaypakkaya ile ne alakası var, hapiste ne işi var” diye yazabiliyor. Kaypakkaya’yı ve Kaypakkayacıları içeri alınacak, terörist kişi olarak takdim ediyor. Ve bir şeyden daha bahsediyor laf arasında, solun Filistin meselesini İslamcılara teslim etmesinden yakınıyor.[8]

BDS başında olmasının sebebi bu. AKP’yi bahane ederek, bu alanı temizleme faaliyeti içerisinde. Öte yandan, düzkanın o çok yücelttiği, ama tek bir sözünü bile dinlemediği, sırf vitrin malzemesi olarak kullandığı FHKC, Burak’ın Vaadi[9] diye operasyon düzenliyor.

Operasyon, adını 1929’da Siyonistlerin Kudüs’teki “Burak” adını taşıyan duvara bayrak dikip, “burası bizim” demeleriyle başlayan Burak Devrimi’nden alıyor.[10] Bu, hiç de düzkanın laik-demokratik mücadelesine teslim edilecek cinsten bir olay değil. Onun bir peygamberin miraca yükselirken bindiği atın adını alan devrime düşman olduğunu söylemeye bile gerek yok.

Çünkü düzkan, “Yahudi devleti” olarak görülen yapıya karşı geliştirilen Müslüman itirazının kökünü kazımak niyetinde. Bunun için FHKC, basit bir kürekten başka bir şey değil. Onun dışında bir anlamı yok. Çünkü büyük olasılıkla FHKC de düzkanın haz etmeyeceği ölçüde, özgürlükçü olmayan bir örgüt. Hele ki elinde baltalarla Yahudi merkezine saldıran militanlara sahip, gerçekten tüyler ürpertici!

Onun kök ve tüy yolma işini burjuva basınının çıkarttığı ucuz kadın dergilerinden öğrenmiş olması muhtemel. Bu dergilerde pişmiş birisinin sola akıl ve yön veriyor olması, ülkede orta sınıf siyasetinin kökleşmesiyle alakalı. Bu siyasetse, kendisine yönelik her türden eleştiriyi, teori, ideoloji ve politika dışı gördüğü, can gibi, yaşamak gibi ilkel, temel olguları yücelterek savuşturuyor. Özünde düzkan gibiler, AKP denilen tencerenin kapağı. İçinde kısık ateşte kaynayan suda çığlık atan kurbağaların hiçbir değeri yok.

Dolayısıyla, mazrufa, şekle, vitrine pek takılmamak gerekiyor. Bir sene boyunca “Türkiye’nin asıl Syriza’sı benim” kavgası veren örgütler, Yunanistan’daki gelişmeler için hiçbir şey yapmıyorlar. İsrail’le yürütülen tatbikatlara dair tek bir laf etmiyorlar. Venezuela’da yaşanan karışıklığa dair, Venezuela dostluk derneği kurmuş olan sol, hiçbir şey söylemiyor. Her şey, özellikle sosyal medyada, zevahirden, istismardan ibaret. Filistin meselesi de basit bir resim, ambalaj.

“Ayşe düzkanın eline burjuvazi karşısında yine burjuvazinin ideolojik ölçüleri baz alınsın diye kalem tutuşturuluyorsa, AKP’ye de bulunduğu mevki bu nedenle teslim ediliyor.” O ölçüler, mücadeleye ait olguları basit bir resme indirgiyor ve içeriksizleştiriyor. Burjuvazi, kendisini aşacak içeriğe ve kütleye asla tahammül edemiyor. Laiklik ve demokrasi savunusu, özünde bu tahammülsüzlüğü gizliyor.

Eren Balkır
20 Haziran 2017

Dipnotlar:
[1] Ayşe Düzkan, “Türkler İçin Düşünme Vakti”, 11 Haziran 2017, Artı Gerçek.

[2] Ayşe Düzkan, “Tel Aviv’e Ankara’dan Bakmak”, 31 Mayıs 2017, Artı Gerçek.

[3] Cüneyt Özdemir, “Selda Bağcan”, Youtube.

[4] “Selda Bağcan”, Wikipedia.

[5] “Selda Bağcan İsrail’de”, 20 Eylül 2016, Şalom.

[6] “Yaz Gazeteci”, Youtube.

[7] Budur Yusuf Hasan, “Bıçak İntifadası”, 27 Ocak 2016, İştirakî.

[8] Ayşe Düzkan, “Harun”, 28 Mayıs 2017, İştirakî.

[9] FHKC, “Promise of Al-Buraq”, 17 Haziran 2017, PFLP.

[10] “Al-Buraq Revolution”, 18 Haziran 2017, Samidoun.

,

Ali Şeriati’ye Mersiye


Ali Şeriati defnedildiği sırada Mustafa Çamran bu mersiyeyi okudu:
Ey Ali!
Seni tanımamla birlikte “Kevir”ini açtım. Ruhunun ve kalbinin derinliklerinde yüzdüm. Kendi gizli ve söylenmedik duygularımı onda buldum. Bundan önce kendimi hep yalnız hissederdim. Hatta kendi duygu ve düşüncelerimden, gayri tabii kendimden utanırdım. Fakat seninle tanışınca, yalnızlıkların uzağında bir kapının önüne geldim. Seninle sırdaş ve dert ortağı oldum.
Ey Ali!
Sen bana “kendin” olma olgusunu öğrettin. Kendime yabancıydım, manevi ve ruhi boyutlarımı tanımıyordum. Sen beni bir gül bahçesine götürdün, kötülükleri ve güzellikleri görmem için bir gedik açtın.
Ey Ali!
Belki hayrete düşeceksin; geçen hafta “Bint-i Cebel” savaş cephesinde idim. Birkaç gün cephe ilerisindeki “Tilli Mes’ud” siperinde Emel gerillalarıyla birlikteydim. Yanımda bir kitap götürmüştüm, o kitap senin “Kevir”indi.
Kevir ki; bir mana ve zenginlik âlemi… Beni bulutların ötesindeki ezeliyet ve ebediyetle buluşturuyordu. Kevir ki; onda yok oluşun çığlığını işitiyordum. Vücudun baskısından kurtulup, gökyüzü melekûtuna doğru uçuyordum. Yalnızlık dünyasında vahdet mertebesine ulaşıyordum. Kevir ki; benim vücut cevherimi soyuyor, yakıcı hakikat güneşinin önünde çıplak bırakıp eritiyordu. İhlas ve samimiyete ters düşen her şeyi yerle bir ediyor, beni aşk kurbangâhında âlemi yaratana feda ediyordu.
Ey Ali!
Seninle birlikte Kevir’e gidiyorum. Yalnızlık Kevir’ine… Tarihin o korkunç tufanında aşkın kavurucu ateşi altına.
Ey Ali!
Seninle birlikte hacca gidiyorum. Şevk ve heyecanla, yücelik ve celal karşısında yok oluşa… Ve Allah’a senin bakışınla bakıyorum.
Ey Ali!
Seninle birlikte Fırat kenarındaki hurmalıklara gidiyorum.
Ey Ali!
Dert ve endişe sahibi olmayı gecenin kalbinde buluyorum. Açılmış engin bir kuyu senin derdini bana döküyor.
Ey Ali!
Seninle birlikte Hz. Fatıma’nın küçük ama küçüklüğüyle birlikte, dünyanın ve tarihin hepsinden büyük evini görmeye gidiyorum. Öyle bir ev ki; Hz. Ali’yi, Fatıma’yı, Zeyneb’i, Hüseyin’i kendinde toplamış. Öyle küçük bir ev ki; aşkın ortaya çıkış yeri, fedakârlığın, imanın, istikametin ve şehadetin…
Ey Ali!
Senin kokun, ismin, sözlerin ve düşüncelerin beni Allah’a daha çok yaklaştıran bir çeşit ibadettir.
Ey Ali!
Bizim tüm samimi namazlarımızda bizimlesin. Bizlerin göklere her yükselişinde, bizlere eşlik ediyorsun. Hak yolunda şehadet mertebesine ulaşan mücahitlere şahid ve şehidsin.
Mustafa Çamran

16 Haziran 2017

,

Celebin Sopası


Bugün itibarıyla solun gözünde Nuriye ve Semih’in Enis Berberoğlu kadar değerinin olmadığı anlaşılmıştır. Onlar için kılını kıpırdatmayanlar, “terörle mücadele” kapsamında dağın başına masa kurmuş bir gazeteci için sokağa dökülme derdine düşmüşlerdir. “Ölüme tapan bir örgütün emirlerini yerine getiren kuklalar” dedikleri isimler değil, bir gazetecidir değerli olan.

Doğaldır, özellikle üç-beş yıldır solun başbuğu, Kılıçdaroğlu’dur. O, dağdaki demiri eritip solu kurtuluşa götürecek mi, göreceğiz. Asıl mesele ise bu son hamlenin CHP’nin iç krizi ile alakalı olmasıdır. Sonuçta düzene bağlananlar, düzenden kopuş dinamiklerini küçümsemek durumundadırlar. Fethullahçılık, Asena mı, Kılıçdaroğlu Börteçine mi, hep birlikte anlayacağız.

* * *

Üç-beş değil aslında belki de yetmiş-seksen yıldır solun öncüsü, CHP’dir. TKP’nin iç kavgasına nedense müdahil olan TÖP çevresi, “biz Şefik Hüsnücüyüz” lafını bu bağlamda, bu öncülüğe bağlılığı üzerinden ediyor.[1] Çünkü Doktorcu olmak, artık arkaik ve gericidir. Kopuş denemeleri, tarihsel bir sapmadır, bugünün yeknesaklığında hükümsüz kılınmalıdırlar. Yoldan ayrılanları kurt kapmıştır.

Hatta herkes artık “Yiğidim Aslanım” şarkısını gözyaşları içerisinde Anıtkabir’e dönerek söylemekte, böylece laik dinî ayinini ifa etmektedir. Herkesin dini vardır.

Şiir, Bedri Rahmi’ye aittir ve Nâzım için yazılmıştır. Şair, 15-16 Haziran’daki işçi ayaklanmasında fabrikasında mahsur kalmış Vitali Hakko’yu işçilerin elinden kurtarandır. Bugün artık şiiri ve bestesi Uğur Mumcu ve Atatürk için mırıldanılmaktadır. Sonuçta herkes, patronu işçilerin elinden kurtarmaya ant içmiştir. Çünkü patron ilerici, işçi gericidir.

* * *

“CHP tabanı, tavanından bağımsız bir şekilde Türk toplumunun en aydın, en ilerici ve en devrimci kesimidir. CHP tabanı, eksiğiyle gediğiyle Türkiye'nin aydınlanma mirasını ve devrimci dinamizmini bünyesinde barındırır. Sosyalizm adına güçlü bir dinamik ortaya çıkacaksa, bunun temel bileşeni CHP tabanı olacak.”

Bu sözler, bir Sosyal Demokrasi Vakfı üyesine aittir. Yazar, bu lafın öncesinde emek-sermaye çelişkisinden bile söz ediyor. Ve bu sözler, etnisite, kimlik ve mezhebe edilen politik küfürlerle birlikte dillendirilir. Çünkü aslında emek safında değildir bu kişi, sadece egemenlerin siyaset alanından bu tür çapakları temizlemek derdindedir.

Asıl temizlikse, emek-sermaye çelişkisinin yol açtığı pürüzlerle ilgilidir. Yani emekten, ezilenden yana kudret biriktirme, hat açma ve devrim gibi bir derdi yoktur onun. Bu temizlik siyaseti, Şefik Hüsnü ile Aybar’dan bugüne dek uzanır ve her zaman CHP’ye bağlanır. Asıl dert, işret sofralarını dilencilerin, evsizlerin, yoksulların rahatsız etmemesidir. Bu siyasetin ufku bu kadardır. CHP, sosyalist hareket içerisindeki ajanlarıyla birlikte ilerler.

* * *

Yukarıdaki resimde, 2000’deki ölüm orucu sürecine uzanan direniş dâhilinde, hapishanelerdeki saldırıya karşı koyarken devlet güçlerince kolu kopartılan biri vardır. Yanındaki ise o günlerde o saldırıyı yürüten partinin üyelerinden biridir. Bağlanma ve teslimiyet budur.

Benzer bir durum, birçok Sivas Katliamı anmasında eli öpülen, selam durulan Kamer Genç için de geçerlidir. O katliamın yapıldığı dönemde Genç, Çiller’in partisindedir. Sosyalist hareket, CHP ajanlarıyla ilerler.

Çünkü bugün safça “CHP’nin bütün kurumlardan kovulduğuna” inanılmaktadır. Onca Kaypakkaya, onca aydınlanma eleştirisi, dönüp dolaşıp CHP’ye bağlanmıştır. Bu sözü sarfeden, doğrudan ya da dolaylı olarak orduya hizmet ediyordur. “Bütün kurumlar” dediğine göre, orduyu da kastetmektedir. Bu sözlerin sahibi, mesajını vereceği yeri iyi bilmektedir. Postalı giymiştir, egemenlerin siyasetine insan devşirmektedir. Kişisel ömür putlaştırılmış, herkesin ait olduğu kavgalı hayat geri plana atılmıştır. Nedense bütün kurumlardan şutlanmış olan CHP’ye gene o kurumlardan bilgi yağmaktadır.

Bu tür zihinlerde baş çelişki-tali çelişki ayrımı, yerini baş yanılsama-tali yanılsama ayrımına bırakmıştır. Devrim hayal, burjuva demokratlık gerçektir; ilki Parisli, ikincisi Muşludur.

* * *

Bugün birileri, sosyal medyada Can Dündar’ın iki yıl önce kaleme aldığı, “Sabredin 40 Gün Sonra Gidiyorlar” başlıklı yazısını paylaşmıştır. Asıl hayalcilik, devrimcilik değil, Dündar ve Kılıçdaroğlu gibi celeplerin salladığı sopaya güvenip peşlerine takılmaktadır.

Kavgalı hayatın çileli halkı, koyun olarak görülmektedir. Ondaki irade tehlikelidir, törpülenmelidir. Son hamle, bunun içindir. Yeniden kursakta kalacak hevesin adıdır. Uğranılacak sükut-u hayalin karşılığıdır. Yiğitler, aslanlar burada yanılmaktadır.

Çünkü o sopa, koyun görülen halk için sallanmaktadır ve bir yönüyle içe dönüktür. Yani CHP, kendi iç krizini Berberoğlu ve Fethullah yürüyüşüyle aşma derdindedir ve ne kadar kitleselleşirse o ölçüde mevkiini koruyacaktır. Hayalcilik, bu partiden demokrasi mücadelesi ve devrim beklemektedir. Kendi düştükleri kuyunun ağzından gördüklerini dünya zannedenler, nefslerini ilahlaştırmaya mecburdurlar. Aza, öze değil, kendisi gibi yüce olana bakılmaktadır.

SEP gibi yapıların[2] son günlerde neden Kürt hareketi eleştirileri kaleme aldıkları artık anlaşılmıştır. 7 Haziran günü limandan ayrılan Nuh’un gemisine binenler, kısa sürede gemiyi terk etmişlerdir. O yazılar, yeni yönelimin diyetidirler. Bunlar, doksanlarda Kürtler solla ittifak yaptığında, “Oylar CHP’ye” diyenlerdir, bugün de dillerinden bundan başka politik bir cümle dökülememektedir.

* * *

Faşizm düzler. Düzlenmiş olmak, eşitlikçi ideolojiye bağlı olanları öne fırlatır. Devrimci politika ise saflaşmak, hat çekmek, ayrım yapmak, çentik atmaktır. Bu irade, düzlenmiş olanı ayrımsız, çentiksiz, nimet olarak görenlere zararlı görünür. Egemenlerin siyaseti içinde çekilen silik çizgileri devrimci zannedenlerin yanılsaması buradadır.

Bugün CHP, AKP’nin de parçası olduğu devlet kurgusuna aykırı hiçbir şey yapamaz. O devlete karşı güç biriktirmek zorunda olanların bir kuyruğa bağlanmaları, verili dönüşüm momentinin hayrınadır. Yenikapı’nın parçası olan siyasi yapıdan devrim yolunu çizmesini beklemek, asıl hayalcilik budur.

CHP, bir komünizmle mücadele yöntemidir. 1974’te Bülent Ecevit, meclisteki konuşmasında Adalet Partisi sıralarına dönüp, “sizin komünizmle mücadele yönteminizi denedik, sıra bizimkinde” der. Bu söz, birkaç ay sonra çıkartılacak olan genel afla ilgili olarak edilmektedir. Rahşan Affı da bu dizgenin parçasıdır. İki affın özgür kıldıkları isimlerden özgürlük mücadelesi vermesi beklenemez.

Turan İtil de diğer bir parçadır.[3] Mahkûmlar arasında devlet adına psikolojik incelemeler yapan bu zat, “teröristler idealist, ancak bağlı oldukları gruplar değil” demektedir. Ülküye ve davaya bağlılık, yukarı çıktıkça zayıflamaktadır.

Aydın Çubukçu’nun onca sınıftan, diyalektikten dem vurduktan sonra, Londra’daki saldırı sonrası büyük harflerle HAYAT’tan bahsetmesinin sebebini burada aramak gerekir.[4] O, yazısında Batılı egemenlerin, terör uzmanlarının ağzıyla konuşmakta, terör listesinden, İslam’ın doğası gereği “terörist” olduğunu söylemektedir.

Özünde demek ki emek-sermaye çelişkisinden dem vuranların belirli bir kısmı, bu çelişkiyi bünyelerinde aştıklarına inanırlar ve bu çapağı temizleme vaadinde bulunurlar. Liberal ve sosyal demokrat siyaset, buradan neşvünema bulur.

“Tek kelimeyle HAYATA; kendi dışında akıp giden ve bir türlü içine girmeye cesaret edemediği, cesaret etse fırsat ve imkân bulamadığı hayata!” yönelik öfke ve düşmanlığa öfke ve düşmanlık beslemeleri, bu siyasi sapmayla alakalıdır.

* * *

Her birimizin yaşadığı, ömürdür; ait olduğumuz hakikatse, hayattır. Hayatı kendi kişisel ömrüne kapatanlar, sınıfsal-politik varlıklarını da iptal etmek zorundadırlar. Bugün sol örgütlerin bir kısmının tabeladan ibaret olduklarını, CHP’ye iltihak ederek ortaya koymalarının nedeni buradadır. “Baş düşmanın burjuva demokrasisi lehine gerilemesi evladır” denilmesinin sebebi de buradadır. Herkes, yuvasına dönmüştür.

Devrim “taktik menzil” değil, bugünde, bugündeki güçlerle ilerleyen bir güçtür, ölçüdür, mizandır. Devrimcilik, Mahir’i ittifak dâhilinde Kemalistlere ettiği laflar ve 9 Mart değerlendirmeleri yüzünden “Kemalist” olarak yaftalamak, sonra da darbeyi savunmak, burjuva kliklerinden birinin kuyruğuna yapışmak değildir.

Hayatın kişisel ömür lehine düzlendiği koşullar, bazı solcuların Nuriye ve Semih için içişleri bakanının ettiği lafları dile dolamasına neden olmaktadır. Bu laflar, eyleme verilen desteği kırmıştır. Demek ki aynı lafları edenler, devletin saldırısının parçasıdırlar. Bu solcular, hâllerinden ve direnişin geldiği noktadan memnundurlar.

Dolayısıyla Aydın Çubukçu’nun IŞİD yazısı, bir yönüyle sola yöneliktir. Hayata girmek, yaşamayı bilmek, özgür bireyler olmak, emirler bu yöndedir. O, ölüm orucu günlerinde “ben en iyi eserlerimi hücrede verdim” diyendir. Eser vermek kıymetlidir, ölüme yatmak, zaten ölmeyi haketmenin, kıymetsizliğin öteki adıdır.

Sol, en azından geride bıraktığı miras karşısında utanmayı bilmelidir. Kitlesini CHP’ye taşeron kılanın, milis kuvvet hâlinde ona örgütleyenin, varsa, yüzü kızarmalıdır. Marx’ın dediği gibi, “Utanmak devrimcidir.”

Eren Balkır
16 Haziran 2017

Dipnotlar:
[1] “TKP Tartışmalarına Dair”, 11 Haziran 2017, .

[2] V. U. Arslan, “Yapma Be Sırrı Süreyya”, 14 Haziran 2017, SG.

[3] Eren Balkır, “Artık Gerçek”, 9 Haziran 2017, İştirakî.

[4] Aydın Çubukçu, “This is for Allah”, 11 Haziran 2017, Evrensel.

08 Haziran 2017

,

Lenin

Cezayir’de basılmış, 1970 yılına ait bir posta pulu. Pulda Arapça olarak şu yazılı: El Cumhuriye El Cezairiyye Ed-Demokratiyye Eş-Şa'biyye (Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti), posta. Fransızca yazı: Lenin’in doğumunun 100. yıldönümü. Cezayir.
Lenin
Larbi Buhali’ye[1]
Gıyabınızda derslerinizden uzak ne yapmalı
Tarih öncesine değin asırların dib tarafında ne yapmalı
Cahil ve çirkin insanlar hükmettiklerinde ne yapmalı
İkinci cilt ile çene kemiği kırdıklarında ne yapmalı
Çocuklara özgü muzip bakışlarınıza hakaret ettiklerinde ne yapmalı
‘Ne yapmalı’yı yaktıklarında ne yapmalı
Uzlaşmayı reddedip mücadele etmek dışında yapılacak bir şey yok.
Beşir Hacı Ali
[Kaynak: L’Arbitraire isimli kitabından (Türkçe ‘Keyfi Karar’), şiir, Editions de Minuit, Paris, 1966 (birinci baskı). Dar el İjtihad, Cezayir, 1991.
Beşir Hacı Ali: Cezayir’de hem sol hareketin tarihinde hem de kültür bölümünde önemli bir şahsiyettir. Beşir Hacı Ali, Cezayirli solcu yönetici, siyasetçi, yazar ve şair idi. (doğum tarihi 1920 -ölüm tarihi 1991, Cezayir’de). 1945 yılında Cezayir Komünist Partisi’ne (PCA) üye oldu. Sonradan 1948 yılında CKP’nin merkez organı olan Liberté (Hürriyet) gazetesinin baş editörü oldu. Cezayir Millî Kurtuluş Savaşı’nda (1954-1962) Beşir Hacı Ali Fransız işgaline karşı mücadele etti. Cezayir Komünist Partisi’nin baş yöneticilerinden biriydi, partisi 1955 yılında Fransız işgal yetkilileri tarafından yasaklandığında bile mücadeleyi sürdürdü. Cezayir istiklali kazandığı zaman, Beşir Hacı Ali, 1963 yılında, başka Cezayirli yazarlar ile birlikte (mesela Mevlüt Mammeri, Murat Burbun ve Jean Sénac) L’Union des Ecrivains Algériens’i (Cezayirli Yazarlar Birliği’ni) kurdu. 1966 yılında Beşir Hacı Ali, Cezayir’de PAGS’ı (Parti de l’Avant-garde Socialiste –Öncü Sosyalist Partisi’ni) kurdu. Hayatı boyunca Beşir Hacı Ali birçok siyasal makale, eleştirel deneme ve şiir kaleme aldı.
Eserlerinden:
- Notre peuple vaincra (Halkımız Kazanacak), deneme, Cezayir, 1960 (gizlice yayımlandı).
Culture nationale et révolution (Millî Kültür ve Devrim), konferans, Cezayir, 20 Mart 1963.
- Essai sur la critique et l’auto-critique (Kritik ve Otokritik Üzerine Bir Deneme), Alger-Républicain, Cezayir, 1964.
- Culture et révolution socialiste (Kültür ve Sosyalist Devrim), deneme, Cezayir, Mayıs 1965.
- L’Arbitraire (Keyfi Karar), şiir, Editions de Minuit, Paris, 1966 (birinci baskı). Dar el İjtihad, Cezayir, 1991.
- Que la joie demeure! (Geriye Neşe Kalsın!), şiir, Editions P.J. Oswald, Paris, 1970.
- Soleils sonores (Sesli Güneşler), şiir, ENAG, Cezayir, 1985.
Fransızcadan çeviren: Muhammed Velid Grine, Cezayirli yazar ve çevirmen. Cezayir Üniversitesi’nde çevirmenlik profesörü.
Not:
[1] Larbi Buhali: Cezayirli komünist yönetici. 1936 yılında Cezayir Komünist Partisi’nin (PCA) baş kurucu üyelerinden biridir (Çevirmen notu).

05 Haziran 2017

Toprağın Kızı


Anna Mae Aquash [27 Mart 1945-Aralık 1975] Kanada’daki Mi’kmaq isimli Kızılderili bölgesinde dünyaya geldi. On yedi yaşında Boston’a taşındı. 1968’de Amerikan Kızılderilileri ve İlk Uluslar hareketine katıldı. Kızılderililerin hakları için verilen mücadelede önemli görevler aldı. Amerikan Kızılderilileri Hareketi’nin öncülerinden Leonard Peltier ve Dennis Banks gibi isimlerle birlikte çeşitli eylemler gerçekleştirdi. 24 Şubat 1976’da Güney Dakota’ya 16 kilometre uzakta, bir yolun kenarında cesedi bulundu. Başının arkasından vurularak öldürülmüştü.
Toprağın Kızı
Anna Mae Aquash İçin Şarkı
Kanada’dan geldi, Kuzey’deki bir kasabadan.
Günışığının köknarların dalları arasından süzüldüğü diyardan.
Yüreğinde kıtanın tüm kudretiyle
Ona muhtaç olanlara karıştı
Hiç kimseden korkmadan.
Bir halkı
Üç kuruş para için toprağı katletmek isteyenlerden
Kurtarmak için geldi.
Dediler ki ona
“Bu toprak ana bizim mülkümüz, adı da ABD”.
Bu küfre karşı o
Kavganın sancağını açtı.
O, kavgada doğdu ve orada öldürüldü.
Ah Anna Mae ah…
Ruhunu hissediyorum, anbean işitiyorum onu
Durmadan bana
“Güçlü ol, mücadeleye devam” diyor
Toprağın kızı.
FBI gelip ona “istesek seni öldürürüz” demişti bir kez.
Onlar baruta ve silaha iman etmişlerdi
Oysa güç, kimsenin alıp satamayacağı
Bize hayatta kalmak için gereken her şeyi veren
Topraktaydı.
Ah Anna Mae ah…
Ruhunu hissediyorum, anbean işitiyorum onu
Durmadan bana
“Güçlü ol, mücadeleye devam” diyor
Toprağın kızı.
Ne vakit içimi korku sarsa hemen o düşer aklıma.
Ölüm makinesinin karşısına dikildiğinde
Bizi biz yapan dava için yaşarken,
Bizleri bir arada tutmak için çabalarken
O birliği dağıtmak için uğraşanların elinde ölürken
gösterdiği cesareti
Nasıl unuturum ben?
Ah Anna Mae ah…
Hayatını senden çaldılar ama
Dilindeki şu sözü çalamadılar toprağın kızı:
Güçlü ol, mücadeleye devam…
Ah Anna Mae ah…
Ruhunu hissediyorum, anbean işitiyorum onu
Durmadan bana
“Güçlü ol, mücadeleye devam” diyor
Toprağın kızı.
Ellen Klaver
[Kaynak: Agents of Repression: the FBI’s Secret Wars against the Black Panther Party and the American Indian Movement, South End Press, 1990, s. vii.]

03 Haziran 2017

,

Vatandaş Nâzım

Ankara İletişim’de solcu öğrencilere sağcılar saldırıyorlar. Medya düzleminde bu olay, mutat bir şekilde, gene “oruç ve Ramazan” üzerinden takdim ediliyor ve solculara oruç tutmadıkları için saldırıldığı haberleri yapılıyor.

Bina içine, helikopterin düşmesi sonucu ölen askerlerin isimlerinin yazıldığı bir pankart ve Türk bayrağı asılıyor. Sağcılar, aslında solcuların bunları indirdiği iddiası üzerine saldırıyorlar.

Olayla ilgili sosyal medyada paylaşılan bir videoda, oruç tutmayanlara saldıranların “şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağırdıkları, solcu gençlerinse, üç gün önce Yüksel direnişçilerinin üzerine plastik mermi yağdıran polislerden yardım istedikleri görülüyor. Bir yandan da bazı sol yapılar, helikopterin düşmesi sonucu ölen komutanlardan birinin Deniz Gezmiş ile ilişkisine dair yazılar paylaşıyor. Fiiliyatta düzlem din ve gericilik olunca, devlet içerisinden birilerinden yardım talep etmek de mümkün hâle geliyor. Oysa bu tür gerçekdışı propaganda yöntemleriyle bir yere varılamıyor.

Bu ortamda Metin Çulhaoğlu, solun sağa laf anlatmasının anlamsızlığına vurgu yapıyor.[1] Bu noktada aklında tabii ki parlamentarizm ve seçim var, ölçüyü buradan çekiyor, aklı sadece buna yetiyor. Çulhaoğlu yazısında, sağ tabana hitap etmenin sağın “demek ki bugüne kadar hep doğru yerde durmuşuz” demesine neden olacağı uyarısında bulunuyor. Doğruda durmanın filozofu, kendi mandırasında hep “doğru”ya ve “durma”ya vurgu yapıyor.

“Duran filozof”, duran adam gibi, geri çekilmeyi vaaz ediyor. Kendi yoldaşlarının gözyaşları içinde Mülkiye Marşı okumalarına ses etmiyor, “Beklesin Türk Oğlunun azminden, kuvvet bulmayan/Sel durur, yangın söner, elbette bir gün ey vatan” demelerini o “vatanseverlere hitap” olarak değerlendiriyor ve onların doğru yerde durduklarını örtük olarak söylemiş oluyor. Buradan da Türk Oğlu’nun bugün okula yönelik saldırısına laf etme imkânını doğalında yitiriyor. Yoldaşları “Mahir Çayan’ı Ahmet Taner Kışlalı’ya ve Uğur Mumcu’ya bağlıyor”. Demek ki bu solcular, Kışlalı ve Mumcu’yu da solcu kabul ediyorlar ve aslında onlara “siz doğru yerde duruyorsunuz” demiş oluyorlar.

Bu, Suat Parlar’ın yazısında bahsini ettiği, siyaset içi gerilimlerde solun hiçbir zaman farklı bir konumu dikkate almamasının bir sonucu.[2] Tepede filler tepişirken, sol onlara öykünüyor, üzerine binebileceği günün hayalini kuruyor, ama sonuçta o filler, sola çimen olduğunu her fırsatta hatırlatıyorlar. Sol ise fil olmak yerine, onları telef eden birer ebabil kuşu olmayı hiç akletmiyor, başka bir güce, başka bir zemine hiç bakmıyor.

* * *

Binyılın başında Çulhaoğlu’nun eski bir yoldaşının eline bir belge geçiyor. Ali Ata isimli bu kişiyle o günlerde tanışıklığı olan arkadaşın anlatımıyla bu belge, Nâzım Hikmet ile alakalı. Güya işten atılmış bir nüfus müdürlüğü çalışanı, “bir tür intikam” niyetine, bu gizli belgeyi sızdırıyor. Kaynağı böylesi bir yalana dayandırılan bu belge, Nâzım Hikmet’in hâlâ daha vatandaş olduğunu kanıtlayan, nüfus sicil kaydı. Muhtemelen belgenin sızdırılması, Suat Parlar'ın “Nâzım'ı sosyalistlerin elinden gasp etmeye niyetliler” dediği CHP ile ilgili. Bu işin taşeronluğunu bir SİP’liye yaptırıyorlar. Çünkü aynı dönem, Nâzım’ın kitaplarının bir bankaya satıldığı dönem.

O günlerde Mernis Projesi ile herkese bir vatandaşlık numarası verilmiş ve bu belgede görüldüğü kadarıyla, Nâzım da bir numara almış, üstelik o, kütükte hâlâ yaşıyor görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla Nâzım, vatandaşlıktan alelacele ve hukuka aykırı olarak çıkartılmış. Çünkü aslında başbakanın ve cumhurbaşkanının imzaladığı vatandaşlıktan çıkartma ile ilgili kararnamede ismi geçen kişinin adı “Nâzım Hikmet”, oysa tarihte ve nüfus kayıtlarında böyle biri yok, zira Nâzım’ın gerçek adı “Mehmet Nâzım Ran”. Bu yüzden ismi, resmî kayıtlardan çıkartılamamış.

Celal Bayar ve Menderes imzalı belgeye bakıldığında, Nâzım’ın “Sovyet ajanı” suçlamasıyla çıkartıldığı görülüyor. Belgede “Bu konuda gerekli tetkike bile gerek yok” deniliyor. Ama aslında Nâzım, vatandaşlıktan resmiyette çıkartılmıyor, sadece vatandaşlığının “ıskat” edildiğinden bahsediliyor, yani Nâzım, sadece oy kullanma, evlenme gibi haklardan mahrum kalıyor. Ayrıca kütük belgesine göre Nâzım'ın doğum tarihi 15 Ocak değil, 2 Ocak. Ölüm kaydı da düşülmemiş.

Peki sonra ne oluyor? Belgeyi nasılsa ele geçirmiş olan Ali Ata, yardım almak için Can Dündar ve Tarık Akan gibi isimlerin kapısını çalıyor, ama kimse, ona gerekli ilgiyi göstermiyor. Nâzım Hikmet Vakfı, konuyla hiç ilgilenmiyor. Herkes, “bize ne bundan!” diyerek yaklaşıyor meseleye.

Ardından Ali Ata, bu nüfus belgesini güvendiği bir arkadaşına veriyor. Eski Kurtuluşçu olduğu düşüncesiyle, belgeyi teslim ettiği kişi, o günlerde ATV’de (bugün sanırım Fox TV’de sonrasında Halk TV'de) müdürlük yapan Sedat Bozkurt. Birkaç gün sonra ise NTV’de bir belgesel haberin duyurusu yayınlanıyor. Ata’nın iddiasına göre Bozkurt, elindeki belgeyi NTV’ye satıyor. Bunun üzerine Ata, “bari solcu bir yayın organında çıksın haber” diyerek, Evrensel gazetesine gidiyor, ama bu gazete de konuyla pek ilgilenmiyor. Olayı küçük bir haberle geçiştiriyor. Devamında Ali Ata, Ahmet Telli ve Şükrü Erbaş gibi şairlerle buluşuyor, bu işe destek vermelerini istiyor, ama onlar da Ali Ata'yı “bize ne Nâzım’dan da, vatandaşlığından da!” diyerek başlarından savıyorlar. Peşinden de küfrü eksik etmiyorlar!

Sonra Ali Ata isimli bu kişi, belki de kariyerist bir tutumla, bu süreci kitaplaştırıyor, ama bu kitaba da kimse sahip çıkmıyor. Birkaç ay sonra ağır hastalanan Ata, vefatına yakın, yıllar önce güya ayrıldığı örgütüne gidip “komünist olarak ölmek istiyorum” diyor, parti üyesi oluyor ve bir TKP’li olarak vefat ediyor. Bugün partinin bu kitaptan haberi var mı, bilinmez.

Bahsedilen Nâzım hikâyesi, ne hikmetse, ölüm orucu sürecinde, “goşist siyaset”in ölümü karşısında avuç ovuşturulduğu bir dönemde gündeme geliyor. Nâzım’ın vatandaşlığı, MHP’li Mehmet Gül’ün şaire ilgi gösterdiği bir dönemde tartışmaya açılıyor. NTV’de yukarıda anlattığımız haber çıktığı gün, dönemin içişleri bakanı, basının karşısına geçip, “nüfus kayıtlarında bir yanlışlık olmuş, düzelttik, Nâzım’ın kaydını sildik” diyor. Oysa hukuken bunun imkânı bulunmuyor. Mahkeme sürecinin işlemesi gerekiyor. Bir bulunmayan şey de buna itiraz edecek bir sol. Ne vakıf, ne “partisi” ne de aydınlar, buna bir laf ediyorlar. Ama hepsi, Rus işadamları ile birlikte Nâzım’ın mezarında poz vermeyi biliyor.[3] Herkes, el ele, bu sürecin 2009’da AKP eliyle Nâzım’a vatandaşlık verilmesi suretiyle sona erdirilmesi için uğraşıyor. Çünkü, bakmayın şimdiki goygoya, AKP’nin ilk dönemine solun önemli bir kısmı alenen veya zımnen destek sundu.

* * *

Ülkenin sıfırdan kurulduğuna, kuruluşta pay alabileceklerine ikna edilen solun geleneği, daha da kökleşerek, bugüne uzanıyor. Herkes Kadro oluyor. Bugün herkes, “hain, dönek, reformist” denilen Şefik Hüsnü çizgisine geliyor. Bazen paşaların, bazen sivil bürokrasinin, bazen resmi STK’ların eline kızıl bayrağı verince sosyalizm gelecek zannediliyor. Sosyalizm iradesi bile kuruculara teslim ediliyor. Sadece daha ilerici, daha demokrat ve daha liberal olunması telkin ediliyor. Bununla yetiniliyor.

Solun damarlarında geçmişte milli eğitim bakanlığından alınan para dolaşıyor. Bu sürece yine Nâzım gibi cevap vermek mümkün:

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.

Emrah Arben
3 Haziran 2017

Dipnotlar:
[1] Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.

[2] Suat Parlar, “Nazım Bizim Kaybımız Olmayacak”, 2 Ekim 1999, Halk Sahnesi.

[3] Eren Balkır, “Kızıl Elma”, 3 Haziran 2016, İştirakî.