21 Haziran 2020
18 Haziran 2020
Maksim Gorki ve Rusya
Maksim Gorki, sefalet çekenlerin, paryaların,
derbederlerin romancısıdır. Onun romanları, hayatın bodrum katlarına, feleğin
sillesini yemişlere ve açlığa dairdir. Kaleme aldığı eserler, bu yüzyılda
kitlelerin, işçilerin-emekçilerin ve toplumsal devrimin özel ve kendiliğinden
ifadeleridir.
Bugünün birçok sanatçısı, plebyen kesime, alt
sınıflara mensup karakterleri ve temaları ele almaktadır. Artık burjuva ruh ve
burjuva tutkular, demodedir. Zira bunlar, fazlasıyla keşfedilmiş konulardır.
Öte yandan, proleter ruhta ve proleter tutkularda
olağandışı sorgu imkânları ve anlamın yeni renkleri bulunabilmektedir.
Gorki’nin romanlarında ve oyunlarında anlattığı
plebyen, batının plebyeni değildir. O, tüm hakikiliğiyle Rus’tur. Gorki, sadece
Rusya’ya has öyküler anlatmakla kalmaz, kendisi de öykülerin kahramanlarından
biridir.
Gorki, Rus Devrimi’ni yapan ve yaşayandır. O, söz
konusu devrimi hem eleştirmiş, hem onun tarihini yazmış, hem de onun için ter
dökmüştür.
Gorki, hiç Bolşevik olmamıştır. Alışkanlıkları gereği
aydınlar ve sanatçılar, parti bünyesindeki bir hizbin, grubun disipline uyan
bir üyesi olmak için gereken imandan yoksundurlar. Bu insanlar, genelde hayata
karşı şahsi, keyfi ve kendine has bir tavır takınırlar. Kendi yollarını
yürüyen, ruhu huzursuz, yoldan sapmış bir kişi olarak Gorki, hiçbir zaman bir
programa veya politik bir görüşe sadakatle bağlı olmamıştır.
Gorki, devrimin ilk günlerinde Novaia Zhizn [“Yeni
Hayat”] isimli günlük devrimci sosyalist gazeteye yazılar yazar. Bu gazeteye
göre yeni kurulan Sovyet rejimine güvenilemez ve ona husumet beslenmelidir.
Gazete, Bolşevikleri teorisyen ve ütopyacı olmakla suçlar. Gorki ise
yazılarında Bolşeviklerin insanlık için faydalı olabilecek, ama Rusya için
ölümcül sonuçlara yol açacak bir deney yaptıklarını söylemektedir.
Öte yandan, Gorki’nin yeni rejime dönük direnişinin
sebebi muğlâktır, belirsizdir ve daha çok maneviyatla alakalıdır. Burada daha
çok, aydınların ekseriyetinde görülen karşı-devrimci ruh ve zihin durumu
mevzubahistir. Devrim, onları tehlikeli birer düşman gibi izleyip onlara bu
şekilde davranmıştır. Bu insanlar da huysuzluk ederek, devrimin sert bir
üslupla, aceleci bir yaklaşımla ve saygısız bir tavırla, düşlerini,
araştırmalarını ve söylemlerini tahrip ettiğini düşünmüşlerdir.
Sonrasında bu aydın ve sanatçıların belirli bir kısmı,
bu fikirlerini muhafaza etmeyi sürdürmüştür. Bazıları ise devrimci imandan
etkilenmiş, devrimci cemre, gelip yüreklerine düşmüştür.
Misal, Gorki’nin devrime dümen kırması, pek fazla
sürmemiştir. Sovyetler, onu Aydınlar Ocağı’nın başına getirir. Aydınları
örgütleme görevini ifa eden, öncesinde devrimci yükselişe karşı Rus kültürünü
korumak olan bu kurumun amacı, Rus bilim ve kültür insanlarını araştırma ve
emek sürecine ait temel bilgilerle beslemek, onlara sığınacak bir yuva sunmak
ve gerekli ihtiyaçlarını temin etmektir. Rusya’daki bilim ve sanat insanlarının
koruma görevini üstlenen Gorki, bir yandan da Kamusal Eğitim Bakanı Lunaçarski’nin
en önemli yardımcılarından biri hâline gelir.
Gün gelir, Volga bölgesini kıtlık ve kuraklık vurur.
Mahsulün düşük olması ile ablukanın ve savaşın uzun yıllardır harap ettiği bazı
şehirler, daha da zayıf düşerler. Milyonlarca insan, kışı ekmeksiz geçirmek
zorunda kalır.
Bu noktada Gorki harekete geçip, insanlığı bu muazzam
trajedi konusunda bilinçlendirmeyi kendisine görev beller. Anatole France,
Gerard Hauptmann, George Bernard Shaw gibi büyük sanatçıların desteğini almaya
çalışır. Yaşananları Avrupa’ya ilk ağızdan aktarmak için, artık kendisine ırak
ve yabancı olan Rusya’dan ayrılır. Gençlik dönemindeki o göçebelik, o kök
tutmayan aylaklık, yitip gitmiştir. Seyahati esnasında eskiden beri çilesini
çektiği verem indirir sillesini, Gorki’yi Almanya’da durmaya ve bir sanatoryuma
yatmaya mecbur eder.
Öte yandan, Avrupa’nın büyük kâşiflerinden ve
bilgelerinden Nansen, kıtlığın çilesini çeken şehirlere yardım toplamak için
Avrupa’yı arşınlamaktadır. Nansen, Londra'da, Paris'te ve Roma’da görüşmeler
yapar. Sahip olduğu, kimsenin şüphe etmediği apolitik konumu sayesinde gittiği
her yerde kendisine muhatap bulur ve bu insanlara yaşananların sorumluluğunun
komünizme ait olmadığını, bunun bir afet, felâket ve talihsizlik olduğunu
söyler. Sonuçta Rusya abluka altındadır, tecrit edilmiştir, dolayısıyla,
açlıktan kırılan tüm halkını kurtarması mümkün değildir. Kaybedecek vakit
yoktur. Kış kapıyı çalmıştır. Açlara acilen yardım edilmezse, hepsi ölecektir.
Bu çağrıya birçok cömert isim cevap verir. İşçiler,
aralarında para toplarlar. Ama bu dönem, hayırda bulunmak veya yardım toplamak
için uygun değildir. Zira Batı’da hava, Rusya’ya karşı kin ve öfke yüklüdür.
Avrupa’nın önde gelen gazeteleri, Nansen’in yürüttüğü kampanya ile hiç
ilgilenmezler. Duygularının esiri olmuş, öfkesiyle zehirlenmiş, yaşananları
kayıtsızlıkla ele alan Avrupa, Rusya’nın çektiği ızdırabı hiç umursamaz.
Gerekli yardım yapılmaz. Neticede milyonlarca insan ölür.
Bu trajedi karşısında ümitsizliğe kapılan Gorki,
Avrupa’daki bu zorbalığa lanet okur ve Avrupa medeniyetinin sona ereceğine dair
kehanette bulunur. Ona göre “dünya, Avrupa’nın ahlakî açıdan gösterilmesi
gereken o hassasiyetten mahrum olduğunu görmüştür. Bu durum, Batı dünyasının
yozlaşıp çökeceğine dair bir alamettir. Avrupa medeniyeti, eskiden teknik ve
maddi zenginliği değil, ayrıca ahlakî zenginliğinden ötürü de saygı görmüştür.
O ahlak ve teknik-maddi zenginlik, Batı’nın Doğu karşısında otorite ve itibar
elde etmesini sağlamıştır. Çöktüğü vakit, Avrupa medeniyetini barbarlığın
saldırılarından hiçbir şey koruyamayacak.”
Gorki, Avrupa’nın harap olacağına dair,
bilinçaltından, içeriden bir ses işitmektedir. Aynı ses kendisine, Rus
Devrimi’nin amansız düşmanının, ölümüne sebep olacak hasmının köylülük olduğunu
da söylemektedir.
Devrim, temelde kentli olan sosyalist ideolojinin ve
kentli işçi sınıfının bir eseridir. Devrim, köylülere toprak verdiği için onlar
da devrime destek sunmuşlardır. Ama köylü aklı, devrimin programındaki diğer
kısımları idrak edememiş, bu programın çıkarlarına uygun olup olmadığını bir
türlü anlayamamıştır.
Köylülük konusunda ümitsizlik içinde olan Gorki’ye
göre köylülerin bencil ve çıkarcı psikolojisi, kentli işçilerin ideolojisini
asla özümseyemez. Şehir, medeniyetin merkezi, o medeniyeti kuranların
yuvasıdır. Medeniyet, şehrin ta kendisidir. Şehir insanının psikolojisi, kır
insanın psikolojisine kıyasla, fedakârlığa ve çıkarsız hareket etmeye daha
fazla meyillidir. Bencillik ve çıkarcılık, köylü kitleler kadar köy
aristokrasisinde görülen marazlardır. Büyük toprak sahiplerinin tabiatı fabrika
sahiplerine kıyasla daha katıdır, daha dingindir ve daha dışlayıcıdır. Köyün
pusulası, her daim aşırı sağı gösterir. Finans ve sanayi ise orta yolcudur, bu
anlamda devrimle anlaşma yapma, ona tavizlerde bulunma eğilimindedir. Şehir,
insanları kolektivizme uygun hâle getirirken; köy, insanları alabildiğine
bireycileştirmektedir. Tam da bu sebeple, muhtemelen sosyalizmle bireycilik
arasında yaşanacak nihai savaş, kırla kent arasında patlak verecektir.
Avrupa’daki kimi devlet adamları da Gorki’nin
endişelerini paylaşmaktadır. Örneğin Caillaux[1] kentlerdeki sanayileşmeden
kendilerini kurtarmak isteyen Orta Avrupa köylülerinden rahatsızdır ve onlara
endişeyle yaklaşmaktadır. Macaristan’da kırsal bölgelerde küçük ölçekli sanayi
üretimi artış göstermektedir. Köylüler, bu gelişmeye rağmen kendi ipeklerini
eğirmekte, kendi aletlerini kendileri imal etmektedir. Kırsal bölgelerde
köylüler, Ortaçağ’a has ilkel ekonomiyi tekrar diriltme gayreti içerisindedirler.
Gorki’deki sezgi ve gelecekle ilgili öngörü, bilim insanlarınca da teyit
edilmektedir.
Bu ve buna benzer konuları 1922 yılının Aralık ayında
Almanya’nın Oder-Spree şehrinin Bad Saarow ilçesinde bulunan Yeni Sanatoryum’da
Gorki ile konuşma imkânı buldum. Bulunduğu bölüm, çat kapı gelen misafirlere ve
yabancılara kapalıydı. Ama eşi Maria Feodorovna, bana o kapıyı açtı. Gorki’nin
eşi, Almanca, Fransızca, İngilizce ve İtalyanca biliyordu.
O günlerde Gorki, otobiyografisinin üçüncü cildini
yazıyordu, ayrıca Rus halkıyla ilgili bir kitaba yeni başlamıştı.
― Rus halkını mı anlatacaksınız kitabınızda?
― Evet. Rusya’da gördüğüm, bizzat tanıdığım, ünlü
değilse de ilginç olan insanları anlatacağım.
Gorki’ye Bolşevizmle ilgili sorular sordum. Bazı
gazeteler, Gorki’nin Bolşevik liderlerden uzaklaştığını iddia ediyorlardı. Bu
iddiaları yalanlayan Gorki, Rusya’ya en kısa sürede dönmek istediğini söyledi.
Sovyetler’le iyi ve normal seyreden bir ilişkiye sahipti.
Bu ihtiyar aylak adamda, bu saçları ağarmış seyyahta
başka bir şey görüyordunuz. Keskin gözleri, köylülere has, nasır tutmuş elleri,
biraz bükülmüş beli ve Tatar bıyığı ile Gorki, fiziken kentli birinden çok
köylüye benziyordu. Ama Tolstoy’dan farklı olarak, o hürmete layık Asyalı
ruhtan yoksundu.
Tolstoy, Hristiyan köylü komünizmini vaaz etmişti.
Gorki ise Batı’nın makinelerine, teknolojisine, bilimine, yani Tolstoy’daki
mistisizmin tiksindiği her şeye hayranlık ve saygı duyan bir isimdi. Bu Slav
kökenli aylak, gizliden gizliye, bilinçaltında Batı’nın ve medeniyetinin bir
destekçisi, düşkünü ve meftunu idi.
Bad Saarow’un komünist devrime dair dedikoduların ve
yaklaşmakta olan faşist gericiliğe ait şarkıların ulaşmadığı o ıhlamur ağaçları
altında Gorki, feri gitmiş, sanrılar gören gözleriyle, o harikulade medeniyetin
artık kendisini iyice hissettiren sonbaharını ve ölümünü ızdırap içinde
seyretmekteydi.
José Carlos Mariátegui
1925
[Kaynak: José Carlos Mariátegui: An
Anthology, Yayına Hazırlayan ve Tercüme Eden: Harry E. Vanden ve Marc
Becker, Monthly Review Press, 2011, s. 409-415.]
Dipnot:
[1] Joseph-Marie-Auguste Caillaux: Dönemin önemli Fransız
siyasetçilerinden ayrıca Radikal Parti’nin lideri.
17 Haziran 2020
İlga
Hepsini İlga Edin: Hapishane ve Ordunun İmhasına Doğru
Devrimci siyah geleneğini takip eden benim gibi
birçok siyahî devrimci, çok sayıda insanın polis teşkilâtının ilga edilmesinden
bahsediyor olmasını ümit verici bir gelişme olarak görüyor. Birkaç ay önce
birçoğumuz, bırakalım sohbetini yapmayı, bu konuyu aklımıza bile getirmezdik.
Gelgelelim ülke genelinde süren tartışmalarda
aradaki farklar zamanla silindi, sohbetler cıvıdı, içinde olduğumuz koşulların
mevcut gerçekliği, mevzu bile edilmemeye başlandı. Bu noktada söz konusu ilgacı
siyaseti anlamama katkıda bulunan Mariame Kaba’ya ait çalışmadan bahsetmeliyim.
Ayrıca ilgacı düşüncenin temellerini atmış olan Angela Davis gibi isimlere de
teşekkür etmem lazım.
Bu makalenin amacı, insanlara hapishane endüstri kompleksinin
ilgasını mümkün kılacak çerçeveyi sunmak, bu meseleyi netliğe kavuşturmak ve
okurlara gerekli kılavuzu temin edebilmektir.
Hapishane endüstri kompleksi, askeri endüstri
kompleksiyle güçlü bağlara sahiptir. Üçüncü dünyadaki ülkeleri yağmalamak için kullanılacak
silâhlar ve teçhizatı cezaevlerinde tutsak olan Afrikalılara yaptırdılar. Apple,
Tesla, Google, Microsoft gibi şirketler, Afrika kıtasının kaynaklarını bu
sayede yağmaladılar, bir yandan da bu şirketler, Afrikalı çocukların emeğini
kullandılar. Silâh ve askeri malzeme yapmaya zorlanan mahkûmlar, polisin tutsak
ettiği Afrikalılardı. Hapishane endüstri kompleksi ile askeri endüstri kompleksi
arasındaki bağı burada aramak gerek. Hapishane endüstri kompleksini ilga
edeceksek, düşmanı tanımak ve neye karşı olduğumuzu bilmek şart.
ABD imparatorluğu ve ordusu, insanlık tarihinin
gördüğü en zalim emperyal rejim. Bunca şiddeti uygulamış ve uygulamakta olan
bir gücün ilga ile ilgili taleplere gönüllü bir biçimde boyun eğeceğini düşünmüyoruz
herhalde. Camlar kırılıp binalar ateşe verilince hemen ulusal muhafızları
göreve çağırdılar ve askeri bir düzen tesis ettiler. Aynı şekilde, diyelim ki
hapishane endüstri sistemini ilga etmek istedik, bu faşist devlet illaki şiddetli
bir cevap verecektir.
Burada önce genel çerçeveyi belirlemek lazım, zira
hapishaneleri, polis teşkilâtını oradan da askeri endüstri kompleksini ilga
edeceksek, neye karşı olduğumuzu bilmemiz gerek.
Amerikan ekonomisi, tutsak Afrikalıların sömürüsü ve
küresel emperyalist hâkimiyetin üzerinden işliyor. Şiddete başvurmaksızın
hapishanelerin ve polisin ilga edileceğini düşünenler, Amerika’nın elindeki
şiddet uygulama kapasitesini hafife alıyorlar. Amerika, sömürgeci şiddet imkânlarını
korumak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Tarih bunun kanıtıdır. Bu söylenen,
bilimsel bir gerçektir.
Hapishaneler, reformistlerin “polisin mali
kaynaklarını kesin” çağrılarıyla kapatılamaz. Bunun yerine, okulların ve
hastanelerin mali kaynakları kesilir. Düşük gelirlilere konut imkânı
verilmesini öngören çalışmalara verilen destek ortadan kaldırılır. Ayrıca polisin
mali kaynaklarının kesilmesi, onun ilga edileceği anlamına da gelmez.
Bu türden siyaset değişiklikleri devrime yol
açmaz, devrim bizi katleden sistemin imhası ile gerçekleşir. Bu, bilincinde olmamız
gereken önemli bir ayrımdır. Asıl reformist çağrıların bizi ilga edeceğini
görmek gerekmektedir.
Reformların faşizmi beslemekten başka bir işe
yaramadığını biliyoruz. Son dört yüz yıl, bunu bize göstermiştir. Biz,
halkımızı her gün sömüren ve katleden zulüm sisteminin tümden yok edilmesi
seçeneğinden başka bir seçeneğe razı gelemeyiz. Faşist devletin reforma tabi
tutulması yönünde dillendirilen taleplere boyun eğemeyiz.
George Jackson’ın da ifade ettiği biçimiyle:
“Doğrudur,
her bir reformla devrim daha da yakınlaşır. Ama kelimeyi açıklığa kavuşturmak
ve böylece herkesin onu anlamasını sağlamak adına faşizmi tek kelimeyle tarif
etmek zorunda kalsaydık, onun ‘reform’ olduğunu söylerdik. Halkımızın hayatı
devrime bağlıdır.”
Polis teşkilâtının ilgası konusunda son dönemde
yapılan çağrılar, kamuoyunun değişime hazır olduğunu ortaya koysa da biz, gerçek
bir ilga sürecinin neleri kapsayacağını açık yüreklilikle dile getirmeliyiz. Hapishane
endüstri kompleksinin ilga edilmesini savunan kişiler olarak bizim amacımız,
bizi köleleştiren, öldüren ve sömüren şiddet mekanizmasını söküp atmaktır.
Kwame Ture’nin bize öğrettiği biçimiyle biz
devrimciler, sadece yıkmayız yaratırız da. Biz, barışın tesis edileceği yeni
dünyanın yaratıcılarıyız. Ama biz, bir yandan da barışın varolabilmesi için ona
ulaşmamızı sağlayacak bilimsel bir yönteme sahip olmalıyız.
Asla unutmamamız gereken temel önerme şudur: bu
faşist devlete karşı mücadelede ve kendi savunmamız dâhilinde faşizmi yok
etmenin yegâne yolu, silâhlı mücadeledir. Mussolini, barışçıl gösterilerle
yenilmedi. Hitler, barışçıl gösteriler üzerinden ezilmedi. Trump ve Amerika
Birleşik Şirketleri barışçıl yoldan yok edilemez. Savunmayı ve hayatı
kucaklayan tavrı esas alan devrimci şiddet, bir yandan da kendini koruma
pratiği olarak, son dört yüz yıldır bizi ezmiş olan hapishane ve askeri sistemi
ilga edebilecek koşulları yaratacaktır. Malcolm X’in güzel ifadesiyle, “dünyada
kan akmadan devrim olmaz.” Haiti, Venezuela, Küba ve Gana gibi örnekler bunun
kanıtıdır.
Birçok insan, halkın silâhlı mücadeleye hazır
olmadığını söyleyecektir. Onlara domuzları bağırta bağırta polis merkezlerine
çekilmek zorunda bırakan Minneapolisli silâhsız göstericileri anımsatmak
isterim. Mevcut durumda insanlar belirli bir planla hareket ettiler. Daha iyi
örgütlenselerdi, bir de silâhlı olsalardı, neler olurdu bir düşünün. Örgütlü bir
gerilla cephemiz olsaydı, yığınla imkâna kavuşurduk.
İlga pratiğinin özünü devrimci şiddet oluşturur. Devrimciler
yıktığının iki katını inşa ederler. Bir yoldaşımın şu değerlendirmesi
önemlidir:
“Bu
toz duman dağılıp gösteriler sona erdiğinde halkımız gene yoksulluğun çilesini
çekecek, polis insanımızı öldürmeye, hepimize saldırmaya devam edecek. Milyonlarca
insan hapishanelere tıkılacak, yarım milyon insan, başını sokacak bir evi
olmadan yaşayacak. Aslında son iki haftalık süreç işin kolay yanı idi. Dayanışma
gelip geçici bir şey olmamalı.”
Tam da bu sebeple halk programları hazırlamalı, bu
programlarla silâhlı mücadelenin eşiğinde duran halkımızın maddi ihtiyaçları
giderilmelidir. Kapitalizmin kanımızı emen gerçekliği dışında bir geleceğin
bulunduğunu halkımıza göstermeliyiz. Açlara gıda programlarıyla gidilmeli. Evsizlere
konut programları sunulmalı. Halka tıbbi programlarla hizmet edilmeli. Herkese virüs
testi yapılabilmeli. Tüm bu imkânları halkımıza sunabilmeliyiz. Madem kendimize
“devrimci” diyoruz, halka hizmet etmenin, onu sevip özgürleştirmenin görevimiz
olduğunu bilelim.
Varlığınız mücadeleden
ayrı düşmesin.
Blake Simons
11
Haziran 2020
Kaynak
16 Haziran 2020
Geleceğin Savaşı
Zulüm bir gün duracaktır
Halk zinciri kıracaktır.
[15-16 Haziran ayaklanmasında
işçilerin söylediği bir marştan]
“Benim iki yaşında, evde bir çocuğum var. […] iki
yaşındaki çocuğumuz yarın sabah evden çıkarken “Baba eve gelirken bana ne
getireceksin?” dediği vakit, “oğlum ben akşama eve gelmeyeceğim, savaşa
gidiyorum” demesi lâzım, çünkü bu savaş, babasının değil, oğlunun geleceğinin
savaşıdır. Bugün alacağımız savaş kararı, bizden sonra gelecek işçi sınıfını
yaşatmamız için yapacağımız bir savaştır. Arkadaşlar, biz Türk Demir Döküm
olarak bu savaşa her zaman hazırız. Gerekirse bu kanunun koyduğu toplum polisi
gibi, isim de veriyorum, para ile doyurulmuş kişileri bizim üzerimize
kışkırtabilirler. Her zaman onlarla savaşmaya, her zaman gırtlak gırtlağa
gelmeye, hatta sonuna kadar, artık onlar ne şekilde yapacaklarsa yapsınlar,
onları da kabullenmeye hazırız.”
15-16 Haziran Direnişi ile ilgili askerî savcılıkça
hazırlanmış iddianamede “sanık işçi Recep Akgül” ağzından aktarılan cümleler.
[Kaynak: 15-16 Haziran, Sırrı Öztürk, Sorun Yay., s. 192.]
15 Haziran 2020
İşçi Kıyamı
Küçük
burjuvanın hazırladığı Türk solu sözlüğünde Sırrı Öztürk, kendisine ancak
“sigara düşmanı” etiketiyle yer bulabiliyor. Onun işçi hareketi ve komünist
hareket içindeki yerinin bir önemi yok. Mesele, kişisel haz unsuru olarak
sigarayı yasaklayan “gerici” bir figürün eleştirilmesidir. Burada bir sınır
çekiliyor. Yeni solcular kendilerini, eskiyi eleştirdiklerini, aştıklarını,
tükettiklerini birilerine ispatlamak zorunda hissediyorlar. Bir yerlere mesaj
veriyorlar. İşmar ediyorlar. Onlar, bugün kendilerine teslim edilen mevkilerin
bedelini, kolektif mücadeleyle elde edilmiş mevzilere ödetmeye mecburlar.
Sırrı
Öztürk ise sigarayı nasıl bıraktığını şu şekilde anlatıyor:
“Hikmet Kıvılcımlı ile
birlikte vapurla karşıya geçiyoruz. Yanımızda birkaç İranlı genç de var. Bu
gençler sigara yaktılar. Bunun üzerine Kıvılcımlı, ‘proletaryanın bundan haberi
var mı?’ diye sordu. Gençler, bu tepkiye hiçbir anlam veremediler. Bunun
üzerine Kıvılcımlı mealen, ‘o bedeniniz proletaryaya aittir. O sebeple ona
zarar veriyorsanız, proletaryaya hesap vermeniz gerekir’ dedi.”
Sırrı
Öztürk, Kıvılcımlı’nın bu sözünün ardından, gömleğinin cebindeki sigara
paketini alıp buruşturur ve denize atar. Bugün o aidiyeti duyan kimse kalmadı.
Artık kişisel hazlar, değerlendirmeler, beklentiler belirleyicidir. Sadece kişisel
olan politiktir. Buna göre, birilerine hoş gelecek bir solculuk imal
edilmelidir. Sırrı Öztürk bile katıldığı TV programında bir devrimci veya
komünist değil, “aktivist” olarak takdim edilmektedir. Çünkü aktivizm, bireye
dair bir temaşaya, happening’e dairdir. Sadece o kıymetlidir.
Gezi’nin
üzerinden üç ay geçmişti. O süreçte önemli bir yere sahip Çarşı grubunu
sindirmek adına, Beşiktaş’ın bir maçında olaylar çıktı. Hakemle birlikte
sonradan icat edilmiş bir taraftar grubu, maça müdahale etti. Sosyalist bir
arkadaşla ettiğimiz sohbet esnasında bu konu gündeme geldi. Kendisine, “bugün
Beşiktaş’a yönelik saldırıda konum almak, Çarşı ile birlikte olmak gerek”
denildiğinde, sosyalist arkadaş, “bana ne bundan, ben Fenerliyim” demişti.
Bugün
tüm politik olaylar, gelişmeler, momentler, bu kişisel haz, beklenti, kanaat ve
niyetlerin süzgecinden geçiriliyor, bunlar öne çıkartılıyor. Öneriler ve
eleştiriler bile “çık sen yap” denilerek, bireycilik ve mantıksal safsata
düzleminde karşılanıyor. Kitleleri, kolektif dinamikleri, tarihsel yönelimleri,
sınıfsal kavgayı ilgilendiren hususlara, olgulara onların düzleminde asla
bakılmıyor. Bakan gözler, bir bir kör ediliyor. Kolektif, mücadele ve dava,
gerici unsurlar olarak kodlanıyor. İllaki bireye uyumlu, bireye layık, birey
ölçüsüne vurulmuş “kolektif” üzerine nağmeler düzülüyor.[1] Kolektif, “laisize”
ediliyor, aşkınlığından kurtarılıyor, bireyin ayaklarının önüne atılıyor.
Bireyi mülkiyet üzerinden özne kılmaya çalışıyorlar. Bu sebeple birey olarak
mülk edindiği kimlikleri, fikirleri vs. yücelterek, onları avlayabileceklerini
düşünüyorlar. Aidiyet, hükmünü yitiriyor, o “gerici” olarak kodlanıyor. Özne
olmak, kolektifin dışına çıkmak olarak tarif ediliyor. Bu açıdan “erkekleri
öldüreceğiz” diyen sol örgütün 15-16 Haziran’ı anması, hiçbir anlam ifade
etmiyor.
Sırrı
Öztürk, Kıvılcımlı’nın ve 15-16 Haziran’ın rahlesini tanımış, görmüş bir isim.
Öztürk, çalıştığı, bizzat tanıştığı söz konusu dönemin devrimci gençleri
konusunda şunu söylüyor: “Onlarda ahde vefa, devrimci cüret, çelik disiplin
vardı.”[2] Bugün ahit de yemin de, sadakat da gerici görülüyor. Dolayısıyla
cüret ve disiplin de hükmünü yitiriyor. O devrimciler, ait oldukları değil,
mülk edindikleri, birey oldukları yerlerden tutulup, öne çıkartılıyorlar. Küçük
burjuva mülkiyetçilik, proleter aidiyeti tasfiye ediyor.
Lenin,
“biz örgütlenmeyi işçilerden öğrendik” diyor. İşçilerdeki pratik örgütlü
faaliyeti ölçü aldığını söylüyor. Ama bizde ise o bireyleri pohpohlamak,
yaldızlamak, böylece boncuk gibi arkaya dizmek için “71 Devrimci Kopuşu”ndan
dem vuruluyor. Bu kopuş, ahde vefadan, cüretten ve disiplinden kopuş olarak
reklâm ediliyor. Uzay boşluğuna fırlatılıp özgürleşmek, ezilenlerden, milletten,
halktan ve sınıftan kopmak için bir fırsat olarak lanse ediliyor.
Dolayısıyla
kimse, 15-16 Haziran işçi kıyamının o devrimci kopuşla rabıtasını sorgulamıyor.
Sol, sınıftan ve sınırdan azade olan bireylerin özne, aktör ve fail olması
üzerinde duruyor. Bağ, bağlam ve anlam, sınıftan ve sınırdan bağımsız bir yerde
ele alındığında hükmünü yitiriyor. Solculuk, solun intiharı olarak
gerçekleşiyor. O, yıldızlarla yürüyor, ışıklar içinde yatıyor, ölüyor.
Bu
bağlamda kopuş, mistik bir haleyle kuşatılıyor, tanrı-bireylerin başına
geçiriliyor. Böylelikle özneliğin, aktörlüğün, failliğin kaynağı, bağı, bağlamı
da sorgulanamıyor. Kimse, bunları sorgulatmıyor. Sorgudan kaçırılan birey,
zamanla CHP-STK-Avrupa solu dizgesinde belirli bir kıvama getiriliyor. Ya bu
dizgeye uygun bireyler, örgütlerin başına geçiriliyorlar ya da bu bireyler,
kendi örgütlerini kurup birbirleriyle yarışa giriyorlar. Solun tepesindeki
asker kökenliler yerlerini, yeni orduların askerlerine bırakıyorlar. Solun
içeriğini ve biçimini, sömürüye ve zulme karşı mücadele değil, devlet ve
sermaye tayin ediyor.
15-16
Haziran, TİP içi dışı tüm yönelimleri devrimci mânâda düzlüyor. Gerekli
müdahaleler yapılamadığı için içteki ve dıştaki düşman ürküp, sınıf hareketini
CHP kanalına bağlıyor. Yanda sunulan, döneme ait karikatürde görüldüğü üzere
işçi sınıfı, ölümle korkutulup sıtmaya razı ediliyor. Sınıf hareketi, bir pürüz
olarak CHP eliyle düzleniyor. Sendikalı olmak, ancak bir CHP yöneticisi,
bürokratı veya milletvekili olmanın eşiği olarak değerlendiriliyor. Amerika’da
mafyayla ilişkili sendikacılık, burada CHP sendikacılığı formunu alıyor. Bir
işçi, bu yüzden kendisini adamlarıyla birlikte tehdit eden sendika başkanını,
onun silahıyla vuruyor. O sendika başkanını savunmaksa gene sola düşüyor.
Bugün
tüm örgütler, CHP’lileşen kadrolarını başa yerleştiriyorlar ya da dışarıdan
aldıkları CHP formatlı bireyleri yönetim kademesine yükseltiyorlar. AKP döneminde
devlet, sınıfa, devrime ve iktidara dair hareketin sızacağı çatlakları CHP
macunu ile kapatıyor.
15-16
Haziran’ın ellinci yılında bir dönem kapanıyor. CHP’yle nefes alan solcular,
CHP öncesi komünist dinamikleri, imkânları, kavgaları, sınıf mücadelesinin
boyutlarını görmüyorlar, onları boğuyorlar. Haziran kıyamı, bu gerçekleri
görecek pencereler açıyor. Sadece kendisini gören, sadece kendisinin
görülmesini isteyen bireyler, o pencereleri bir bir kırıyorlar.
“15/16 Haziran, solun
yeniden devrimci anlamda kolektivize olabilmesi noktasında bir yığın ipucuyla
yüklüdür. Sendika, öğrenci derneği, platformlar ve diğer ortak alanlara
tedirginlik ve tereddütle yaklaşanlar, bu tip yapıları kendileri ölçüsünde
kurumsallaştırarak, onların toplumsal-tarihsel seyir dâhilinde edindikleri
devrimci niteliklerini kendi içlerinde boğmak niyetindedirler.”[3]
Yeni
bir elli yıllık dönem başlamıştır. İlk elli yıllık dönemin başında en azından
bir parti vardır. Fakat 1920 tarihli bu parti, 1970’e kayıtlı işçi kıyamıyla
buluşamamıştır. Bu yeni elli yıllık dönem, bu kıyamdan ve partiden öğrenmeyi
bilmeli, parti ve kıyamı birleştirebilmelidir.
Haziran
günlerinde bir işçi, bu mücadelenin “gelecek işçi sınıfını yaşatmak için
olduğunu” söyler ve “her zaman savaşmaya hazır olduğunu” haykırır.[4] Bu yeni
elli yıllık dönemse sermayenin ihtiyaçları uyarınca girişilen öjeni
pratiklerinin, nüfus azaltma girişimlerinin, küçük burjuvanın ağzına bal
sürmelerin, egemenlere yaranmak için göze sürme çekmelerin, bireysel haklar
için egemenlerle pazarlık yürütmenin, hobici solculuğun, yoksulları, ezilenleri
ve işçileri hor görüp ölümlerine yalandan gözyaşı dökmenin dönemi olacakmış
gibi görünmektedir.
Evet,
işçicilik, eleştirilmesi gereken bir yanılsamadır. Ama bebeğin suyu dökülürken,
bebeğin de atıldığı görülmelidir. Küçük burjuva dünyalarına robotlarla, yapay
zekâyla yeni bir boyut getireceğini düşünenler, evlerinin patrona ait bir büro,
bedenin tekellere ait bir pazar ve sömürge hâline geldiğini idrak etmelidirler.
Teoriyle
değişmeyen; politikayla değişen görülür. Görmek içinse kolektife, mücadeleye ve
davaya ait göze ve zihne sahip olmak gerekir. İşçi kıyamı, yeni elli yıla dair
önemli derslerle yüklüdür. Mesele, o dersleri bilince çıkartmaktır.
Eren Balkır
15
Haziran 2020
Dipnotlar
[1] Çınar Köknar, “En Yüksek Bireylik ile Sonsuza Dek Özdeşlik”, 15 Mayıs 2020,
Etha.
[2]
Editör, “Sırrı Öztürk”, 23 Mart 2014, TV10.
[3]
Eren Balkır, “15-16 Haziran’a Doğru İşçi Sınıfı ve Marksizm”, 1 Ekim 2008, İştiraki.
[4] Sırrı Öztürk, 15-16 Haziran, Sorun Yay., s. 192.
13 Haziran 2020
Kuzu Postlu Kurt
“Türk ulusal kurtuluş hareketi, burjuva
demokrasisini kurmamıştır, ama hareket, antiemperyalist ve ilerici yöne
sahiptir.”[1]
Asıl soru şudur: Bu cümle, Gaye Operasyonu’nun öncesine mi yoksa sonrasına mı ait?
Cümlenin sahibi olan örgüte göre, “İslam dini ve
hukuku, burjuva gelişmenin önünde engel.” Örgüt, o sebeple İslam’a düşman, demek ki burjuva gelişmenin yanında. Aynı
örgüt, İspanya’ya gidip çanla ezanı kıyaslayan kişinin karşısında Hristiyanlığı
koruyor, ama kendi ülkesindeki dine her fırsatta küfrediyor. O, nereye
sesleneceğini iyi biliyor.
Yazıyı yazan örgüt, esasen burjuva demokrasisinin
tesisini istiyor, “Kürtlere hakları verilsin, kâfi” diyor, burjuva ideolojisini Kürd coğrafyasında güncelliyor, bunu da “komünist
siyaset” diye pazarda satabiliyor. Doğal.
Doğal çünkü, bu ülkede teori, ideoloji ve politika
ile ilişki kuran herkesin Kemalizmden icazet alması gerekiyor. Onu “antiemperyalisttir
ve ilericidir” diye yücelten yazar, bir cümlede “İslam terakkiye, burjuva
gelişmeye mani” diyor, bir sonraki cümlede “İslamî otoriteler, İngiliz
korumacılığına sığınmışlardı” tespitinde bulunuyor, İngilizleri de burjuva gelişmenin karşısına atıyor, böylece antiemperyalist oluyor! Bunlar, resmi tarihin, CHP’nin
tezleri aslında. Harekete İngiliz karşıtı, anti-emperyalist nitelik atfediliyor. Yazıyı
yazan örgüt de “ellilerde anti-kemalist devrim oldu, ona karşı mücadele edelim” tezine sarılıyor. Ezilende,
millette, halkta ve sınıfta karşılık bulmayan örgütler, soluğu Kemalizmin
kucağında alıyorlar. Kemalizm dışı, öncesi ve ötesi, asla görülemiyor. Gören gözlere mil çekiliyor.
Yazıda aktarıldığı kadarıyla tek dert, milliyetçilik ki o da dünyanın gidişatı açısından dönüştürülmesi gereken "geri" bir yönelim. Kaderini uluslararası sermayeye bağlamış solculuk, elindeki çekiçle, her yerde milliyetçilik görüyor. Buradan, sınıfsızlık
ve sınırsızlık üzerinden, bir ulus-devlet eleştirisi geliştiriliyor. Bu
eleştiriler, bölge gücü olmak isteyen devletin dönüşümüyle alakalı. Aynı
örgütün Libya’da Kaddafi karşıtı güçlere, Suriye’de Esad karşıtı güçlere düşman
olmasına şaşırmamalı.
Bu tür yazılardaki milliyetçilik ve ulus-devlet
eleştirilerinin Marksist veya komünist bir yanı bulunmuyor. Bu eleştiriler, Kemalist
devrimleri sahipleniyor. Sadece güya burjuvaziyi aşıyormuş pozu kesmek ve olası
mücadelelerin önünü almak için “komünist” laflar ediyor. Öz Kemalist, ama biçim,
Avrupa “komünizmi” oluveriyor. Kemalizmi demokratik terbiyeye tabi kılmayı
komünistlik zannediyor. Bu demokrasi terbiyesi, esasen AB ile ve ABD’nin Ortadoğu’ya
gelişiyle alakalı. Dolayısıyla söz konusu eleştirileri, devletin yeni döneme adaptasyonu
bağlamında ele almak gerekiyor. Bu tür örgütler, ezilenlere ve sömürülenlere asla inanmıyorlar.
Sosyalistler, tarihi kendilerinden, kendilerini de
burjuva devrimlerinden başlattıklarından, işçi, asker ve aydın üçlüsüne belli
bir açıdan yaklaşıyorlar. İşçi, asker ve aydın şuraları, Kemalizmin sopasını
yiyor. Tek tek işçi, asker ve aydındaki Sovyet etkileri düzleniyor, devlet
disiplinine tabi kılınıyor. Sonrasında ilişki kurma noktasında bu üçlüden biri,
illaki sınırsız-sınıfsız, çelişkisiz, pürüzsüz, kaynaşmış yapı olarak tasavvur
ediliyor. Bunlar arasındaki rekabetin bir önemi bulunmuyor. Sonuçta tüm rakipler, verili hâlleriyle Kemalizme bağlanıyorlar. CHP’deki ana kütle askeri,
işçi-aydın geriliminin çözüldüğü yer olarak değerlendiriyor, bu sebeple kurtuluş
orada görülüyor. Aydın olma meselesi, burjuvalıkla birlikte tanımlanıyor.
İşçi ise ancak sendika patronu olduğunda değer kazanabiliyor. Onun dışında bir öneme sahip değil.
12 Eylül’e giden süreci yönetmek için özel olarak
ülkeye gönderilen ABD büyükelçisi, darbe sonrasında askerlerin halka ekmek
dağıttığını, ekonomik ve politik krizi en iyi askerin aşabileceğini, halk
nezdinde de bu fikrin karşılık bulduğunu söylüyor.[2] Aynı zihniyet,
sosyalistler düzleminde de hâkim. Buna göre, örgüt başlarına özellikle eski
askerler getiriliyor. Bu kişiler, Avrupa’dan, ülkenin Avrupa’ya örgütlenen
kısmına nasihatlerde ve tavsiyelerde bulunuyorlar. Sosyalist pratik, bu
telkinlere indirgeniyor.
Dolayısıyla sosyalistler, İngiliz İşçi Partisi
içindeki “sol” kanadı temsil eden Fabiusçuların yanına hizalanıyorlar.[3] Örgütlerin
büyük bir kısmı, Sovyetler’den kurtulduklarına seviniyorlar. İmkânlar,
fırsatlar bağlamında, (sömürgeci) Sosyalist Enternasyonal ve (emperyalist) Fabiusçuluk çizgisine
geriliyor. Sovyetler, liberallerden ödünç alınan yöntem ve teoriyle, "doğu despotizmi" olarak eleştiriliyor.
Fabiusçular Derneği’nin ilk simgesi, kuzu postlu
kurt. Sosyalist örgütlerin belirli bir kısmı, bu imgeye uygun kıvama
getiriliyor. Tabandaki devrimci ve komünist ihtimalleri ve imkânları örtbas
etmek, ortadan kaldırmak için birileri, üzerlerine kuzu postu geçiriyor.
Bu isimlerden biri de Murat Çakır.[4] ÖDP’den HDP’ye
uzanan sürecin nedense hep bir yerlerinde olan Çakır, Almanya’daki belirli sol liberal mahfillerle
ilişkili. Oralarda verilen emirleri yerine getiriyor, bu emirlerle dönüp Türkiye’ye
konuşuyor. Buraya ayar vermeye çalışıyor.
Son yazısında, tabandaki devrim ve komünist
mücadele bağlamında duyulan rahatsızlığa oynuyor, oraya gül dağıtıyor, ama öte yandan aynı tabanı, İlerici
Enternasyonal reformizmine ve Die Linke’deki reformist sola örgütlemeye çalışıyor.
Ara ara Marx’tan, Lenin’den cümleleri, elmanın üzerindeki kırmızı boyalı şeker gibi,
dillendiriyor. Çünkü yazar, birkaç yerde, sinsi bir üslupla, “bunları
eleştiriyoruz, ama bu İlerici Enternasyonalcilerle ve reformist solcularla
birlikte olacağız, onlarla hareket edeceğiz, buna mecburuz” diyor, gelgelelim “peki ama
neden, onlarla neden çalışmak, niye birlikte hareket etmek zorundayız?” sorusuna cevap vermiyor.
Çakır’ın bahsini ettiği reformist sol, mevcut kriz yumağı karşısında, emperyalizmi ahlakî, edepli, pürüzsüz kılma çabası olarak gündeme geliyor.
Örneğin Fabiusçular, “imparatorluğun vicdanı” olarak, sömürgeleri kalkındırmak
ve buraların emperyalizm için sorun hâline gelmesine mani olmak adına çalışma yürütüyorlar.[5]
Bugün Çakır’ın bahsini ettiği, “ona mecburuz” dediği reformist sol, bu çizginin
uzantısı ve bu çizgi, Sovyetler’e ve tüm sosyalizm deneyimlerine hep düşman
olmuş.
Başta bahsini ettiğimiz Kemalizm yazısını yazanlar
ve Murat Çakır’ın seslendiği örgüt, işte bu çizgiden medet umuyor. Kemalizmi
ilkel, arkaik, geri, yoz bir ideoloji olarak değerlendirip, onu otuzlara hapsettikten sonra Kemalizmin otuzlar sonrasındaki seyrine,
girdiği kalıplara, kazandığı içeriğe körleşmemizi istiyorlar, bugünün neokemalisti olmak için çabalıyorlar. Güç olmayı ondan öğreniyorlar. Bu isteğin, çabanın ve eğitimin sorgulanmasına her daim mani oluyorlar.
Aynı reformist çizgi, tekellerin talepleri ve
emirleri doğrultusunda, iç bağlaşıkları üzerinden, sol-sosyalist hattı “kimlik
siyaseti”ne mahkûm ediyor. Sol örgütler, bu emirlere ve taleplere bağlı olarak, zamanla birer LGBT kulübüne, feminist
derneğine, vegan mutfağına dönüşüyorlar, politik hedeflerini terk ediyorlar,
politik iktidar mücadelesini hor görüyorlar, devrimin karşısına direnişi
çıkartıyorlar ve o direnişi kutsuyorlar, böylece her şey olup hiçbir şey yapmama imkânı
buluyorlar. (Bu arada bugün Siyah isyanına destek olunması, "bu Siyahların 'Kürt' dediğini duydunuz mu hiç, benim arkadaşlarımı Tarlabaşı'nda dövmüşlerdi!" türünden cümlelere rastlanmaması, önemli bir gelişme!)
Mevcut parçalanmışlıkta örgütler, tel tel
dökülüyorlar. Bunun üzerine Avrupa ve ABD’deki düşünce karargâhlarında, “çok
dağıldı bu örgütler, işe yaramaz hâle geliyorlar, süreci bizim lehimize olacak şekilde karşılayamazlar, şimdi LGBT’ye, feministlere
ve veganlara sınıf mücadelesini omuzlama talimatını verelim”
deniliyor. Bugün Siyah isyanı ve 15-16 Haziran gibi mevzularda LGBT ve
feministler, ön plana çıkartılıyor. Bunu, örgüt şeflerinin basit bir tercihi ve
yönelimi olarak anlamamak gerekiyor. Hareket ve mücadele, bireyin dünyasına ve kaprislerine doğru kapatılıyor, çoğalmasın, ölsün isteniyor.
Öte yandan kimlik siyasetinin sınıf siyasetini “böldüğü”
eleştirisi, elbette ki hiçbir anlama sahip değil. Çakır gibilerin, “küçük
burjuvanın prekarya olduğundan”, “sınıf siyasetinin imkânsızlığından”
bahsetmesinin sebeplerini, bu kişilerin bireysel zihin yapısının ve aklının dışındaki güçlerde
aramak şart. Esasında kimlik siyaseti parçacı; sınıfçı siyaset bütüncü ve birbirlerini yanlışta tamamlıyor, devrimci politik
mücadeleyi ikisi de gereksiz kılıyor.
Sınıf siyaseti, komünist
siyaset bağlamında varsa vardır. Komünist siyasetse politik iktidarı
hedeflemiyorsa, bir hiçtir. Teorik, ideolojik ve politik çalışma, politik
iktidarı ele geçirmek içindir, küçük burjuvaların kendilerini eğlendirmeleriyle,
tatmin etmeleriyle, yüceltmeleriyle bir alakası yoktur.
Eren Balkır
13 Haziran 2020
Dipnotlar
[1] Adil Can, “Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ve
Kemalizmin İki Yönü”, Ekim-Kasım 2008, Marksist Teori.
[2] James W. Spain, “Türkiye’de Askerî Rejim”, 12 Eylül 2017, İştiraki.
[3] Jessica Whyte, “Fabiusçular ve İmparatorluk”, 16 Mart 2020, İştiraki.
[4] Murat Çakır, “Mülksüzleştirenleri
Mülksüzleştirmeden Olmaz!”, 11 Haziran 2020, Umut. Çakır, bu başlığı
muhtemelen gülüp eğlenmek, hâlâ eski ezberleri sıralayanlarla alay etmek için
atıyor! Yazıda bu cümleyi neden tırnak içine aldığı, daha iyi anlaşıyor, çünkü
mülksüzleştirenlerin siyasetini allayıp pulluyor.
[5] Alex Kumar, “Ahlakî Emperyalizm”, Mart 2019, İştiraki.
12 Haziran 2020
Güneşin Düşmanı
Dilersen ekmeksiz kalayım,
Gömleğimi, döşeğimi satayım,
Ocaklarda taş kırayım,
Sokakları süpüreyim, hamallık edeyim,
Dükkânını temizleyeyim,
Aç karnımı doyurayım diye
Çöpünü eşeleyim.
Hatta bir şey bulamayıp açlıktan öleyim.
Hey güneşin düşmanı,
Gene de seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana
karşı koyacağım.
Elimde kalan bir karış toprağı al,
Gençliğimi hücreye tık,
Mirasımı yağma et,
Kitaplarımı, şiirlerimi ateşe
Etimi köpeklere savur,
Köyümün damlarına korku sal.
Hey güneşin düşmanı,
Gene de seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana
karşı koyacağım.
Söndürebilirsin gözümdeki feri,
Mahrum edebilirsin anamdan,
Gül kokulu dudaklarından,
Babama, atama küfredebilirsin,
Çocuklarımın gülümsemesini çalabilirsin,
Hayatımı benden alabilirsin,
Yüzlerine gülüp kandırabilirsin dostlarımı,
Etrafıma nefret duvarları örebilir,
Gözlerimi kör edebilirsin.
Hey güneşin düşmanı,
Gene de seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana
karşı koyacağım.
Hey güneşin düşmanı,
Bak süslediler limanı.
Yükseliyor sevinç çığlıkları.
Nihayet göründü gemi ve
Rüzgârlara boyun eğmeyen yelkeni.
Derin dalgaları yarıyor gövdesi.
Ulis, kayıpların denizinden
Dönüyor evine.
Bu dönen, güneşin ta kendisi.
Sürgündekilerin güneşi.
Onun üzerine yemin ederim ki
Seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana
karşı koyacağım.
Bana biraz sürgünden bahset.
Ben de zincirlerle girdiğim kavgayla
Sessizliğe ve o aptal hücreye
Nasıl meydan okuduğumu anlatayım.
Karşıma dikilmiş bir musibet ve bir hüzün.
Meydan okuyorum.
Gel kes bileklerimi,
Kana bula sinemi.
Meydan okuyorum.
İstersen kır at bacaklarımı.
Ne yaparsan yap, dinmiyorum.
Yaralarımı sırtlanıp yürüyorum.
Yumruğumdaki şiddetle,
Başkaldırıyorum.
Alnım apak, doğruluyorum.
Dişlerimle,
Şarkıların etime geçirdiği pençeyle
Direniyorum.
Öldür beni, eğilmez bu baş.
Ölüm bende öldü.
Karşında duran, başkaldırı tanrısı.
Elimde tek kalan,
Babamın atamın kıyam mirası.
Rüzgârın zihnime tek kazıdığı,
Haritadan silinmiş köylerin esrarı
Ve bir de baharların şarkısı.
Gizli gizli ağlıyorum.
Bir ağacın kökleri benim için
Hıçkıra hıçkıra ağlayan çocukların
Hikâyelerini ezber ediyor.
Onların gözleriyle başkaldırıyorum.
O gözler içimde yaşıyor.
Bu kana belenmiş sürgünde
Artık olmayan ülkeyi adıyla sanıyla
Hücrelerime kadar yaşıyorum.
Bir çığlık kesiyor ellerimi.
Öfkemden yağ ve bal sızıyor.
Acımda badem, gül ve somun kokusu
Varsın bir dilim ekmeğim hapse atılsın.
Bu
can direnmeye yazgılı.
Sakın elveda deme bana.
Yarın gene buluşacağız.
Yirmi yıl önce babamın bana dediği gibi:
“Acı çekmek gemiyle denizde yol almaya benzer.”
Biliyorsun, satmadım teknemi.
O yüzden bana elveda deme.
Yarın gene buluşacağız.
George Jackson