28 Eylül 2013

,

Bekçi


Bir tasavvur üzerinden, diyelim ki, siyaset devlet ve demokrasi üzerine kurulu bir zemindir. Bu tasavvur kabul edilecek olursa, küçük burjuvanın siyaseten rolü de belirlenmiş olur: o, büyük efendisi, burjuvanın kapı bekçisidir.

“Her türlü ilahi, kutsal ya da ruhsal iradenin toplumsal ve siyasal yaşama müdahalesini reddeden” küçük burjuva[1], bekçilik görevini kutsallaştıran, ilahileştiren ve ruhsallaştıran bir Bekçi Murtaza’dır. Büyüklerinden aldığı ders, gördüğü kurs, siyaset alanının tüm düşman unsurlara kapatılması üzerinedir. Bu küçük burjuva, “toplumsal ve siyasal yaşam” kimin yaşamı, neyin hayatiyeti, sorgulamaz. Sorgulanmasını istemez. O bilir ki, o yaşam, hayatiyet efendisinindir. Dolayısıyla bu bekçi, her bireye, “burjuva gibi toplumsallaşın ve siyasallaşın” talimatı vermek zorundadır. O, bu şekilde var olmuştur, var olmak isteyen herkese kendi günahını öğütlemektedir.

Siyaset alanı burjuvazi tarafından tayin ediliyorsa, bu alanın içine birey ve insandan başkası giremeyecek demektir. Birey de, insan da burjuvaya denk düşer, başka bir şeye değil. Burjuvanın elinden insan ve birey bayrağını alıp yola koyulmak, mümkün değildir. Bu, cahilane bir yanılsamadan ibarettir. Burjuvazi tıkanır, vazgeçer ama düşüncelerin, ideallerin, ufkun, tasavvurların onu koşullayan maddî ilişkilerden bağımsız, soyut birer varlığı olduğunu iddia etmek de gene burjuva aklının bir ürünüdür. “Varlık bilinci belirler” diyen Marx’ın bu burjuva siyasetin kapısında öldürülmesi şarttır. Zira sol küçük burjuva, siyaset alanının en azından eşiğinde-kapısında bekçilik işi alabilmek için, o siyaset alanını devrimcileştirmeyi emreden bir Marksizme kendi içinde asla yaşama hakkı tanımaz.

Marksizm, bu küçük burjuvanın elinde, Marx’sızlaştırılmak zorundadır. O da böylece Marx’ın polemik yürüttüğü, kavga ettiği eski sosyalistlerin kervanına ekleniverir. O polemikler, ruhundan arındırılıp unutturulmak zorundadır. Düşüncenin siyaset alanına girmesi, ancak onun varlıktan ve bedenden soyutlanması ile mümkündür. Küçük burjuvanın ağzında, “işçi sınıfı, devrim, sosyalizm” gibi fikirler, varlıksız ve bedensizdir. Öyle olmalı, öyle kalmalıdır. Bunlar, sadece eşikte bekçilik yapmaya imkân sağlayacak düzeydedirler. Gerçek işçiler, gerçek devrim ve gerçek sosyalizm kapıya geldiğinde bekçi, onu etkisizleştirmeye mecburdur.

Siyaset alanının hâkimi olan burjuvazi, birey olarak işçinin girmesine izin verir ama işçi sınıfının o alana girmesini istemez. Mücadele zamanla zorlar ama işçi sınıfı, ancak sendika liderlerinin bireyliklere bölünmüş hâliyle, giriş izni alabilir. Proletarya ise kapıdan kovulmak zorundadır.

Küçük burjuvaya göre, “insanın toplumsal ve siyasal iradesini yok sayanlar”ın katli vacibdir. O, bekçilik görevi gereği, burjuvanın insanını ve bireyini kanının son damlasına kadar korumak zorundadır. Sınıfsal kini güçlüdür bu noktada. Bekçi Murtaza, kendisini insan ve birey kılan güçlere hizmet etmeyi namus beller.

Oysa Marksizm de yıllarca insanın toplumsal ve siyasal iradesini yok saymakla eleştirilmiştir. Liberaller ve muhafazakâr çevreler, Marksizmi burjuvanın insanını ve bireyini ölçü alarak eleştirmeye çalışmışlardır. Çünkü Marksizm, o insanın ve bireyin ardını göstermiştir. O bayrakları yükseltenlere saldırmış, hangi güçlere hizmet ettiklerini ifşa etmiştir. Marksizm ölmemişse, bu, insanı ve bireyi yücelttiği değil, başkalarıyla ortaklaşmayı emrettiği için ölmemiştir. O, “müntakim” bir özneye işaret ettiği için vardır. İntikam, sömürülenlerin ve mazlumların intikamıdır.

Birey ve insan ölçüsüne göre yapılan genellemeler, belirlenen tümellikler, tekil çıkışları ezmek içindir. Burjuvazinin insan kavramsallaştırması, insan denilen canlı türünün doğal ve hatta hayvanî güdülerle kolektivize olması ve saldırıya geçmesine karşı bir savunma biçimidir. Aynı şekilde, birey de söz konusu kolektif hareketin tuz buz edilmesi içindir. Kapıdaki bekçilerin öncelikli görevi, kimlik sorgusu yapmak ve tekilleştirip dışarı atmaktır.

Burjuva siyaset alanı, doğalında, kendisini koruma altına almakta, kapıya bu tür bekçiler yerleştirmektedir. Bu bekçiler kimlikçidir, tüm saldırı imkânlarını, kimlik içine hapsedip boğmakla görevlidir. Saldırının ne olduğu değil, kimler üzerinden gerçekleştiği sorgulanır. Bu polisiye zihniyet, saldırıyı bu şekilde savuşturacağını zanneder. Kitlelere ne olduklarını unutturur, kim olduklarını burjuva bir yerden övmeyi öğretir.

Saldırı imkânları, devrimci içeriğe sahiptir; sınıfsal, millî ve dinî bir içerikle tecessüm edebilir. Doğalında, burjuvazi, kendi siyaset alanını, yani devlete ve demokrasiye dair söz etme ve eyleme iradesini korumak, ebedîleştirmek için bu sınıfî, millî ve dinî saldırı imkânlarını savuşturmak zorundadır. Her bir imkâna karşı, eşikte birer bekçinin beslenmesi şarttır.

“Gezi” sürecine damgasını basan, küçük-burjuva zihniyettir” diyen Marksist Tutum çevresi[2], referandumda AKP’ye “evet” demenin diyeti olarak, bugün süreci AKP argümanları ile ama işçici dayanaklar üzerinden değerlendirmektedir. Süreçte işçi sınıfı olmadığını söyleyen bu ekibe, elbette “kendisi katılsaydı, işçi sınıfı da olurdu” denilebilir. Ama onun böylesi bir derdi yoktur. Tek dert, işçicilik adı altında edinmeye çalıştığı bekçilik görevini lâyıkıyla ifa etmektir. Gezi sürecinde burjuvazinin kitleleri kendi iç kamplaşmasına âlet etmeye çalıştığını söyleyen bu ekip, yakın geçmişte AKP’ye neden “yetmez ama evet” dediğini, o kamplaşmaya kitleleri neden âlet ettiğini izah edememektedir. Sonuçta işçicilik, “işçi” diyerek, toplumsal ve siyasal olanı kendi tekeline almak isteyen bireylerin ideolojisidir ve bu ideoloji, ne Marksizmle ne de Leninizmle ilişkilidir. Soyut işçi, burjuva bireyin don değiştirmiş hâlidir. Dolayısıyla bu donda, burjuva siyaset alanına girmeye çalışanlara seslenilir, onlar çağrılır. Bu sesleniş ve çağrının amacı, burjuva siyaset alanını tehlikelerden korumaktır.

Aynı şey, “Türkiye Devrimci Hareketi” ya da “Komünist Hareket” gibi büyük başlıklar altında düşünüp hareket edenlerde de söz konusudur. Onlar da bu kavramlarla tarihe ve topluma ipotek koyup, kavramların işaret ettiği bireyleri burjuva siyaset sahnesine davet etmekten başka bir şey yapmazlar. Böylesi büyük “özne”li cümleler kuranların burjuva efendilere gizli bir mesaj yolladıkları açıktır: “Yolumuzu açın, ben tüm tehditleri bertaraf ederim, meraklanmayın!”

Burjuva siyaset sahnesinin kapısında yalvarmanın bir diğer biçimi de “tarihsel ilerlemecilik”tir. Küçük burjuva sol, burjuva efendilerine seslenip, “biz sizin mirasınızı sahipleniyoruz, bilinmeyen bir gelecekte o ideallerinizi gerçekleştireceğiz, endişelenmeyin” demeye mecburdur. Bu kesim, devlet ve demokrasi konusunda söz edebilmek için, burjuvaziye sürekli referans vermelidir. Siyaset alanı burjuva devrimleriyle kurulmuştur ve o sahneye girmek için söz konusu devrimlerin huzurunda eğilmek şarttır. Bu yaklaşım, burjuvaziden ve onun devrimlerinden önce bir toplum ve bir tarih olmadığını iddia etmek zorundadır. Marx ve Marksizm, burjuvazi ve onun devrimleriyle ilgili yazıp çizdiği kadarıyla önemlidir. İnsan denilen putun tarihsel-toplumsal bağlarını ifşa eden bir Marksizm, onlar için tehlikelidir. Zira “üretici güçler” gibi kavramlar, insan iradesini yok saymaktadır.

Engels, Fransız devrimcilerini huşu içinde takip eden Alman yoldaşlarını uyaran bir kitap kaleme alır: Köylüler Savaşı. Kitabın girişinde Engels, mealen, “Fransızlara öykünmenize gerek yok, sizin de tarihinizde örnek alacağınız devrimciler var” der ve köylü Hristiyan halkların çeşitli mezheplerin bayrağı altında yürüttükleri devrimci mücadeleleri, örnekleriyle anlatır. Bu kitap, bireyciliğin kisvesi olan işçiciliği giymiş laik küçük burjuvaların tüylerini diken diken edecek niteliktedir. Aynı şekilde, “devrim simyagerleri” tabiri de bugünün devrimcici küçük burjuvaların duymazdan geldiği bir uyarıdır.

Benzer biçimde, Engels’e göre, I. Enternasyonal üyesi işçiler ilk Hristiyanlara benzemektedir. Tüm bu veriler üzerinden, bir küçük burjuvanın dinî metinlerin politikleştirilmesine ve birer bayrak olarak yükseltilmesine tepki koyması, tam da efendisiyle yaptığı akitle ilgili olmalıdır. Bu küçük burjuva için dinî metinlerin ve dinî mücadele birikiminin Marksistçe özümsenmesi ve yorumlanması, saf, steril, burjuva “Marksizm” kurgusuna ve bireyliğine halel getirecektir. Burjuvaya yaranmanın yolu, onun düşman olduklarına düşman olmayı abartmaktan geçer.

Burjuvazinin insan ve birey putlarına, bunlar üzerine kurduğu dine mürit olan küçük burjuva solcular, gizliden, içeriye, görevlerini lâyıkıyla ifa ettiklerine dair bir mesaj vermektedirler. Demektedirler ki, “biz hâlâ o dine tabiyiz, siyaset alanına sizin putlarınızı rahatsız edecek hiçbir unsurun girmesine izin vermeyiz.” Bu mesaj, sosyalizm ve Marksizm kurguları üzerinden verilmektedir. Yani bu bireyler ağızlarını açtıklarında, her şeyi insan ve birey putuna göre anladığını, onlara göre bir dünya tasavvur ettiğini ve putların ebedîliği için yaşadığını sürekli söylemek zorundadırlar.

“İnsanın toplumsal ve siyasal iradesi” adına kapıda kimlik soran, kelle alan küçük burjuva bekçiler, toplumu kuran, siyaseti belirleyen güçlere daima selâm çakarlar. İlkel kabile dilleri üzerine çalışma yapanların da gösterdiği üzere, belirli bir kabilenin dilinde “insan”, o kabile üyelerini imler. Dolayısıyla, kabile dışındaki her canlı, tehdittir. Benzer bir yaklaşım, burjuva siyaset alanında da geçerlidir. Yukarıdaki lafı eden küçük burjuva bekçi, insan sıfatına erişebilmek, insan olabilmek için o alana girmiştir ve o alanın dışındakileri “hayvan” olarak görüyordur. Başörtülü kadın, hakkını isteyen işçi, anadilinin ve tarihinin kavgasını veren Kürd vs. herkes hayvan derekesindedir. Bunlar, burjuvazinin tarihsel ilerleme masalına inanıyorsa, ancak o vakit, insan olabilirler ve yaşamaya hak kazanabilirler. O masala inandığı vakit, başörtülü kadın, işçi ve Kürd, ruhsuz birer makine dişlisi olduğunu kabul etmek zorundadır. Küçük burjuvaların bekçilik görevi, önce ruh sonra bedene mani olmak üzerine kuruludur.

Bekçilik görevi kâfi değildir. Küçük burjuvanın, sürekli, kapının önünü temizlemesi de gereklidir. Patronuna bir de bu sebeple hesap verir. Bugün ülkede dönen teorik-politik tartışmalar, bu bekçilik ve temizlik görevinin birer parçası olarak yürümektedir. Taraflar, efendilerinin verdiği görevleri en iyi kimin ifa edeceği konusunda yarışmaktadırlar. Tüm argümanlar, mantıksal safsataya ve yalana yaslanmak zorundadır. Denmelidir ki, “biz cumhuriyet mitinglerine katılmadık, din düşmanı değiliz, Kürd arkadaşlarımız var!” Denmelidir ki, “Gezi ortak görülen bir rüyaydı, solcu dindarlar iyidir, LGBT ve kadın arkadaşlarımız var!”

Bekçiler, din, millet ve sınıf üzerinden siyaset alanına taarruz eden kitleleri savuşturmak zorundadırlar. Kendilerini ancak bu surette var kılabileceğini düşünenlerin kurdukları örgütler, dinsiz, milletsiz ve sınıfsız bir masonik cemaate dönüşmeye mecburdur. Kitlelerin öfkeli saldırıları bu cemaatler içinde transforme edilmeli, yumuşatılmalı, parçalanmalı, etkisizleştirilmeli, sönümlendirilmelidir. Bu cemaatlerde birey olamadıklarını hisseden küçük burjuvalar ise meseleyi kökten hallederler ve kitlelerden uzakta, ham hayallerin peşine koşarlar. Bunların dünyasında, kimya simyaya, fizik matematiğe, biyoloji psikolojiye dönüşür. Kitlelerden kaçmak ya da onlara düşman olmak, kitlelerin kimyevî, fizikî ve biyolojik hareketliliğini ancak bu şekilde etkisizleştirecektir.

Kitlelerin sessiz veya çığlıkla yüklü saldırıları karşısında bugün sadece küçük burjuva bekçilerin mantar tabancalarının sesleri duyulmaktadır. Müslüman’ın, emekçinin, mazlum milletlerin öfkeli kıyamı kapıları topyekûn dövdüğünde, o tabanca seslerinin yerini kıyametvarî bir debdebe alacaktır.

Eren Balkır
27 Eylül 2013

Dipnotlar:
[1] Can Soyer, “İslamcılığın İyisi Kötüsü”, 27 Eylül 2013, Sol Paylaşım.

[2] Utku Kızılok, “Küçük Burjuva Sosyalistlerin ‘Gezi Komünü’”, 1 Eylül 2013, Marksist Tutum.

24 Eylül 2013

Romanesk İslam


Post-sovyetik dönemdi, Sovyetler’in çözülmesi üzerinden birkaç yıl geçmiş idi ve Rusya ile ilgili olarak ana akım medyada şu haber geziniyordu: “Rusya’da ılımlı kapitalizm tartışılıyor.” Tersten anlaşıldığında, bu başlığın tartıştırılmak istendiği açık. Zira sosyalizmin çözüldüğü Rusya’da halkın sömürü karşısında eski rejimi arzuladığı bir momentte geri dönüşün önlenmesi için fikriyatın ve pratiğin belli bir noktada sabitlenmesi zarurîydi.

Esasen “ılımlı kapitalizm” tabirinde liberal bir hava hâkim. Liberaller, “tamam, Marksistlerin eleştirdikleri kapitalizm kapitalizmin o ilk, vahşi aşamasıydı ama artık o dönem çok geride kaldı” diyorlardı. Dolayısıyla kapitalizme karşı mücadele etmek gereksizdi. Özetle yeni türeyen Rus oligarkları, batılı fikir babaları ile birlikte, halka “sosyalizmi unutun, artık kapitalizm var, onun da ılımlısına razı olun” demiş oluyorlardı.

Aynı dönemde, esas olarak seksenlerin başına kadar uzanan başka bir kavram daha tartışmaya açılmıştı: ılımlı İslam. Burada da batılı efendiler, “mücadeleyi ruh bellemiş o İslam’ı unutun, yeni koşullara uyum sağlamış, diz çökmüş İslam’la idare edin” diyorlardı.

“Ilım” sözcüğünün bir anlamı, ölçülülük, itidal, bir diğer anlamı ise “ekinoks”. Bu anlamda “ılımlı İslam” tasarımının yıllar boyu “biz kapitalizmle sosyalizm arasında ya da dışında duran üçüncü yoluz. Kur’an’ın emrettiği şekliyle, ‘vasat’ ümmetiz.” diyenlerin faaliyetlerinin bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.

Müslüman halk kütlesinin mevcut cüssesine sırtını yaslayarak liberal bir feyz ile üçüncü yolculuk yapmak, bugünün ılımlı İslam tasarımlarının yolunu açmıştır. Rusya’da önerilen kapitalizm de yetmişlerle birlikte komünist parti içinde yapılan tartışmaların bir ürünüdür.

* * *

Stalin sonrası iki klik ortaya çıkmış, kliklerden biri, Latin Avrupa’daki komünist partilerin sağ reformist yönelimlerinin de etkisiyle, kapitalizmi çağırmıştır. Nihaî darbe, Gorbaçev ve Yeltsin ile gelmiş, sonuçta sosyalist birikimi pazara çıkaracak bir tür kapitalizm modeli önerilmiştir.

Söz konusu kliğin altmışlarda Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “kapitalist olmayan yol” formülü de aynı minvaldedir. Nihayetinde Sovyetler etrafına hendek kazarken, kendi kazdığı hendeğe düşmüş, ilk düşüş, zafiyet Afganistan’da yaşanmıştır.

Bu dönemde, ellilerle birlikte, Sovyetler’in kuşatılması için sivriltilen politik İslam da kendi etrafına hendekler kazmış, ancak o da doksanlarla birlikte, Körfez sermayesinin de çekim gücüyle, kendi hendeğine düşüp ılımlılaşmak zorunda kalmıştır. Ilımı, yani ölçülülüğü tümüyle emperyalist dünya nizamı ile ilgilidir. Artık ölçü insan ve bireydir, zira soğuk savaş döneminde komünizmle araya kazılan hendeğin bir ucunda “insan”, diğer ucunda “birey” bayrağı dalgalanmaktadır.

Soğuk savaş döneminde ABD-Sovyetler kavgasında Müslümanları ABD yanlısı kılmak için Kur’an da istismar edilmiştir. Misal, Rum Suresi’nin konusunu teşkil eden Persliler-Romalılar savaşında Müslümanlara Allah’ın Romalıların safında olduğu söylenmiştir. Bunun gerekçesi de Romalıların ehl-i kitap oluşudur. Bu surede Allah, Romalıların yenildiğini söyler ama birkaç yıl sonra gerçekleşecek savaşta onların kazanacakları haberini verir. Kimi müfessirler, ABD desteği ile kaleme aldıkları yorumlarda, bu ayetin haber değil, “müjde” verdiğini söylemiş, Allah’ın ve Peygamber’in aslen Romalıların safını tuttuğunu iddia etmişlerdir. Oysa ayetin devamında, “Müslümanlar da bir gün sevinecek” denilmektedir. Ama ayet, ısrarla, Müslümanların, kitapsız olan Sovyetlere karşı ehl-i kitap olan ABD’yi desteklemesi yönünde bir gerekçe olarak yorumlanmıştır.

Esasında Persliler ve Romalılar arasındaki savaşın, o günün jeopolitik gerçeği dâhilinde, bölgedeki Müslümanlar için anlamı, Yahudilik-Hristiyanlık kavgasıdır. Söz konusu yorum kasıtlıdır dolayısıyla. Sonuçta “lânetlenmişler”in ve “yoldan sapmışlar”ın karşısında hak yolunu sürdürmesi gereken Müslümanlar, gündelik çıkarlar uyarınca, yoldan sapmış ve ılımlı İslam için gerekli zemini teşkil etmişlerdir. Bu zemin, İslam’ın mücadelesini belirli bir coğrafyaya ve belirli bir tarihsel kesite kapatmıştır.

* * *

Mücadele kapanmaya gelmez. Mücadeleyi ruh bellemiş İslam’ın silinip yerine diz çökmüş bir İslam’ın hâkim kılınması, ancak İslam’ın kendine kapatılması ile mümkündür. “Ilımlı kapitalizm” türünden tartışma başlıkları fikri ve ameli ne yönde kıstırıyor, boğuyorsa, “ılımlı İslam” tartışmaları da benzer sonuçlar üretmektedir.

İslam düşmanı kimi Hristiyan sitelerinde, “siz kanmayın İslam sözcüğünü barış diye çevirmelerine, İslam Arapçada teslimiyet demek ve teslimiyet de elindeki kılıcı ile Muhammed’e teslimiyetten başka bir anlama gelmez.” denmesi boşuna değil. Ele göre kendisini yıkıp kuran Müslümanlar, bu sözlere her şeylerini eğip bükmek zorunda kalıyorlar. İslam’ı barış yurduna indirgiyorlar, Muhammed’in ordusuna teslimiyeti geçersizleştiriyorlar ya da Muhammed’i devre dışı bırakıp Kur’an’ı kendine kapatıyorlar. Sonuçta ayrı ayrı ya da bütün olarak Allah’tan, Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den azad olmuş bir fikrî bütünlük kalıyor geride. Laik bir metne dönüşen Kur’an, bugünün Muhammed’cilerinin politik kılavuzuna dönüşüyor.

Siyaset alanında tezgâhlar kuruluyor, tezgâhlara mal taşıyan tüccarlar, kendi çıkarlarına uygun tezgâh sahipleri buluyor. Tezgâhta satılan sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri. Bu açıdan sömürülenlerin ve mazlumların kan ve ter dökerek verdikleri zulme ve sömürüye karşı mücadeleler içinde ol mücadelelerden kaçanlar, kendi tezgâhında ya da atölyesinde mutlak, bütünlüklü, dört başı mamur, kendine kapalı, havada asılı mallar üretme yoluna gidiyorlar. Kur’an böyle bir mal artık.

Bu tarz malların üretilmesi, onların satılabilmesi için şart. Ama gene de her eylemlilikte malın bir yerinden kan ve ter sızıyor. Bu durum, siyaset alanında köşe başlarını bu tarz mallar üretenlerin tutmasına mani değil. İslamcılık, sosyalizm, Marksizm… Hepsi kendi özgünlükleri ölçüsünde öne çıkartılıyor ve tezgâhlarda satılıyor. O tezgâhlarda satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri olduğuna göre, kendine kapalı bir İslamcılık, sosyalizm ya da Marksizm satılabilmek için o kandan ve terden kurtulmalı.

Hristiyanlardaki İslam düşmanlığı, İslamcılık formülünü kansız ve tersiz bir yerde oluşturmayı dayatıyor. Liberallerin ya da faşizmin saldırısı da aynı şekilde sosyalizmi ve marksizmi böylesi bir yere zorluyor. Ilımlı İslam, Hristiyanlığın yanına kaçtığından beri, onun ölçülerine göre kendisini kuruyor ama öte yandan da mücadeleci özü kurumaya yüz tutuyor. Üçüncü yol olarak formüle edilen İslam, sömürülenleri ve mazlumları her daim kenara itmek zorunda kalıyor. Üçüncü yol Roma’ya çıkan yol oluyor. Mazlumlar katar katar bu yola diziliyor.

* * *

“Ilımlı İslam”, Müslümanların önünde duran ulemanın ikna edilmesi gayretinden başka bir şey değil. Ulema, esas olarak neoliberalizme, Yahudi-Hristiyan teolojisine, tekellerin nizamına ikna ediliyor. İkna gayreti dâhilinde İslam kendine kapatılıyor. Avam, havassın bu türden teşebbüslerini ağzı açık izliyor ve “vardır bir bildikleri” diye düşünüyor. Sonuçta satılabilir bir meta hâline getirilen İslam, O’nu bugüne getiren kandan ve terden arındırılıyor. Zira bir yerinden kan ve ter sızan bir metanın satılma ihtimali de bulunmuyor. Satış işlemi esnasında devletin tevhid ve adalet üzere olması gerektiğini söyleyenler, verili çıkarları gereği, tevhidi çöpe atıyorlar. Adaleti de mazlumları kandıracak bir elmalı şekere dönüştürüyorlar. “Halkın adaleti” mazlumların silâhı olarak imkânsızlaştırılıyor.

Bu aşamada İslamcılık kendine kapalı bir biçimde formüle ediliyor ama bu işin kökü Hz. Muhammed’e, hatta Hz. Âdem’e kadar uzatılıyor. Bunu duyan avam da ne kadar köklü olduğunu düşünerek ve asıl insanın kendisi, kendisi dışındakilerin de hayvan, yeryüzünün sadece kendi yurdu olduğuna inanarak mutlu oluyor. O avam, düşmanın boğazını koyun gibi kesmekte bir beis görmüyor.

Bugünde güçlü olmak isteyen mazlum ve sömürülen kişi, bu türden tarihyazımları ile kandan ve terden kurtulabileceğini zannediyor. Kan ve terden temizlenmiş bir metanın taşıyıcılığı, satıcılığı veya alıcılığı, kişinin kandan ve terden kurtulduğu huzurlu ve mutlu bir âna işaret ediyor.

Oysa kökün bu denli derine uzatılmasında esasında belli bir hinlik var. Kanın ve terin mücadelesi silindiğinden, belirli bir dönem politik bir anlamı, varoluşsal ve direnişe dair bir değeri olan namaz şahsî bir eyleme indirgeniyor. Kökün derine uzatılması ile politik muhteva sulanıyor ve İslam’ın sömürücülere/zalimlere salladığı kılıç elinden alınıyor. Bu eylemin dışında bir değeri bulunmayan tüm fıkhî, amelî hususlar kendinden menkul kültürel motiflere dönüşüyor.

* * *

Adamın biri elinde bir tabak hurma ile Peygamber’in yanına gelir. Peygamber, “bu sadaka mı hediye mi?” diye sorar. Adam “sadaka” diye cevap verir. Bunun üzerine Peygamber, hem öğrencisi hem koruması olarak görev yapan ashab-ı suffanın kaldığı kulübeyi göstererek “oraya götür” der. Adam elindeki hurmalarla kulübenin kapısına yönelir. Kapıda Peygamber’in torunu Hasan durmaktadır. Uzanır, tabaktan bir hurma alır, tam ağzına atacakken Peygamber durdurur onu ve “biz Ehlibeyt’iz, bize sadaka yakışmaz” buyurur. Sadaka tasdik etmektir ve Peygamber’in konumu tasdik edilmeyi gerektiren bir konum değildir.

Ömrünü Peygamber gibi yaşamak ya da diş fırçalamakla geçiren bir Müslüman’ın özdeşlikle yerle yeksan ettiği, işte tam da belli bir mücadelenin komutanı ve onun karargâhıdır. Ilımlı İslam, esasında o komutanlığın ve karargâhın artık zihinlerde ve amelde belirli bir hükmünün kalmamasıdır. Batı, Muhammed’siz Kur’an’a ve Kur’an’sız “Allah”a hazır ve razıdır.

* * *

Üçüncü yol arayışlarında İslam liberalleşiyor. Liberalleşmenin bir diğer izdüşümü de anarşistleşme. Anarşist geleneğin kökleri Haricîlikte bulunuyor. Özünde Haricîlik, mülk meselesi üzerinden tasfiye edilen bedevî kabilelerin kendilerini koruma altına alması anlamına geliyor. Özgürlükçüymüş gibi görünen bu ideoloji, esasta, kendi özgül varlığını muhafaza etmenin yollarını arıyor. Özgürlükçülük, İslam’ın eşitleyici pratiğini akamete uğratmak zorunda. Ali’nin sırtına hançer ol sebeple saplanıyor.

Romanesk İslam, yani Roma’dan yana saf tutmanın ürünü olan savunma ideolojisi, saldırıya geçtiğinde, Roma’yı arkasına almak zorunda. Bu saldırı Roma’nın işgal hareketidir, tarih söz konusu hurucu bu şekilde yazar.

Liberalleşme temayülüne örnek olarak, bugün Antikapitalist Müslümanlar da özünde aynı şekilde, kendi mahallelerini muhafaza etmektedirler. Haricîlere benzer bir teorik-politik hat tutturan söz konusu kesim, Roma’nın yürüyüş kolundadır. Solcuymuş gibi görünen tüm salvolar, mahalleyi soldan korumak için hava yastığı olmak derdiyle, atılmakta, mahalleye solun sızma ihtimaline karşı önemler alınmaktadır.

Bu hareket, Roma askeri Fethullah’ın ideolojisinin parayla, mülkle kirlenmemiş biçimidir. Dolayısıyla elde bir tek “vicdan” denilen masal kalmaktadır, her daim bu masal anlatılmaktadır. Politik olarak kıyam etmek bu vicdanî üslupta zararlıdır, tehditkârdır. Bu arkadaşların, “sol bu topraklara yabancı, biz ise bu toprakların bağrından çıktık” demesi şaşırtıcı değildir.

Antikapitalist Müslüman hareket gerekli teorik ve politik müdahaleleri gerçekleştiremediğinden, AKP-Fethullah geriliminde, sağ zihniyetin himayesine girmek zorunda kalmıştır. Bugün solun bir kısmını, içini boşaltmak kaydıyla, mahalleye taşıyacak, Müslüman’ı “bak işte, solculuğu tasfiye ediyorum” diye ikna edecek bir turnike olarak iş görmektedir. Romanesk İslam’ın liberal kanadı olan AKM, doğunun kıyamına yabancı ve düşmandır.

Eren Balkır
24 Eylül 2013

22 Eylül 2013

,

Yoldaşlığın Kıyamı


Komünist, kendisine insan örgütlemez. Örgütlenmesi gereken, harekettir, dinamiklerdir, devrime uzanan yollardır. O harekette, dinamiklerde ve devrim yolunda burjuva bir tasarım olarak “insan”a yer yoktur.

Komünistin kilitleneceği yer, kendisini sevebilecek, kendisine saygı duyabilecek bireyler değil, kimi zaman kendisine rağmen gelişen hareketler, dinamikler ve yollardır. Kendisini kuracaksa, oralardan kurar.

“Emek en yüce değerdir” şiarı, küçük burjuva solculuğun ve Marksizm öncesi sosyalizmin ruhudur. Bu ruh komünist hareketi ruhsuzlaştırır, ruhunu mevcut bedene düşman eder. Dolayısıyla, mevcut toplumsal ilişkiler, tarihsel pratikten kaçırılırlar. Tarihsel birikim, mevcut toplumsal putların önünde diz çöktürülür. Küçük burjuva solculuk, “Kâbe’nin içindeki putları kıran Muhammedî irade” olarak Marksizme yönelik derin bir sınıfsal kinle hareket eder. Bu solculuk, intikamını, “Emevîlik gibi”, Marksizmi ve komünist hareketi putların dinine dönüştürmek suretiyle alır. Bu dinin Allah’ı yoktur.

Devrime uzanan yollar, ancak belirli politik kavşaklarda görülebilir. Kavşaklar, yolların ayrıştığı ve birleştiği momentlerdir. Komünistin görevi, kavşağın bizatihi kendisi olmak değil, orada eylemektir.

Andre Malraux’nun Umut isimli romanında geçen anarşist-komünist muhabbeti uyarıcıdır: komünist, anarşiste, “siz hep bir şey olmak istiyorsunuz, biz ise bir şey yapmak istiyoruz” der. Yapmayı oluşta dondurup yapmanın ruhunu çalanlar, anarşist temrinlere sarılmak zorundadırlar. Yapmayı oluşta dondurmak, oluşun yapma tarafından dağıtılmaması içindir. Oluşun bütünlüğü bozulmasın diye, yapmak, kapı dışarı edilir.

Anarşist açısından devlet, bir pratik olarak oluşa halel getirdiğinden düşmandır sadece. Komünist içinse devlet, politik sınırlılığı dâhilinde bir süre yapmaya tabi kılınacak bir araçtır. Salt kendisine insan örgütleyenin bu gerçeği anlaması mümkün değildir.

Komünist için yapmak, asla teorisiz değildir. Lenin’in narodnikler için dile getirdiği gibi, “ahmaklar teorinin de bir eylem olduğunu” asla anlamamaktadırlar. Çünkü yapmak, ortaya aklını ve yüreğini koymaktır, dolayısıyla o aklın ve yüreğin de öznenin öncesiz-sonrasız bir yapma pratiği üzerinden dönüştürülmesi gerekir. Akıl ve yürek, kişisel sınırları tanımaz, tanımamalıdır.

“Emek en yüce değerdir” sözü, küçük burjuva siyasetinde, bireyin her türlü pratiğine her şekilde saygı duyulması olarak karşılığını bulmaktadır. Saygı, özünde korkudur ve burada korkulan şey, birey tanrısının sunağına kurban edilmektir. Komünist, o sunağı parçalamak zorundadır. Küçük burjuva siyaseti, sadece kendisinin baş ve son olduğu ürünleri tanır. Komünist için aslolan, o baş ve son arasındaki pratiktir.

Bireyin sözüne ve eylemine saygı duymak, komünistin işi değildir. O kendisine arkadaş kurmaz, yoldaş oluşturur. Yoldaşlıksa pratik eylemlilikle mümkündür. Bu pratik eylemliliğin teorik-düşünsel bir boyutu olmak zorundadır. Aynı şeyleri düşünmek değil, aynı yolda düşünsel olarak eylemek, eylemli olarak düşünmek; esas olan budur.

Dert, bireyliğine saygı duyulmasını isteyenlerden bir arkadaşlık kulübü kurmak olamaz. Mesele, hareketten, dinamiklerden ve devrime uzanan yollardan yoldaşlık oluşturmaktır. Dolayısıyla, komünistin her daim kişide yansıyan bir hareket, dinamik ve yol görmesi gerekir. Kişiyle kişisel muhabbet kurmak, komünist politikanın derdi olamaz.

Politika kıyam etmek, ayağa kalmaktır. Arkadaşlık kulübü, her ayağa kalkışta dağılacağından korkar. Dolayısıyla, politikaya asla izin vermez. Ait olunan hareket, dinamik ve yol, kişiye ayağa kalkma emrini verir. Bu emir duyulur duyulmaz, eski arkadaşlık ilişkileri doğalında parçalanır ve tepki gösterir. Ayağa kalkana “otur, icat çıkarma” denilir. Burada eşitlikçi tutum, özgürleştirici pratiği ezer. Ana mesele, kişinin özgüllüğünün ve özgürlüğünün tehlikeye girmesidir. Tersten, özgürlükçü tutum, eşitleyici pratiği ezecektir. Arkadaş kulübü ile yoldaşlık komünü tehlikelidir. Dışarıya ve ileriye dönük her türlü hareketi susturmak zorundadır.

Arkadaşlık ile yoldaşlık arasında geriye dönüşsüz, kalıcı bir ayrım çekmek zorunludur. Arkadaşlığın politik kıyam dâhilinde parçalanması, dağılması, yoldaşlığın yolunu açacaktır. Yoldaşlık komününün panzehri, gene arkadaşlık ilişkilerindedir. Arkadaşlık kulübünün panzehri ise yoldaşlaşmadır.

Hareketin geriye düştüğü noktada yoldaşlık ilişkileri, eskinin arkadaşlık ilişkilerine doğru geri çekilecektir. Dolayısıyla, arkadaşlık kulübü, örgüt ya da parti zannedilecektir. Bu yanılsama, politikanın ölümünü ifade eder.

Haziran direnişinde yoldaşlık, forumlarda arkadaşlık hâkimdir. İlkinde eski örgütler mevcut değildir, ikincisininse ruhudurlar. Herkes, forumların kendisinde bedenlenmesini ummaktadır. Oysa arkadaşlık kulübü olmak, yenilgi ve tasfiyedir. Örgütler, şu veya bu düzeyde barındırdığı yoldaşlaşma imkânlarını ve kendi içindeki yoldaşlık ilişkilerini forumlar üzerinden yitireceklerdir.

Yoldaşlıktan arkadaşlığa doğru geri çekilmenin nedeni, aidiyet ilişkilerinin mülkiyet ilişkilerine yenilmesidir. Mülkiyet, arkayı sağlama almakla; aidiyet, öne doğru çıkmanın gerekliliği ile ilgilidir. Sırtını sağlama aldıklarını düşünenlerin öne çıkma derdi yoktur. Öne çıkan, gücünü aidiyetten alır.

Aidiyet, başkalarıyla yola çıkma iradesidir. Bu irade, istek yoksa, geriye çekilip eldeki mülke teslim olmak kaçınılmazdır. Arkadaşlık, tam da bu noktada kutsallaşır. Her şey mülke indirgenir. Yeni politik süreçte buluştuğu yoldaşlarını küçümseyip eski mahallesindeki arkadaşlarını özleyen kişi, artık apolitiktir. Bu apolitizm, politik mücadeleyi köreltir. Örgütünü mülk olarak gören kişinin, örgütünü arkadaşlık kulübüne çevirmesi kaçınılmazdır. Örgütlenme, artık sadece sosyalleşme pratiğidir.

İleri fırlayan kişi için ayrıldığı örgütteki eski yoldaşları aslında eski arkadaşlardır. Hâlâ eski örgüt içi ilişkilerini arayan bir kişi için bu ilişkiler, güvenli bir kovuktan başka bir şey değildir. Tam da bu noktada, “emek en yüce değerdir” lafı gündeme gelir. Çünkü arkadaşlık için ve onun içinde ortaya konulan pratik, kutsallaştırılmak zorundadır. Yapılan işler arkadaşlığın emrindedir. İş pratiği, arkadaşlığın hizmetkârıdır sadece. İşin ve eylemin özgürleştirilmesi için arkadaşlık kulüplerinin dinamitlenmesi zorunludur.

İşçi sınıfı geriye, proletarya ileriye dönüktür. İlki, meslekî birlikteliğini yüceltmek, ikincisi devrim yolunu açmak zorundadır. Kendi arkadaşlık ilişkilerindeki romantizmi işçilerde ya da ezilenlerde bulanlar, bu romantizmi ilgili kesimlere yansıtanlar, hem işçilerin ve ezilenlerin öne fırlamasına, yol açmasına mani olurlar hem de açılan yolu tıkarlar. İşçicilik ve ezilencilik, arkadaşlık kulüplerinin ana programı ve tüzüğüdür.

Sözün ve eylemin kendi bireyliğinde bütünlenmesi meselesi de buradadır. Bu iddiadaki kişi, kendisine benzer arkadaşlar arıyordur sadece. Ezilenler ve işçiler için bu kişilerin ve arkadaş kulüplerinin ürettiği sözün ve eylemin hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, sürekli ve kesintili bir hareket içinde olduklarından, söz konusu kişilerin ve kulüplerin pratiğini sürekli ve kesintili olarak kusarlar.

Notre Dame’ın Kamburu’nda ezilenler, önce kendilerine yardım eden ezilenci küçük burjuvaları idam ederler. Çünkü ezilenciler, kendi varlıklarının sürekliliği ve kesintisizliği için ezilme ilişkilerinin sürmesine hizmet etmektedirler. Ezilme ilişkilerinin sona erdiği bir ânda ezilenler, o küçük burjuvaların kellesini kesmek zorundadırlar. Ama bu hikâye, idamdan korkup saklanmak için ezilenlerin içine karışmayı öğütleyen küçük burjuvaları haklı çıkartmaz. Proleter irade, Ekim Devrimi sonrası yaşandığı gibi, saklanmak için dilenci kılığına giren burjuvaları gene de bulmayı bilecektir.

Küçük burjuvazinin ürettiği söz ve eylem, her daim, Marksizm öncesi sosyalizmlerin ruhunu taşır. Bu sosyalizan eğilimler, ya eski burjuva devrimlerin korunmasını ya da bir devrimin bir daha olmamasını talep ederler. Belirli bir devrimi değil, genel anlamda devrimi ilerletmek için, devrimin de ileri çıkması gerekir. Devrim, lafla yürüyecek bir gemi asla değildir. Ama gene de teoride “devrim”in devrimcileştirilmesi gerekir. Marksizm, tam da buradadır.

Esasta ilericilik-gericilik tartışması, zamansal sıralamaya yönelik olarak yürütülmektedir. Temel mesele, düşmana doğru hamle yapmaktır; hamlenin ilerici ya da gerici olduğuna ilişkin tartışma, küçük burjuvaların tartışmasıdır. Çünkü onlar, esasta, meslekî varlıkları ekseninde oluşmuş arkadaşlık kulüplerinin dağılmasını asla istemezler. İlerinin ve gerinin ölçüsü, söz konusu kulüptür.

Komünistin görevi, kendi öznel varlığına eş dostlar arayıp bulmak değildir. Öznelliğinin karşılığı olan örgütler arkadaş kulüplerine dönüşmüşse, onları parçalamayı bilmelidir.

Komünist Manifesto, “insanlığın kardeşliği” yalanını terk edip proleter davanın kıyam etmesidir. Bu dava, arkadaşlarla değil, yoldaşlarla ilerler. Yoldaşlık, arkadaşlığın aksine, mevcut ilişkileri eleştirmeyi gerektirir. Arkadaşlıksa, “her şey böyle iyi” hissidir.

Komünist pratiği, ânın sonsuzluğuna, oradaki senkrona ve ahengine kapatmak tehlikelidir. Bu kapanmayı istemek, komünist pratiği, sonlu, senkronsuz ve ahenksiz olan politikadan uzaklaştıracaktır. Politika, tam da arkadaşlık kulübünü bozabileceği için sevilmez. Ânın sonsuzluğu, senkron ve ahenk, küçük burjuva bireyin hülyasıdır, çöldeki vahasıdır.

Komünistin kendisine insan örgütlemesi, insanî pratiğin o kendi’yi dönüştürmesine mani olacaktır. Oysa komünist, örgütleyenin örgütlendiğini bilmek zorundadır. Eksikli olduğunun bilincindedir. “Aşk örgütlenmektir” (Ece Ayhan) sözünün düşündürtmesi gereken budur. Eksikliğimizi sevmek değil, sevmeyi eksiklikte kurmaktır mesele.

Arkadaşlık, politik düzlemde, bir geri çekilme biçimidir. Arkadaşlığın temel koşulu, sırta, geriye dair gelişmelerin mevcut ilişkileri parçalamasına mani olmaktır. O, geçmişin iradesine karşı bir önlemdir. Vicdan azabının sonlandırılmasıdır. İnsanî ilişkileri önceleyen dinamiklerin, hareketlerin öldürülmesi, yolların kesilmesidir. Arkadaşlığın yoldaşlığa sıçraması, diriliştir.

Dinamiklerin, hareketlerin ve yolların yıkıcılığını örgütlemekse, yoldaşlıktır. Nefes alacağımız yer, orasıdır. Zaman ve mekân, tam da orada dönüşür, özgürleşir. Aynı yerde ve günde bir arada olmak, hükmünü yitirir. Yoldaşın, yolun neresinde olduğunu ve onu ne kadar süre yürüdüğünü bilmemize, bilerek kendimize kapatmamıza artık gerek yoktur. Sırtı, arkayı sağlama alma zorunluluğu, anbean, arkadaşların kontrol edilmesini gerekli kılar. Nerede başladığını ve nerede biteceğini öznel varlığımızla bilemediğimiz yolda yoldaş olmak, bize hep eksikliğimizi anımsatır. Tam da bu nedenle yoldaşlar bulunur. Eksikliğimiz devrimcileştirilmelidir.

Her şeyiyle, sözüyle ve eylemiyle, bütünlüklü bir özne olduğunu satmak, arkadaşlık kulüpleri için zorunludur. Böylesi bir pazarlama işlemi, malın ruhsuzluğu ile ilgilidir. Ruhsuzluk, doğal olarak, pazarlığı en düşüğe çekmek zorundadır. Yani “söz ve eylemi ben kendi varlığımda birleştirdim, ama bu koşullarda da ancak bu kadarı olabiliyor, ne yapayım” denilecektir. Epistemolojiyi ve ontolojiyi, teoriyle pratiği kendi bedeninde bütünlediğini iddia eden özne, dinamiklerin, hareketin ve yolun ilerlemesine her zaman engel olacaktır. Böylesi bir özne, aslında gerilemenin somutlanmasından başka bir şey değildir.

Bireyin kariyer basamaklarındaki ilerlemesi, politika için önemsizdir. Bir kişinin örgüt içinde yükselmesi, değersizdir. Bir örgütün kitle içinde başarılar elde etmesi, nafiledir. Arkadaş ilişkileri, yoldaşlaşma imkânlarını öldürmek için mutlaklaştırılır. Yoldaşlık ezicidir, tahakkümcüdür, otoriterdir, baskıcıdır, çünkü tam da arkadaşlığı tehdit etmektedir. Tehdit altında olan, düzenin mevcut hâlidir aslında. Sömürü ve zulüm üzerine kurulu düzen, kendisini bu yatay ilişkilerde koruma altına almaktadır.

Komünistin ortalıkta tanrıymış gibi dolaşması, cenneti fiilî olarak kurması, mevcut cehennemde süren mücadeleleri tasfiye edecektir. Komünistin kim olduğu değil, ne olduğuna dair fikrî bir kavgası olması gerekir. Onun kim’liği üzerinden kendisini sevenlere değil, ne’liği üzerinden kendisiyle kavga eden yoldaşlara ihtiyacı vardır.

Küçük burjuva, sadece kendi kim’liğini ve kendi iradesini tanır, önemser. Gerisi yok hükmündedir. Sadece kendi yaptıklarını kıymetli bulur. Kendisi olmaksızın gerçekleşenlere kör bakar. Kendi kim’liğini önemsemesinin nedeni, sevilmek istemesidir. Kimseyi sevmeyen, sevilmeye kadir ve şayan tek kişinin sadece kendisi olmasını istiyordur. Sevmek uzlaşmaktır, teslimiyettir.

Komünistin saygıyla ve sevgiyle işi olamaz. Onun kitlelerden böylesi bir talebi yoktur. İşi, dinamikleri, hareketleri ve yolları devrime doğru kolektivize etmektir. İşin kendisini, onun alt boyutu olan emeğe kapatmaz, boğmaz. Gerekirse, tüm yapılanı yıkar, yola devam eder. O, devrim yolunun pratik iradesidir.

Eren Balkır
22 Eylül 2013

20 Eylül 2013

,

Kuru Sıkı Mantar Tabancası


Mösyö küçük burjuvazi’nin mantar tabancasından bir “tık” sesi geldi. Âlemi ıslah edeyim diye ortalıkta gezenler, kendilerini göstermeye ol kadar meraklılar ki, kendi özlerini meydanda görmeye yanaşmamaktalar. Zira son yazılarında da bir kez daha mayalarını meydana koydular. Haklı çıkmaktan üzüntü duymaktayız. Biz, bir kez daha, Fraksiyon kaleminden çıkma “Devrimci Artıklarının Artık Politikası ve Riyakarının İştirakçileri” isimli yazıyı üzerimize alınmıyoruz ama fraksiyonistlerin açık yalanlarını ortaya dökme zorunluluğunu, hesap verme düstûrumuzun bir gereği görüyoruz. Nasıl ki bir önceki yazımızı fraksiyonistlere yazmadıysak ama Barikat’ı ve Ethem’i muhatap aldıysak, bu seferki hesap da en genel anlamıyla devrimci harekete verilecektir.

Devrimci hareket, kolektif bir kuramsal mücadeleye muhtaçtır. Fraksiyon gibi örnekler, bu ihtiyacın her dem güncel ve yakıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Zira bir önceki yazımızda fraksiyonizmin ne olduğunu kuramsal bir çerçevede ele almaya çalışmış, muarızımız hilâfına, olgusallığa boğulmadan ama kavramsallaştırmaya çalışarak meseleyi anlamaya yeltenmiştik. Orada ortaya konan çerçeve genel olarak şu idi: Fraksiyon, devrimci özne inşa ettiğini iddia ederek, bizim üzerimizden Türkiye devrimci hareketine mesaj yollamaktaydı.

Bu mesaj, genel olarak devrimci hareketler içinde yer alan bireyleri, “söz ve eylem bende çakışmaktadır, buyrun gelin!” yalanına ikna etmek üzerine kuruluydu. Bu ise özünde bir likidasyon çağrısıdır. Şimdi ise fraksiyonistler, teşhîr olmanın sancısı ile, hem belâgatlarını hem de ferâsetlerini kaybetmek pahasına, janjanlı edebiyat üslubunu terkedip, baştan aşağı küfür dolu bir yazı kaleme alma cüretini göstermiştir. Bu bizi, iddialarımızı ispata mecbur kılmıştır.

Yalnız bunu gerçekleştirmeden önce, şunu da belirtmemiz gerekir ki, biz bu arkadaşları üç-dört aylık süreçte tanıdığımız kadarıyla eleştirmekteyiz ve bu eleştirimizi de, onların yaptığı gibi, genelleştirmiyoruz. Kolektifi tek kişiye, geniş bir zamana dair malumatı sınırlı bir sürenin bilgisine indirgemiyoruz. Gıybete, küfre tenezzül etmiyor, polis kafasıyla ifşaatlarda bulunmuyoruz. Devrimci ahlâk, polis kafasıyla, insanları adres adres, isim isim deşifre etmek değildir. Burada ortaya koyduklarımız, herkesin şehâdeti önünde gerçekleşmiş pratiklerdir.

Her işin başı ve sonu olma takıntısında olan küçük burjuva için aidiyet değil, mülkiyet esastır. O her şeye, dâhil olduğu değil, kendisinin olan, mülk edineceği ve kendini pazarlayacağı bir fırsat olarak bakar. Kendi örgüt geçmişini bile ayrıldıktan sonra metalaştırma peşindedir. Bu pratiği dâhî kolektife ait kılmaz. Bu nedenle de geçmişte bir dergi pratiğinde imza olarak kullandığı gerçek ismini, ayrıldığı o dergi kolektifinde bırakan arkadaşımızın ahlâkını asla anlayamaz. “Cesaret”i dâhî bir imaj olarak satmak zorundadır. O, devrimci örgütün bir parçası olduğu için geçmişte gördüğü işkenceyi bugün pazara çıkarmaya mecburdur. Oysa bireylerin yapıp ettiklerinin bir hükmü yoktur. Onlar geçmiş kolektif mücadeleye aittir. Bugün geçmişte yapıp edilenlerle övünmek, sadece ve sadece bireylere seslenir ve onları sahte bir özneye çağırır. Bunlar, bireysel övünç malzemesi değil, kolektif mücadelenin naçiz parçalarıdır. Bugün bu parçaları boncuk yapıp tespih dizenler bilsinler ki bu tespihin imâmesi liberalizmdir. Liberalizm, faşizm gibi, sırf kendi hakikatine “âşık” olma biçimidir.

Hakikatine “âşık” olanlar için, “kumarda yenilen, bahsi yükseltmek zorundadır,” demiştik. Haber Fabrikası adı verilen sitenin Fraksiyon’a nasıl dönüştüğü de bu cümle ile ilgilidir.

Haber Fabrikası domain adı Sarphan Uzunoğlu’na aitti ve Sarphan Uzunoğlu, Haber Fabrikası ile olan ilişkisini daha önce içeride gerçekleşen bir koltuk kavgası ile kesmişti. Sitenin domainine ödenen ücretin süresi dolunca, Uzunoğlu domaini uzatmadı ve site çöktü. Bu süreçte fraksiyonistler etraflarına şu hikâyeyi anlattılar: “Sitemiz hackerların saldırısına uğradı.” Şüphesiz ki bu hikâyeyi yeni kurdukları Fraksiyon sitesinde anlatmadılar. Anlattıkları hikâye, Haber Fabrikası’nın niteliksel değişim geçirme evresine geldiğine ilişkindi (Anti-depresan ile yalancılık arasındaki imkânlarının sonsuzluğu hakkında bkz.: Fabrika’dan Fraksiyon’a).

Kumarda yenilen, bahsi “devrimci özne kurmak”la yükseltmişti. Sonra Gezi Süreci yaşandı. Kuramsal bir temel olmadan ilerleyen süreçte başka ikbal kokuları aldılar. Bu noktada bir ara sırf poz olarak kurdukları Halk Çocuklarının Devrimci Partisi’ne ihanet edip onu terkettiler ve kendi küçük burjuva dükkânlarını açmaya yeltendiler. (Atıfta bulunduğumuz yazı, “devrimciliğe ve partiye küfrediyor” denilebilir mi örneğin?)

Sonra, örnek olsun, herkes barikatta dövüşürken, fraksiyonistler Konur Sokak ve Kızılırmak Sokak gibi yerlere kendi ismini yazmakla meşguldü (kendi sayfalarında 4 Haziran tarihli bir paylaşım için bkz.: Fraksiyon Direnirken!). Oysaki bu sokaklarda Haziran günlerine ait bir tane devrimci örgüt yazılaması bulmanız mümkün değildir! Zira onlar alanda dövüşüyordu. Devrimcilikle devrimcicilik arasındaki ayrımın somut karşılığı budur. Bu örnekler, arkadaşların Ethem’in cenazesinde oynadıkları rol üzerinden kapıldıkları hayallerin bir sonucu olarak, park ile kurdukları ilişkide de defaatle tezahür etmiştir.

Örnek olsun, bu fraksiyonistler, direniş sürecinin var ettiği Ankara Direniş Postası ve Ankara Eylem Vakti gibi haberleşme mecraları varken, hemen durumu fırsata çevirdiler. Forumun ilk günleri ile beraber Facebook üzerindeki Haber Fabrikası hesabının ismini değiştirip Fraksiyon Dayanışma Ağı’nı kurup bütün haberleşme imkânlarını kendi tekellerine almaya çalıştılar.

İtirazımız, her taşın altından çıkan böylesi bir mülkiyetçi refleksedir. Özünde küçük burjuvanın temel karakteri, kendisi de dâhil her şeyi kolektivize kılmak değil, herkesi kendine mecbur kılmaktır. Bugün gelinen noktada fraksiyonist devrimci pozların esbâb-ı mucibesi budur.

Örnek olsun, Ethem Sarısülük Parkı / Yaşam Alanı’nda gerçekleşen toplantılar ve alınan kararlarla ilgili bir satır not bulunmamaktadır (ilk günlere ait katılımcıların kendi iradeleri ile hazırladıkları notlar hariç). Bütün birikimin kendilerinde ve kendileri için olduğunu savlayan küçük burjuvazinin böyle bir derdi de olmadığını söylemek gerekir. Buna karşın bizim arkadaşlarımız Park adına katıldıkları ilk ortak forumlar toplantısında aldıkları notları yazılı olarak bütün yürütme kuruluna sunmuşlardır. Bizim arkadaşlarımızın örgütlenmesinde görev üstlendiği bir etkinlikte, etkinlik için rabıta kurulan katılımcıların iletişim bilgileri de dolaysız bir şekilde yürütme kurulu ile paylaşılmıştır. Buna karşın, parkın eski katılımcıları ile tekrar ilişki kurmaya dair bir kararı uygulamak doğrultusunda görev alan bir yürütme kurulu üyesine, bu iletişim bilgilerinin “kaybedildiği” bilgisi verilmiştir. Kendisine merbut kılma pratiğinin pespaye bir örneği daha!

Örnek olsun, atölyelerde kolektivize olan pratiği akamete uğratan da fraksiyonist kafadır. Mesela, fotoğraf atölyesine çok sayıda bileşen dâhil olacakken, katılımı sınırlayan da bu anlayıştır.

Örnek olsun, bu Ethem Sarısülük Park’ında ne “başarıldıysa” kendi hanelerine yazan fraksiyonistlere şunu hatırlatmak isteriz: Ethem Sarısülük adına kurulan park, başlangıçta Ankara’daki tüm direniş öbekleri tarafından ciddiye alınırken, şimdi gelinen noktada bu “bayrağı” yere düşürenler, bu başarısızlıklarını forum sürecinin genel erimesine bağlayarak ortadan sıvışabileceklerini zannetmektedir.

Örnek olsun, “ortadan sıvışmak” derken, son iki haftadır yürütme dâhil, parkla bağlarını koparmış fraksiyonistler, bu aşamadan sonra parkın “pisliğini” geride kalanların sırtına yıkmak peşindedir (9 Eylül itibariyle Fraksiyon Dayanışma Ağı hesabı yürütme kurulunun Facebook üzerindeki ortak yazışma alanından çekilmiştir). İkbal imkânları tükendikten sonra bırakıp kaçmak ve çekip gitmek: işte arkadaşların ortaya koyabildikleri yegâne “devrimci pratik” budur.

Fraksiyonistler utanmadan bunu inkâr edecek olurlarsa, şu soruya da cevap vermeleri gerekmektedir: Ethem Sarısülük Parkı’nın da örgütleyicilerinden olduğu Gezi Şehitleri ile Dayanışma Konseri’nin afişini bugüne kadar kendi sitelerinde, bizim yazımıza kadar da Facebook sayfalarında paylaşmamışlardır. Ancak bizim yazımızdan sonradır ki pıtrak gibi kendi kişisel sayfalarında ve fraksiyona ait Facebook sayfalarında paylaşmışlardır. Üstelik bu paylaşım da gene mülkiyetçi bir refleks ve “Arkadaşlar bu etkinlik bizim, ortak emeğimizle büyütelim” başlığı ile olabilmiştir.

Örnek olsun, Ethem Sarısülük Parkı’nın isminin “resmen” değiştirildiğini Temmuz başında forumda ve sitelerinde bir başarı olarak duyuran fraksiyonistler, gerçeğin, yani Çankaya Belediyesi’nin isim değişikliği yapmayı reddettiğini forum katılımcılarından saklamış, forum katılımcılarının eylemlerle isim değiştirme sürecine katılmasına defalarca engel olmuş, süreci kendileri ile belediyedeki “samimi dostları” arasında yürütülen diplomasiye indirgemiştir. Bu “samimi dost”lar tabela meselesinde de karşımıza çıkmıştır.

Örnek olsun, Ethem Sarısülük Parkı’nın isminin belediyenin izni hilâfına ve toplumsal katılımla zorla değiştirilmesini dayatmamız sonucu, yürütme kurulunda parka tabela asma kararı alındı. Ama tabela işinin örgütlenmesi sürecinde fraksiyonistler süreci baltalamak için ellerinden geleni yaptılar. Toplumsal katılım olmasın istediler, katılım talebini “PR çalışması” olarak görüp aşağıladılar ve bunu açıkça deklare ettiler. Şifahen, “tabelanın çok pahalıya mal olacağı” ve “belediyenin tabelasını sökmenin suç olduğunu” söyleyerek yürütmeyi caydırmaya çalıştılar. Oysa biz (Ethem Sarısülük Partisi’nin naçizane neferleri olarak) sürece müdahale edip, tabelanın asılmasını zorladık. Ama tabela asılırken de kameraların önünde kendine yer bulan yine fraksiyonistler oldu. Tüm utanmazlıklarıyla, basın bildirisini kendileri yazdılar ve yürütme ile paylaşmadıkları bu bildiriyi kendileri okudular. Bildiride “samimi dost”larına şu şekilde selâm durmuşlardır: “Çankaya Belediyesi yapılan her görüşmede olumlu bir tutum sergilerken, samimi tutumları tarafımızca bilinen kişilerin çabaları da göze çarpmıştır.” (Basın Açıklaması)

Örnek olsun, Ankara’da kendileri ile yaptığımız toplantıda, bize “Halkevleri ve HDK forum sürecini baltalamaya çalışıyor, siz de yazdığınız yazılarla onlara hizmet ediyorsunuz,” dediler. “Objektif ajanlık” lafı bu minvalde söylenmiştir. Dolayısı ile bu kafa nezdinde Halkevleri ve HDK “devlet”in kendisidir. Bizim kendilerine verdiğimiz cevap, “nesnel olarak sürece zarar verecek bir şey yaptıysak özür dileriz ama öznel olarak özür dilemeyiz” idi. Arkadaşlar, sürecin öznesinin de nesnesinin de, devrimciliğin de devrimin de kendileri olduğunu düşündüklerinden, bu vehim ve kibirle, kendilerinden özür dilediğimizi zannetmişler. Yazık!

Örnek olsun, “editörleri gözaltında işkence gören, barikatlarda yaralanan bir ‘dost meclisi’ bir kez bile kendinden bahsetmemiştir,” diyen zevat, “Ethem’in babasının yazdığı mektup Alınteri’nin sitesinde yayınlanmışken, mektuba kendi sitelerinde yer vermiş ve sitenin linkini, artık hiçbir ilişkileri bulunmayan Ethem Sarısülük Parkı’nın facebook sayfasında” paylaşmıştır. Önce bunun nedenini ve nasılını açıklasınlar. Tabela değiştirme etkinliğinin neden Ethem Sarısülük Parkı Facebook sayfasında değil de, Fraksiyon Dayanışma Ağı sayfasında paylaşıldığını da anlatsınlar.

Örnek olsun, bizim kendi “akıllı telefon”larına takıldığımızı zannedenler, bizi “nezih yerlerde” oturmakla eleştiriyor. Hâlbuki arkadaşlarla komşuyuz! Ayrıca biz kimsenin telefonuna da takılmış değiliz. Biz bir kez daha fraksiyonistlerin kendine odaklanmalarını ifşa ediyor ve akıllı telefonları ile icra ettikleri “gazetecilik pratiği[nin], kolektif direniş pratiği içinde değerli ve anlamlı [olup], onun dışına çıkıp pratiğe çöreklenmeye, kendisine uygun parseli aşırmaya çalıştığında, tehlikeli,” olduğunu söylüyoruz. Bir kez daha idrake çağırıyoruz.

Örnek olsun, fraksiyonistlerin ne kendileri ne de hempaları, İncesu ya da Zafertepe taraflarında görülmüşlerdir. Biz ise, parkın artalanında mahalle çalışması yapmayı denedik ama bu çalışmayı İştirakî olarak yapmadık. Forum bileşenlerinin katılımıyla, Mahalle Çalışma Grubu ile birlikte, forumu “Küçükesat”a doğru açmaya çalıştık. Bunun hesabını da ilgili çalışma grubunda verdik. Zira burası 1) bildiğimiz bir mecra idi, 2) direniş sürecinde Kennedy ve Tunalı bağlantısı üzerinden canlı ve hareketli idi, 3) ama mahallelinin ilgi gösterebileceği forumlara uzaktı, 4) derdimiz “ya insanları savaş alanına çekmek ya da savaş alanını insanlara götürmekti.” Bu arkadaşlar ise, kendi dükkânlarını “boğacağı” korkusuyla, buna itiraz geliştirdiler. Burada bir parantez açmak gerekirse, Küçükesat, zaten hâlihazırda çeşitli çalışmaların yürüdüğü Kuğulu ile Seyran Mahallesi arasındadır ve biz de ahlâken bu iki çalışmayı sabote etmeden ya da kendi çalışmamıza râm etmeye çalışmadan, Küçükesat’ta tecessüm eden direnişi toparlamaya çalıştık. Dalga geçip küçük gördükleri “kısır” meselesi ise, mahallenin onlarca yıldır paylaştığı bir gelenektir ve anlaşılan bu, arkadaşların “büyüdüğü toprakların ‘kültürü’”nün dışındadır.

Örnek olsun, bu arkadaşların buldukları parkın “Güvenpark Forumu”na yol açtığı sözü ise, başta Güvenpark Dayanışması’nın reddedeceği bir yalandır. Zira Güvenpark Forumu, Ethem Sarısülük Parkı’nda tecessüm eden iradeye rağmen, Haziran’ın ilk günlerinden itibaren Güvenpark’a işaret eden Halkevcilerin girişimiyle kurulmuştur. Zira ilk iki foruma katılan Halkevi üyeleri Ethem Sarısülük Parkı’ndaki forumun Güvenpark’a çekilmesine çalışmışlar, bunu başaramayınca, kendileri Güvenpark’ta forum örgütlemişlerdir. O hâlde fraksiyonistler, nesnel olarak, Kızılay’a çıkılmasını değil, çıkılmamasını örgütlemeye çalışmıştır. Biz ise, İştirakî olarak, her platformda, Ankara’da örülecek direniş hareketinin Kızılay’ı hedef göstermesi gerektiğini dillendirdik ve dillendirmekteyiz. Nitekim bu nedenle de, parkın örgütlenmesini “parkın içine” doğru gerçekleştirmeye çalışan, bir diğer ifade ile, parkı kendi üzerine kapatan anlayışı başından beri eleştirdik ve parkın bir “karargâh” gibi dışarı doğru örgütlenmesini tavsiye ettik. Parkı büyütmenin ve Ankara direnişinde bir mevzi olarak örgütlenmesinin imkânlarının oluşmasının bu olduğunu defaatle söyledik. Zira Ethem’in “arkadaş”ı değil, yoldaşı olmanın gereği budur. Mesele bugün onun şehadetinden bir gün önce, direnişin ortasında gidip yemek yemesini tiye almak değil, onun açtığı yola revan olmaktır.

Örnek olsun, biz kendi dışımızda gerçekleşen tartışmaları “yok saymıyoruz”, gerçekleşmemiş tartışmaları varmış gibi yutturanlardan hesap soruyoruz. Parkın “yaşam alanı” olarak kurgulanmasının nesnel nedeni, “inisiyatif, forum, dayanışma” gibi isimlerle etiketlenen Ankara forumlarından kendini “ayırmak” ve salt “kendine işaret etmek”tir. Nitekim bu Ulrike-seviciler, söz konusu “yaşam alancılık”ı neden yürüttüklerine dair tek bir metin dâhî yayınlamamışlardır. “Yaşam alancılık”tan “gökkuşağı liberalizmine” (“tabela asmayalım, parkı gökkuşağıyla boyayalım” dediler) savrulan bu arkadaşların RAF’çılığı laftadır ve de aynı minvaldedir. O da benzer bir şekilde, diğer devrimci örgütler pazarında köşe kapmaya ilişkindir.

Örnek olsun, Ankara forumlarına bir üst örgüt dayatmayıp sadece “Ankara forumlarının iletişim ve eylem birliği için çaba sarf ettik” diyenlerin Ethem Sarısülük Parkı’nda kurdukları ilk forumun adı Ankara Direniş ve Dayanışma Forumu’dur (Bu forumun birinci ve ikinci kararları). Zira bu dayatma ve sonrasında gelişenler, Ethem Sarısülük Parkı’na karşı diğer forumlarda hâlâ süren önyargı ve husumetin oluşmasına sebep olmuştur. Ortak forum toplantılarında diğer forumlar bu girişimi olumsuz bir şekilde anmaya devam etmektedirler. Tepeden yürütülen bu burjuva siyaseti kısa sürede boşa düşmüştür. Ankara’da forumlar ve örgütler vardır ve bu arkadaşlar, bunlarla aynı düzlemde benzer bir rekabet içine girmiştir. Bizim naçizane söylediğimiz ise Ethem Sarısülük Partisi’nin kolektif iradesi ile hareket edilmesinin, böyle bir rekabetçiliğin ve bu örgütlerin öznel varlıklarının, eğer öyle ise, süreci baltalamasına mâni olacağı idi.

Örnek olsun, bu zevatın parkta başarı olarak sundukları, ortak emek ürünleridir ve sadece kendilerine mal edilemez. Zira İştirakî, hem örgütsüz forum bileşenleri, hem de örgütlü diğer yapılar gibi, bu çalışmalarda gerekli sorumluluğu üstlenmiştir. Bu eylemleri kendi vitrinine koymak ahlâksızlıktır.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, fraksiyonistlerin derdi, öznel olarak artık bir yük gibi gördükleri parkla bağlarını hesap vermeden koparmak; nesnel olarak ise devrimci hareketi bireylere bölüp likide etmektir. Bunun yapılması için suyun bulandırılması şarttır ve İnan Gündoğdu nâm şahsın yazdığı 13 Eylül tarihli yazısı buna ilişkindir (bir kez daha hatırlatalım ki, Fraksiyon Dayanışma Ağı, 9 Eylül’de yürütme kurulunun ortak mesajlaşma alanından ayrılmış, fraksiyonistler ise Park’ın da örgütleyicisi olduğu Dayanışma Konseri’ne ilişkin afişi bizim bu yazıya cevabımızdan sonra paylaşmıştır).

Suyu bulandıran yazı[1], isim zikretmese de bizi nesne kılarak hedef almaktadır[2]. Bizim buna karşı verdiğimiz cevap ise, muhatabın biz değil, devrimci hareket olduğudur. Biz cevap vermekle, fraksiyonistlerin hesap vermeden ortadan sıvışmalarına engel olduysak, yürütme kurulu görevimizi ifa etmişiz demektir.

Gezi sürecinde İştirakî’de yayınlanmış yazılar kuramsal bir bağlama oturmakta ve süreci, kuramsal bir bağlam dâhilinde tartıştırmaya çalışmaktadır (ve bu konularda son sözü söylediğini de iddia etmezler). Fraksiyonistlerin bu konuda gösterdikleri olgusallığa boğma ve şahsîleştirme refleksi ise, “ben yaptım olducu” bir “öznelcilik”in tezahürüdür. Bu refleks, kendi “özneliğini” yüceltmek, satmak, pazarlamak, öte yandan ise, söz konusu özneyi belli bir bağlam içinde nesnelleştiren kuramsal faaliyeti boşa düşürmek içindir. Okurlarımızdan bu yazıları, genelde direniş, özelde ise Ankara direnişi ve Park bağlamında değerlendirmelerini isteriz. Sonuç olarak, fraksiyonistlerin bu kuramsal tartışmayı çekmeye çalıştıkları pragmatist-oportünist alt seviyeden cevap vermeyi uygun bulmuyoruz. Onları, kendileri kadar Park’ı, Park’ın geleceğini ve Ethem Sarısülük ismini düşünmeye davet ediyoruz. Zira bu yazı da hâlâ bu park bağlamı içinde anlamlıdır.

İştirakî
20 Eylül 2013

Dipnotlar:
[1] Bizim fraksiyonistlere ilişkin eleştirimiz yeni ya da gizli değildir. Çeşitli defalar bu eleştirileri hem İştirakî’de hem de yürütme kurulunda dile getirdik. İnan Gündoğdu tarafından kaleme alınan yazının zamanlaması ise dikkat çekicidir ve yukarıdaki “sıvışma” tespitimizle örtüşmektedir. Tam da bu nedenle Ahmet Atakan’ın katledilmesine yönelik Güvenpark’ta yapılan eylemde, bu arkadaşlar işi gücü bırakıp bizim tekil arkadaşlarımızın açıklarını kollamayı iş edinmişlerdir. Kendi tekilliğini genellik zannettiği gibi, oradaki pratiğe de aynı pencereden bakmaktadırlar. Teşhir etme görevimiz, arkadaşların kendilerini teşhir etmeleriyle sonuca bağlanmıştır.

Genel anlamda biz kuramsal bir tartışma yürütmeye çalışsak da, fraksiyonistlerin ısrarla birey perspektifi üzerinden meseleleri kişiselleştirip boğmaya çalıştığı açıktır. Zira biz İnan Gündoğdu’nun yazısına verdiğimiz cevapta kılı kırk yarıp uğraşırken, kendilerinin 24 saat geçmeden “şahsî öfkesini kusması”, kanaatimizce kişisel ikbal kaygısının tezahürüdür. Sürece ilişkin kuramsal bir kavrayışları ya da kuramsal bir dertleri olmadığı da aşikârdır.

Asıl olarak Fraksiyon’un yaptığı ve derdi, devrimci öznenin politik reddiyesi ve yerine liberal kimlik siyasetini öne çıkaracak post bir otonom örgütlenmesini koymaktan başka bir şey değildir. Fraksiyon’un neredeyse her polemik yazısında şekeri elinden alınmış bir çocuk gibi ağlayarak, “biz devrimcileri eleştirmeyiz” kurgusunun nedeni de burada yatmaktadır. Devrimcicilik liberalizmin yansımasıdır.

Sürekli öznel cevap üreten, şahsî bir hesap peşinde olsa gerektir. Meseleleri sürekli şahsîleştiren, şahsî bir dava güdüyor demektir.

[2] İnan Gündoğdu nâm zât, gittiği her yerde, parktaki ortak tanışlara yazının bizimle alâkalı olduğunu belirtmiştir. Yazıda isim zikredilmemesi ve “kız kardeş meselesini de nereden çıkardın?” demesi, bu minvalde, anlamsızdır. Hem yazı ile hem de sözle ifadesini bulan bir karşıtlık yaratılmaya çalışılmış, İştirakî karşıtlığı üzerinden parktan kaçmanın öznel sebepleri oluşturulmak istenmiştir. Fraksiyon, eninde sonunda parkta yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını verecektir. Yazdığımız son iki yazının temel yazılma gerekçesi burada gizlidir!

18 Eylül 2013

,

Barikata ve Ethem’e Hesap


Birey: Burjuvazinin Tanrısı

Her söz, neyin nasıl olduğuna, olması gerektiğine ve olacağına ilişkindir ve bir vaattir. Her vaat ise eyleme yapılan bir çağrıdır.

Ama söz, kurgudur. Bir dünya-hikâyesi anlatır. Anlatısını hakikat kılacak araçlar kendisinin değildir. Toplumsalın kalemi, sözün kılıcından her daim keskindir. Sözün kurduğu ile hakikatin arasındaki açı, hem politik alanın imkânlarını hem de imkânsızlıklarını barındırır. Sözüne ve vaadine “âşık” olanlar, hakikatten uzaklaştıkları her bir adımda, çareyi daha büyük bir söz söylemekte bulurlar.

Kumarda yenilen “bah(i)si yükseltmek” zorundadır. Yalanlar büyür, düzenbazlıklar artar. Artık, var-olmayan, hakikat katına yükseltilir. Kendi hikâyesine hakikat derecesinde inananlar için, başkasının hikâyesi “batıldır”. Ama kendi hikâyelerini var-kılmanın yegâne aracı da pespaye bir iradecilik olur. Nesnelliğin duvarına çarpan bir iradecilik ise, döne dolaşa nesnelliğe teslim olur, ama bunu da inkâr eder. Çare, kendi eylemini yüceltmek ve başkasını eylemsizlikle suçlamaktır. Zira “yanlış hayat doğru yaşanmaz” (Adorno).

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, söz ile eylemi arasında birlik vaat etmek, tanrı olmayı vaat etmektir. “Tanrı olmak” ise siyaset-dışıdır ve eni sonu teatral bir etkinliktir. Teolojik-Tanrı gücünü “yokluk”undan alırken, Tanrı-oyuncu seyircisine devamlı temaşa sunmalıdır. Bu seyirlikte herkes bir koltuk numarasına raptedilmişken, bütün sahne Tanrı-oyuncu’ya ait olduğundan, “alçalmanın” bir alt sınırı yoktur. Yeter ki bu oyun kurgusu üzerine yapılan anlaşma bozulmasın. Zira bir kere seyirciler kendi aralarında sohbet etmeye başladıklarında, sahnenin “büyü”sü ve Tanrı-oyuncunun “aura”sı yok oluverir. Seyirciler koltuklarından kalkmaya başladıklarında, toplumsal’ın kalemi Tanrı-oyuncu’yu çıplak bırakmaya başlamıştır artık. Kral çıplaksa, ortadan kaybolunmalıdır. Yoksa bütün düzenbazlıklar ve yalanlar, oyunlar ve oyunculuklar aşikâr olur. Kuraldır, ortadan kaybolmak ancak göze görünerek mümkündür. Son perdede iyice ön plana çıkılması bu yüzden zorunludur.

Bu anlatılanlar sol’a özgü değildir, ama sol içinde de örneklerini barındırır. Buradaki Tanrı-oyuncu, Tanrı-devrimci’dir. Kendi hakikatine yabancılaşmış, ama yabancı bir anlatıyı hakikatleştirmiş böylesi bir Tanrı-devrimci için kolektifin, mücadelenin, tarihin ve toplumun kendisinden öğrenilecek bir şey yoktur. Zira bütün bunların bilgisi “otomatik” olarak kendisindedir. Bu nedenle vaadi olan sözü ile icra ettiği eylemi arasında bir birlik olduğunu savlar. İlk ve en büyük yalanı budur. Nerede ve ne zaman “aktif” olarak direnilmesi gerektiğini bilen de odur, hangi durumda “kaçılması” gerektiğine karar veren de. Etkileşime ve iletişime kapalıdır, zira bunlar gereksizdir. Diyalojizmden anladığı tek şey, “pazarlık”tır. “Görüşme”ler ve “toplantı”lar hep kapalı kapılar ardındadır. Bütünün bilgisi kendisinde tecessüm ettiği için “birikim”e ihtiyaç yoktur. Bunun iki anlamı vardır: Yaparken hesap verme adabı edinmemiştir. Neyi niçin nasıl yaptığını kendine saklamayı ahlâksızca bulmaz. İkinci olarak da, tarihe ve topluma baktığında sadece kendisini görür. Bütün “birikim” “tarihin sonu”nu işaret edermiş gibi, onu işaret etmektedir. Baktığı her zamanda ve zeminde kendini görecektir. Tarihe ve topluma müracaatı yalnız kendini teyit içindir.

Müzisyenler için kuraldır: Etüt yaparken binlerce seyircinin önündeymiş gibi çalışır, binlerce kişinin önünde bir konsere çıktıklarında kimse yokmuş gibi çalarlar. Bir sanatçı (artist) olan Tanrı-devrimci de sadece “devrimi sahnelemek”te mahirleşir. Oysa mesele “sahneyi devrimcileştirmek”tir.

Devrimi Sahnelemek mi, Sahneyi Devrimcileştirmek mi?

Barikata ve Ethem’e hesap veriyoruz, bu yazının amacı budur. Ne sözümüzü mutlak eylem, ne de eylemimizi nihai söz kabul ediyor ne de ikisini mutlak varlığımızda “çakıştırdığımız” yalanını satıyoruz. Hesap vermemizin ve hesap sormamızın mantığı buradadır.

Hesap verme adabı olmayanlarsa, sözle eylem arasındaki açının nerede kapanıp nerede açıldığını hep kendilerinin bildiklerini düşünüyor olmalılar. Zira neyi niçin nasıl yaptığını hep sorduğumuz, ama hiç öğrenemediğimiz bir praksisin ifa edicileri, dün yaptıkları gibi bugün de, devrimcilerin önüne “yem” atıp, devrimcilere ve devrimciliğe küfretme zanaatlarını icra etmekteler. Buradaki eleştirimizi, okurun tartışmayı anlamasına yardımcı olacak kadar olgusal, ama meseleyi kavramasına izin verecek kadar da kuramsal koymak durumundayız. Bu nedenle muarrızımızın yaptığı gibi, olgusallığa boğulmadan, onu teşhîr etme yoluna gideceğiz.

Öncelikle, eğer ortada bir tartışma varsa, biz, bu tartışmayı üzerimize alınmadığımızı, bunun muhatabı olmadığımızı düşündüğümüzü belirtmeliyiz. Zira kuramsal olarak, bunun böyle olduğunu yazının ilerleyen kısımlarında ortaya koymaya çalışacağız. Fraksiyon’un “Beyaz Deri Siyah Maske” isimli yazısına neden cevap verdiğimiz sorulacak olursa, devrimci adab gereği, hesap vermeden ve hesap sormadan ortalarda dolaşan fırsatçı, reklâmcı, kariyerist, yalancı, düzenbaz ve ikbalperestleri, onları tanıdığımız kadarıyla teşhîr etmek içindir.

Devrimci Bir Bayrak: Ethem

Ankara Kolej’de bulunan Ethem Sarısülük Parkı / Yaşam Alanı ile kurulduğu günden beri eleştirel ve dayanışmacı bir ilişkimiz oldu. Parkın öncülüğünü üstlenen arkadaşların izin verdiği ölçüde, yürütmesinde dahî görevler üstlendik. Tek derdimiz, Ankara direnişinin kolektif bayrağı olan “Ethem”in yere düşmemesiydi. Biz, onun partisine üyeydik, onun yoldaşıydık, onun dirileceği, haşrolacağı mahşerin bugünden oluşması için verilecek kavganın basit neferleriydik. Sorumluluğumuz ve aidiyetimiz onunla ilgili ve ona dairdi.

Bugün söz konusu pratik içinde girilen ilişkiler sonucu maruz kaldığımız, ama aslında doğrudan muhatabı olmadığımız bir karalamaya cevap üretmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Zira forum pratiği içinde yan yana düştüğümüz bazı likidasyon meraklılarının ipliğini hem kuramsal olarak hem de hayatın içinden örneklerle pazara çıkarmak zamanımızın görevi olmuştur.

Fraksiyonistler Neden Bu Kadar Öfkeli?

Süreç içinde suyun başını tutma yarışında çeşitli öznel dertlerle öne fırlamış bir ekipti fraksiyonistler. İnternet âlemi üzerinden sanal bir “kitle” kurmuşlardı ve o “kitle”nin yarattığı yanılsama ile, kendilerini “örgüt” olarak takdim ediyorlardı. Peki bu sanal örgüt, bugün neden bu kadar öfkeli? Burjuvaziye ve devlete yönelmeyen, bileylenmeyen bu öfke, neden bize yöneliyor?

Biz, tek tek ve bütün olarak, Haziran direnişi süresince tanıştık fraksiyonistlerle. Şahıs olarak tanıyorduk, ama örgüt olduklarını bilmiyorduk. Zihin dünyalarına tabiî giremediğimizden ve edebiyat sosu, gazı bol yazılardan başka bir şey üretmediklerinden, örgüt olmaya bu direnişte karar verip vermediklerinden de haberdar değiliz. Direniş günlerinde yoldaşlarımız, kişisel varoluşlarına ait sınırları bilerek, kimi yerde onları zorlayarak, başkalarını sürece örgütleyerek, barikatta veya gerisinde, direnişte yer aldılar. 

Sonra arka sokaklarda boş duvarlara “fraksiyon” yazılaması yapıldığını gördük. Dedik ki, “o duvarlar devrimci örgütlerin, siz niye yazılama yaptınız?” Onlar da “siz de yapın” diye cevap verdiler. Biz de “reklâm yapmak doğru değil, bugün yazılama hakkı halkın, sonra devrimci örgütlerindir, onlara düşer.” İlk burada kızdılar.

Sonra bir yazı yazdılar. Sürecin, direnişin niteliğe dair bir dönüşümü emrettiğini düşündüğümüzden, fraksiyonda çıkan bu yazının anlamsız ve yanlış olduğunu söyledik. Bunu, kolektif bir tartışma düzlemine, yazılı olarak iletmiştik aslında. Herkes bu süreci teorik ve politik bir tartışmanın konusu yapmalıydı. Sonuçta direniş süreci hiç yaşanmamış gibi yapılamazdı. Dolayısıyla fraksiyonistlere, “milleti, her şeyin özü, niteliği, sırrı bizde, şimdi nicelikle uğraşalım diye kandırmanın ve buradan kendini pazarlamanın anlamı yoktur” denildi. Bu yazı sonrası, 20 Haziran’da fraksiyonistlerin “kent mimarîsi”ne dair merakları üzerinden bulup kurdukları park forumu dâhilinde oluşturulan mahalle çalışmasına girdik. Söz konusu eleştirimize dönük öfke bu çalışmada yankısını buldu. Arkadaşlar, “ağanın pohunun üstüne poh” istemediklerinden, “beni nasıl nesnelleştirip eleştirirsin” kibriyle, gerildiler ve karşı saldırıya geçtiler.

Biz, o süreçte park forumunun fazla solcu olduğu, eski ve yeni solcuların tartışma platformuna döndüğü, böyle giderse, direnişteki halkla temasın kesileceği yönündeki kanaatlerimizi ilettik. Bu amaçla, parkın halklaşması doğrultusunda mahalle çalışmasına girdik ve bir mahallede film gösterimlerine dayalı başka bir pratik önerisinde bulunduk. Saldırı, tam da bu noktada gündeme geldi. Fraksiyonistler, konunun tartışılmasına izin vermeden, çalışma önerimizi yaptırmamak için uğraştılar.

İkinci öfke dalgası, arkadaşların sitelerinde ve forumda birlikte iş yürüttükleri bir ismin Ethem Sarısülük’e ve devrimcilere küfreden yazısına ve forum pratiğine dönük yaptığımız eleştirinin ardından geldi. Arkadaşlar, meseleyi şahsîleştirmek ve tartışmayı boğmak için gerekli adımları attılar. Bizim kaleme aldığımız yazılar, özelde forum pratiğini, genelde geri çekilen direnişi ileri itme amacını güdüyordu. Bu aşamada, Ankara’daki forumları ortaklaştıracak bir gazete önerisini sunan bir arkadaşımızın dışlanması gündeme geldi. Bunun üzerine hukuk ve ahlâk gereği, biz de fraksiyonistlerle bir toplantı kararı aldık ve eleştirilerimizi onların aksine, yüzlerine yaptık. Kendilerinin uyguladığı yöntemi ahlâk ve politika dışı buluyorduk. Zira fraksiyonistler, çıkan yazılar üzerinden bizi düşman etmek için Alınteri çevresine, “bunlar size küfrediyorlar, Ethem’in hatırasını sömürdüğünüzü söylüyorlar” diye tezvirata ve dedikoduya başvuruyorlardı. Sonrasında aslında “devrimcilere küfrediyorlar”daki “devrimciler”in kendileri olduğunu öğrendik. Oysa devrimciye küfredilmez, ama devrimcicilik eleştirilirdi.

Devrimcicilik, gerçek devrimcilerin koltuğu altına girip kendi bireysel fantezilerini gerçekleştirmeye çalışmaktı. Bizim, forum yapılacağına dair aldığımız duyum üzerine verdiğimiz ilk tepki, neden o parkın forum için tercih edilmiş olduğu sorusunu sormak oldu. Zira kaygımız, “halk hareketliliği”ni ya da “mahalleli”yi foruma dâhil edememenin, forumun kalıcı etkiler bırakmakta aciz kalacağına ilişkindi. Forumu örgütleme fikrini ortaya atan başlıca “özne”lerden fraksiyonist arkadaşların bu soruya verdikleri cevap, alayla karışık başka bir soru idi: “Solcular halk değil mi?”

Takip eden günlerde gerçekleşen forumlarda çeşitli komisyonlar çalışmaya başlamış ve farklı etkinlikler yapılagelmişti. Biz, bu süreçte daha çok, zorunlu olarak “pasif bir katılımcı” şeklinde, forumdaki yerimizi aldık. Bunun ilk nedenlerinden biri, forum pratiğini hem yerel hem de ulusal bağlamda idrak etmeye dönük bir tecessüs idiyse, bir diğeri de parkta etkin rol oynayan arkadaşların kendi çevrelerine “rol dağıtmalarıydı”. Bu süreçte dahî kendi sorularımızı ve görüşlerimizi arkadaşlarımızdan esirgemedikse de, karşılık olarak alay ve hafifseme gördük. Yine de bu süreçte parkın artalanında çeşitli etkinliklerle parka yönelik mahallî desteği arttırmaya girişmekten geri durmadık.

Sonrasında bu arkadaşlar, teorik ve politik tartışmasını yürütmeden, bu sürece kimseyi dâhil etmeden kurdukları Ethem Sarısülük Yaşam Alanı’nın bekçileri edasıyla, çeşitli hamleler yaptılar. Bugün park forumunun parkın isminin değiştirilmesinden ibaret olduğunu söyleyen arkadaşlar, herkesten habersiz, belediyeyle görüşmeler yürüttüler ve bir forumda, belediyenin parkın ismini değiştirmeyi kabul ettiğini ve 17 Temmuz günü açılış yapılacağını herkese ilân ettiler. Ancak bu yalandı. 17 Temmuz geçti ve kimseye ne hesap ne de bir izahat verildi.

Yürütmeme Kurulu

Temmuz sonuna doğru muhtemelen “içeride” belirli sancılar yaşandı. Parkın isminin değiştirilmesi vaadi boşa düşmüştü. Ama öte yandan, parkta pratik faaliyet yürüten atölyeler vardı. Bu atölyeler, doğal olarak Kaldıraç, EHP ve Devrimci Proletarya gibi siyasî yapılar eliyle yürüyordu. “İçerisi”, parkın iplerinin bu atölyelerin eline geçeceği kaygısıyla, fason bir yürütme kurulu oluşturma kararı aldı. O güne dek park faaliyetinin emekçisi ve neferi olmak dışında öznel bir derdimiz olmamasına rağmen, o faaliyetin dışında tutulan bizler, bir biçimde, bu yürütme kuruluna çağrıldık. Aslında farkında olmadan, sessizce gerçekleştirilen bir tasfiye işleminin figüranları oluyorduk.

Bu “figüran” hâlimizle gene de temel derdimiz, aslî vurgumuz, parkın kendine kapalı, solcu bir mekândan çıkıp, Ankara direnişine, onun oluşturduğu kolektif pratiğe ait bir mevzi, karargâh olabilmesi ve forumun da özellikle Kızılay hedefine kilitlenen, direniş sürecinde ve özellikle Ethem’in cenazesini kaldıran on binlere açılması yönündeydi.

Fraksiyonistler ise bu türden sözlü müdahalelerimizin hepsini susuş kumkuması ya da şahsî saldırılarla etkisizleştirdiler. Görünürde, “Ethem’in CHP’ci, ulusalcı hatta yâr olmasına mani oluyoruz” derlerken, aslında, özünde “onu kimseye yâr etmeyeceğiz” demiş oluyorlardı. İlk cümle, bir bahaneden ibaretti. Çünkü ne biz ne de yukarıda ismi zikredilen örgütler ulusalcıydı.

Babanın Mektubu

Alınteri’nin Ethem’le rabıtası ve muhabbeti elbette ki doğaldır, ancak fraksiyonistlerin Ethem’in hatırası ile ilişkisi son dönemde yaptıkları ile teşhîr olmuştur. Ethem’in babasının yazdığı mektup, Alınteri’nin sitesinde yayınlanmışken, fraksiyonistler, mektuba kendi sitelerinde yer vermişler ve sitenin linkini, artık hiçbir ilişkileri bulunmayan Ethem Sarısülük Parkı’nın facebook sayfasında paylaşmışlardır. Tüm ilişkileri de bu minvalde cereyan etmiştir. Parktaki bütün forumlar, arkadaşların reklâmı ile açılıp onların reklâmı ile kapanmıştır. Forumun güdükleşmesinin nedenlerinin burada aranması gerekir.

Devrimcilik konusunda herkese ders veren bu arkadaşlar, park forumu ve yürütme ile ilişkileri kalmamasına karşın, yürütmenin haberi olmaksızın, 14 Eylül günü özel mesajlaşma ile, parkta gezici başka bir ekibe forum yapma izni vermektedir. Oysa o tarihte parkta forum yapılacak, gelenler 21’ndeki konser ve 23’ündeki mahkeme konusunda bilgilendirilip örgütlenecekti. Tek bir kişi, kimseye hesap vermeden, herkesten habersiz bu süreci baltalamıştır. Üç aydır tek bir devrimci pratik ortaya koyduklarına tanık olmadığımız bu arkadaşların cümle âleme devrimcilik dersleri vermesi tuhaftır.

Devrimcicilik

Bu yapılan, devrimcilik değil, devrimciciliktir. Devrimcilik, bir kimlik içinde dondurulup özel odalarda kalıplanmıştır ve pazarda satılmaktadır. Kimlik olarak devrimcicilik, Marksizm dışı bir yerden kendisini kurmaktadır. Üstelik bu kuruluş, liberal bir içerikle gerçekleştirilmektedir. Bahsi geçen yazıda Marksizm değil, liberalizm vardır. Ayrıca yazı aslında likidasyona, tasfiyeye yönelik bir çağrıdır. Yani örtük olarak bizim üzerimizden “devrimciler” denilen toplama seslenilmekte ve onlara “bize gelin” denmektedir. Bu çağrı, var olan devrimci örgütleri dağıtma amaçlıdır. Daha önce belirttiğimiz üzere, “devrimci özne inşa ediyorum” diyen fraksiyonistler, dolayısıyla bu ülkede devrimci öznenin bulunmadığını da söylemiş olmaktadırlar.

Arkadaşlar, devrimci özne inşası dâhilinde, arayıp tarayıp bir park bulmuşlar, o park üzerinden tepeden, diğer oluşan Ankara forumlarına bir üst örgüt dayatmışlar. Diğer forumlar da akılsız, yani örgütsüz olmadığından, bu süreç akamete uğramış, sonuçta Ethem Sarısülük Yaşam Alanı’nın diğer forumlarla, dolayısıyla forumlara kapatılan Ankara direnişiyle ilişkisi doğalında kesilmiştir.

İlk gün fraksiyonistlerin değil, aslında Ethem’in çağrıcısı olduğu forumda yüzlerce insan vardır. O kadar insanın forumla ve parkla ilişkileri de küçük burjuva bir solculuk pratiği üzerinden kesilmiştir. Bizim naçiz müdahalelerimiz ve eleştirilerimiz, şahsî öfke ve teori/politika dışı karalamalarla savuşturulmuştur. Dolayısıyla Ethem’in ruhu da terk etmiştir parkı. Yaşam alanı, “ölü ruhlar”ın, geçmiş birikimin asla giremediği bir yerdir artık. Forumların belirli bir kısmı gibi, park forumu maalesef Ankara direnişini ileri itecek bir mevzi olma imkânını yitirmiş, Haziran direnişinin kolektivize ettiği, birleştirdiği kitleyi dağıtan, öğüten bir niteliğe bürünmüştür.

Halkın Tokadı

Haziran direnişi, bir anlamda halkın, kendisini görmeyen, ona tepeden bakan, onu sürece örgütlemeyen, kendisini araçsallaştıran, küçük gören, ilericilik teranesiyle hep geri kabul eden sola da atılmış bir tokattır. Fraksiyonistler, bu tespitlerimizi çıkınlarındaki “halkçılık” eleştirileriyle savuşturmuşlardır.

Parkta kitlenin azalması ve halkla ilişkilerin kesilmesi üzerine, 17 Temmuz’dan, yani arkadaşların parkın resmî açılış yapılacağını duyurdukları tarihten dört gün önce, “parkta Grup Yorum konseri yapalım” önerisi, “kitle buraya sığmaz, yapılmasın, zaten parkın ismi değişmedi, açılış yalan oldu” cevabı alınmıştır. Ama bu gerçek, nedense, foruma gelenlerle hiçbir şekilde paylaşılmamıştır.

Devrimci Kolektivizm vs. Devrimcici Liberalizm

Direniş sürecinde kazanan halktır, forumlarda galebe çalansa bir tür solculuktur. Solculuk, ancak özel insanların, özel odalarda ürettiği pratikler için uğraşan, özel olana işaret eden bir ideolojidir. Yani bu Marksizm dışı solculuk, devrimcilik satarken, devrimcilik denilen şeyi tartışmadan kaçırıyor, onun kitlelerce paylaşılmasına mani oluyordur.

Devrimcilik satmak, ahlâkî ve hukukî bir zafiyete işaret eder. Sadece kendisini gören ve sürekli kendisini gösterme gayretinde olan bireyin bu satış işleminde başrol oynaması kaçınılmazdır. Satış işlemi, doğalında, ahlâk ve hukuka dair sınırların bireyin çıkarlarına göre çekilmesini beraberinde getirecektir. Yalan olduğunu bile bile, bir arkadaşımızın kız kardeşini polis saldırısı altındaki alanda bırakıp kaçtığını bir yazıda dile dökmek, tam da bu küçük burjuva pespayeliğin ve terbiyesizliğin ürünüdür. Üstelik o kız kardeşimizin o alanda yüzlerce yoldaşı vardır, bilinmesi, içinde olunması ve görülmesi gereken budur. Yazar, arkadaşımızı aşağılayayım derken, kadını, kız kardeşini küçük göreyim derken direnişin içindeki kolektif iradeyi küçük görmektedir. Kendini büyük göstermek için bunların tek kalemde harcanması, kellelerine kılıç vurulması, bu ruh hâlinin doğal bir sonucudur. Direniş ve forum sürecinde akıllı telefonlarıyla gazetecilik pratiği içinde olan fraksiyonistlerin, bu pratiği en süzme devrimcilik olarak pazarlamaları, ancak bu ahlâk ve hukuk zafiyetiyle izah edilebilir. Söz konusu gazetecilik pratiği, kolektif direniş pratiği içinde değerli ve anlamlıdır, onun dışına çıkıp pratiğe çöreklenmeye, kendisine uygun parseli aşırmaya çalıştığında, tehlikelidir.

Biz, kimsenin kişisel planda direniş sürecine ne kattığını tartmayız. Böylesi bir tartı ve alınan mikyas, bireyci-liberal bir nitelik arz edecektir her zaman. Kişilerin tüm zaafları, eksikleri ile sürece dâhil oluşuna saygı duymak, kolektif ve örgütsel olanı ileri itmektir esas olan. Temelde her tür kimlikçiliğe ve onun dar, kapalı, kendinden menkul biçimi olan, “gençlik faşizmi”ne, yani insanları kişisel bedensel sınırları üzerinden devrimciliğin dışına atma girişimlerine itiraz etmemizin nedeni de budur.

Sahte Tanrılara Karşı Allah!

Söz ve eylem sadece tanrıda çakışır, kendisinde çakıştığını söyleyen, sahte tanrıdır ve yalan söylüyordur. Biz, söz ve eylem satmak yerine, herkesi o söz ve eyleme katma derdindeyiz. Bu noktada söz ve eylemi kendisine kapatan, onu özel odalara hapseden, parça parça pazarlayan, satın almayanları “pazar”dan kovanlara da öfkeliyiz. “Mazlumların asimetrik yayıncılığı” bunu emreder. O pazar dağıtılacaktır.

Bizi bahane ederek kaleme alınan yazı, mazlumları kafasız ilân etmek ve kılmak derdindedir. Dolayısıyla, artık nesnel olarak fraksiyonistlerin Marksizm-Leninizmle hiçbir teorik ve pratik ilişkilerinin kalmadığı görülmektedir. Bu ilişkiyi kesmelerinin nedeni de liberal bir yerden, mazlumları avlamak içindir. Marksizm, artık satılabilecek bir şey değildir, onlara göre. Okudukları tiyatro kitaplarından edindikleri oyunculuk ve rol yapma bilgileri, bir zamanlar nostaljik bir şey olarak, kırıntı düzeyinde kendilerinde kalmış Marksist birikimin yerini almıştır.

Marksizm, sömürülen-mazlum halk kütlelerinin dışında oluşur, ama aynı zamanda o, halk kütlelerine ait devrimci bir sigortadır. Bir kimlik olarak müdafaa edilmesi ve pazarlanması elbette sorunludur, ama sağda solda pazılarını göstermeye meraklı ve bu sayede genç mahalle kızlarını tavlamaya düşkün, sürekli poz kesen delikanlıların kaprislerine de kurban edilemez.

Sağda solda ve kendi internet imkânları dâhilinde bize yönelik karalama kampanyası başlatmış olan, kibirle, devletin rolünü üstlenerek, “İştirakî’nin alanını daraltacağım” diye yiğitlenen fraksiyonistlere son söz olarak şu söylenebilir: “Mösyö küçük burjuvazi, önce siz ateş ediniz!”

İştirakî
18 Eylül 2013