Gezi Direnişi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi Direnişi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Nisan 2025

, ,

Patronları Gezi Direnişi Sırasında En Çok Korkutan Şey Neydi?


Altmışlı yıllardan beri Koç Holding’in toplu sözleşmelerde sendikalarla müzakerelerini yürüten, daha sonra bu alandaki “üstün başarıları” sayesinde önce MESS, sonra TİSK (Türkiye İşverenler Sendikası) başkanlığına ve en son Dünya İşverenler Sendikası başkan yardımcısı konumuna terfi eden Tuğrul Kudatgobilik, bu yıl içinde (2017) anılarını yayımladı. Burjuvazinin bu zeki ve deneyimli uşağı, anılarında Gezi Direnişi sırasında patronların yaşadığı büyük bir korkuya da yer vermiş:

“[…] Gezi olaylarıyla MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi arasında hiçbir bağ olmamasına rağmen çok önemli bir ‘sonuç’ ilişkisi vardı. Türk Metal Sendikası ile MESS arasında yürütülmekte olan 2012-2014 yılına ait grup toplu iş sözleşmesi müzakerelerinin aslında Eylül 2012’de biten sözleşmeden sonra başlaması gerekiyordu. Ancak Çalışma Bakanlığı’nın yetki tespiti kararlarını verememesi nedeniyle ancak Mart 2013 başında başlayabilmişti. […] Türk Metal ile yürüyen grup toplu iş sözleşmesinin bütün idari maddeleri ile sosyal yardım maddelerinde anlaşma sağlanmış, Mayıs ayı sonuna sadece ‘ücret zammı’ maddesi kalmıştı. Türk Metal ile bu son celse için anlaşılan tarih, 30 Mayıs 2013 Perşembe günü saat 14:00 idi. Toplantı MESS’in Şişli’deki binasında yapılacaktı. Toplantı, saat 14:00 yerine 16:00’da başladı ve tam da Gezi olaylarının ayyuka çıktığı 31 Mayıs gecesi saat 2:00’de sonuçlandı.

Müzakere, gece 2:00’de bitti ama zabıtların yazılması ve imzalanması saat 4:00’e kadar sürdü. Sabah saat 6:00’dan itibaren de her iki taraf sözleşmenin bittiğini kendi tarafına duyurmaya başladı.

Böylece Eylül 2012’den beri süregelen işçi tansiyonu düştü, sekiz aydan beri devam eden heyecanlı bekleyiş sona erdi. İşçiler, sekiz aylık farklarını biri peşin, diğeri 30 gün içinde olmak üzere alarak sözleşmeden memnun ayrıldılar. Görüleceği üzere, 220 binden fazla metal işçisini ilgilendiren bu grup toplu sözleşmesi, Gezi olaylarının hemen öncesinde bağlanmış, işçi ve işçi sendikaları Gezi Parkı hadiselerinin tamamen dışında kalabilmişlerdi.

Sonradan yaptığımız değerlendirmelere göre, biz ve karşı taraf, o gece bu akdi bitirememiş ve işçiler ertesi gün ‘grev’ kararı alarak, Gezi olaylarına şu veya bu şekilde dâhil olmuş olsalardı, çok daha sert ve çok daha vahim neticeler ortaya çıkmış olabilirdi. Bu bakımdan, işçi hareketinin Gezi olayları dışında kalmış olmasını tarihin ve talihin ‘olumlu bir neticesi’ olarak yorumluyorum." (Tuğrul Kudatgobilik, Koç’larla Üç Nesil, s. 229)

Tekelci kapitalistleri ve onların iktidarını her zaman en çok korkutan şey, ayrı ayrı akan haklı emekçi, gençlik, ezilen ulus, kadın kitle hareketlerinin birleşip önüne kattığı her şeyi yıkan dev bir nehre dönüşmesi, özellikle de bütün bunların başında güçlü bir şekilde ayağa kalkan işçi sınıfının yer almasıdır. Tekelci kapitalistlerin en büyük kâbusları ne ise, bizim temel programımız da her zaman onu gerçekleştirmek için çalışmak olmalıdır.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu
13 Haziran 2017
Kaynak

18 Kasım 2019

, ,

Majestelerinin Muhalefeti

Fethullah dolayımıyla, özellikle Gezi’den beri içe sızan muhalefet ve siyaset anlayışı, sorgulanmayı bekliyor. Devlet arazisinde kendisini özne zannedenlerin, “özne oldum ben” diyenlerin, o öznelik ehliyetlerini nereden aldıklarını anlamaları gerekiyor. Fethullah’ın ruh üflediği sol, eleştirilmeye ihtiyaç duyuyor. Fethullah’la dirileceğini, irileşeceğini düşünenler, tel tel dökülüyorlar. Bugün solun iç hesaplaşması, temelde Fethullah’ın bağlı olduğu hatta örgütlenmiş kesimin tasfiyeci çizgisi ile alakalıdır.

Fethullah, devlet eliyle orta sınıflara dağıtılmış bir tür ulufedir. Bugün geri alınmaktadır. Tarihi cumhuriyetten, kişisel tarihini altmış darbesinden başlatanlar, kendisine karşı gelebilecek dinamikleri ezmeyi ve dinamikler arası bağları kopartmayı tek gelenek bellemiş bir devletteki sürekliliği görmemekte, bu sebeple her yaptığı ile devlete bağlanmaktadır. Tel tel dökülme, o ulufenin geri alınması ile bağlantılıdır.

Gezi zamanı mangalda kül bırakmayan birçok solcu, “gerektiğinde geri adım atmayı bilmek lazım” diyordu bir yandan da. Atmayı bilmeyenleri eleştiriyorlardı. Erdoğan’ın kurduğu Dolmabahçe masasına oturuyorlardı. Buna bağlı olarak girdikleri her yeri çürütüyor, dağıtıyorlardı. Her şeyde söz sahibi olup tüm çalışmaları devletin ve sermayenin çıkarlarına bağlıyorlardı. Akılsız ve tehlikeli buldukları kitlenin dizginleri, bilerek ve kasten bu kişilerin eline teslim ediliyordu.

* * *

Sol, sırf varolmak için devlete gizliden verilen, “her türlü zararlı unsuru ben kontrol altında tutarım” mesajından başka bir şey değil. Gezi, bu şekilde heba edildi. Dün kendi Gezi’sini, ayaklanmasını felç etmek için elinden geleni yapanlar, bugün başka ülkelerin isyanlarına nağmeler düzüyorlar, hatta kimi zaman haddini bilmeden akıl veriyorlar. Aslında altta kaynayan kazanı soğutmak istiyorlar. Ayaklanmaların olası iç etkilerini silmeye çalışıyorlar. Tabandaki gençler bu sayede susturuluyor. Her şeyi devletin ve sermayenin kontrolündeki güçlere teslim ediyorlar, sonra da isyan, ayaklanma edebiyatı yapıyorlar. Sol, ayaklanma, devrim ve sosyalizm istemeyen kişilerin güdümünde ve hâkimiyetinde olduğunu bugün de ortaya koyuyor.

Gezi günlerinde Ukrayna’da, Libya’da, Suriye’de, Venezuela’da olan tüm ABD kaynaklı isyanlara destek veren kimi solcular, bugün Bolivya’ya timsah gözyaşı döküyorlar. Hepsi, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Ukrayna’da Lenin heykeli yıkıldığında, Avrupa’daki Neonaziler silahlanıp bu ülkeye geldiklerinde aynı solcular, burada “devrim” türküleri söylüyorlardı. Çünkü aynı Neonazilerin eline silâh verilip Suriye’ye gönderilecekti.

* * *

Sol şeflerin devrimle ve sosyalizmle ilişkisi, onlara mani olma iradesine tabidir.

O sol, devlet katında dönen dolapları, aşağıda yoksulla ağlamaya, işçiyle soğan kırmaya, yumruk sıkmaya tercih ediyor. Yoksulu, ezileni, işçiyi hor görüyor, ama bunları hasımlarını alt etmek için bir sopa hâline getirmeyi, kendisine verilen görevler konusunda şahsi varlığını satmayı iyi biliyor.

“Yoksullara ekmek yoksa zenginlere de huzur yok.”

İran’da bir banka ateşe verilmiş… Gezi zamanı bir İş Bankası şubesini ateşe vermeye çalışan gençleri durduranlar, sonrasında o bankanın ideolojisine övgüler düzenler, bu haberi sevinç naralarıyla paylaşıyorlar.

İş Bankası, kurtuluş mücadelesi esnasında Hintli Müslümanların gönderdikleri, Ankara’ya gelince gasp edilen paralarla kuruluyor. O Müslüman irade, bugünde belirli kişilerin kendilerine tuttukları fener adına kurban ediliyor. Kimse, o fenerdeki ışığın kaynağını sorgulamıyor. Bugünü, bugünde kendisine verilen madalyaları göklere çıkartanlar, yoksulların, ezilenlerin gökten yağdıracakları yıldırımları durdurmanın yollarını arıyorlar. Bugünkü isyanlarla ilgili yazıları buradan okumak gerekiyor.

* * *

Bugün dünyanın dört bir yanında çıkan isyanlara dair haberleri paylaşanlara, “siz Gezi’de ne yaptınız?” diye sormak gerekiyor. Halkın evlatlarının terini, kanını küçük burjuva dünyaları için istismar etmeye kalkanlar eleştirilmeyi bekliyor. Özgürlük mücadelesinden önce mücadele özgürleşmeli zira. O kanı ve teri pazarda satılığa çıkartanlara, gençlerin isimlerini dahi unutanlara, pazarlık sonucu gelinen mevkilere, oturulan milletvekili koltuklarına laf etmeden yol alınamıyor. Kişisel kariyer planları, çek defterleri, açılan mekânlar, dolan cepler, Avrupa pasaportları, devlet katında bulunan bağlar… bir isyan ateşini bunlar söndürüyor.

* * *

“Bu işçiler çok kaba, tüm sorunlar bununla ilgiliydi, bunların demokrasi terbiyesi edinmesi lazım” diyen sol ile “işçilere devlet disiplini vermek gerek” diyen Perinçek, aynı madalyonun iki yüzü sonuçta. Madalyonun sahibi ise belli. Bugündeki mevki adına herkes o sahibe örgütlenmiş, onu put eylemiş durumda. Sol, devlet katında kurduğu bağlara dolanıyor. O bağlarda “demokrasi terbiyesi” ile “devlet disiplini” arasında hiçbir fark bulunmuyor.

Putlarsa işçilerin, yoksulların kendi iç terbiyesi, iç disiplini ile yıkılıyor. Egemenlerden egemen olmayı öğrenmek, teslimiyetin ilk adımı. Devletin, yüksek siyasetin koridorlarında adam yurduna konulmayı sevenlerin bugünkü isyanlardan öğrenecek bir şeyi yok. Onlar, o isyanların önünü alma araçları. Sonuçta devrimden nefret ediyorlar, kitlesel mücadeleden korkuyorlar:

“Liberal burjuvazinin partisi olarak Kadetler, çarla ve feodal toprak sahipleriyle iktidarı paylaşmak, ama aynı çarın ve toprak sahiplerinin iktidarını ortadan kaldırmamak ve o iktidarı halka teslim etmemek istiyorlar. İktidarı almalarına mani oluyor diye hükümetten nefret eden liberaller, bir yandan o hükümeti ifşa ediyorlar bir yandan da onu kararsızlığa ve dağınıklığa sürüklüyorlar. Gelgelelim liberallerdeki devrime yönelik nefret, kitle mücadelesiyle alakalı korku, onların siyasetinde çok daha büyük bir yer tutuyor. Liberaller, halkın kurtuluş hareketi karşısında tereddüde ve kararsızlığa sürükleniyorlar. Dolayısıyla en önemli momentlerde birer hain olarak, krallığın safına geçiyorlar. Karşı-devrim esnasında çarlığın ‘Slavcı düşler’ini dillendirip ‘sorumlu muhalefet’ pozları takınan, böylelikle ‘Majestelerinin Muhalefeti’ olarak çarın önünde diz çöken, devrimcilere ve kitlelerin devrimci mücadelesine çamur atıp duran liberaller, özgürlük mücadelesinden giderek uzaklaşıyorlar.” [1]

Eren Balkır
18 Kasım 2019

Dipnot:
[1] V. I. Lenin, “The Election Platform of the RSDLP”, Mart 1912, Collected Works, Cilt 17, s. 511.

30 Mayıs 2017

, ,

Gezi Üzerine Tezler


I

Solun tarihinde Kemalizmin “sol”u ve “sağ”ı ile kurulan ittifakların ağırlıklı bir yeri var. Ama hiçbir zaman onunla hesaplaşma gereği duyulmuyor. Ellilerde Demokrat Parti ile kurulan ilişki, en fazla, altmışlarda, Kürd coğrafyasında DP ile ilişkili Barzanicilerle ittifak yapmak gibi bir sonuç veriyor. Bugün hâlâ TİP’in altmışlarda o Barzanicilerle kurduğu birliktelik üzerinden elde ettiği seçim başarılarından[1] övgüyle söz edilmesi, bir tür soyut öznecilikten kaynaklanıyor, nihayetinde “biz yaptık” deniliyor, Kürd’ün iradesi hiç görülmüyor. Çünkü Kürd “maraba”, “sandığa git oy ver” denilince sandık önüne sıralanan “güruh”. Oysa o seçimle kurulan ilişkinin silahlı-devrimci mücadeleye de belirli bir tesiri söz konusu. Hiçbir şey boşlukta, bağlamsız, gerçekleşmiyor. Mücadele, bir milli bağlamda anlam kazanıyor.

Bu açıdan, Gezi’nin sol ve sağ Kemalizm arasındaki salınımda heba edilmesi, asıl sorun. “Ana bina, kurgu, iskelet ve harç” önsel olarak mutlak kabul ediliyor ve sadece dış sıvaya dair bir yarış içerisine giriliyor. Gezi’nin bu yarışta tüketilmeyecek yanları da süreç içerinde törpüleniyor. Onun ülkeye dair dili lâl, gözü kör ediliyor. İlerleme adına, en geriye tav olunuyor. Gezi’nin konuşmasını, görmesini kimse istemiyor. Herkes, onun güç olmasını, kendisine küfür olarak değerlendiriyor. Sol, Gezi’de sadece kendi tasfiye olasılığını görüyor, o olasılıktan ürküyor.

II

Örgütü merkeze almak, onu allayıp pullamak, özetle, örgütçülük yapmak, örgütlülük değil. Örgütçülük, pratikte, Kemalizmle yoğrulmak, ondan öğrenmek, onu örtük olarak savunmaya mecbur. O binaya renk olmak, kifayetsiz.

İdeolojik planda, her yanın kuşatıldığı, her yerin kirli olduğu üzerine kurulu bir propaganda yürütülmesinin sebebi de bu örgütçülükle alakalı. Örgütçülük, boşluğa örgütlenmektir. Örgüt, en saf, en temiz, en mutlu, en bağsız olunan yerdir. Bu şekilde satıldığı sürece, gerçekle ilişki kurma biçimleri de arızîleşecektir. Esasen en saf, en temiz, en mutlak yerin merkeze oturtulması, başkalarının varlığının boşa düşürülmesi, onların sözlerinin değersizleştirilmesi içindir. Mühim olan, kırılan soğana, dökülen tere, bükülen demire örgütlenmektir.

Dolayısıyla, örgütlü ve örgütçü arasında ayrım yapmak şarttır. Bu ayrımın en net hissedildiği moment, Gezi’dir. Bu açıdan Sırrı Süreyya Önder’in “Gezi benzersizdir. Onun tekrarlanmasını beklemek tembelliktir, sosyolojiden anlamamaktır”[2] sözü, örgütlülüğün değil, örgütçülüğün replikleridir. Kendi biricikliğini, benzersizliğini gerçeğe dayatanlar, örgütlülüğü tasfiye etmek zorundadırlar. “Sosyoloji” dedikleri, resmi ideolojinin bir çıktısıdır, “benzersizlik” dedikleri, sui generis olmakla övünüp duran bir ideolojinin tezahürüdür. Yüz yıl önce “bizde işçi yok, bu sosyalizm güzel ama bizde olmaz” diyenlerin güncel biçimleri, Gezi ile birlikte tekrar gündeme gelmişlerdir. Küçük burjuva, herkesi kendisine kul-köle, mecbur etmeye programlıdır. “Darbe mekaniği” ile “Gezi’nin mekaniği”ni birlikte değerlendirenlerin gizlediği gerçek budur. Onca ultra özneymiş gibi görünüp özne olmayanların diyarında, bu mekanik kırılmaya mecburdur.

III

Gezi’nin geleceğini kimse bilmiyordu. Her örgüt, “bu toplum bizi şaşırttı, beklemiyorduk” dedi. Bir örgüt, Haziran ayının sonunda, eylemlerin şiddetinin azaldığı bir momentte, “bu kitle hareketinin öncüsü olacağız” açıklaması yaptı, oysa o güne dek sahadaki militanlarına “bulaşmayın bu harekete” talimatı veriyordu. Bu talimat, özünde herkese dairdi. İlk gün belli başlı örgütler, akşamına toplantı yaptılar. O toplantıdan ertesi gün için ortak bir eylem kararı çıkmadı. Sonrasında tüm yapılanlar, sarfedilen tüm sözler, diğer örgütlere nispetle, onlara göre, onlara fark koymak amacıyla şekillendi. Yaşanana dair tek laf edene rastlanmadı.

Ardından, belirli sendikalarda söz sahibi olan örgütler, geç de olsa “genel grev” kararı aldılar. Kendileri bile ciddi bir katılım göstermediler. Örneğin Ankara’daki eylemde polisin karşısına dikilen gençler kovalanıyor, “huzursuzluk çıkartılmaması” talebi o gençlere zorla tatbik ediliyordu. Aynı örgüt (Halkevleri), birkaç gün sonra, nedense Kızılay’ı işgal etti, çünkü aynı gün diğer örgütler başka bir yerde, Gezi’dekine benzer, çadır kurma eylemi içerisindeydiler. Benzer tartışmalar, Taksim etrafındaki barikatların kaldırılması konusunda da yaşandı.

Bu didişme ve yarışla geçti günler. Sonra seçim gündemi sardı her yanı. Gezi ölmedi, öldürdüler, üç beş oy ve üç beş ay için öldürdüler. Yüksek siyaset açısından Gezi, tehdit teşkil ediyordu, tasfiye ettiler. Merkeze alınan şey, ölmek için oradaydı. Devamında Gezi, Taksim Mitingi üzerinden Yenikapı ruhuna, Milli Mutabakat’a bağlandı.

IV

Gezi, mülkiyetin ve rekabetin boyasını döktü. Asıl sorunlu yanı da buydu. Takip eden yıllar, o boyayı arayıp bulmakla ve rastgele fırça darbeleriyle kendi suretini boyamakla geçti. Mülkiyetin ve rekabetin boyası, yeniden karıldı. Hatta sosyal medyada bir boya firmasına övgüler düzülecek bir noktaya gelindi. O firma, dönüp dolaşıp Gazi’nin suretine büründü. Geziciler tek tek Gazici oldular.

Bireysel varlığını mülkiyet ve rekabet pazarında satmayı bilenler, köşeleri kaptılar. Zenginleştiler, isim ve imza edindiler, belli mekânlarda “özgürce” yaşama imkânı buldular. Kimsenin umurunda değildi, Gezi’nin nereden gelip nereye gittiği. Sosyal medyanın parlaması, Gezi’nin tarihi ve toplumu ile ilişki kurmak istenmemesi ile alakalıydı. Tüketim ideolojisiyle yoğrulanlar, Gezi’yi en kısa sürede tüketme yarışına girdiler. Kimse, onun gözünün yaşına bile bakmadı.

V

Gezi, en az bir otuz yıldır çok şey yapıp da yapılmayanlara dair bir imgeydi. Yani Gezi, özünde bugüne dek örgütlerin tüm devrim-sosyalizm iddialarının boş, anlamsız, temelsiz ve imansız olduğunu ortaya çıkarttı. Örgütlerin böylesi bir moment için örgütlenmediği, net biçimde görüldü.

Örgütçülük, yüce, ari, her şeyden münezzeh kadrolarına öyle kalmayı, başkalarından üstün yanlarını göstermeyi öğretiyordu, devrimciliği değil. O Gezi günlerinde, bu örgütlerin, kadrolarına kitle hareketini, onun nasıl yönlendirileceğini, öncülük için hangi araçların üretileceğini, hangi bağların kopartılıp hangilerinin kurulacağını, ortak emeğe ve kavgaya nasıl örgütlenileceğini vs. öğretmediği anlaşılmış oldu. Bir iki günlük şokun ardından, hemen eski ezberlere dönüldü ve yarış, tekrar başladı. Ortak bir iş örmenin, ortak işe örgütlenmenin kendisine küfür etmek olduğu söylendi. İlk üç günün ortaklaşa, eşitleyici pratiğinin karşısına, liberal özgürlükçü bir zemin çıkartıldı ve bu zeminin girişine göstermelik örgüt tabelaları yerleştirildi. Herkes, birbirine karşı mülkünü korudu; yarışta diğerine üstün olan yanlarını gösterip durdu. Özünde sol, sadece kendi içine “siyaset” yaptı, dışarıyı siyasetsiz kıldı.

Oysa aslolan, eşitlikçi değil, eşitleyici olandı; özgürlükçü değil, özgürleştirici olandı. Eşitlikçi-özgürlükçü olanlar, Fransız Devrimi’nde burjuvazinin temin ettiği sınıflarüstü dengeye ve kurguya put misali tapanlardı. Gezi’nin eşitleyici yanı özgürlükçülerin; özgürleştirici yanı eşitlikçilerin sunaklarında kurban edildi. Gezi, hem Gazi hem gazi oldu.

VI

Örgütçülük, Gezi’nin gelecekteki yansımasını asla örgütleyemeyecek, onu var edecek sürece hiçbir vakit örgütlenme ihtiyacı duymayacak. Kütle, kitle ve öncü, örgütçülükle değil, örgütlülükle, örgüyle, bağ kurmakla anlam kazanacak.

Gezi’yi bu hâle, 12 Eylül’e ağıtlar yakarak bir ömür geçirenler getirdi. Uzunca bir zaman da Gezi’ye ağıtlar yakarak geçirilecek. Böylece hiç kimse, hatanın, kusurun, yanlışın, eksiklerin hesabını verme gereği duymayacak. 12 Eylül edebiyatının yerini Gezi edebiyatı alacak. Sıcağı sıcağına Gezi derlemeleri kaleme alanlar, kitapları, albümleri raflara dizenler, bu pazarı tüketerek varolma yollarını arayıp bulacaklar. Ve kimse, geleceğe dair, teorik ve pratik notlar çıkartmayacak.

Eren Balkır
30 Mayıs 2017

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.

[2] Cansu Pişkin, “Siyasi Parti Temsilcileri”, 30 Mayıs 2017, Evrensel.

20 Şubat 2017

,

Yoghurt


Futbol, sadece futbol değil. Kolektif ve kitlelere dair. Bugün maç seyircisinin azalmasıyla ilgili şu makul yorum daha sık dillendiriliyor: “Eskiden taraftar vardı, şimdiyse müşteri. Müşteri de parasının karşılığını istiyor, bulamayınca başka alanlara kayıyor.”

Kulluktan yurttaşlığa, taraftarlıktan tüketiciliğe… Geçiş süreci bu. Solun kendisini tanımladığı yer de burası. Başka coğrafyalarda onlarca yıllık karşılığı olan sol muhalif taraftarlık kültürü, bizde pek yeni. Bugünse ancak taraftarın tüketiciye dönüştüğü yerde alan bulabiliyor. Sol, sadece tüketim nesnelerini örgütleyebiliyor.

Gezi’de Çarşı, Taksim’e girdikten sonra Optik Mehmet’in resmi olan devasa bir pankart asıldı AKM’ye. O, şu sözlerin sahibiydi:

“Herkes kuru-pilav yiyecekti. Hesabı ödemeye gittim. Lokanta sahibi bir de yoğurt yendiğini söyledi. Kan beynime sıçradı, lokantayı birbirine kattım. Baktım ki en yakın arkadaşım Selim yemiş yoğurdu. Papaz olduk. Olabilir, canı yoğurt çekmiştir. Keşke hepimiz yeseydik. Bütün kızdığım nokta buydu.”[1]

Yani ortada bir para, gidilmiş bir deplasman, yenilecek bir tabak yemek vardı. Ama artık Optik Mehmet, linç edilecek, kensıllanacak, kriminalize edilecek, gerici biri.

Gezi’yi canı yoğurt çekenler mahvettiler. Optik’in dostlarını kullanıp, kâğıt mendil gibi kenara attılar. Kimse, onların öncü, lider, söz sahibi olmasına izin vermedi. Şimdi MHP’deki küskünlerden, CHP’deki kırıntı solculuktan, esecek rüzgârlardan medet umuyorlar. Ve sadece yoğurt sevenlere, bireyliğine halel gelmesin isteyen tüketici bireye sesleniyorlar. Yüksek siyaset erbabı olmanın hazzını seviyorlar.

Abileri EMEP’ten görüp sanat merkezi açanlarsa ancak iki bağlama bir dümbelekle hayır şarkısı söyleyebiliyorlar. Aslında “şarkı” dedikleri bir türkü. Yaratıcılık namına bir şey yok. Kötü yorum, kötü çalgı. “Çok avamlaşınca çok kitleselleşiriz” yanılgısı. Müzik işlerini bunlar, mizah işlerini de Halkevleri üstlenmiş anlaşılan.

Sanat savıcıları, tek değil “çok adama biat”i savunduklarını söyleyerek başlıyorlar. Maça gelen yeni müşteriler gibi, “benim bir oyum var, her şeye yeter” diyorlar. Onca zulmün orta yerinde fazla eğleniyorlar. Kimsenin dans edemediği günlerde devrimciliği dans, dansı devrimcilik kabul ediyorlar. Böyle çok olunacak vehmi her yanı kaplıyor.

Şarkı dedikleri türkünün sözleri, Kazak Abdal’ın Eşeği Saldım Çayıra şiiri. Ruhi Su[2] da söylemiş. Kemalist tedrisatın en ileri unsuru olarak Ruhi Su, sosyalist zemine ait bir isim. Öleli 32 yıl olmuş ama sol örgütler o kemalizmi, ürettikleri “sanat”sa Ruhi Su’yu aşamamış.

Çünkü münkir münafığa edilen küfür, hayır reklâm müziğine, jingle’ına dönüşmüş. Hakikati inkâr, ezilenlerin arasına sokulan nifak, düşman değil, dost kılınmış. Belki de sırf çok “ataerkici”, çok küfür içerdiği için bu türkü seçilmiş. Bağlamından sökülüp alınmış. Âşık Veysel’in “o pencere kenarına konulan bir saksı çiçeği” dediği Ruhi Su, bu gençlerin elinde Valentine’s Day’e has suni güllere, kartpostallara dönüşmüş. Burada bir belirgin anlayış, sığ bir âdet söz konusu. Kardeşleri Bandista[3] da geçmişte Arapların devrim marşlarından Unadikum’un şehidlere dair özünü silip yerine, “bizde şehit yok, insan var” diyordu. “Ben burjuvazinin uşağıyım” diye alenen bağırıyordu.

Evet, kulluktan yurttaşlığa, taraftarlıktan tüketiciliğe doğru dönüşümü, devrimin ve sosyalizmin ilerleyişi zannedenler var. İlerleyiş dedikleri, teorik ve pratik anlamda devrimin ve sosyalizmin tasfiyesinden başka bir şeyi ifade etmiyor. Bugün bölge tarihinde bir devrim olan İran’a dair haberler vaveyla ile paylaşılıyor. Haksöz[4], İleri Haber ve Gerçek[5] aynı kaynaktan, aynı haberin altına imza atarak geçiyor. Birinin vantrologu devlet, diğerininki burjuvazi.

Köyleri harab edenlere edilen küfür, toprağa düşen canlar, fasulyenin yanına kırılan soğan, zeybeğin yere vuran dizi, bağlamanın döşüne vuran parmak, gerilen tel “hayır” demiyorsa, o “yurttaş” ve “tüketiciler”in ağzından çıkan kelimelerin bir hükmü yok. Çok olacağım derken, azı azaltmanın, biricikliğe tapmanın mânâsı yok.

Eren Balkır
19 Şubat 2017

Dipnotlar:
[1] Cem Semercioğlu, “Beşiktaş Tribününün Yılmaz Güneyi”, 1 Temmuz 2013, Birdirbir.

[2] Eşeği Saldım Çayıra, Ruhi Su, Youtube.

[3] Eren Balkır, “Zaten”, 1 Ekim 2014, İştirakî.

[4] “Ahvaz Halkı İran Rejimine Karşı Meydanlarda”, 19 Şubat 2017, Haksöz.

[5] “İran’da İsyan”, Gerçek.

31 Mayıs 2016

, ,

Ders Notları


Sol, yıllarca, özellikle 12 Eylül’den beri, kitlelerin politikadan uzaklaşması üzerinde durdu. Bu depolitizasyon ve apolitizasyon eleştirileri, Gezi Kıyamı ile hükmünü ve anlamını yitirmiştir.

Çünkü Gezi ile birlikte o depolitizasyon, apolitizasyon değerlendirmesinin yalan olduğu görülmüştür. Milyonlarca insan, belirli politik gerekçelerle, üstelik, sokağa dökülmüş, kaçan, kendi kovuklarına sığınan, mülk edindiği dükkânları korumayı öncelikli gören, sol olmuştur. Haziran gibi hareketler ise 12 Eylül mağduriyeti ile hız almış yapıların bir toplamıdır. Bu yapılar, en fazla, anlamsızlaşan, eskiyen 12 Eylül mağduriyetinin yerine Gezi mağduriyetini ikame etmek istemişlerdir. Yapılan, yeni bir öznel anlam ve değer belirleme arayışıdır ve bu arayış, devrimci bir bağlam olmaksızın, boştur.

Burada kitlelerin gücüne, hâline, kolektif yönelimine güvenmeme sorunu vardır. Kendilerini sürekli özel hissetmiş, özel hissettirmiş, önlerinde el pençe divan duran kadrolarla ömrünü geçirmiş kişiler, anlamsız ve değersiz olmanın sancısını yaşamışlardır. Anlam ve değer, belirli bir bağlamla mümkündür. Bu özel insanlar, kendilerini anlamlı ve değerli hissedecekleri yeni bağlamlar kurmuşlardır. Onların o bağlamın öznel değil, nesnel oluşuna tahammül göstermeleri mümkün değildir.

* * *

Kimsenin doğa, Kürd, LGBT ve kadın ile bir alakası yoktur. Bu başlıklar, yeni bağlam için istismar edilen, edilecek konulardır. Kadın sorunu, kadın olmadan anlaşılamayacak, ancak kadın olarak, o cinsel uzuvlara sahip bulunarak, oradan kurularak anlaşılacak bir meseledir artık. Dolayısıyla burada “kadın”, bir dolayımdan, eğretilemeden, araçtan başka bir şey değildir. Kadın’ı önemsediklerinden de söz edilemez; “kadın” genel kolektif olanı parçalamanın bir aracıdır sadece.

* * *

Aslolan burada, özellikle Gezi bağlamında, sel ile birlikte akan çamur akıntısından kaçmak, onu çözmek, filtrelemek, özel fanuslara doldurup numune dolabına saklamaktır. “Herkes türkü söylüyor” diyen kişi, kendi özel müzik birikimini, mesleğini koruma altına almak istiyorsa, “herkes politik” diyen kişi de milletin politikleşmesinden rahatsız oluyor demektir. Yani onca yıl depolitizasyon edebiyatı yapanların yalan söyledikleri, Gezi’de tüm çıplaklığı ile görülmüştür.

Kürd, kadın, çevre gibi başlıklarda yürütülen kimlik siyaseti, kitlelere “siz politikayı bilmiyorsunuz” demektir. Varolanla hareket etmeyi bilmeyenler, kitlelere yukarıdan siyaset telkin etmeye kalkışmışlardır. Artık her bir başlığın uzmanları, profesyonelleri, gündelik geçimini buradan sağlayan isimleri vardır. Bu isimler, AKP-IŞİD bahanesi ile liberalliğini Marksizm, sosyalizm diye yutturma imkânı bulmuşlardır. Bu liberallik ise her türlü üstüncülük ile malûldür. Döne dolaşa Sovyet eleştirileri üzerinden işleyen liberalizm, solu tahakküm altına almıştır. Düşmanın baskısı kadar, liberalizmin basıncıdır Gezi’yi tasfiye eden.

* * *

Çevrecilik, LGBT ve kadın hareketi bağlamında yaşanan, kitlelere güvenmemek, onu hor görmekten ibarettir. Burada konu edinilen dertlerin kolektif olan niteliği değil, genel, kolektif olanı çözme, dağıtma niteliği önemsenmektedir. Gezi, genel kolektif olanın sağ siyasetin uhdesine, tasallutuna terk edildiği bir momenttir. Sol siyasete ise başkasını görmeyen, sadece kendi öz çıkarlarını savunan, belirli bir yere ve zamana ait olmayı zûl gören bir tarz kalmıştır. AKP-IŞİD faşizmine yöneltilen sözlerin altı kazındığında bu liberalizm net bir şekilde görülmektedir. Başkasını, başkasıyla düşünmek, artık insanın kendisine ettiği bir küfür gibidir. Egemenler de bunu istemektedirler.

Bu ortamda Kürd’ün de artık ehil, uzman, profesyonel siyasetçileri vardır. Kürd de bu minvalde istismar edilen bir konudur. Bazı kişilerin ağzından çıkan “Kürd” kelimesinin Cizre, Sur’daki Kürd’le bir alakası yoktur. Bir siyaset borsası, piyasası oluşmuştur ve kimi Kürdler de oraya ismini yazma telaşına düşmüşlerdir. “Barış süreci”nin bir getirisi de budur. Bugün o siyaset borsası ve piyasası, kalem erbaplarını sahaya sürmektedir. Bunların derdi, milletvekili danışmanı olmak, belediyelerde iş kapmak, üç-beş kitap satmaktır.

Bu isimlerden biri olarak Osman Oğuz’un Gezi değerlendirmesi[1] de aynı küçük burjuvalıkla malûldür. Genel, kolektif olanın karşısına özel çıkarı koyan yaklaşım, küçük burjuvanın her şeyi ve herkesi kendisine ram etme, muhtaç kılma arzusu ile alakalıdır. Kürd, ram etme ve muhtaç kılma arzusunun basit bir aracından ibarettir, başka da bir değeri ve anlamı yoktur. O, ancak küçük burjuvanın özel bağlamı, özel çıkar dünyası dâhilinde bir kıymete sahiptir.

Belki bu yaklaşım, “Kürt sorunu çözülmeden bu ülkede hiçbir şey olmaz” sözünün üzerine inşa edilen, örnek olsun, SDP gibi yapılardaki gençlerin kanını kaynatabilir ama buradaki küçük burjuvalığın, sözdeki Kürd’ün gerçek Kürd’le bağlantısız oluşunun eleştiriye muhtaç olduğunun görülmesi gerekir. Sopa sallayarak, tehdit ederek, batıdaki solcuların ikna edilmesi mümkün değildir.

Batıdaki solcular, bu küçük burjuva “Kürd’cülük” nezdinde “çocuk”tur, “siyasetten anlamamaktadır”, çaylaktır, acemidir vs. Bu tür lafların Kürd’ün kanatları altına sığınmış eski solcuların ağzından çıkıyor olması, manidardır. Bu insanlar, kendi beceriksizliklerini, çaresizliklerini Kürd halısının altına süpürmektedirler. Kürd ise bu kişilere iki tokat atıp gerisin geri kolektif mevzilere göndermelidir.

* * *

Osman Oğuz yazısında, Mücadele Birliği’nin Gezi günlerinde astığı (yukarıdaki) pankartı alay konusu etmektedir. Nahif de olsa bu pankart, belirli bir tarihselliğe aidiyet üzre hazırlanmıştır. 

Oğuz, “beni görmezsen, benim ipime tutunmazsan” demek için bu tip konuları gündeme getirmekte, tıpkı o günlerde Ülke TV’deki programında ilgili pankartla alay eden Turgay Güler gibi cümleler kurmaktadır. Oğuz’un unuttuğu bir konu da Mücadele Birliği’nin bugün itibarıyla artık kendisinin bir yoldaşı olduğu gerçeğidir.

Osman Oğuz gibilerin piyasaya bu dille sürülmelerinin sebebi, Türk bayrağı tutan gencin elinden tutan BDP bayraklı gencin özel siyaset erbaplığı adına hor görülmek istenmesidir. Oğuz’a göre bu an, “eksik ve kifayetsizdir”. O Türk bayraklı genç, çakılan Kürdistan kazığının etrafında dönecek eşek olmuyorsa, o anın da bir anlamı yoktur. Oysa Oğuz’un “bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz” diyenleri eleştirmesi, daha anlamlı olacaktır. Anlaşılan, aşağıya “Kürdistan”; yukarıdakilere “birlikte yaşam” denilmektedir. Hiza, neye ve kime göre çekilmektedir, bu belli değildir.

Bu söylem, Gezi’deki kolektif, adsız adressiz çamur selinden kaçıp, güya Kürd’ü de özel bir kimlik olarak tanıyan, gören liberal düstura kendisini bağlamıştır. Kadınsız kadıncılık, doğasız doğacılık, Kürd’süz Kürdcülük, toplamda asimilasyon sürecinin bir parçası olarak işlemiştir. Çünkü bunlar, “Kürd’e Kürdlüğünden sıyrıl, özgürleş, şenlikli toplumumuza giriş bileti al” demişlerdir. Kürd’e “çektiğin tüm çile Kürd olmandan kaynaklanıyor” diyenler, Kürd’lükten kurtulmak için zihinsel haplar ikram etmişlerdir. Gezi, bunun pazarıdır.

* * *

Genel planda, özele bu kadar vurgu, genelin terk edilmesi, tasfiyesi içindir. Adsız, adressiz, kolektif olana düşmanlık, Gezi ile birlikte ayyuka çıkmıştır. Taksim’den Kadıköy’e çekilmek, bu ilçenin açık hava AVM’sine dönüşmesi ile sonuçlanmıştır. Solun istediği de budur. O, pazardan pay kapmakla yetinmektedir. Asimilasyon, bu minvalde, bu gerçeklikte işlemektedir. Artık Kürd’ün vs.’nin o olmasına gerek kalmayacağı, özel alanları vardır.

O özel olanın, küçük burjuva kudretin savunulması noktasında en önemli silâh, yalandır. Osman Oğuz da yazısında doğal olarak yalana başvurmaktadır: “HDK, Gezi Direnişi öncesinden itibaren park forumlarının mesajını verdiği örgütlenme formunu ‘meclisler’ adıyla perspektif edindi; fakat o da bunu hakikat içinde örgütlemeyi başaramadı.” Yalan, tam da bu sözlerdedir. Çünkü HDK, barış süreci üzerinden, 2010’da sözünü ettiği meclisleri bir bir tasfiye etmiştir. Gezi’de HDP, politik kurum ve yapı olarak yoktur. Varolanlar da kitlesel hareketi kısa süre sonra olacak olan seçimlere bükmeye çalışmışlardır. Bu süreç, CHP’den adam kapma ve CHP’yle seçim ittifakı (İrfan Aktan gibiler, bu yolda yazılar döşeniyordu) hayalleri ile birlikte işlemiştir. Sonra CHP dokunulmazlıklara “evet” deyince, “CHP’nin Kemalist, kemalizmin de faşizm olduğu” birden anımsanmıştır.

Çünkü o günlerde Reyhanlı’da bomba patlamıştır ve o HDK, “bir bomba ile hükümeti yıpratmamak lazım” demektedir. Zamanla “Gezi’de darbeciler var”dan bugüne, osman oğuzlara gelinmiştir. Ama bu sefer de “Kürd’e biat edilmedi, o yüzden böyle oldu” denilmektedir. Burada “Kürd” kelimesinin gerçekle bir alakası yoktur. Sadece o, çamur seline girmemek, elini ayağını kirletmemek için bir bahaneden ibarettir. Tıpkı Gezi günlerinde “biz, bu forumların ulusalcıların eline geçmesine mani oluyoruz” diyenlerin forumu ve oradaki devrimci imgeyi sonrasında CHP belediyelerine peşkeş çekmelerinde olduğu gibi.

* * *

Yüksek siyaset, elindeki piyasa ve borsa ile Gezi’yi tasfiye etmiştir. Bugünlerde yapılan anmalar, müsamereden başka bir şey değildirler. Neden olmadığını, sonuç alınamadığını tartışan yoktur, tartışılsa her öznenin kendisini sigaya çekmesi gerekecektir. Onlar öyle yüce öznelerdir ki sorgulanamazlar bile! Bu sebeple Gezi’nin tasfiye edilmesi şarttır. Birileri dükkânlarına yeni müşteriler bulacak, halkın ortak davasına örgütlenmek zûl kabul edilecektir. “Yeni Geziler” bekleyenlerin önce kendilerini terk eylemeleri gerekmektedir. O kendi, burjuvazinin ve devletin kurduğu bir olgudur. Demek ki burjuvaziye ve devlete karşı mücadele bir iç mevzie de muhtaçtır. O kavga, içeriden de yürütülmelidir. Gezi’nin bir dersi de budur.

Eren Balkır
31 Mayıs 2016

Dipnot:
[1] Osman Oğuz, “Gezi Ruhu Neden Tuzla Buz Oldu?”, 31 Mayıs 2016, Arşiv.

25 Şubat 2016

,

Pazar

“Devlette iki klik var” diyenlerin hangi kliğin hizmetine girdiklerini de itiraf etmeleri gerekiyor. Siyasetin pazarlık, ideoloji ve propagandanın pazarlama olarak icra edildiği dönemde böylesi bir itirafı beklemek abes.

Özneleşme denilen şey, egemenlerin tesis ettikleri pazarda pay sahibi olmak olarak görülüyor. Bir şirkette müdür olmakla bir örgütte şef olmak arasındaki fark, silikleşiyor. 

Bir dönem TİP’in Genç Öncü’sünde çalışıp bugün “Manda Filozofu” diye orta sınıflara ve burjuvaziye kişisel gelişim, yönetişim dersleri veren Müfit Can Saçıntı, bu seyrin bir ürünü. Filmde filozofumuz, gerçek patronuna “çalışanlarını işin sahibi olduğunu hissettir” diyor. Tam da bir astsubay çocuğu gibi davranıyor. Zira birçok şirkette, vakıfta uzun zamandır askerler çalışıyor. Örgütlerin önemli bir bölümünü eski askerler kuruyor ve/veya yönetiyor. Aynı durum, ne tesadüf ki bazı tarikatlar için de geçerli.

Pazar, pazarlık ve pazarlamadan başka bir şey bilmeyenler de bundan fazlasını söylemiyorlar. Kendisini saf bir özne olarak pazarlıyorlar, Tayyip’in de böylesi bir özne olduğuna işaret ediyorlar, onu karşısına almayan, emperyalizmle, kapitalizmle, kemalizmle uğraşan herkesi hainlikle suçluyorlar. Ölçü kendisi ve Tayyip olunca pazarda pay kapacağını, en azından şirketin mutfağında aşçıbaşı olabileceğini zannediyorlar.

* * *

Pazarlama yöntemi[1], tek tek bireylerin vicdanî-ahlakî ortaklıklarına yöneliyor, onları istismar ediyor. Bu yöntem, bugün sosyal medya üzerinden işliyor. Solun sosyal medyaya meftun olmasının sebebi burada. Sınıf ve halk gibi aidiyetler artık demode, sıkıcı, hatta tehlikeli. Pazarlama faaliyetini sekteye uğratacak denli zararlı. Sosyalist hareket, doğrudan bireyi hedef alan pazarlama yöntemine kul köle ediliyor.

Tayyip diye bir mel’un bir karaktere saldırarak ancak bireylerin ahlakları, vicdanları galeyana getirilebiliyor. Böylelikle içteki tayyipler, bu pazarlamacılar şahsında arınma imkânı buluyorlar. Döne dolaşa ilerlemeci bir hatta kul olunuyor. “Burjuvazi ilerlesin ki sosyalizm gelsin” deniliyor.

Cem Yılmaz kimi TV programlarına ilişkin olarak laflar sıralarken “bir de bize marjinal diyorlar” serzenişinde bulunuyor. Dışarıdaki vekili olarak “git Türkiye soluna söyle, marjinal düşünmesinler” emrini alan Sırrı Süreyya Önder, Cizre’de, Sur’da insanlar katledilirken meyhanede dansöz oynatmakta hiçbir bir beis görmüyor. Biz “marjinal”, o gerçek siyasetçi oluveriyor!

Eğilip “marjinal” lafının altına bakmak gerekiyor. Bu, solun marjinalleştirilmesine dönük bir talebi de içeriyor. Marjinalleşme, kitlelerle kurulan her türden tarihsel-doğal bağların kesilmesini ifade ediyor. HDP’yi buralarda aramak gerekiyor. Bağların kesilmesine teşne olanlar kimler, sorgulanmayı bekliyor.

* * *

Gezi döneminde sosyal medyada kurulan tüm postalar, dayanışma ağları gibi pazarlama şirketleri, işin cılkını çıkartıyor, Ukrayna ve Venezuela’da yaşanan isyanlara bile sahip çıkıyorlardı. Ukrayna’daki Avro Meydanı gösterilerine sahip çıkan, oradaki görselleri pazarlama faaliyetinin parçası kılan bu solcular, Lenin heykeli yıkılınca bir miktar sustular ama sonra kitlelerin halatlarla bir Lenin heykelini yıktığı, onun yerine başka bir heykelin geçtiği görseli büyük bir şevkle paylaştılar. Dertleri ne Lenin ne de halktı, görsel pazarlama faaliyetlerinin başarısı, alınan “like”lar karşısında girilen vecd hâli önemliydi. Bu vecd hâlinde Venezuela’da ABD güdümlü küçük burjuva isyana tabii ki sahip çıkılırdı. O postaların ve dayanışma ağlarının hepsi liberalizme örgütlendi, sosyalizme küfretti.

O kadar şiddet, barikat, kızıl ordu, narodnizm vs. edebiyatı yapanlar (misal Evren Barış Yavuz), bugün hangi işleri, hangi projeleri kovalıyorlar? Bugün hangi pazarlama faaliyetlerinin erleri? Demek ki “devlette iki klik var” diyenler, bir klik adına hizmete koşulmuşlar. Onun eylemini, hareketini gizlemek için bir tür sis perdesi işlevi görmüşler, görüyorlar. Gezi’de öne çıkan isimlerin büyük kısmı birilerinin ajanı.

* * *

Tek tek bireylere seslenen, onları bir araya getirdiği düşünülen en sığ zemine işaret edenler derinlerde bir şeyleri gizliyor olmalılar. Görevleri bu. Kimse emperyalizm, Siyonizm, kapitalizm, sömürü, zulüm demesin diye uğraşıyorlar. Diyenleri de hemen devlet gibi “hain” ilân ediyorlar. Bugün AKP’liler, Tayyip’e savrulan her küfrü ihanet olarak damgalıyorlarsa, bunlar da eksik kalmıyorlar, her şeyi sadece ona küfretmeye indirgiyorlar, fazlasını, pazarın dışını gösterenlere kılıç sallanıyor.

Ama nedense “AKP’yi yıkılmaktan ben kurtardım” diyene tek laf edilmiyor. Bu sis perdesi onun için oluşturuluyor. Devletle bir masada olmaya çok anlam vehmediliyor, her şeyi o masaya hapsetmek işimize geliyor. Silâh, tüm bu kiri pası örtbas ettiği için yüceltiliyor, puthanenin başına yerleştiriliyor.

Sis perdesinin bir boyutu gerontoktasi eleştirileri ise diğeri de kadıncılık. Özünde erkek ve yaşlı olan şefler, kendilerini koruma altına alıyorlar. Gençler yaşlanıyor, kadınlar erkekleşiyorlar. Erkek ve yaşlı şeflerin emrettiği bu sonuçta.

Gerontokrasi eleştirisinde gençler geçmiş kuşaklardan kopartılıyor, kadın da erkekle paylaştığı toplumsal mücadeleden. Kadın konusuna yönelik vurgunun “AKP’nin İslamî olduğuna” dair yanılsamayla da bir alakası var. Bir yerlere “o İslamîliği bensiz tasfiye edemezsiniz” mesajı verilmiş oluyor.

Bize de geçmişte Vietkong gerillalarını Amerikan burjuva dergilerine kapak yapılması türünden hamlelere sevinmek kalıyor. Giderek burjuva estetiğine, güzellik anlayışına bağlanıyoruz. Düşmanımızı “çirkin” kendimizi “güzel” ilân etme imkânı buluyoruz.

Kadınımıza, Tanrı ile güreşip onu yenen Yahudi tanrısı düzeyine çıkınca özgürleşeceği öğretiliyor. Tanrı’yı yenmek, tüm toplumsal-tarihsel bağlarından kopmayı ifade ediyor. Golda Meir türü kadınlık pazarlanırken Filistinlilerin öfkesini de peşinen kabullenmek gerekiyor.

“Devlette iki klik var” diyen, bir kliğin hizmetkârı olduğunu ikrar etmeli. Burjuvazinin pazarında yürüttüğü pazarlama faaliyetinin, belirli durumlarda siyaseti pazarlığa indirgemesinin hesabını vermeli.

Zira yukarıdaki resimde görülen bir pazar yeri değil, greve tanık olan bir fabrika. Egemenlere dönük hizmetinde yol aldıklarını zannedenlerin o kadının işaret ettiği yöne yürümesi, o işçilerin yoluna yoldaş olması mümkün değil.

Eren Balkır
25 Şubat 2016

Dipnot:
[1] William Davies, “Neoliberal Sosyalizm”, 7 Mayıs 2015, İştirakî.

17 Ocak 2016

, ,

Ayrık Otları

Gazze’nin Gazi’ye ve Sur’a taşındığına tanık oluyoruz. Açılan tünellerin bir ucunun Gezi’ye bağlanması, mümkün değil. Zira geçmişte Gezi, yüzeyde ve derinde, CHP-HDP eliyle, seçim sathı mahaline bağlanıp tasfiye edilmişti.

Başkası da mümkün değildi. Ayrık otu olarak görülenlere ayrıksı oldukları öğütlendi, öğretildi ya da sökülüp atıldılar. “Açılın, ben doktorum” repliği, bugün akademisyenlerin, yayıncıların vs.’nin dilinde. Devlet ezdikçe ayrıksılık prim yaptı, kendine yol buldu. Baskı, biraz da bunun içindi. 

Eskiden kitlenin kendisine gaz atan, ama Gezi’yle birlikte direkt bireyleri hedef alan polisten ana yönelimi okumak mümkündü. Onlar, kendi sularımıza çekilmemizi istiyorlardı. Çünkü bu devlet su kenarında kurulmuştu, oraya sırtını yaslayarak bugüne gelmişti.

Devlet, kendi temellerini sarsacak hareket imkânlarını bağsızlaştırmak, bağlamsızlaştırmak zorunda. Onunla bir masada ilişkilenenler, 2011’de halkın kılcal damarlarına akacak imkânı buldular, ama sonrasında merkeze çekildiler. Şimdilerde tekrar meclislerden söz ediyorlar. Oysa 2011 sonrası o meclisleri tasfiye edenler, kendileri idi. Burjuvazinin aynasında endamına hayran kalanlar yanıldılar.

Gezi ile birlikte forumlar ve parklar öne çıktı. Hepsi seçim faaliyeti alanına dönüştürüldü. Ayrıksı olanlar, köşe başlarına, reklâm şirketlerine, pazarlama faaliyetlerine ve halkla ilişkiler (PR) çalışmalarına alındı. Ayrık otları ise ayıklandı. Gezi, o ayrık otlarının başkaldırısıydı. Üzerlerine özel ofisler inşa edildi.

Devlet için hendeklerin ardındakiler, greve giden işçiler, HES’lere karşı çıkan köylüler, zulme direnen öğrenciler, cümlesi ayrık otu. Her yer düzlenecek, betonlaştırılacaksa bu otların temizlenmesi şart. Temizlik, kendi aklını da üretmeli. Devletin reorganizasyonu için solu reorganize etmek isteyenlerin ağzındaki “yeni” kelimesi de gayet eski. Temizlik işlemine ortak olmak, kimseyi “yeni” yapmıyor.

* * *

Sermayenin “yürütme komitesi” olarak devlet ile “zorba özerk yapı” olarak devlet, AKP perdesi arkasında yürütüyor işlerini. Biri “parçala, dağıt” diyor, diğeri “ben uygun olanları sana yollarım.” Burada solcuların “irade” dedikleri, uygun meslekî ideolojilerin emrini yerine getirmekten ibaret. Kimse, başkasının sorumluluğunu almak, başkasını görmek derdinde değil.

Akademisyenlik, öğretmenlik, doktorluk… Artık halkla bağlarından arındırılmış, özel, ayrıksı meslekî birer varlık olarak, politikmişiz gibi yapıyoruz. AKP’ye ise halktaki bu kesimlere yönelik öfkeyi örgütlemek düşüyor. O öfkeyi gerisin geri iktidara örgütlemek anlamsızlaşıyor. O öfkeden korkuyoruz çünkü. Halka değmeme, ayrıksı olma imkânı sunduğu için solcuyuz sanki.

* * *

Halk nedir? Müslüman mı? Derhal ona düşman oluyoruz. Geri ve kaba mı? İleri ve incelikli olan yanlarımızı gösteriyoruz birbirimize. Ayrıksılıkta birleşiyor, ayrıksılıkta dağılıyoruz. Bir akşam birlikte bir-iki kadeh içmekle eyleme gitmek arasındaki fark siliniyor. Bizi farklı ve ayrıksı kılanı korumayı vura vura öğretiyor devlet. Belki de işi bu. Burjuvazi için bir kıvama geliyoruz. Ortak kavgadan, hatta bu ifadeden bile tiksinir hâle geleceğiz yakında. “Ben ayrıksıyım, seninle ortak ne yönüm olabilir ki!” Amentümüz bu.

Devlet, bize bu ayrıksılığı yücelten imgelerden, hayallerden başka bir şey bırakmıyor. Gerçeğe tahakküm koyuyor. Ona karşı olmak adına, gerçekten kopuyoruz. Gerçek bile ayrıksılığımızı işaretlediği ölçüde değer ve kıymet kazanıyor. Yoksa at çöpe gitsin. “Benden daha gerçek olan ne var ki!” İlmihalimiz bu.

Dolayısıyla geçmişte meclis örgütlenmelerini tasfiye etmiş olanların veya bu tasfiyeye ses etmeyenlerin bugün “yeni siyaset” mavalları okumasının bir anlamı yok. “Yeni siyaset” dedikleri, sermayeye uyumlu, AB’ci, devletin yeni yönelimlerine uyarlanmış bir solculuk. Hem dağıtıyorlar hem de “bizim birleş dediğimiz yerlerde toplan” diyorlar. Biz de “ayrıksılığıma halel gelmesin de” diye iç geçiriyoruz. Besmelemiz bu.

* * *

Demektir ki bize bu ayrıksılığı örgütleyen bir STK veya düşünce kuruluşu değil, parti gerek. Bu da o STK’ların veya düşünce kuruluşlarının ceminden neşet edecek bir şey değil. Bu toprağa akmış ter ve kandan beslenen ayrık otlarının partisi olacak o. Ayrıksılığı değil, bu rezil düzenden ayrı olmayı örgütleyecek. Her kavgada o düzenden beslenen köklerini kesip atacak. Ayrı olmanın taklidinden, gösterişinden, edebiyatından sakınacak. Bunun için sürekli çift uçlu kılıcını sallayacak. Fıkhımız da mezhebimiz de bu.

Geçmişin meclis örgütlenmeleri de basit bir ezberin ürünüydü, gerçeğin değil. Kimisi Latin Amerika’dan, kimisi 1905 sovyetlerinden ilham alıyordu. Gerçek acılar, dertler ve çarelerle bir alakası yoktu.

Burada ise araba atın önüne konuluyor. Devrimsiz devrimcilik pozları kesiliyor. 1905 var ki sovyetler var. Burada ise medyatik imajların, reklâm kampanyalarının başarısı devrim zannediliyor. O başarıların ardı arkası hiç mi hiç sorgulanmıyor. Sorgulayanlar, hemen aforoz ediliyorlar. İşte “yeni siyaset” bu.

* * *

Bugün HDP içerisindeki sol yapılar, HDP yokmuş, hiç olmamış gibi konuşuyorlar, hareket ediyorlar. Ona neden katıldıklarının hesabını verene rastlanmıyor. Alternatif devlet olarak Kürt gerçeği, istismar ediliyor. Buradaki ataletin günahı onun sırtına yükleniyor. “Onun yaptıklarını bir nebze olsun yapmak gerek” diyense ayrık otu muamelesi görüyor.

Belirli bir mevkie gelen, herkesi ayrık otu gibi görüyor. Yukarıdan bakınca her şey, düzlenecek bir tehdit ve tehlike olarak görünüyor göze. Ayrık otları ise alkış beklemeden, gösterişe meyletmeden, toprağın altında örgütleniyor ilmek ilmek.

Eren Balkır
16 Ocak 2016

23 Şubat 2015

,

Mürşid


İslam öncesi cahiliye döneminde insanların aslında Allah’a iman ettikleri ama bu iman gündelik hayattan çekilsin, belirli bir alana hapsedilsin diye, putların devreye sokulduğu söylenir. Çarşı-pazara karışmasın, insanlar arası ilişkilere değmesin diye, Allah, gene insanın iradesiyle ortaya koyduğu ürünlere kapatılır. Ezeli-ebedi olan Allah, fani, sonlu, sınırlı olana hapsedilir. Böylelikle insanlar, O’nu kendi çıkarlarına mahkûm ederler.

Gene ağızda çiğnenen helvanın bile çıkartılıp şekil verilerek tapıldığı bir dönemdeyiz. Sözlerimiz, varlığımız, bugündeki cismimiz sonrayı, budünyanın ötesini geçersiz kılıyor. Yıllardır bunların ne denli baskıcı, ne kadar ezici olduğunu öğretiyorlar. Çiğnediğimiz helvaya bile tapar hâle geliyoruz.

Sonraya, budünyanın ötesine iman kalmayınca bugüne, bugünkü hâle tapınma başlıyor. Bu da efendilerin tayin ettikleri gerçeği tek gerçek kabul etmekle sonuçlanıyor. Yeniliyoruz, teslim oluyoruz, bu çıkışsızlık içerisinde bu yenilgi ve teslimiyet, tek mutlak gerçekmiş gibi görünmeye başlıyor. Hayatta kalmak, yaşamanın önüne geçiyor. O vakit gene ağzımızdan çıkarttığımız helvaya kendimizce şekil verip ondan medet umar hâle geliyoruz.

Önümüz gene seçim. Bu üçüncüsü. Her seferinde, “işte bu en önemlisi” denilen bir tercih aşaması. İnsanlar, gene mücadelenin aşkınlığını, metafizikliğini, sonraya uzanan hâlini, ezeli-ebedi niteliğini silip bir sandığın önünde, elde mühür sıralanacaklar. O mühür, tek silâhımız olacak. Bir şey yaptığımızı zannedip evlerimize çekileceğiz.

Bugün insanlar, “siyasete müdahale etme imkânını bir tek seçimler vesilesiyle bulabiliyorlar.” Bugünkü hâlimize yakışır olanı, en güzel kıyafeti reyondan seçeceğiz. “Tarz” olmak için doğrusunu gene efendilerden öğreneceğiz.

HDP, ilk çıkışında mahalle meclisleriyle örgütleneceğini, siyasetin dizginlerinin o meclislerde olacağını söylüyordu. Ama o da tarz partisi hâline gelmiş görünüyor; aday seçimleri gene vizyona, vitrine göre yapılıyor. Demek bir ülkenin özgürleşmesi, batının liberalizme kul-köle edilmesi pahasına gerçekleştiriliyor.

Doğal olarak CHP’nin tabanına yönelik bir yarış içerisine giriliyor. “En azından Kürt-Alevi olanı alabilsek kârdır” diye bir değerlendirme yapılıyor. CHP ise bu tabanı kaptırmamak için türlü hileye, oyuna başvuruyor, yalanlar, provokatif hamleler devreye sokuluyor. İnsanların tecimsel ilişkilerinden, rantla kurdukları bağdan vazgeçmeleri kolay değil.

Özgecan’ın katlinin yarattığı kalkışma ile Gezi Parkı’nda sabahın köründe yapılan saldırının yarattığı kalkışma ortak bir şeyi paylaşıyor. Her ikisinde de insanlar yakılıyorlar. Belki de psikolojik kodlar açısından halkın bilinçaltında bir Sivas Katliamı travması var. Alevî, olayın mağduru; Sünnî, vicdan azabıyla sürece dâhil oluyor. Bu travmanın bir ülkenin dağlarını, kentlerini saran ateşi nasıl körüklediği biliniyor. Diyarbekir zindanlarından yükselen alevler, bugün hâlâ sıcak.

Halk, basit kodlarla bir araya geliyor. Genç kızın yakıldığının duyulduğu anla Gezi’de gençlerin çadırlarının yakıldığı haberinin alındığı an, benzer bir dinamik tetikleniyor. İbrahim Peygamber’in atıldığı ateşten beri işleyen bir dinamik bu belki de.

Halk, demek ki tüm sınırların, nesnelerin silindiği, kaynaştığı yerde kaynaşma, alev olma imkânı buluyor. Ateş her yeri sarınca, sınırlar, duvarlar eriyor, kardeşlik, yoldaşlık kural hâlini alıyor. Soğuk, katı hâlde ise kendi gündelik dünyasının putları önünde dizilmeyi seviyor. İçeride bir ateş yanıyor aslında. Dert, onu dışarının ateşiyle buluşturmada.

En azından Gezi’den beri o ateşi söndürmek, olmadı, kontrol altına almak için devlet bir çalışma yürütüyor. “İç güvenlik paketi” denilen yangın söndürücü, çok önceden düşünülüyor ama solun o ateşle bir ilişkisi kalmadığı için paketin ne amaçla hazırlandığını umursamıyor. Daha doğrusu, o ateş kendisini de yaktığından veya yakacağından, ateşin söndürülmesine ses etmiyor. Sokak eylemlerinin silinmesi gerekli, bu gereklilik, kravatlı, takım elbiseli siyasîlerin egemenliği ile ilgili.

Gezi’den sonra bu konudaki telaş daha da ayyuka çıktı. Gezi’nin ateşi seçim sandıklarıyla söndürüldü ve ayaklanan orta sınıf, CHP kalıbına döküldü. Batı’ya esneyip bu alandaki rekabete dâhil olan HDP, CHP gibi görünme yarışına girdi. İç güvenlik paketi ile ilgili olarak, Lenin’in tabiriyle, “burjuvazinin ahırı” olan mecliste sergilenen müsamere, bu yarışın bir sonucu. Paketin içeriği ve sonuçları kimsenin umurunda değil. Seçimlere yönelik bir alan kavgası bu. Meclis kürsüsü önünde yapılan slogan yarışı, gerçek eylemlilik ve mücadelenin olmamasıyla alakalı.

Halkın içinde yaşadığı ateşi ve halkın içindeki ateşi belirli bir gerilimde örgütlemek, ona örgütlenmek ve bir alev topu misali, seçim sandıklarını yakarak geleceğe ilerlemek mümkün. Burjuva sol partilerse bugüne, bugündeki insanların basit, zorunlu tercihlerine oynamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Tabandan öre öre, yıka yıka ilerleyerek, sandıkta somut bir sonuç üretemediklerinden, burjuva sağ partilere has hamlelere yöneliyorlar.

Sivas’ın ateşi içerisinden bir Alevî hareketi doğmadı. Buna mani olanlar, çeşitli şekillerde taltif edildiler, makam sahibi oldular. Bu kesimleri vekil tayin etmek, o hareketi örgütlemek anlamına gelmiyor. Alevî önderi hâline gelmiş bir isim olan Ali Yıldırım’ın Maraş Katliamı’nın faili Ökkeş Şendiller ile ticari ilişkileri olduğu söyleniyor. Yıldırım’ın başkanı olduğu derneğin bir yöneticisi, “derneğin MİT’in güdümünde olduğunu yıllar sonra anladım” diyor. Bu tip ilişkilerin kurulduğu yerde politik bir Alevî hareketinden de söz etmek mümkün değil. Adaylıkların, siyasetin kitlelerin elinden alınıp kendinden menkul birkaç milletvekiline, danışmana, bürokrata, inşaatçı-tüccara teslim edildiği yerde, anlamlı bir sonucun oluşamayacağı kesin.

Gezi’nin şehit ailelerine ve onların acısına kapatılmasıyla, Sivas Katliamı’nın gene orada öldürülenlerin acısına kapatılması bir ve aynı şey. Başkalarının oradaki ateşe örgütlenmesine ve ona katılmasına izin verilmiyor. Her şey bireyselleştiriliyor, bireyler arası ilişkilere mahkûm ediliyor, siyaset de giderek bireyin aklî tercihlerine kapanıyor. Laiklik kavgası verenlerin bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları bu: burjuva bireyin kolektif siyasete galebe çalması, aşkınlığın iptal edilmesi. Sonuçta bireyin verili dünyası övülünce, o ateşin örgütlenmesi, ona örgütlenmek de mümkün olmuyor. Nazım’ın ifadesiyle, gene tanık olduğumuz, “ateş ve ihanet”.

* * *

Başlangıç diye bir dergi çevresi var. Bunlar, bir önceki seçimde herkesi sokağa çağırıyorlardı. Şimdi ise seçimin karşısına sokağı çıkartanları aptallıkla eleştiriyorlar. Bu solcuların derdi, soyut bir kitlesel hareketi gösterip kendilerinden oluşan “akıl merkezi”ne birilerini ikna etmek. Bu ise hiçbir şey yapmamak, yapmış olmamak. Siyaset, bu örnekte de gene bireylerin tercihlerine, aklî yönelimlerine mahkûm ediliyor. Ateşin siyasetine yer yok burada. Bu insanlar, zaten yanmamak için siyasetle ilgileniyorlar.

HDP, sınıflar mücadelesinden azade değil. Onun içerisindeki sınıflar mücadelesinde aklı-kalbi yoksul mazlum halktan yana olanların, yumruğu onun için sıkılanların safında olmak gerek. Seçim bahane; dert hangi safta olduğumuzu, yumruğumuzun kime ve neye savrulduğunu gösterme fırsatı.

Tek mürşidse hakikat. Ait olacağımız, savaşçılığını yapacağımız güç o.

Eren Balkır
23 Şubat 2015

05 Aralık 2014

, ,

Sözümüz Alper Yumruğumuz Taş



“Küstah” sözcüğü ölçüsüz demek. CNN Türk’teki programda tartışmayı alevlendiren de bu sözcük oldu. Alper Taş’ın “ölçüsüz” dediği Abdülkadir Selvi, Anayasa Mahkemesi ve hukuk meselesinin konuşulduğu tartışmayı “KaçAk Saray” meselesine çeken Alper Taş’a “yaladığı çanak” adına öfkelendi ve ortam bir anda gerildi.

Selvi’nin “bırakın bunları” dediği ve Taş’ın sinirlendiği husus, derinde, solun Kemalist siyasetle olan organik ilişkisi ile ilgili. Selvi, hinlikle, Taş’a Kemalist olmak üzerinden taş atıyor, Taş da buna kızıyor, olan bu.

Bu esnada Atatürk Orman Çiftliği’nin mülkünün kime ait olduğu, sarayın üç günde yapılmadığı, bu nedenle ilk kazma vurulduğunda o solun nerede olduğu, solun Atatürk’ün mülküne muhafız olmayı neden seçtiği, laik, Kemalist cenahın siyasî hassasiyetlerine oynamanın kaç oy edeceği gibi meseleler hiç tartışılmıyor.

Şirin Payzın, AKP medyasına karşı solun bir bölüğünü yaldızlamayı seviyor, sol da bu türden pasları bu şekilde gole çevirmenin hesabını yapıyor. Ama her daim fonun ve gözlerinin rengine uygun kıyafetler seçen Payzın’ın arkasındaki paravana hep bir penguen gölgesi düşüyor.

Alper Taş’ın öfkesinde geç kalmışlık, yerindesizlik var. Haziran’ı birleştirdiğini iddia eden bir hareketin bileşeni olarak Taş, Haziran günlerinde politik olarak bulunmayışının ceremesini AKP borazanlarına ödetmeye çalışıyor. Bugün Birleşik Haziran Hareketi bileşenleri, “yerim dar” diyen gelin gibi, alanlarda şöyle bir görünüp kaybolan, bayrak-flama sallayıp duran, ilişkide oldukları sendikaları ve kitle örgütlerini sokaklardan çeken örgütler aynı zamanda. Karşımızdaki, Kürd ve Müslüman düşmanı ne varsa örgütleme derdinde olan bir hareket.

Solun iş ve işçilik meselesine düşman olması, bu meseleleri de izah ediyor. Ortaklaşma, örgütlenme, iştirak etme, yoldaşlaşma gibi hasletlerin olmaması, bu maddî ilişkilerde aranmalı. Sol, Kemalizme bile böyle bir istismarcılıkla yaklaşıyor ve onun arazisi düşmanın eline geçtiği için kızıyor. Bu ise ideolojik bir yanılsama: ülke ve bölgede efendilerin zaruri yönelimi sonucu Kemalizm AKP donuna girmiştir, hepsi bu. Buna rağmen sol, Kemalizmin “devrim”lerini kendisi yapmış gibi yüceltiyor. Böylece ideolojik alanda mevki sahibi olacağını zannediyor. Mevzi değil mevki peşinde olan sol şefler, ortalığa ajanlarını yollayıp, iş, üretim, ortaklaşma namına ne varsa, gasp etme, kendi hanesine yazma, kasasına kilitleme yoluna gidiyorlar. Bu ajanlar, fikir üretme, teorik faaliyet yürütme, politik alanda yoldaşlaşma gibi hasletlerden tümüyle yoksunlar. Sadece şeflerinin emirlerini yerine getiriyorlar, bunu da devrimcilik, komünistlik zannediyorlar. Şefler diyor ki, “gidin bizim işimize yarayacak olanları çalın getirin, çalamıyorsanız orayı dağıtın.” Bu ajanların karnı, salt bu hırsızlıktan doyuyor. Geçmişe ve bugüne ait tüm birikim, tüm kolektif pratik, bu şeflerin mülküne girsin diye, olan, mücadelenin bizatihi kendisine oluyor, mücadele mevki peşinde koşanlar yüzünden, mevzi kazanamıyor. Bu şefler, silâhtan vazgeçmişse, “hâlâ silâh diyen varsa, onları kafalayın” diyor, teorik faaliyet konusunda eksik ise, “hâlâ teorik çalışma yürüten varsa, onları bozun” diye emrediyor. Yeter ki dükkânlara, o potansiyel mevkilere bir zarar gelmesin.

Bu tarz ajanların (faillerin) cirit attığı sol âlemde söz konusu işlemler, işçici ya da ezilenci olarak yapılıyor, zira ikisi de proleter olmamak için tercih ediliyor aslında. Söz konusu ajanlar, işçici olunca işçiye, ezilenci olunca ezilene akıl-fikir bahşedeceğini zannediyorlar. Onun kanına ve terine asla yoldaş olamıyorlar. Her politik durumun ve her politik olayın okuması, dükkânın çıkarına uygun olarak yapılıyor; bu okumanın arkasındaki teorik fikriyatı sorgulayan teorik bir devrimciliğe ise asla tahammül edilmiyor. Çünkü aslolan, dükkânın her daim açık kalması.

Bu koşullarda, dükkânların kendilerini korumak için kepenk kapattıkları Haziran süreci, sol içerisinde belirgin bir gerilemeye yol açmış olmalı. Meselenin bir “CHP operasyonu” tarafı var, burada açılan kovuklara sığınmak, “sol politika” olarak yutturuluyor bugünlerde. Fuat Avni haberciliği yapan BirGün gazetesinin Halk TV’de reklâmının yapılması, bunun bir işareti. O TV’nin başındaki isim, Haziran’da sokaklarda olan gençlere küfrediyor, BirGün’ün başındaki isimse, kendilerine yönelik teveccüh karşısında göğsü kabarıyor.

Her şey seçim ve üç beş oy için demek ki. Alper Taş da bu çıkışıyla belirli kesimlerde elbette göz dolduracaktır. “Aradığımız kan bu” denilecektir. Ama şu bilinmelidir ki, devrimci yol, devrimin nesnel olarak yürüdüğü yoldur, efendilerin adımlarını izlemek değil.

Solun en komünist, en ezilenci, en devrimci, en Kürd’cü, en öz Leninistleri, Kemalist yuvara geri çekilmişlerdir bugün. Başka yol yoktur. Hayatta kalmak için onların, bugün “devlete saldırmak lazım, küfretmek lazım, sonra da içkimizi yudumlamak lazım” demelerinin nedeni, devletin gerici, yobaz, ona layık olmayan kesimlerin eline geçmesi karşısında duydukları hasettir. Bu haset ve bu kindir, onların ideolojik-politik yönelimlerini tayin eden.

Birleşik Haziran Hareketi de bu haset üzre teşkil edilmiştir. O hasedi örgütleme iradesidir. Nasıl ki AKP, eski ibdacıları, Sedat Pekercileri, alperencileri ve kimi tarikat mensuplarını kendisine örgütlüyor, CHP-kemalizm damarı da sol-sosyalist kesime kaçmış kitleleri kendisine örgütlemektedir bugün. Her politik önerme, bir çağrıdır. Burada çağrılan, kolektif olan, kitlesel olan, ortak olan değil, bireysel olan, parçalı olan, bencil olandır. Tepe tepe kullansınlar, bu çağrıya cevap verenleri!

Tüm bu pratik ilişkiler içerisinde her türlü marjinalliği, toplum dışılığı, halk düşmanlığını, ortak kavganın neferi olmaya dönük alerjiyi kendi öznelliği hâline getirenlerinse, halka, kavgaya, ortak olana işaret edeni marjinal olarak kodlaması kaçınılmazdır. Kurulan pratik ilişkilerle hayatın tam merkezinde olunduğu yanılsaması türemektedir, oysa “merkezdeyim” dedikleri yer, ortak olanın kovulduğu, tasfiye edildiği yerdir.

Özgürlüğü seks ve alkol ölçütüne göre değerlendirenlerin anlamadığı, bu pratiklerin gayet bireyci, gayet bencil pratikler olduğudur. Kemalizme dizilen övgüler de söz konusu pratiklere izin vermesiyle ilgilidir. Kendi bireyliklerine halel gelmesin diye politik alana girmiş olanlar, politikayı kendi bireyliklerinin tasallutu ve tahakkümü altına almakta, bu bireylik, esasında kitlelerin politika yapma imkânlarını berhava etmektedir.

“Ben bireyim, dolayısıyla özneyim, benim dediğim olacak” demekten başka teorisi olmayanların AKP eleştirisi, AKP’ye ideolojik destek sunmaktan başka bir işe yaramamaktadır. AKP şerdir ama her şerrin hayırlı bir tarafı vardır: hayırlı olan, ortalıkta “solcuyum”, “komünistim”, “devrimciyim” diye dolananların niteliklerinin bir bir faş olmasıdır.

Özetle; Abdülkadir Selvi, kendi neokemalist yürüyüşünü gizlemek için, Alper Taş’a “arkaik Kemalist” demiş, “bu Kemalizmi bırakın artık” tavsiyesinde bulunmuş, Alper Taş da “terbiyesizlik yapma, ben arkaik değilim, Kemalizmin varacağı üst aşama benim” diyerek tepki göstermiştir. Birkaç kez “Atatürk” diye ünlemesinin sebebi de önümüzdeki seçimlere dönük yatırım yapmakla ilgilidir.

Bu hengâme içerisinde “İslam gericidir” korosuna katılan tüm işçici, ezilenci, dıkşıncı, friksiyonist ve ilerlemeci kesimlerin anlaması gereken, bu lafı sürekli söyleyerek, ilerici olamayacakları, ilerici olmak için devlete ve burjuvaziye karşı mücadelenin mevzilerini ilerletmek gerektiğidir. Fethullah’ın uşağı olmayı Marksistlik zannedenlerin anlamadığı husus budur: ilericilik, geçmişin muktedir efendilerinin ilerleyişini savunmaksa, kahrolsun o ilericilik!

Eren Balkır
5 Aralık 2014