26 Şubat 2014

Zillullah


Erdoğan’ın Osmanlı padişahlarına atıfla, “zillullah” olarak görüldüğü bir dönemdeyiz. Böylesi bir dönemde Erdoğan ne yapsa helâldir.

Haramı helâl kılan, kapitalizmdir. Gölgesi düşen sermayedir, Allah olduğunu zannetmekse şirktir, küfürdür.

Galiba mesele, için dışı yağmalamasına ya da dışın içi yağmalamasına bir biçimde dâhil olmaktır. Millet, devletteki iki yönelim üzerinden ikiye bölünmüştür. Bu nifakı sokanlar, sermayenin emrini yerine getiriyorlar. İlk yağma AKP’yi, ikincisi Fethullah’ı figüran kılmıştır. İlki halka, ikincisi millete düşmandır. İlki efendilerin gölgesi, ikincisi kıtmiridir.

Millet yağma ve rant değil, karşılıksız kardeşlik için dışa çıkacaksa ve eğer halk yağmaya ortak olmak için değil, kardeşlik sofrasını ülkenin orta yerine kuracaksa, o gölgeden ve tasmadan kurtulmalıdır.

Son dinleme kayıtları montajdır, zira saatleri, günleri bulan kayıtlardan belirli bir kısım cımbızlanıp montajlanmış olmalıdır. İnternete düşen kısma Fethullahçılar kendilerince yorum düşmektedirler. 17 Aralık’tan bir iki gün sonra “solcu” kimi haber sitelerinde çıkan, Tayyip’in ailesiyle birlikte paraları toplayıp kaçmaya hazırlandığı haberi de gösteriyor ki, bugün sızan kayıt o günlerde söz konusu sitelere iletilmiştir. O gün yayınlansa daha da etkili olacak bu haberin aylar sonraya saklanması manidardır. Bu inkıtalar Tayyip’in elini güçlendirmekte, komployla ilgili lügatini zenginleştirmektedir. Demek ki iki taraf arasındaki pazarlık, genel seçimlere dek sert biçimde sürecektir.

Dışın içi yağmalaması Fethullah eliyle gerçekleşmektedir. Yabancı sermayedarların paralarıyla gazeteler kurulmakta, Gezi’nin birikimi efendilerin kapışmasına kurban edilmektedir. Karşı yakanın basını AKP gerçekliğinde dipten, Müslüman milletin köklerinden, devrimci İslamî bir hurucun gerçekleşmesinin çeşitli müdahalelerle engellendiği momentte anlam kazanmaktadır. Devrimci İslam’ın lafları Fethullahçıların yanlış ağızlarındadır ve karikatürleştirilmektedir.

* * *

Hristiyan din adamı John Calvin, İsa’nın tüm insanlar değil, sadece Tanrı’nın seçtikleri için kurban edildiğini söylüyor. Dinin özel bireylere kapatılması, bireyle Tanrı arasındaki vicdanî-imanî pratiğe indirgenmesi Fethullah hattında bariz. TV kanalında semadan inen nur olarak sembolize ettikleri Peygamber de bu kesimin muhayyilesinde İsa’nın ikamesinden başka bir şey değil. Millet Fethullahçılar eliyle İsevîleştirilmiş bir İslam’a ısındırılıyor. Kıtmir, Ashab-ı Kehf’in köpeği, hangi mağaranın kapısına bağlı, belli oluyor. TV’deki bu hamle ile peygamber gibi görülen Tayyip, değersizleştirilmeye çalışılıyor. O’nun ancak kendisine yardım edeceğini söylüyor. Calvin gibi, Tanrı’nın sadece seçilmişleri göreceğini iddia etmiş oluyor. Bavullara sığmayan avrolar, dolarlar da Allah’ın “yürü” dediği kulunun ibadetinin bir parçası oluyor öte yandan, kenz zemzeme daldırılıp çıkartılıyor arlanmadan. Mağarada muhafaza edilen dine bekçilik eden köpek, birden efendilerin av köpeğine dönüşüyor.

Zillullah olarak görülen Erdoğan, tam da kendi TV’sinin ekranlarında “cennet” mizansenleri kurgulayan Adnan Hoca’nın hitap ettiği yere güveniyor. Oysa sadece özel insanlara ve özel kavimlere açık olan bir Allah, yoktur. İsrailoğulları’na kapatılmış bir tanrının, İsa’nın eti ve ruhuna indirgenmiş bir tanrının neshedilmesi demektir Allah. Eğer öyle ise, “zillullah” zihniyeti, şirktir.

Fethullah’ı halkın evladı olarak görüp onun AKP’ye kapanmış devletin zulmünü yıktığı için yoldaş kabul edenler var. Bu kesim, devlet karşıtlığını anarşizmden ilhamla ifa ediyorlar. Anarşizmse devletin bireye kapanması, bireyde müşahhas olmasının ideolojisi sadece.

Yeryüzünde her ideolojinin kaderi, özel kişilerin varlığına indirgenmek. Yenilgi döneminin bir sonucu olan bu eğilim, ideolojinin dışa açılan tüm yönlerini törpülemek zorunda. Dışarıyla ilişki ister istemez sadece o kişiyle gerçekleşecektir.

İslam da modern dünyanın gerçeklerine uymak, hümanistleşmek, bireycileşmek, özel alana çekilmek zorunda. Aracılar silinmeli, Kur’an ile Peygamber, Peygamber ile Allah arasındaki mesafe belirli özel kişilerin varlığına kapatılmalıdır. Fethullah’taki sürekli Peygamber vurgusu, ismini andığı her vakit ağlaması, gösteriden ibaret. Her yere ve her şeye yayılan bir Peygamber imgesinin hayatiyeti özel bir kişiye bağlıdır. İfrat tefriti doğurur ve Peygamber şeklen her yerdeyken, özde her şeyden uzak tutulmuş olur. Ezandan ve Kelime-i Şehadet’ten isminin çıkartılmasının sebebi budur. “Ben varken ona ne gerek” diyen Fethullah, Yahudi-Hristiyan dünyada İslam’ın bekasının, yaşama ihtimalinin temel gerekçesi olarak sunmaktadır kendisini. Bu da söz konusu dünyanın zihinlerdeki algısını mutlaklaştırmaktadır bir biçimde. Özele, bireye, bireyin varlığına bağlanmış bir ideoloji çürütür.

* * *

Diyelim ki kadın konusunda bir tartışma yürütülür, ortamdaki kadın erkeklere “siz anlamazsınız!” der durur. Buna göre, kadın hakkında konuşmak için kadın olmak şarttır. Eskiden kendisini “feminist” olarak tanımlayan erkeklere bugün “siz pro-feminist olabilirsiniz ancak” denilmektedir. Bu feministin müdafaa ettiği kadın, kadın değildir. O, anne, kızkardeş ve eş-sevgili olmayan müşahhas bir varlıktır. Erkeğe göre tanımlanmayacak, kendinden menkul bireysel bir oluş kolektif hayatın ve pratiğin karşısına çıkartılmıştır. Kadının evlendiğinde kızlık soyadını muhafaza etmesi hakkını Avrupa üzerinden kadına kazandırmış olmakla övünen kadın bir avukat, kazanımı kadının özgürleşmesi olarak görmektedir. Oysa o kızlık soyadı da bir erkeğe aittir. Burada esasta bataklığa batmış kişiye “saçlarından tutup kendini yukarı çek” denilmektedir. Kadınlık, feministlerdeki “kadın”dan daha güçlü bir ideolojidir. Batılı, ilerlemeci bir refleksle, kadınlık ideolojik gücünden arındırılmakta, tekil, parçalı, dağınık birey-kadınlara hapsedilmektedir.

Benzer ideolojik yaklaşım Vehhabi, Selefî, Haricî geleneğin nüfuzunda da karşımıza çıkmaktadır. İslam bedenle, bedeni yöneten bireysel ruhla tanımlı kılınmaktadır. Dolayısıyla O’nun başkalarına açılması, başkalarına mana kazandırması mümkün değildir. İslam, İslamcılardaki “din”den daha güçlü bir ideolojidir. İlkinde Allah herkesi ve her şeyi görür, ikincisinde gören, özel kişilerin gözleridir. İslam’daki Allah’a iman ve bağlılık (teslimiyet) her ân başkalarını gören bir çift göz ve idrak talep eder. İslamcılıkta ise göz imansız ve idraksizdir, varolan durumu muhafaza etme hâli içinde, tek damla gözyaşı üretmez. Fethullah gibiler Roboskîli gençler ya da Mavi Marmara’daki Furkan için asla gözyaşı dökemez. Onda o iman ve idrak yoktur.

Vehhabi, Selefî, Haricî çizgisi, “ben olmazsam İslam ölür” korkusundan beslenir. İslam’ın bekasını belirli özel şahıslara bağlamak, ciddi bir hatadır. Bu yaklaşım, ya Allah ya da Peygamber olma arzusuna denk düşer.

Kemalist cumhuriyetin yazdığı din kitaplarında Kur’an’ı bizatihi Hz. Muhammed’in yazdığı söylenmektedir. Bugün kimi liberaller de bireyin varlığı, üstünlüğü ve egemenliği için bu tezi savunmaktadırlar. Kemalist ya da liberal çevrelerin bugün başbakanı eleştirmesi boştur, çünkü başbakan tam da onların kendi laboratuvarlarında imal ettikleri bir isimdir.

Müslüman ahali, ne yaparsa yapsın, Tayyip’in kendisi ve İslam için çalıştığına inanmaktadır. Bu inancın gericilik, cehalet olduğunu gene Kemalistler ve liberaller dillendirmektedir. Ahaliyi kendi seviyelerine çıkmaktan aciz bir koyun sürüsü olarak gören bu kesimlerin hakiki bir devrimci hat çıkarmaları mümkün değildir. Tayyip ile bireysel, özel, öznel bir rekabet ve husumet ilişkisi kuranlar, onu imge, bilgi ve simge olarak kuran kitleyi gözsüz, idraksiz ve imansız zannetmektedirler. Oysa kişi başkasını kendisinden bilmektedir. Başkalarını kendimizden değil, ait olduğumuz hakikat kavgasından bilmek şarttır.

* * *

Haricîlikteki mesele, kabilelerin ilişkilenmeye, cem olmaya karşı geliştirdikleri dirençtir. Çok sınırsız, çok özgürlükçü ve çok evrenselmiş gibi görünen tepkilerinin altında, kabilelerinin bekasını koruma arzusu vardır. Bu arzunun saklanması için ideolojinin gerçeğe değmeyen bir yerde kurgulanması zorunludur. İdeolojik manada marksizmin ve sosyalizmin de bu eğilimden muaf olduğu söylenemez. Onlar da küçük burjuvaların küçük dünyalarını büyük göstermek zorunda olan birer aynaya dönüşecektir.

Marksizmini, solculuğunu, Müslümanlığını kendi bireysel varlığına kapatmış, indirgemiş olanların Fethullah’ta sıcak ve yakın buldukları çok şey olmalıdır. Lafla peynir gemisi yürüteceklerini zannedenler, “ona da bi ‘ezilen’ deriz, bizden olur, onun gücünü çıkarımız için kullanırız” demektedirler. Kavramlarla oyunlar oynanırken, dipten derinden, bir güç olarak bir tür ideoloji sızmaktadır içeriye. O kadar savunmacılık, korumacılık, hemen teslim olur düzene, derhal beyaz bayrağı çeker, burnundan kıl aldırmayan devrimciler bir anda işret âlemlerinde bulur kendilerini, sonra “hep hayatta kalmak için yaptık ne yaptıksa” derler. “Biz yaşamasaydık ideoloji ölecekti” diye de eklerler. Saldırı ve huruc döneminde ideolojinin bireysel prangalarından kurtulması, tam da bu nedenle zorunludur.

* * *

“Cehennemde tek dal odun yoktur, insan ateşini kendisi götürür” der ozan… Milyon dolarların cehennemi harlayacak odun olduğunu bilmeyenlerde ahirete iman olmadığı açıktır. Bu koşullarda gerçek iman erlerinin, yürekli alperenlerin, mazlumun basit, sade “medeniyet”ini amelleriyle kuranların önü daha fazla açılacak demektir. İslam’ın politik alandan temizlendiğine sevinenlerin anlamadığı, bu coğrafyada zulme ve sömürüye karşı mücadelenin yeraltına, diplere daha fazla kök salıp, oradan daha güçlü bir ideoloji olarak zuhur edecek olmasıdır.

Ezilenlerin ve sömürülenlerin dini, İslam’dır. O felahın bayrağı olarak, taçların başlardan ayrıldığı gün semaya yükselecektir.

Eren Balkır
25 Şubat 2014

24 Şubat 2014

,

Ukrayna’da İç Çatışma


Emperyalistler Arası Rekabet ve Ukrayna’da İç Çatışma


Kargaşa, gökyüzünden yere düşen bir şey midir? Kesinlikle hayır. Ukrayna’da bugün yaşanan ve yüzden fazla insanın ölümüne neden olan kargaşa, diğer her türden politik olgu gibi, açıktan yaşanan bir mücadeleye dönüşmüş olan ekonomik, toplumsal ve politik etmenlerin bir sonucudur. Analiz noktasında esas olarak ele alınması gereken husus, hem Şangay İşbirliği Örgütü ile müttefik Rus burjuvazisi hem de AB ile müttefik (ayrıca diğer avroamerikan güçlerce desteklenen) Alman burjuvazisinin elindeki ekonomik hâkimiyeti içeren sınıfsal ittifaklardır.

Ukrayna’da tanık olduğumuz protesto gösterileri ve isyanları, Rus hükümetinin önerdiği 15 milyar dolarlık yardım paketinin Yanukoviç hükümetince kabul edilmesi ve sonrasında Avrupa Birliği’nin önerdiği Birlik Anlaşması’nın başarısız olması tetikledi. Önerilen bu anlaşma, Ukrayna’ya tasarruf tedbirlerinin alınmasını emreden krediler dayatmaktaydı ve bir dizi güvenlik politikası ile ülkenin askerî stratejisinin NATO’ya teslim edilmesine dair hükümleri içeriyordu. Birlik anlaşması ticareti serbestleştirecek, yedi yıl içerisinde Ukrayna’nın ihracat mallarına getirdiği ithalat vergilerini düşürecek, on yıl içinde de ülkenin ithalat vergilerini AB kaynaklı ihracat malları için sıfıra çekecekti. Bu ticarî serbestleşme, ülkenin batı kesiminde bulunan büyük ve küçük burjuvaziye yığınla fırsat sunacaktı, dolayısıyla bugün, ülkenin batı kesimi süregiden protestoların coğrafî güç merkezini teşkil ediyor. Doğu kesiminde ise burjuvazi Rusya Federasyonu ile ilişkisini hayatî kabul ediyor, Rusya ve Ukrayna arasındaki işbirliği üzerinden yüksek oranlarda ithal edilen Rus gazına tabi sınaî işletmeler ve Rus boru hattı şebekesi ülke ekonomisi bağlamında doğu kesimiyle bağlantılı durumda.

Buna göre Yanukoviç hükümetini destekleyenler, ülkenin Rusça konuşan doğu kesiminde ikamet ederlerken, muhalifler çoğunlukla Ukraynaca konuşan batı kesimindeler. Yanukoviç hükümeti, 1991 sonrası sovyetin elindeki devlet mülklerinin özelleştirilmesi üzerinden zenginleşmiş oligark kapitalistlerin ŞİÖ ile müttefik kesimin politik iradesini; muhaliflerse, aynı oligarşinin AB ile müttefik kesiminin politik iradesini dile getiriyor.

Kâr peşinde koşan bu emperyalistler arası jeopolitik mücadele, sahada halklar arasında yaşanan çatışmaya dönüşüyor. Lviv’de, Ukrayna’nın batı bölgesinde, Petro Kolodiy’in başkan olduğu Halk Meclisi, yani bölge meclisinin yürütme organı, milletvekillerinden, Meydan’daki özsavunma güçlerinin temsilcilerinden, halktan isimlerden ve bilim insanlarından oluşuyor. Bölgenin kaderini eline alacağından ve idarî kontrolü tesis etmekten bahsediyor. Bu karar, Lviv’in merkezindeki savcılık binasının protestocularca ele geçirilmesi sonrası alınmış, göstericiler polisi teslim olmaya zorlamışlar. Halk Meclisi’nin ifadesiyle, “Rejim halka karşı faal bir askerî eylem başlattı […] Kyiv’de düzinelerce insan öldürüldü, yüzlercesi yaralandı […] Toplumun iradesini gerçekleştirmek için Lviv bölge meclisi yürütme komitesi olarak Halk Meclisi bölgenin ve yurttaşların tüm sorumluluğunu üstleniyor.”

Bölgedeki tüm idarî kurumların kontrolünü elinde bulunduran yürütme komitesi, devlet memurlarına ve yurttaşlara Kolodiy tarafından imzalanan kararları ve talimatları yerine getirme çağrısı yaptı ve asayişin korunmasına ilişkin rolünü yeniden hatırlattı. Komite ayrıca eylemcilerini Kiev’e gönderme, Meydan’daki eylemcilere ihtiyaç duydukları her şeyi temin etme niyetinde olduğunu bildirdi. Yereldeki medya kaynaklarına göre, kamu binalarına dönük saldırılar giderek yayılıyor, hâlihazırda Hmelnitski, İvano-Frankivsk, Uzhorod ve Ternopil şehirlerinde bu tip saldırılara tanık olunuyor. Muhalefet, vali Oleh Salo’yu Ocak’ta görevden indirmişti. O günden beri muhalefet Lviv bölgesinin kontrolünü elinde bulunduruyor ancak bu durum şimdilerde açık biçimde ilân ediliyor.

Ukrayna güvenlik hizmetleri, protestocuların bin beş yüz ateşli silâhı ve yüz bin mermiyi ele geçirdiğini söylüyor. Güvenlik Hizmetleri başkanı Aleksandr Yakimenko, ülkedeki olaylara “giderek artan şiddetin ve aşırı uçtaki gruplarca ateşli silâhların yoğun biçimde kullanılmasının” damga vurduğunu ifade ediyor. “Ülkenin birçok kısmında devlet görevlileri, askerî tesisler ve cephanelikler ele geçirildi. Adliye binaları yakılıyor, vandallar özel mülklere zarar veriyor ve barışçıl sivilleri öldürüyor.” Güvenlik Hizmetleri’nin tespitiyle, “kundaklama, cinayet, adam kaçırma ve halkı terörize etme gibi yöntemlerin bilinçli ve amaçlı bir biçimde kullanılması”na karşı Güvenlik Hizmetleri ve Ukrayna Terörizmle Mücadele Merkezi terörizmle mücadele operasyonlarına başlayacağını duyurdu ama bu karar parlamento tarafından veto edildi. Silâhlı yaralanma sebebiyle hastanelik olanlar arasında hem polisler hem de asiler var. Salı günkü çatışmalardan alınan görüntülere göre, maskeli asiler silâh kullanıyor ve kamyonlarla polis kordonunu yarmaya çalışıyor.

Bu konjonktürde ordunun, devletin esas baskı aygıtının ne yapacağını anlamak hayatî önemde. Güçler dengesi uyarınca ordu büyük ihtimalle gösterileri ezmek için Yanukoviç’ten yana saf tutacak. Görece daha zayıf bir senaryoya göre ise ordu yönetime el koyacak. Darbe ihtimali epey düşük, zira hükümet demokratik yollardan seçilmiş ve demokratik sürecin herhangi bir vakit kesintiye uğrayacağına dair belirgin bir işaret yok ortada; ordunun cumhurbaşkanını devirmek için müdahalede bulunması ve bir sonraki seçimlere sadece bir yıl varken darbe yapılması pek zekice olmayacaktır. Dahası Yanukoviç kısa süre önce ordunun başındaki ismi görevden aldı ve sivil hükümetin askerî aygıt üzerinde daha güçlü bir kontrole sahip olmasını sağladı. Bugün Yanukoviç hükümetteki hâkim isim. Muhalefetse birlikten yoksun, bu nedenle askerî baskıdan politik bir güç olarak çıkması mümkün değil.

Şimdiye dek AB ve ABD Yanukoviç’i tavizde bulunmaya zorladı: Yanukoviç tutuklulara yardım etti, gösteri düzenlemeyi kısıtlayan kanunları anayasadan çıkarttı, hükümetinin önemli bir bölümünü görevden aldı ve muhalefet liderlerine üst düzey görevler teklif etti, tüm bunlara rağmen bugün gösteriler hâlâ sürüyor. AB ve ABD hizbinin çıkarları, Yanukoviç’in ve muhalefetin uzlaşmasını talep ediyor ancak Rusya bu politik hegemonya kavgasında batıya meydan okuyacak ölçüde güçlü. Rus hükümeti para diplomasisini devreye sokmuş, Ukrayna ve AB arasındaki birlik anlaşmasını geçersiz kılmak için ülkeye 15 milyar dolarlık yardım paketi teklif etmişti, ancak bugün durumun sakinleşmesini beklemeyi tercih ediyor. Son hamlesinde Rusya, yardım paketi içinden 2 milyar dolarlık bir dilimi vermeyi vadetti ancak Yanukoviç’in Kiev merkezini göstericilere kaybetmesi ardından, bu yardımı durdurdu.

Atlantik’in diğer tarafında başkan Obama ise şunları söylüyor: “Hedefimiz, Ukrayna halkının kendi geleceği ile ilgili kararları kendisinin vermesini sağlamaktır […] Bay Putin, bu konuların çoğunda farklı bir görüşe sahip ve ben bu durumun pek de sır olmadığından eminim.” Bu açıklama Edward Said’in sözlerini getiriyor akla: “Oysa her imparatorluk, kendisine ve dünyaya kendisinin diğer tüm imparatorluklardan farklı olduğunu, görevinin yağmalamak ve kontrol etmek değil, eğitmek ve özgürleştirmek olduğunu söyler.”

Obama ve emperyalist meslektaşlarının kimlerle dayanışma içerisinde olduğunu görmek gerçekten ilginç: bugün ABD, Avrupa yanlısı olarak başlamış ve zaman içerisinde aşırı sağcı grupların ele geçirdiği protestolarla dayanışma içinde. Aşırı sağcı gruplar arasında Svoboda (Hürriyet) Partisi yandaşları da var. Partinin lideri Oleh Tyahnibok, Yanukoviç hükümetini “Moskovacı-Yahudi mafyası” olarak tanımlıyor. Nazi örgütü Ukrayna Halkının Özsavunma Örgütü (UNA-UNSO) üyeleri ise 2006’da, Estonya’da bulunan NATO kontrolündeki terörist kamplarda eğitiliyorlardı. Aşırı sağcıların varlığı Financial Times gibi burjuva kaynaklarca bile göz ardı edilemiyor. Gazete, Sağ Sektör isimli militarize protesto grubunun varlığını kabul ediyor. Bu grup, ülke genelinde aşırı sağcı örgütlerin destekçilerinden oluşuyor.

Avroamerikan güçler bloku bugün Yanukoviç üzerindeki baskıyı artırmak için paramiliter faşist grupları destekliyor, Angela Merkel Yanukoviç’e karşı tedbirler alınması fikrine dönük desteğini açıktan ifade ediyor. Avroamerikan güçler blokunun ne istediği açık: Ukrayna’yı Rusya’dan uzaklaştıracak, onu AB’ye yakınlaştıracak, değerlerin emekçi sınıflardan alınıp Sovyet dönemi sonrası oluşan oligark kapitalizmine devredilmesine dönük tedbirleri dayatacak herhangi bir rejim. AB’nin kafasındaki planları Birlik Anlaşması teklifinin bizatihi kendisinden de okumak mümkün. Ukrayna’daki avroamerikanlarla müttefik olan ve batılı güçlerin ülkedeki hâkimiyetini artıran, Kliçko, Yatsenyuk ve Tyahnibok liderliğindeki muhalefet bu gayeyi paylaşıyor. Kullandığı tüm retoriğe rağmen halk Obama’nın umurunda değil, o sadece boru hatlarının derdinde. Merkel de aynı şekilde halkı umursamıyor, o sadece Gürcistan ve Moldova gibi ülkeleri AB sahasına çekmek için Ukrayna’yı bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istiyor.

Obama yönetiminde stratejik haberleşme için ulusal güvenlik danışmanlığı yapan Ben Rhodes meseleyi açık biçimde dile getiriyor: “Bizim için de Ukrayna’nın ileride Atlantik topluluğunun bir parçası olacağı açık bir husus, Ukrayna’nın Avrupa ve Transatlantik topluluğuna yönelmesi ABD’nin dış politikasının önemli bir önceliği.” Almanya muhalefetle sıkı politik bağlara sahip; bu haftanın başında Kliçko ve Yatsenyuk, muhalefetin iki önemli ismi, Berlin’e gidip Angela Merkel ve Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier’le görüştü.

“Emperyalizmin karakteristik özelliği öncelikle sadece tarım bölgelerini değil, ayrıca görece en gelişmiş endüstri bölgelerini kendisine katmaktır (Almanya’nın Belçika’ya yönelik iştahı; Fransa’nın Lorraine’e yönelik iştahı), bunun nedeni, (1) dünyanın hâlihazırda parçalanmış oluşunun emperyalistleri her türden bölgeye ulaşmak için dünyanın yeniden bölünmesine dair bir tahayyüle zorlaması ve (2) emperyalizmin temel özelliğinin hegemonya, yani hasmını zayıflatıp onun hegemonyasını azaltan, doğrudan bir tarzda değilse bile, bölgenin fethi için verilen mücadelede bir dizi büyük güç arasında cereyan eden bir rekabet oluşudur.” [Vladimir Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması]

Klaas Velija

, ,

Belediye Sosyalizmi


Toprakların Belediyelerin Mülkiyetine Geçirilmesi ve Belediye Sosyalizmi

 

Bu iki terimi birbirinin dengi kılanlar, Stockholm Kongresi’nde tarım programının kabulünü güvence altına almış bulunan Menşeviklerdir. Burada sadece öne çıkan iki Menşeviği anmak yeterli olacaktır: Kostrov ve Larin. “Bazı yoldaşlar” diyor Kostrov Stockholm Kongresi’nde,

“sanki belediye mülkiyetini ilk kez duymuşlar gibi konuşuyorlar. Bu yoldaşlara, Batı Avrupa’da kentsel ve kırsal özyönetimlerin mülkiyetlerinin genişlemesinden ibaret olan ve yoldaşlarımızın da benimsediği tüm politik eğilimin (tam da öyle!), İngiltere’de ‘belediye sosyalizmi’nin var olduğunu hatırlatmak isterim. Birçok belediyenin gayrimenkulleri var ve bu durum, bizim programımızla çelişmiyor. Şimdi belediyelerimiz için bilabedel(!) gayrimenkul edinme(!!) imkânımız var ve bu imkândan yararlanmalıyız. Elbette müsadere edilmiş toprağı belediyenin mülkü kılmak zaruridir.” (s.88)

“Bilabedel mülkiyet elde etme imkânı”na dair bu nahif bakış açısı, burada mükemmel biçimde ifade edilmiş. Ne var ki konuşmacı, esasta İngiltere’ye has özel bir eğilim olarak söz konusu belediye sosyalizmi örneğini aktarırken, bunun neden alabildiğine oportünist bir eğilim olduğu üzerinde hiç düşünmemiş. İyi de o vakit Engels, Sorge’ye mektuplarında, İngiliz Fabyusçularının bu aşırı aydın oportünizmlerini karakterize ederken, “toprakları belediye mülkü kılma” çabalarının küçük-burjuva niteliği üzerinde neden duruyordu?[1]

Kostrov’la ağız birliği içinde olan Larin ise Menşevik programına ilişkin yorumunda şunu söylüyor:

“Belki halkın yerel özyönetimleri, bazı bölgelerde bu büyük işletmeleri, örneğin bugün belediyelerin tramvayları ya da mezbahaları idaresi altında tutması gibi, kendi idaresine alabilecektir, ve o zaman onların bütün (!) safi hâsılatı tüm (!!) halkın hizmetinde olacaktır.”[3]

Yerel burjuvazinin hizmetinde olmayacak yani, öyle mi Bay Larin?

Batı Avrupa belediye sosyalizminin cahil kahramanlarının cahilane hayalleri gün ışığına çıkmaya başlıyor artık. Burjuvazinin iktidarda olduğu gerçeği gibi, sadece yüksek oranda proleter nüfusun bulunduğu kentlerde, belediye idarelerinden emekçiler için üç-beş kuruş koparılabildiği olgusu da unutuluyor. Neyse, şimdi temel meseleye gelelim. “Belediye sosyalizmi”nin toprakların belediye mülkü kılınması ile ilgili fikrindeki temel hata şudur:

İngiliz Fabyusçuları gibi Batıdaki burjuva aydınları da tam da sosyal barış, sınıflararası uzlaşma düşü kurdukları ve kamuoyunun dikkatini iktisat ve tüm devlet yapısının temel sorunlarından, yerel özyönetime ait küçük sorunlara çekmeye çalıştıkları için, belediye sosyalizmini özel bir “eğilim” derekesine yükseltmişlerdir. Birinci kategorideki sorunlar alanında, uzlaşmaz sınıf çelişkileri en keskin biçimde yaşanır, bu alan, daha önce de gösterdiğimiz üzre, burjuvazinin sınıfsal egemenliğine ait temellere tesir eder. O nedenle, sosyalizmin parça parça gerçekleştirilmesine dair cahilane ve gerici ütopya, ümitsiz bir vakadır. Dikkatler, burjuvazinin sınıf olarak egemenliği sorununa ya da bu egemenliğin temel araçları sorununa değil, bilâkis, yerel nitelikli küçük sorunlara, burjuvazinin “halkın gereksinimleri” için ayrılmasına izin verdiği üç-beş zavallı kırıntının harcanması sorununa çekilir. Doğalında burjuvazinin kendisinin sağlık hizmetleri (Engels, Konut Sorunu’nda, kentlerde salgın hastalıkların gelişmesinin burjuvaziyi korkuttuğuna dikkat çekmektedir) ve eğitim için (burjuvazinin tekniğin yüksek seviyesine ayak uydurabilecek eğitilmiş işçilere ihtiyacı vardır!) vs. ayırmak istediği (toplam artı-değer kütlesiyle ve burjuvazinin devlet giderlerinin toplam tutarıyla karşılaştırıldığında) son derece düşük olan bu miktarların harcanması sorunu öne çıkarıldığında, böylesine küçük sorunlar alanında “sosyal barış”, “sınıf mücadelesinin zararları” vs. üzerine güzel laflar etmek mümkün hâle gelir. Bizzat burjuvazinin “halkın ihtiyaçları”, sağlık hizmetleri, eğitim vs. için para harcadığı bir yerde sınıf mücadelesi nasıl mümkün olabilir? Eğer yerel özyönetimler sayesinde “ortak mülkiyeti” birazcık ve yavaş yavaş genişletmek ve üretimi -değerli Larin yoldaşın öylesine işine gelir biçimde işaret ettiği tramvayları, mezbahaları- “toplumsallaştırmak” mümkünse, sosyal devrime ne gerek var?

Esasında bu “eğilim”de karşımıza çıkan o cahilane oportünizm, “belediye sosyalizmi”nin (gerçekte İngiliz sosyal-demokratlarının Fabyusçulara karşı haklı biçimde açıkladıkları gibi, belediye kapitalizminin) dar sınırlarının unutulmasıyla ilgili bir meseledir. Bu insanlar, burjuvazi sınıf olarak egemenliğini sürdürdükçe, onun egemenliğinin gerçek temellerine sadece “belediye” üzerinden de olsa dokundurtmayacağını, diyelim ki burjuvazi “belediye sosyalizmi”ne izin verdi, ona göz yumdu, bunu tam da, o bu temellere dokunmadığı, zenginliğinin önemli kaynaklarına saldırmadığı ve burjuvazinin kendi isteğiyle “halk”a bıraktığı sınırlı yerel harcamalarla yetindiği için yaptığını unutmaktadırlar. Sosyalist belediyelerin, olağan, yani ufak, en küçük olanla yetinen, işçilere somut kolaylıklar getirmeyen idare-i maslahatın biraz dışına çıkma yönündeki her türlü girişiminin, sermayeye birazcık saldıran her faaliyetinin burjuva devletin merkezî iktidarının mutlaka vetosunu her daim yiyeceğini bilmek için Batı’daki “belediye sosyalizmi”ni bilmeye bile gerek yoktur.

İşte Batı Avrupalı Fabyusçuların, İmkâncıların ve Bernştayncıların bu temel hatası, söz konusu cahilane oportünizmi belediyeleştirmecilerimiz tarafından devranılmış durumdadır.

“Belediye sosyalizmi”, yerel yönetime ilişkin meselelerde tatbik edilen sosyalizmi ifade eder. Yerelin çıkarlarının sınırlarını aşan, devletin idarî işlevlerinin sınırının ötesine geçen her şey, yani egemen sınıfların en önemli gelir kaynaklarını, egemenliğini güvence altına almanın temel araçlarını ilgilendiren, devlet idaresine değil, devletin yapısına dokunan her şey, “belediye sosyalizmi”nin çerçevesi dışına çıkar. Fakat bizim çokbilmişlerimiz, tüm halkın davası olan, egemen sınıfların temel çıkarlarına en doğrudan biçimde dokunan toprak sorununun yakıcılığına, bu sorunu “yerel idarî sorunlar” kategorisine sokarak, yan çiziyorlar. Rus aydını, "Batı’da tramvaylar ve mezbahalar belediyelerin mülkü kılınıyor, niye biz de tüm toprakların yarısını belediye mülkü hâline getirmeyelim?” diye düşünüyor; bunu, hem bir restorasyon, hem de merkezî iktidarda tam bir demokrasinin olmaması bağlamında, hayırlı buluyor!

Yakıcı sorunlarda sınıf mücadelesinin, bu sorunların küçük, sadece yerel özyönetimleri ilgilendiren sorunlar kategorisi içine sokulması yoluyla yumuşatılmasına dayanan burjuva devriminde tarım sosyalizmi, en küçük burjuvasından bir sosyalizm, böylece oluşmuş oluyor. Oysa en iyi toprakların yarısının işletilmesi, ne yerel ne de idarî bir sorundur. Bu, devlet çapında genel önemi haiz bir sorundur, sadece toprak sahiplerine ait devletin değil, aynı zamanda burjuvalara ait devletin de yapısal bir sorunudur. Ayrıca halkı, tarımda “belediye sosyalizmi”nin gelişmesinin sosyalist devrimden önce mümkün olduğu düşüncesiyle tavlamak, en kötü türden demagoji yapmak demektir.

Marksizm, millîleştirmeyi burjuva devrimi programına almaya izin verir, çünkü mutlak rant, kapitalizmin gelişmesini engellemektedir, toprak ve arazi üzerinde özel mülkiyet onun için bir engeldir. Burjuva devriminin programına büyük çiftliklerin belediye mülkü kılınmasına dönük adımları dâhil etmek içinse Marksizmi Fabyusçu bir aydın oportünizmine dönüştürmek amacıyla yeniden modellemek gerekir.

Burjuva devriminde küçük-burjuva ve proleter yöntemler arasındaki fark, tam da bu noktada kendisini ele vermektedir. Küçük-burjuvazi, bizim Sosyalist-Devrimciler Partisi gibi en radikal olanı dahi, burjuva devriminden sonra sınıf mücadelesinin olmayacağı, evrensel bir refahın ve barışın hüküm süreceği beklentisi içerisindedir. O nedenle, kendisi için şimdiden “sıcak bir yuva” hazırlamakta, burjuva devrimine küçük-burjuva reform planlarını iliştirmekte, muhtelif “norm”lardan, toprak mülkiyetinin “düzenlenmesi”nden, emek ilkesinin ve küçük emek iktisadının sağlamlaştırılmasından vs. söz etmektedir. Küçük burjuva yöntem, mümkün olduğunca, sosyal barışı en fazla mümkün kılacak zemini hazırlamak için kimi ilişkilerin inşa edilmesi yöntemidir. Proleter yöntem ise yalnızca yolun bütün Ortaçağ kalıntılarından temizlenip sınıf mücadelesi için açılması yöntemidir. Dolayısıyla proleter, çeşitli toprak mülkiyeti “normları” üzerine tartışmayı küçük mülk sahiplerine bırakabilir: proleterleri sadece toprak sahiplerinin elindeki büyük arazilerin ilgası, tarımda sınıf mücadelesinin önündeki son engel olarak toprak ve arazi üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi ilgilendirir. Bizi burjuva devriminde küçük-burjuva reformculuğu değil, küçük çiftlik sahiplerinin ileride huzurla kullanabilecekleri “yuva” değil, burjuva bir zemin üzerinden küçük burjuvanın her türden yatıştırma politikasına karşı yürütülecek proleter mücadelenin koşulları ilgilendirmektedir.

Bu proleter karşıtı ruh ve anlayış, toprakların belediye mülkü kılınması suretiyle burjuva tarım programına taşınmaktadır, zira bu anlayış, Menşeviklerin tümüyle yanlış anlayışının tersine, sınıflar mücadelesinin alanını genişletip onu şiddetlendirmez, bilâkis, köreltir. O, bunu merkezî iktidarda tam demokrasi olmadan yerel demokrasiye izin vererek de yapar. Toprakların belediye mülkü kılınması, köreltme işlemini “belediye sosyalizmi” düşüncesiyle de yapar, çünkü “belediye sosyalizmi”, burjuva toplumunda, ancak sınıf mücadelesinin büyük yolu dışında, sadece, burjuvazinin bile kendisinin sınıf olarak egemenliğini koruma imkânını kaybetmeksizin alttan alabileceği, uzlaşabileceği küçük, yerel, önemsiz sorunlarda makuldür.

İşçi sınıfı, burjuva toplumunun karşısına, toprağın burjuva millîleştirilmesi de dâhil, burjuva devriminin en saf, en tutarlı, en kararlı programını çıkartmak zorundadır. Proletarya, burjuva devriminde küçük burjuva reformculuğunu elinin tersiyle itip ona sırt çevirir: bizi cahile, küçük burjuvaya has saadet değil, mücadelenin özgürlüğü ilgilendirmektedir.

İşçi partisi içindeki aydınların oportünizminin başka bir çizgi takip etmesi gayet doğaldır. Bu aydınlar, burjuva devriminin geniş devrimci bir programını sunmak yerine, merkezî devlet iktidarı eksik bir demokratikleşmeye sahipken yereldeki demokrasiyi güvence altına almak, büyük “kargaşa”dan uzakta küçük burjuva reformizmi için belediye faaliyeti içinde küçük bir köşe temin etmek ve antisemitlerin reçetesini takip ederek, yani, önemli bir millî meseleyi küçük, yerel sorunlar alanına indirgemek suretiyle, toprak üzerindeki aşırı derecede derinleşmiş çelişkiden yan çizmek amacıyla dikkatleri bir küçük-burjuva ütopyasına çekmektedirler.

V. I. Lenin
Kasım-Aralık 1907
Kaynak

Dipnotlar:
[1] K. Marx ve F. Engels, Selected Correspondence, Moskova, s. 537. Türkçesi: İştiraki.

[2] V. I. Lenin, The Peasant Question and Social-Democracy, s. 66.

[3] K. Marx ve F.Engels, Selected Works, Cilt. 1, 1955; s. 578.

22 Şubat 2014

,

Cahil

Politikada “yanlış” ve “doğru” gibi kategorilere yer yoktur. Orada, yerindelik gibi bir mesele belirleyicidir. Ama “yanlış” ve “doğru” ille de kullanılacaksa, yanlış-doğrudan ve doğru-yanlıştan söz edilebilir.

Lenin’in kimi yazılarının Türkçe çevirisinde İngilizcedeki philistine sözcüğü, çoğunlukla “küçük burjuva” diye çevrilir. Bu, yanlış-doğru bir çeviri. Esasında on dokuzuncu yüzyılda kendi zenginliğiyle övünen ve kültür, estetik alanlarıyla ilgilenmeyen, cahil orta sınıfları tanımlamak için kullanılan bir sözcük bu. Lenin “cahil” derken, sözcüğün “küçük burjuva” diye çevrilmesi “yanlış bir doğru”. Çünkü küçük burjuva, gerçekten cahil ve maddî varlığıyla övünmekten başka bir şey yapmıyor. O, herkesi kendisine mecbur etmeye çalışıyor ve işin başı-sonunun kendisi olması için gayret ediyor. Lenin, sözcüğü kültür ve estetikle ilgilenmeyen değil, verili durumun mahiyetini araştırmayan, öze bakmayan anlamında kullanıyor. Çünkü küçük burjuva, her şeyin mahiyetinin, özünün kendisi olduğuna inandığından ya da böyle olmak istediğinden, kendisinin sorgulanmasına ve nesnelleştirilmesine asla izin vermiyor.

Arapçada bu philistine’i karşılayan sözcük, “hiçbir şey bilmeyen, anadan üryan, bilgisiz” anlamındaki “ümmi” değil. “Bilmeye dirençli, kapalı olan” anlamında cahil yeterli. Goethe philistine sözcüğünü, “kendisine ait olmayan tüm hayat koşullarını hiçe sayan, ama kendisi dışındaki tüm insanların kendi hayat tarzına uymalarını talep eden” kişi olarak tanımlıyor. Bu yaklaşım, çoğalmaya, kolektif olmaya kapalı olmak, herkesin ait olduğu hayatı inkâr etmek zorunda.

* * *

İnsandır, ne yaptığını bilmez, bilemez çoğu zaman. Yapar ama ne yaptığını bilmez. Yaptığı, böylesi bir cahillik, küçük burjuvalıktır kimi vakit. O bir ara özneliğini kurmuştur, herkesin o öznelik önünde diz çökmesini istemektedir. Özneliğinin ne tarafından kurulduğunu sorgulatmaz.

Malumata değilse de bilmeye karşı dirençlidir. Hatta ondaki malumatfuruşluk, bilgi satıcılığı, tam da bilmeyi anlamsızlaştırmak içindir. Direnir, karşı koyar ve sürekli özneliğinin kurulduğu momenti herkese hatırlatmak ister. Asla çoğalmaz, kolektifleşmez. En fazla, kendisinin kopyası bir çocuk ya da dirijanlar-aparatçikler yetiştirmektir hayali.

1848 devrimleri esnasında Fransa’da işçiler bir gazete çıkartırlar. Küçük burjuvalar destek için işçilerin kapısını çalarlar ve işçiler onları kovarlar. Marx ve Engels, bu tavırdaki cahilliği yerden yere vurur.

İşçi olmak, küçük burjuva tavır sergilemeye mani değildir. Kolektif teorik faaliyetin bireye indirgenmesi de aynı yaklaşımın bir ürünüdür. İşçiler, kendi heybetli varlıklarını kendisine kapatmışlardır ve dışarıdan gelecek unsurları tehdit olarak algılamaktadırlar. Marx ve Engels’in itiraz ettiği, bu kapatmadır. Kolektifin bireye kapatılması ve eleştiri silâhlarının oraya istiflenmesi de aynı cahilliğin ürünüdür.

Cahil, kendi varlığını muhafaza etme derdindedir. O, muhafaza ve kapatma pratiği sonucu her şeyi ve herkesi dışarı atacak, onları savuşturmak için çeşitli hamleler geliştirecektir.

* * *

Dışarıdan gelen birisi olarak Mustafa Suphi, tehdittir. Cahilane direnç, onu kovmaya mecburdur. Suphi, içte ve dıştaki itirazlara rağmen, yurduna dönmek derdindedir. Kişi olarak Sibirya, Moskova, Kazan ve Bakû hattındaki izleği takip ettiğimizde görürüz ki onun derdi, yurda dönmektir. Kendi yurdunda faaliyet yürütmektir.

Bu, 12 Eylül sonrası sürgünden dönüp yurda gelmeye çalışan üç-beş sanatçının, aydının hasretine benzemez. Suphi, bir devrimin yurduna dönmeye yazgılıdır. Kişi olarak geçmişi, birikimi, niyeti, arzusu ne olursa olsun, öznel ve iradî olarak Suphi, devrimin hamalı, neferidir, oradan düşünür, dolayısıyla, yerin altında besleneceği su akıntısını arayan ağaç kökü gibi, oraya doğru uzanmaya çalışmaktadır.

Biri çıkıp “o masondu, sosyalist devrimciydi, köylüydü, maceracıydı, cahildi, anarşistti” dese de, onun bu yöneliminde bir hikmet bulmak zorunludur. Kişi olarak Suphi’nin öznelliğinin bundan gayrı bir anlamı ve değeri olamaz.

Aynı şekilde, Suphi’nin Anadolu’ya gelirken yanında getirdiği, esir askerlerden müteşekkil Kızıl Ordu’sundaki askerlerin ne kadarının kaçmayı istediğini, kaçta kaçının gerçek komünist olduğunu hesaplamak da küçük burjuva bir yaklaşımdır. Aslolan, orduya, ordunun fiili yürüyüşüne bakmaktır. Bakmayanlar, burjuvazinin ordusuna bağlanmışlardır. O fiili yürüyüşe örgütlenmeyenler, işçinin-köylünün ordusunu kuramamışlardır.

Suphi’nin içinde olduğu dönemde varolan tekil şahısların hikâyelerini ezbere bilmenin de bir hükmü yoktur. Kişinin yapıp ettiklerine, sözlerine ilahi anlamlar yükleyip, sonra da “hiç de ilahi değilmiş” demek saçmadır, cahilliktir.

İlk yükleme, tam da bu cümleyi sarfetmek, kişinin eylemini ve sözünü boşa düşürmek için yapılır. Ya da tüm yapıp edilenleri ve söylenenleri kendinden menkul bir olgu olarak değerlendirmek ve her şeyden tecrit etmek de çıkışsızdır. Birilerinin fiiliyatta somut tanrıları vardır; tarihteki kişiler ve durumlar bu tanrılar adına tasfiye edilmektedir, hepsi bu.

TÜSTAV’ın 2004’teki Mustafa Suphi sempozyumunda, o dönemin tarihsel bilgisinin mülkünü elinde bulunduran Mete Tunçay, “Suphi öldürülmeseydi, Ankara hükümetinin bir bakanı olurdu” demişti. Tunçay’ın bu tespiti doğru da olabilir. Temelde belki de doğru-yanlıştır. Çünkü bu tespit, tam da bizi Suphi’den fazla olan bir komünist hareketin hiç varolmadığına inandırmak için dillendirilmektedir.

Burada aslolarak, her şeyin başı-sonu olmak için yanıp tutuşan küçük burjuvaların ruhları gıdıklanmak istenmektedir. Mesele tekil bir şahsa kapatılmakta, o tekil şahıs yenildiğine göre, bizler o meseleden uzaklaşmamız konusunda ikna edilmeye çalışılmaktayızdır. Ayrıca o bireyler, eksiklerine, zaaflarına, yanlışlarına bir bahane bulma imkânına kavuşmuşlardır.

1920 momentinin önemli politik aktörlerini yan yana dizmek, bunların hayat hikâyelerini dizi senaryosu gibi ele almak, dönemin ana dinamiklerini, yönelimlerini, diyalektiğini ve maddesini görmemekle sonuçlanacaktır.

* * *

Diyelim, gerçekte Çerkes Ethem bomboş bir adamdı, ama bu bizi, onu belirli bir dinamik içerisinde politik olarak anlamaya çalışmaktan alıkoymamalıdır. Başka bir yurdu olmayacağı korkusu içerisinde yaşayan yüz binlerce Çerkes’in mevcut politik hareketliliği içerisinde, Bolşevik devrimden şu veya bu şekilde etkilenmiş askerler ve kitleler bağlamında Ethem, bir yere ve bir şeye tekabül ediyor olmalıdır.

Onun ilk asker olduğu günde kilitlenip kaldığını düşünmek, kendi özneliğini kurduğu yerde kilitlenip kalanların harcı olmalıdır. Zira söz konusu yaklaşım, Ethem’i dönem içerisinde silmek amacını güdecektir.

Aynı şekilde, 1920 momentinin Mustafa Kemal’in zaferiyle sonuçlanmış olmasını tarihsel açıdan mutlak bir veri olarak görenler, Çerkes Ethem’i ve Mustafa Suphi’yi, dolayısıyla, onların içinde olduğu kitlesel-politik oluşu boşa düşürmek, değersizleştirmek zorundadırlar. Bu da tersten, Mustafa Kemal’in iradesine ve öznelliğine tabi olmayı öğütlemekten başka bir şey yapmamaktır. O irade ve öznellik ayrıca bir bağlama oturtulabilir, idrak edilebilir. Mesele, bugün iradenin ve öznelliğin o iradeye ve öznelliğe ilericilik ve devrimcilik adına bağlanmasıdır. Mustafa Kemal denilen ve o dönemde oluşan irade ve öznellik, tümüyle burjuvaziye aittir. O, bir mecazdan, imgeden, dolayımdan ibarettir. Aslolan, onun şahsında burjuvaziye sunulan bağlılık yeminidir.

Cahillik, filistinizm, küçük burjuvalık, her daim kemalizm olarak tecessüm eder, etmek zorundadır. Cisimleşen hâl, hep kemalisttir, olmak zorundadır, lafta komünist de olsa, kişi, her aşamada kemalizmden medet umar. Tersten, ne kadar anti-kemalistmiş gibi görünse de, “gelecek yok, bugün var, komünizm şimdi burada” diyenlerde cisimleşen cahillik de dönüp dolaşıp pratikte kemalizme varır. Varmak zorundadır.

* * *

TKP’nin kuruluş tarihi 10 Eylül 1920 olarak bilinir, ama aslında bu tarih, partinin resmî tarihçilerince belirlenmiştir. Söz konusu tarihin belirlenmesi, 10 Eylül’ü önceleyen Suphi’nin iştirakçi faaliyet dönemini silmeyi amaçlar. Parti, 10 Eylül’de bir kurultay tertiplemiştir ama buradaki önparti, Suphi’nin örgütü, Türk İştirakiyyun Teşkilâtı’dır. Sonrasında Şefik Hüsnü çizgisi kuruluş tarihini kendi gerçekleştirdiği Ankara kongresinin tarihine çeker. Bu hamle de 10 Eylül ve iradesini boşa düşürmek içindir.

Anadolu ve İstanbul’daki ekiplerle birleşme yolları aranmaktadır. Şefik Hüsnü, bu birliğe sıcak bakmamaktadır ve onun kafasında, Fransa ve Almanya’da gördüğü sol siyaset tarzı vardır. Bu tarza göre, dönüşüm, aydınlar eliyle gerçekleşecektir. O aydınlar, Kemalist kurguya asil üye ve yedek üye olarak dâhl olurlar.

Oysa Anadolu’daki Türkiye Bolşevik Komünist Partisi (legal planda Yeşil Ordu ile birleşip Halk İştirakiyyun Fırkası’nı kuran irade) özellikle köylüler içerisinde belirli bir hat açma derdindedir.

Yıllarca Moskova’nın esasen THKP’yi değil TKP’yi önemsediğini bize anlatan Mete Tunçay’ın bugün (yani “liberal AKP” koşullarında) tam tersinin geçerli olduğunu söyleyen belgeler yayınlaması manidardır. Önceki açıklamalara göre, ilk parti, yanlış bir yerde debelenmektedir, kirlidir, Ankara’ya gelen ittihatçılara halkın “Bolşevik” sözcüğüne atfen kullandığı tabirle, “bulaşık”tır; ikincisi Sovyetler’in suyunda yıkanmıştır, mutlaktır ve kesindir. Satış işlemi, bunun üzerinden gerçekleşmektedir. TKP’lilere süreç içerisinde THKP olmamak öğretilmiştir.

Tunçay gibi isimler, en fazla, sonrasında başarısız olan TKP’lilerin yüreğini ferahlatmakta, “endişelenmeyin, sizin temelleriniz çürüktü, ondan böyle oldu” demektedirler. Bu yaklaşım, ister istemez, kurulan bağların nasıl ve neden kesildiğini görmeyen bir pratiği koşullamaktadır.

Havada asılı, tecrit edilmiş, kendinden menkul değerler ve olgular belirlemek, anlamsızdır. Lenin’in vurgusuyla, “Marksist diyalektik, bir nesnenin tecrit edilmiş olarak incelenmesini reddeder.” Suphi gibi Mahir de belirli bir birikimin, toplamın üzerinden konuşur aslında. Mesele, birikimin devrim yapmasıdır.

* * *

Bir kişinin işkencehanede, poliste, eylemde nasıl direndiğine tabi olan bir örgüt, esasında yok hükmündedir, batıldır. Fazlayı, birikimi, toplumsal-tarihsel hattı örememiş bir politik mücadele, hiç olmamış demektir. Bu açıdan, tekil bir örgütün kendisini sürekli başka bir örgütle kurduğu rekabet ilişkisi üzerinden teşkil etmesi, anlamsızdır; kendisini sürekli belirli bir mülkiyetle tanımlaması, saçmadır. Bu mülkiyet ve rekabet tecride mecburdur, herkesi tecrit etmek ister. Oysa hayatın aktığı tüm kılcal damarlarda kendisini sürekli yıkıp kurmuyorsa, bir örgüt yoktur, hiç olmamıştır.

Belirli bir mekâna hapsolmak, ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, istenilen bir şeydir. Sonrasında o mekân için kavgaların ne denli devrimci olduğu edebiyatı üretilecektir. Lenin’in ağzındaki philistine sözcüğü, cehaleti ve küçük burjuvalığı anlatır. Demek ki leninizm, kapalı devre teoriye ve kapalı kapılar ardındaki işlere kapalıdır.

Kendi kabilesinin varlığına iman etmiş Mekkeli müşriklerin düzeni, tam da bu nedenle “cahiliye” olarak anılmaktadır. Allah’a iman, o hâlde, birikime güven, sözlü eyleme ve eylemli söze bağlılık demektir. Sünnet budur, mülk sahiplerinin yaptığını yapmak değil. On binlerce kitap okumuş olmak da yetmez, bu, Kur’anî manada, “kitap yüklü eşekler”i de ifade edebilir. Bir Hadis’e dayanarak ifade etmek gerekirse mesele, bilginin gırtlaktan aşağı inmesi, Hz. Ali’nin ifadesiyle, sözün doğru ağızda dile dökülebilmesidir.

* * *

Denilir ki Bruce Lee, onca karate filmini aslında belirli bir dertle ve felsefeyle çekmiştir. Amacı, ünlü olmak ve para kazanmak değildir. Hatta iddiaya göre, bu sebeple öldürülmüştür. Derdi, Uzakdoğu dövüş tekniklerini bir potada eritmek, onları özel insanların özel becerisi olmaktan çıkartıp halka ait kılmaktır. En düşük kuşağın rengi olan sarıyı kendi rengi olarak seçmesinin nedeni de budur. Öz itibarıyla gaye, dövüş sanatını halka açmaktır.

Bruce Lee, ilkin Hollywood’da, kendisinin oynadığı birkaç bölümlük karate dersleri çeker. Bu programlardan birinde karate öğrettiği yardımcısını yüz üstü yere yatırır ve kıpırdama imkânı vermeyecek şekilde, üstüne çıkıp boğazını sıkar ve şunu sorar: “Bu pozisyondan nasıl kurtulacağına dair aklına hiçbir şey gelmiyor mu?” Yardımcısı “hayır” der. Bruce Lee, “kolumu ısırmak da mı gelmiyor aklına?” diye sorar. Yardımcısı, “ama bu insanî değil” diye cevap verir. Bruce Lee, bunun üzerine, “kavgada insan yoktur, ama şunu bil ki, her durumda ısırmayı düşünürsen, tüm dişlerini kaybedebilirsin.”

* * *

Havada asılı, tecrit edilmiş, mutlak, kendinden menkul doğruyu bulmak adına Suphi, Kaypakkaya ve Mahir gibi tarihsel kişilere yaklaşmak, dişlerin dökülmesiyle sonuçlanacaktır. “Tarihin ve toplumun tüm mutlak bilgisi onlarda” demekle, “onlarda değil ama bize böylesi bilgi lâzım” demek arasında salınmak, nafiledir.

Mahir’in devamcıları, tam da ikinci cümle üzerinden geliştirdikleri yaklaşıma bağlı kalarak, onu aştıklarını düşünmüşlerdir. Düştükleri yer, gene Mahir’dir oysa.

Otuzlarda “bir parti tarihi yazalım” denildiğinde Şefik Hüsnü’nün “biz Suphiler’den ve gelenekten kaç kere koptuk, böylesi bir tarih yazımı bizi ona tekrar bağlayacaktır, gerek yok” cevabını vermesi tam da bu nedenledir. Huruc ve kopuş arasında ciddi bir anlam farkı vardır.

İlkinde birikim maddî, diyalektik bir ayrıma tabi tutulmuştur ve o birikim öne doğru çıkış gerçekleştirmektedir. İkincisi ise yeni zamana uyum sağlamak için birikimin terk edilmesini, cahilane, küçük burjuva bir kapanmayı ifade eder.

Yoğun bir teorik ve politik tartışmanın sürdüğü dönemde Kıvılcımlı ile organik ilişki içerisindeki Mahir’in tüm bir komünist parti geleneğini ve birikimini çöpe attığını iddia etmek mümkün değildir. Böyle iken, 1974 affıyla hapisten çıkanların nesnel planda neyin diyetini ödedikleri, neyi geride bıraktıkları sorgulanmalıdır. “Ortada zaten bir parti varken, neden yeni partiler kurulmuştur?” Sorulması gereken soru budur.

Mahir, kendi döneminin fiilî gerilimi içerisinde düşünmekte ve eyleme geçmektedir. Onun muhtemelen Kıvılcımlı’dan öğrendiği şeyleri sorgulamamış ve bu konular üzerine yetkin teorik analizler geliştirmemiş olması, Mahir’in KP geleneği ile karşıtlık içerisinde olduğunu göstermez. O günkü KP, verili hâliyle, ancak Mahir’den kaçanlara kucak açabilecek kıvamda olduğu için Mahir de ona uzaktır.

Tersten şu söylenebilir, eksiği gediği ile o gün KP geleneği, Mahir’de vücut bulmaktadır. Özel kişilerin özel bilgi dünyasına ve özel ilişkilerine kapatılmış resmî KP’nin asla yapamayacağını o gelenek yapmıştır, günahı sevabıyla.

Bu anlamda, esasen bugün kimse THKP varisi değildir. Varolan örgütlerin 1975-80 arasında kurulmuş ve faaliyet yürütmüş örgütlerin mirasçıları olduğunu söylemek daha doğrudur. Mülk edinilmesi değil, ait olunması gereken, bu toprakların devrimi adına, tam da THKP’dir ve o THKP, Suphiler’e özünde bağlıdır.

* * *

“Özle biçim aynı olsaydı bilim olmazdı” (Marx) ise, “her şeye kadir olan biçimdir, özün hükmü yoktur” denilemez. Mahir ve Suphi, biçime hapsedilemeyecek özsel bir pratiğin, birikimin parçasıdırlar. İşçi gibi bıyık bırakmak kimseyi proleter kılmaz, Che tişörtü giymek kimseyi devrimci yapmaz. Ama cahillik açısından biçim özün yerini alacak, “Kim?” sorusu “Ne?” sorusundan daha önemli olacaktır.

Küçük burjuva yaklaşım, başlayana ve bitene bakar. Gördüğüne iman eder ve biçimi yüceltir. Oysa öncesi ve sonrası önemlidir. Bu noktada Mahir’le kişi olarak negatif ya da pozitif ilişki kurulur. Başlatma ve bitirme meselesi üzerinden Mahir, mülk edinilir. Yanlışlık buradadır: CHP’nin fiilî ağırlığı sebebiyle THKP geleneğinin fukara Müslüman halka nüfuz edememesi, Mahir’in buna kişi olarak değinmemiş olmasının bir sonucu değildir.

Mahir’in bayrağını teslim alma ve teslim etmenin de o gün Mahir’in kimi sözlerine karşı çıkmış olmakla bir alâkası yoktur. Kişi olarak değil, politik olarak Mahir dönüşür ve başka bir halkın elinde bayrak hâline gelir. Bu, dönüştürmeyenlerin, bayrağın arkasına dizilmeyi zûl kabul edenlerin düşünmesi gereken bir zaaftır.

Zaaf bir yanıyla, İştirak gazetesini ve dönemin yayınlarını toplayan Selçuk Gürsoy’un ifade ettiği şeydir:

“[İştirakçi Hilmi] ile ilgili bu anlatımları yazanlar anti-komünist tarihçiler olsa da, yayılmasını sağlayanlar sosyalist yazarlar olmuştur. Sosyalistler bu yazılanları alıp, kabul edip, üstelik biraz daha ağırlaştırarak yeniden yazmasaydı, böyle bir yaygınlık kazanması söz konusu olmazdı.”

Yani sosyalist yazarlar, işlerine geldiği için anti-komünist tarihçilerin yazdıklarına inanmış, geçmişe, birikime ve tarihe küfretmişlerdir. Bunun nedeni ise, küçük burjuva öznenin, Spinoza’nın tabiriyle, “havaya fırlatılan taş gibi kendisinin uçtuğunu zannetmesi” ve başarıları kendi hanesine yazma, yenilgileri başkalarına fatura etme hastalığıdır.

Seçimler ve örgüt nüfusu açısından bugünlerde kimi ekipler, Müslüman’ın sırtını okşayan yazılara yer vermektedirler. Bu biçimseldir, mesele sadece, öze ilişkin, ağaç kökünün dip akıntıya kök uzatması değil, elmalı şekerin yeşile boyanmasıdır. Müslüman’ın derdiyle dertlenmeyen bir hareketin bu tip biçimsel hamleler yapması, hatalıdır.

Güç, gencin spor salonunda edindiği birkaç kasını göstermesine indirgenmekte, tarih ve dünya buradan okunmakta, Nikaragua’daki devrimci papazlar anımsanmakta, ama öncesine, yani “bu papazlar nasıl ve neden devrimcileşmiş?” sorusuna hiç bakılmamakta, bu alanda hiçbir şey yapılmamaktadır. Patrona Halil veya Bedrettin ne kadar solcu bir okumaya tabi tutulursa tutulsun, söz konusu yaklaşım, meseleyi belirli bir biçime kapatmaktan başka bir şey yapmayacaktır. Ezilen edebiyatı, bunları biçimsel ve liberal bir devlet karşıtlığına hapsedecek, Müslüman’ın iradesini ve öznelliğini hiçe sayacaktır.

Sol, Kürd, Türk, İşçi, Mazlum ya da Müslüman’a tepeden bakan, kibirdir; komünist hareketse onların yürüyüşünde, attığı adımlarda varolan öfke.

Eren Balkır
22 Şubat 2014

17 Şubat 2014

,

THKP


Yüz bin asker olsa yezid kırılmaz
Eli Zülfikar’lı Ali olmayınca.

[Pir Sultan Abdal]

 

Parti-Cephe, hem madde, hem diyalektik olabilmektir. Dönemsel kuruluşu 12 Mart ve 12 Eylül koşullarında tasfiye edilmiş bir sıçramadır. İç tasfiyesi, 1974 affıyla gerçekleştirilmiştir. Affı gerçekleştiren CHP’nin maddî varlığı, içteki diyalektiği çürütmüş, belirli şahıslar nezdinde bu diyalektik, metafiziğe dönüşmüştür. Süreç içerisinde parti, cephe içerisinde belirli bileşenlerine doğru parçalanmış, her bir parça örgütlere, Marx’ın tabiriyle, sektlere (tarikatlara) dönüşmüştür. Marx’ın bu tarikatları düzleyecek bir proleter harekete işaret ettiği düşünüldüğünde, THKP çıkışlı örgütlerin hâlâ varlığını şu veya bu biçimde sürdürmeleri, proleter hareketin, hem ruh hem de belkemiği olarak, yokluğu ile ilgili olmalıdır. Demek ki aslolan, o ruha ve belkemiğine iştirak etmektir. Bu iştirak, partisiz cephenin uzlaşmayla; cephesiz partinin teslimiyetle sonuçlandığı gerçeklikte, önemli bir sigortadır.

THKP, tıpkı Mustafa Suphilerin hurucu gibidir; kısadır, attığı kesik derindir, geriye dönüşsüzdür, kalıcıdır. Böyle olmasını önemsizliğinin delili olarak sunanlardan derhal uzaklaşmak zorunludur. Lenin’in vurgusuyla, “Marksistler, olması gerekenden değil, olandan hareket etmek zorunda” ise, bu iki moment aslîdir, vazgeçilmezdir, olacak olana dair birer devrimci ayettir.

1974 sonrası THKP içindeki tasfiye sürecinde, Mahir Çayan ve yoldaşlarının işaret ettikleri politik-teorik başlıklar da ayrışmıştır. Onların düşünsel ve eylemsel varlığında birbirine değen, iç içe geçen, dönüşen, dönüştüren, tüm politik-teorik unsurlar, her türlü etkileşim imkânından mahrum bırakılmışlardır. “Sömürge tipi faşizm”, “emperyalizmin içkinliği meselesi”, “kırların devrimciliği”, “PASS”, “Halk tanımı”, “anti-faşizm”, “dar kadro-geniş kitle”, “kesintisiz devrim” gibi unsurlar, belirli şahısların mülkü hâline gelmişlerdir. Böyle olunca, özel şahısların mülkiyetinde olan kimi değirmenler kurulmuş, bu değirmenler, liberal taşıma suyla döndürülmeye çalışılmıştır.

1974 sonrası kurulan örgütlerin şefleri, yazdıkları tarihlerde nedense şu soruyu cevapsız bırakmışlardır: ortada bir parti varken, neden örgüt kurulmuştur? Bu cevapsızlık, THKP’nin tasfiyesini gizlemiştir. Doğalında, soruyu sormamak da tasfiyeyi örtbas etmektedir. Bu örgütler, ya “THKP” ismini mülk edinmiş ya da bilinmeyen bir gelecekte parti olmayı düşünmüşlerdir. Dolayısıyla, bu toplam pratikte Mahir’in teorik faaliyeti talileştirilmiş, tekil bir bireyin varlığına indirgenmiş, böylelikle etkisizleştirilmiştir. Bu, Mahir’in ikinci katlidir.

Ortada bir parti varken örgüt kurmak, örgütün Mahir’deki bir kavramı bayrak yapıp öne çıkması, ancak partiyle yapılabilecek işlerin boşa düşmesine neden olmuştur. Devrimci örgütler kolektifi olarak parti, katledilmiştir. Kolektif devrimci örgütlenme pratiği olarak cephe, boşa düşmüştür. Taktik ve strateji, soyut bir teorinin, pratik soyut bir taktik ve stratejinin önünde diz çöktürülmüştür.

Partinin olmaması, oldurulmaması, Çin-Sovyet geriliminin dolaylı veya dolaysız olarak kadrolar nezdinde belirleyici hâle gelmesine neden olmuştur. Bu da Mahir’in tabiriyle, “dünyanın Türkiye’si”nde devrimin yolunu kesintiye uğratmıştır. Kesintisiz devrim, devrimin kesilmesiyle boşa düşmüştür. Örgütler, her daim, tam ve doğru olan öznenin kendileri olduğunu iddia ederek, mevcut eksiklik ve yanlışların üzerine yürümüşlerdir. Eksiklik ve yanlışlıklardan kurulan bir kolektif pratiğe, sonrasında, rastlanılmamıştır. Örgütler, kitlelere ve kadrolara eksik ve yanlış nesneler olarak yaklaşmış, kendilerini metafizik âleme fırlatmışlardır.

Mahir’deki politik-teorik unsurların örgütlere kapatılması sonucu bu unsurlar, tefrit ve ifrat arasında salınıp durmuşlardır. Örneğin Mahir, açıktan fokoculuğu eleştirirken, ondaki PASS, taklid bir fokoculuğa indirgenmiştir. Ondaki diğer politik-teorik unsurlar da aynı tefrit-ifrat arasındaki salınıma tabi kılınmıştır. THKP içinden çıktığını iddia eden örgütler, mülkiyet ve rekabetin girdabında düşmana değil, kendilerine karşı ideolojik ve politik mevziler örmeyi iş zannetmişlerdir.

THKP kavşağının Suphilerden gelen politik-teorik hattın bir başka boyutuyla, Kaypakkaya’da somutlanan hatla kesişmesi de bu süreçte mümkün olamamıştır. Dolayısıyla bugün bir tabela partisinin kurduğu sol cephenin Kürd ve Müslüman düşmanlığı yaparak varlık imkânı bulması için gerekli koşullar oluşmuştur. Kaypakkaya boyutundan mahrum kalmak, başka bir açıdan, ülke bütünlüğünü en iyi hâliyle ebru ya da mozaik olarak kafasında kuran bir ideolojik yaklaşımın türemesine neden olmuştur.

Komintern’in kurduğu komünist partilerin ömrü, Mahir’e gelene dek çoktan tükenmiştir. Mahir’in arayışı ve kendi kavgası dâhilinde ulaştığı formül, gene de bir komünist partiye işaret etmektedir. Ancak ne onun ne de devamcıları bu türden bir partiye ulaşmak gibi bir menzile ve ufka sahiptir.

THKP’nin ilk aşamada gerçekleşen tasfiyesinde önemli bir etmen olan CHP, bugün de çeşitli parti ve cephe pratiklerini tayin etmektedir. Dikkat edilmesi gereken nokta, burasıdır.

Ne HDP ne de TKP, bir “komünist parti”dir. Bunların koşulladıkları cephe pratikleri, kitleleri ilkinde demokrasi, ikincisinde devlete bağlamaya yazgılıdır. Marx’ın ifadesiyle, devlet ve demokrasiye eşit uzaklıkta bir sosyalizmin ve devrimin mecbur olduğu kitleler, bu cephe pratikleri şahsında, likide edilmektedir.

Gezi sürecinin içindeki sol örgütlerin eriminin, menzilinin ve ufkunun 30 Mart belediye seçimi ile sınırlı olduğu anlaşılmıştır. Ethem’in, Ali İsmail’in ve diğer tüm şehidlerin bayrak olduğu dipteki komünist dava, alabildiğine, turaba gömülmüştür. Gezi’deki tüm örgütler, oradaki öfkeyi de gasp edip, sandık önünde hizalanmışlardır. (Bizim “Ethem Sarısülük adayımız olsun” önerimiz, yani Gezi’nin öfkesini diri tutma çabamız karşılıksız kalmış, aylar sonra Ekmeleddin aday gösterilince Halkevleri, istediğini alamadığı için, “adayımız Ethem Sarısülük olsun” diyebilmiştir.)

HDP, “cephe” olarak tanımlanıp seçim partisine indirgenmektedir. Buradan da radikal demokrasiyi, mevcut liberal burjuva demokrasisinin ileri çekilmesi olarak tanımlayan Laclau-Mouffe çizgisine bağlanılmaktadır. Bu çizgi, geri çekilmedir, yenilginin teslimiyeti ve temsiliyetidir. Burada, olası tehditlerin hizaya çekilmesi, pürüzlerin giderilmesi vardır. Başını kaldıran, “iktidar manyağı” diye ezilecektir. Kolektife ve çalışmaya seslenen, “işçi kuyrukçuluğu” suçlamasıyla karşılaşacaktır. Safları ayrıştırmaktan bahseden ve devrim hattına işaret eden, “bütüncülük ve totaliterlik” eleştirisine maruz kalacaktır. İlkinde düşman sızmalarına karşı gerçekleşen kontrol, ikincisinde disiplin ve hiyerarşi, üçüncüsünde hareketin bütünsel varlığı tasfiye edilmek istenmektedir. Özünde demokrasi mücadelesi, sosyalizm mücadelesinin yerine ikame edilmektedir. Bu gayret, batının Sovyetler’e ve toplamda tüm devrim pratiklerine yönelik verdiği mücadelenin bir parçasıdır. Bugün örgütlerin hepsi, Sovyetler’in enkazı altındadır.

Örgütten söz etmek ve örgüt olmak, diyalektik olamayan maddî partiye işaret etmektir. Örgüt, metafizik âlemdeki maddedir. Cephe, vicdanî oluşa, ahlâka kilitlenmek zorundadır. Maddeyi reddeden, bir tür diyalektiktir. Kendi maddîliğine Allah gibi tapanların varoluş biçimi, örgüttür. Kendi hareketini peygambervari görenler, salt cepheye işaret edeceklerdir.

Bir ruh ve belkemiği olarak THKP, Suphiler ve öncesine uzanan mücadelenin önemli bir zirvesidir. TKP-Sol Cephe nezdinde Suphiler, HDP şahsında THKP, tasfiye edilmektedir. Kürd ve Müslüman düşmanlığı belirli kavşaklarda buluşmaktadır. Sol Cephe bileşenleri, açıktan, “ırkçı ve dinci” partilere oy verilmemesini söylemektedir. Kürd hareketinin tüm pervasızlığı ile “ırkçı” olarak nitelenmesi, CHP’nin alanına oynamakla veya orada varolmakla ilgilidir. Bu saldırıların esbab-ı mucibesi, örgütlerin varlık imkânı buldukları CHP gerçekliğinin muhafaza edilmesidir. Aynı şekilde, CHP’nin özellikle doksanlardan beri olamadığı sosyal ya da liberal demokratlığı dışarıdan ona dayatmak da çıkışsızdır. HDP, bu çıkışsızlıktadır.

Partisiz cephe, iktidardan; cephesiz parti, sınıf ve sınıfsaldan uzaklaşmaktır. Bunlarsız devrim yolunun sürekli kesintiye uğraması, kaçınılmazdır.

Suphi ve yoldaşlarının değdiği yerler ile THKP’nin tüm bileşenlerinin değdiği yerler, mücadelenin tek müşterek vatanıdır. İkincisinin ilkinin komünist niteliğine kavuşmaması, önemli bir zaaftır. Seksenlerin ve doksanların tüm savunmacı pratikleri anlamlı ve değerlidir, ancak yetersizdir. Saldırı hattında bu savunmacılığın bıraktığı tortular temizlenmeli, enkaz kaldırılmalıdır.

THKP’nin komünist kılınması, halkın KP’sinin oluşturulması, hurucun diyalektiğine ve maddesine muhtaçtır. Bu huruc, “özel” bireylerin ihtiraslarına ve kaprislerine kesinlikle kurban edilemez.

Eren Balkır
16 Şubat 2014

13 Şubat 2014

, ,

İslam, Kürd, Sol İçin Önnotlar


1.

İslamî hareket ve Kürd hareketi sol hareketi sıkıştırıyor. Sol hareket, Gezi ile birlikte nihayet ruhuna kavuştuğunu düşünüyor. Kendisini ruh, Gezi’yi beden olarak görenler var ve bunlar ayrışıyor. Gezi İslam’a ve Kürd’e karşı olanların eline koz oluyor.

2.

Sol hareket, Gezi ile birlikte steril, kendinden menkul ve bu anlamda “özgür” olma imkânına kavuşuyor. Gezi Parkı, bir metafor olarak, solun İslam’dan ve Kürd’den kaçıp sığındığı bir yer hâline geliyor. Gezi, temel olarak, Kürd ve İslam karşıtlığının ana yatağına dönüşüyor. İslam’ı ve Kürd’ü boşa düşürmek, parçalamak, değersizleştirmek için uğraşılıyor. Zahirde değil, batında, İslam ve Kürd’de katledilene bakmak gerekiyor.

3.

Gezi, solun içinde bastırılmış İslam ve Kürd düşmanlığının dışavurumudur. Bu açıdan Kürd hareketi ile Gezi hareketini birleştirmenin imkânı bulunmuyor. Sol, kendisini bu birleştirme pratiği üzerinden tanımlayınca, öznelliğini Gezi’deki kitlenin üzerine çıkartmak zorunda kalıyor. Onu matematiksel bir işlemin parçası kılıyor. Soyut bir ezilen ya da işçi figürü, tam da gerçek Müslüman’ın ve Kürd’ün ezilmesi için dillendiriliyor.

4.

İslam ve Kürd, mecazen, sola, “sende devlet konuşuyor” diyor. Sol da İslam’da ve Kürd’de burjuvazi ve kapitalizm bulmaktan başka bir şey yapmıyor. Devlete ve burjuvaziye karşı verilen mücadeleler ayrı kompartımanlara yerleştiriliyor. Devlete karşı mücadelede kurulan ezilen, burjuvazinin; burjuvaziye karşı mücadelede kurulan işçi, devletin kucağına itiliyor. Ezilen Müslümanlardan ve işçileşmiş Kürdlerden söz edip durmanın bir anlamı bulunmuyor.

5.

İşçinin ve ezilenin karşı karşıya getirilmesi, siyasetin devlet ve burjuvazi arasındaki tarihsel-toplumsal açıya kilitlenmesiyle ilgili bir meseledir. Teorik olarak burada madde ile diyalektik düşman olmak zorundadır. Diyalektiksiz madde teslimiyetçi; maddesiz diyalektik uzlaşmacıdır. İşçinin ve ezilenin karşıt unsurlar olarak görülmesi, teslim olma ve uzlaşma meselesidir. Marksist devrimcilik için maddîlik kadar diyalektik de gereklidir. İkisinin tarihsel-toplumsal geçişmesine bakmadan yol almak mümkün değildir.

6.

Türkiye’de saf bir marksizm, sosyalizm, kemalizm, devrimcilik vs. tam da İslam ve Kürd düşmanlığı için vardır, başka bir varlık gerekçesi yoktur. Bunların bütünlüklü, yekpare, metafizik olgular olarak formüle edilmesinin nedeni, teoride, İslam’dan ve Kürd’den kaçışın, pratikte, onlara karşı mücadelenin bizatihi kendisidir. Saf teori ve siyaset, “saf ırk” gibidir. Düşmanlık ve düşmanlaştırmak içindir.

7.

İslam, solun mülkiyetçiliğinin; Kürd, solun rekabetçiliğinin önündeki temel engeldir. Engellerin aşılması, solu dolaylı olarak tanımlayan şeydir. Aşma ihtiyacı, solun kendi öznelliğini mülkiyetle ve rekabetle kuruyor olması ile ilgilidir. Sol, kendisinde ne eksikse İslam’da ve Kürd’de onu görmektedir.

8.

İslam için bu ülke mülktür, Kürd için bu ülke rekabetin konusudur. İslamcı Kürdler için Kürdistan mülktür. Komünistler için, ezilerek işçileşenler, işçileşerek ezilenler mühimdir. Ezilencilik ve işçicilik bu geçişleri, gerilimleri, çatışmaları görmemektir. Rekabetin öznesi olan sol için ezilencilik saf, mutlak, geçişsiz, bütünlüklü, dikişsiz bir devlete karşı olmanın ideolojisidir. Bu ideoloji, eşcinsel ile işçi arasında fark görmez. Mülkiyetin öznesi olan sol için işçicilik, saf, mutlak, geçişsiz, bütünlüklü, dikişsiz bir burjuvaziye karşı olmanın ideolojisidir. Bu ideoloji, subay ile ezilen arasında fark görmez.

9.

İslamcılığın mülkiyetçiliği ve Kürd’ün rekabetçiliği eleştirilmelidir. Rojava devrimci bir eleştiridir, olmalıdır.

10.

Gezi’nin tetiklediği bir politik yaklaşım, “böl-yönet”tir. Bu yaklaşım, burjuva öznellik anlayışının bir ürünüdür ve esasında özünde bir’likçidir ve çatışmaların derinleşmesine mani olur. Sadece başkalarını kendisine mecbur bıraktırmayı düşünen küçük burjuvalara seslenir. “Böl-yönet” politikası, kütlesel, bütünsel, köklü bir dönüşümün önünü almak içindir.

11.

İslam’ın ve Kürd’ün solla kurduğu negatif ve pozitif ilişki, devletin ve burjuvazinin sızdığı kimi yarıklar açmaktadır. Sola değen yerler, hemen birey olmayı, liberalleşmeyi, muhafazakârlaşmayı getirmektedir beraberinde. Devlete ve burjuvaziye karşı mücadelenin ana bileşeni değilse, kurulan ilişkilerin de bir anlamı yoktur.

12.

İslam ve Kürd, kendisine Karşı olan solun, sahip oldukları kütlesel varlığı likide ettiğini görmemektedir. Karşı olunan, İslam ve Kürd’ün siyasete geçirdiği dişlerdir. Kent, demokrasi, insan, özgürlük gibi kavramlar üzerinden yapılan, bu dişleri sökmekten ibarettir. İslam ve Kürd başlı başına şiddettir; sol, bu şiddete tahammül edemeyenlerin, onu yeryüzünden silmek isteyenlerin sahte cennetidir. Dolayısıyla, rahata, huzura, esenliğe dümen kıran Müslümanlar ve Kürdler solculuğa haset edecek, amelini solun cennetine girmek doğrultusunda biçimlendireceklerdir.

13.

Genel siyaset alanında İslam’ın ve Kürd’ün içinde olduğu tasfiye süreci, solu da tasfiye etmektedir. Gezi’nin sığınak hâline gelmesinin nedeni buradadır. O, ideolojik planda, Haziran Kıyamı’nın geri çekilme biçimidir. Geri çeken, soldaki mülkiyet ve rekabettir.

14.

Tasfiye sürecinin içinde olmak zorunludur. Ancak İslam’ın ve Kürd’ün tasfiye için soldan aldığı liberalizmle hesaplaşmak da gereklidir. İslam’ın ve Kürd’ün solun misakımilliciliğiyle ve kemalizmle dövüşmesi meşrudur, ama bu dövüşün örtük olarak solda, kırık dökük de olsa, varolan tüm sınıf, devrim ve iktidar imkânlarını tasfiye etmesine izin verilemez. Misakımillicilik karşıtlığı, özünde devrimciliğin düşmana karşı sınır çekmesine karşıt olmanın kılıfı olabilir; aynı şekilde, kemalizm karşıtlığı, özünde devrimci siyasetin tabandaki sınıflar mücadelesinin yansıması olan devlet ve burjuvaziye ait kirin-pasın temizlenmesi pratiğine karşı düşmanlığın bir bahanesi olabilir.

15.

İslam’ın ve Kürd’ün solda yerleşik mülkiyetçiliği ve rekabetçiliği tasfiye etmesine iştirak etmek zorunludur.

16.

Solun İslam ve Kürd’deki mülkiyetçiliğe ve rekabetçiliğe karşı geliştirdiği direncin parçası olmak şarttır.

17.

Eskiden sadece kitleyi gören ve ona saldıran polis, bugün kitleyi önce bireyler üzerinden parçalamayı hesaplamaktadır. Polisin artık hedef gözeterek ateş açmasının nedeni budur. Kitle içinden birilerinin isimlerinin öne çıkartılması, vitrine konulması bu tasfiyenin parçasıdır. Bireyliğinin saldırıya uğradığını görenler, kitleyi bireysel çıkarlarına âlet etmekten başka bir şey yapmazlar.

18.

Olmayan, oldurmaz; yapmayan, yaptırmaz. Sol olamadığından, İslam’ın ve Kürd’ün bir şey olmasına izin vermez. Sol, bir şey yapamadığından, bu iki dinamiğin de bir şey yapmasını istemez. Sol, olmamak ve yapmamaktır. Huzur, esenlik ve rahat için bu şarttır.

19.

Sol, İslam’ın ve Kürd’ün evrensel hümanist birey denilen öznelci, idealist kurgu üzerinden tasfiye edilmesinden başka bir şey değildir. Komünist hareket, bir yönüyle, İslam’ın ve Kürd’ün vurduğu yerde olmak ve hareket etmek zorundadır.

20.

Solun sahada gündelik varoluş mücadelesi veren Müslüman’ın ve Kürd’ün tekil hatalarını, günahlarını ve eksikliklerini genelleştirip kendi kültür âlemine servis etmesi nafile bir uğraştır. Bu uğraş, kendisine sadece gündelik politik varoluş mücadelesinden kaçanları örgütleyebilir. Söz konusu yaklaşım, kısa sürede her türden tekilliğe düşman olmakla sonuçlanacaktır.

21.

Sol, kapalı, su sızdırmaz bir birey kurgusu üzerinden olmak ve yapmaktır. Kolektif, geçişli, kırılgan, sıçramalı, parçalı bir seyir içerisinde bu olmanın ve yapmanın hiçbir hükmü yoktur.

22.

İslam’ın ve Kürd’ün sola dönük hasedi ve kini törpülenmelidir. Bu haset ve kin, solun yerine oynamaktır ki ilgili yaklaşım, İslam’ın ve Kürd’ün içerisinden sadece müstakbel solcuların dizginleri kavramasına neden olur.

23.

Müslüman’ın CHP kitlesine sızması ile Kürd’ün CHP ile ittifak görüşmesi içine girmesi aynıdır. Varlığını CHP’ye borçlu olan, kendi öznelliğini ona göre tanımlayan solcunun bu iki eylemden rahatsız olması doğaldır.

24.

Sol, bugün AKP’ye karşı CHP-MHP-Fethullah koalisyonuna tavdır. Kürd’ün içindeki solculuk, en fazla, bu koalisyonun parçası olmayı önerebilmektedir.

25.

Komünist hareket, belirli bir gerilimde olmalı, İslam’ın ve Kürd’ün gerçekleştirdiği tasfiye işlemi içinde bulunmalı, aynı şekilde solun içindeki direniş hattının başat parçası hâline gelmelidir.

Eren Balkır
12 Şubat 2014