28 Eylül 2014
23 Eylül 2014
ABD Terörizmin Anasıdır
Türkiye IŞİD’le Gizli Anlaşma Yaptı mı?
Ilımlı İsyancılar
07 Eylül 2014
Leyla Halid’le Röportaj
“Filistin Benim İçin Cennetin Ta
Kendisidir!”
Frank Barat
7 Nisan 2014
Leyla, nasılsın? Neler yapıyorsun Amman’da şu sıralar?
Özgürlük mücadelesinin, geri dönüş hakkımız ve
başkenti Kudüs olan bağımsız bir Devlet için verilen savaşın bir parçası
olduğum sürece, gayet iyiyim. Bunun yakın bir zamanda gerçekleşmeyeceğini
biliyorum, ancak yine de savaşıyorum. Burada, Amman’da, Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi’nde mülteciler ve Geri Dönüş Hakkı birimlerinin başındayım.
Altı milyon Filistinli mülteciden birisi de sensin. Hâlâ
bir gün geri döneceğinizi düşünüyor musun? Peki ya en temel hakları dahi
reddedilen ve zaman zaman Filistin’e geri dönüşlerini etkileyebileceği düşünülerek,
Lübnan’daki yaşam şartlarını iyileştirmeye çalıştıkları için eleştirilen
Lübnan’daki mültecilerin koşullarıyla ilgili ne düşünüyorsun?
Filistinliler, farklı ülkelere dağılmış durumda. Her
ülke de orada yaşayan insanlara tesir ediyor bir şekilde. 70’lerde ve 80’lerde
Lübnan’da yaşayanlar, 1982’ye dek, silahlı mücadeleye ve devrim için savaşmaya
yardım edenler kişilerdi. İsrail sürekli saldırıyor, ülkenin belirli yerlerini
istila ediyor ve buralara işgal güçlerini gönderiyordu. 1982’den sonra,
Filistinlilerin asıl hedefi, Lübnan’da mahrum kaldıkları kamusal ve toplumsal
haklarını kazanmak oldu. Bu onların geri dönüş hakkı için verilen mücadeleye
dâhil olmalarını sağlayacaktı. Filistinliler bu Geri Dönüş Hakkı meselesini
genel itibariyle bir kavram ve kültür meselesi olarak görüyorlar.
Filistinlilerin hepsi size toplumsal ve kamusal alandaki hakları için
savaştığını söyleyecektir, ancak bu kendisini Filistin’e geri dönmeye
hazırladığı anlamına gelir. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz.
Son on yılda yapılan müzakerelerde mülteci meselesi
giderek daha da demode bir mevzu haline gelmiştir; mültecilerin hakları artık
sanki vazgeçilemez haklar değil de müzakere edilebilir haklar gibi
görülmektedir. Aynısı, son raund olan “Kerry müzakereleri” için de geçerli
tabii. Sana göre, bütün bunlardan nasıl bir anlam ifade ediyor? Müzakerelerin
biteceği 29 Nisan tarihinden sonra neler olacak sence?
FHKC de ben de 1991’den beri bu müzakerelere karşıyız.
Asıl sorun iki tarafın da kendi silahlarına sıkı sıkıya bağlı olması. İsrailler,
Filistin’in dünyadaki bütün Yahudilerin vatanı olduğunu düşünüyor.
Filistinliler de bu toprakların kendilerine ait olduğundan emin ve 1947/1948’de
zorla bu topraklardan çıkarıldılar.
Bu mesele boyut değiştirince güçlerimizin eşit olduğu
düşünüldü ancak aslında İsrail’le gücümüz eşit değil (bu sadece bir yanılsama).
Önderlik Oslo görüşmelerine gitmeyi tercih etti, çünkü bunun Filistinlilerin
temel haklarını kazanma yönünde bir adım olduğunu düşünüyordu. Bazıları da
inandı buna, ancak yirmi yıl sonra buna inanmanın anlamsızlığını gördüler. Oslo
görüşmeleri bize felaket getirdi.
Şimdi her zamankinden daha fazla İsrail yerleşimi var,
Oslo görüşmeleri başlamadan önce bunun yarısı kadardı, şimdi iki katına çıktı,
daha fazla toprağa el konuldu ve tabii bir de Duvar örüldü. Apartheid duvarı.
İsrail bir apartheid devletidir.
Bugün, bu müzakerelerin amacı, Filistinlilere değil,
İsrail’e yardım etmektir. Zaten İsrail’in “müzakere” lafıyla ne kastettiğini
gördük artık. İsrail sözlerini asla tutmaz, yükümlülüklerini asla yerine
getirmez ve yalnızca Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirme projesine devam
eder. Örgütüm de, bizzat ben de müzakerelerin bu son raunduna tabii ki karşıyız.
Bilhassa şimdi. Amerikalılar, İsrail’e yalnızca yardımcı olacak bir projeyi
destekliyorlar. Amerikalıların da sponsorluk yaptığı bir anlaşma vardı;
İsrail’e Batı Şeria’daki, yerleşimlerinden vazgeçmesini ve 104 tutsağın farklı
tarihlerde bırakılması gerektiğini söylüyordu bu anlaşma. Şimdi İsrailliler
buna “hayır”, dediler, “bu anlaşmaya bağlı kalmayacaklarını, son tutsakları da
serbest bırakmayacaklarını” söylediler. Ha zaten bu arada, bırakılan insanlar
da kısa bir süre sonra tekrar hapsediliyor. İşte İsrail’in “döner kapı”
politikası dedikleri şey budur.
Politikacılar tutsakların bırakılması gerektiğini
söylüyor, ancak bu insanlar sonra yeniden tutuklanıyorlar. Pek çoğu hâlihazırda
hapisteler. Çok açık görülüyor ki İsrailliler Filistinlilerle barışmaya hazır
değil. Tabii Arapların başka meselelerle de boğuştukları için Filistinlileri
desteklememesinden de faydalanıyorlar. Dolayısıyla kimse, imzaladığı
anlaşmaları ihlal ettiğinde İsrail’i kınanmıyor tabii.
Ayrıca, Kerry ne istiyor? Planı nedir? Kimse bilmiyor.
Her şey sözlü bir şekilde ilerliyor. Yazılı hiçbir şey yok. Önderlik, Kerry’nin
teklifini reddetmelidir. Bu arada Kerry, Ramallah’a başka bir teklifle geri
dönmedi. Bu da demektir ki Filistin Yönetimi ikinci seçeneğe başvuracak ve
BM’ye geri gidecektir. Bütün bunlar üzerine, bugün, ABD böyle bir harekete
itiraz edeceğini söyledi yeniden. Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Öncelikle İsrail Devleti’nin mahiyetini düşünmemiz
gerekiyor bence. Sonra da, onların proje ve planlarını daha iyi anlamaya
çalışmak zorundayız. Üçüncü olarak da, İsrail’in bazı açılardan bizden daha
güçlü olduğunu görmeliyiz. Ancak biz de güçlüyüz. Her şey halkımıza bağlı.
İsrail’in önümüze koyduğu zorluklarla yüzleşecek irademiz var. İngilizlerin
dediği gibi “İstenirse, mutlaka bir yol bulunur.” Ben hâlâ o toprakların bizim
hakkımız olduğuna ve bunun için mücadele etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Mücadele ettik, ediyoruz ve edeceğiz. Nesilden nesle
geçecek mücadelemiz. Özgürlüğümüzü kazanmamız için gidip hayalleri uğruna
savaşacak güçlü insanlara ihtiyaç vardır. O yüzden, şu an bir uzlaşma olacağını
sanmıyorum. Amerikalılar, müzakereleri sürekli uzatmak derdindeler. Bu da
hiçbir işe yaramayacak.
Eğer müzakereler de Filistinlilere barış
getirmeyecekse, barış getirecek olan şey nedir? Önderlik ne yapmalıdır?
Direnmek! Bir halk ancak bu şekilde haklarını
alabilir. Tarih bize bunu göstermiştir. Mücadele etmeden özgürlüğünü kazanan
bir halk yoktur. İşgalin olduğu yerde direniş de olur. Bu Filistinlilerin icat
ettiği bir şey değil ki. Aslında BM’nin de desteğiyle düzenlenecek bir
konferans çağrısında bulunacağız; ama bunu salt bu organların Filistin
meselesiyle ilgili kararlarını uygulamış olmak için yapacağız.
194 sayılı karar, İsrail’i mültecilerin geri dönüşünü
kabul etmeye çağırıyor. Evet, biraz da BM’yi sıkboğaz edelim. İnsanlara bu
kararı hatırlatacak bir konferans düzenleyelim. Ama asıl sorun, gerçekleşen
müzakerelerden çıkan kararların İsrail’in tarafında olduğunu bildiğimiz Amerika
tarafından alınması.
FKÖ, Filistin Kurtuluş Örgütü anlamına geliyor. Peki,
bu sözcüklerin gerçek anlamını kaybettiğini düşünüyor musun? 2008 yılında
Bassam Şaka, bana FKÖ’nün her şeyden önce bir özgürlük hareketi olarak kendi
köklerine dönmesi gerektiğini söylemişti.
Özgürlük direnmeden kazanılmaz. Ben safımı
değiştirmedim. Örgütün başlangıçtaki programına bağlıyım. Direnişi arttırmak
üzere çağrı yapıyoruz. İnsanlar, halk direnişinden bahsediyorlar. Halk direnişi,
yalnızca eylemler, gösteriler anlamına gelmiyor. Halk silah da kullanıyor.
Savaşmaya hazır bir halkımız var.
Özgürlük için silahlı direnişi seçmiş birisi olarak,
barışçıl ve şiddet içermeyen, pasif direniş senin için ne anlam ifade ediyor?
Direniş tek boyutlu bir şey değil ki. Pek çok farklı
direniş türü olabilir. Şiddet içereni de var içermeyeni de. Pasif direniş
yollarını seçenlerle bir sorunum yok. Ülkemizi yalnızca silahlı mücadeleyle
kurtarmayacağız. Başka türlü direnişler de gerekli tabii. Siyasi direniş,
diplomatik direniş, pasif direniş. Elimizde ne varsa kullanmamız gerekiyor. On
yılı aşkın bir süredir, insanlar Bil’in’de, Nebi Salih’de gösteriler
yapıyorlar… Duvarın varlığını ve topraklarına el konulmasını protesto
ediyorlar. Peki, İsrail ne yapıyor bunun karşılığında? Şiddet, biber gazı,
bombalar… Afiş, pankart tutan insanlara karşı koca bir askerî teçhizat,
düşünebiliyor musunuz?
Her türlü direnişe destek veririm ben. Ancak tek
başına pasif direnişin bütün haklarımızı almamızı sağlayacağını söyleyemeyiz.
Karşımızda bir apartheid devleti var; bir hareket olarak Siyonizm, Amerikalılar
ve genel olarak İsrail’i destekleyen Batı var. Ancak güç dengesi değiştiği
zaman, daha farklı düşünmeye ve müzakerelere başlayabiliriz.
Kamuoyu, ezenin ve ezilenin kim olduğunu bildiği zaman
silahlı direnişi savunmak her zaman daha kolaydır. Senin 1969 ve 1970’te gerçekleştirdiğin
eylemler bu ayardaydı, değil mi? Sen, o eylemlerle Filistin’in haritadaki
yerini cümle âleme göstermek istiyordun. Filistin’in diğer yüzünü,
Filistinlilerin taleplerinin meşru olduğunu ve Filistin halkının haklı olduğunu
göstermek için yetmişlerden bu yana devam eden eğitim süreci yeterince
bilinçlenme sağladı mı?
Vietnam örneğine bakalım. Ya da Cezayir ve Güney
Afrika örneklerine. O halkların bütün dünyayı haklı mücadelelerine inandırmak
için zamana ihtiyacı vardı. Bu da epey zaman aldı. Sonunda bütün dünya, ezilen
halkların istedikleri şekilde direnme hakkına sahip olduğunu kabul etti. Hiç
kimse, bize belli bir direniş biçimi dayatamaz. Silahlı mücadeleyi biz seçtik.
Hedeflerimizi gerçekleştiremedik. Sonra intifada patladı ve bütün dünya bizi
ciddiye almaya başladı. Dünya üzerindeki bütün insanların desteğini aldık.
Ancak hedeflerimize hâlâ ulaşmadık, çünkü önderlik, intifadayı daha da ileri
götürecek, onu başka bir seviyeye çıkartacak kadar cesur değildi.
İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilmeyi
kabul etmeye hazırdı. Ancak önderlik, başarısız oldu ve bizi de hayal
kırıklığına uğrattı. İntifada, halkın seçimiydi. Direnişin ve silahlanmanın
başlangıcına bakarsanız, 1967’den sonra bunun Filistinliler için bir zorunluluk
olduğunu görürsünüz. Topraklarımızı geri alabilmek için diğer Arap ülkelerine
bağlıydık. Ancak onlar da bizi hayal kırıklığına uğrattılar.
İsrail daha fazla Filistin toprağını işgal etti. Biz
de kendi kaderimizi kendimiz yazmaya karar verdik. Silahlı bir mücadele
başlatarak. Halk şu an bir bekleyiş içerisinde, ancak bu müzakerelerin de bir
yere varmayacağını biliyor. İsrail’le olan tecrübelerimiz ona güvenilmeyeceğini
söylüyor bize. Sözlerini tutmuyorlar. Bizi sürekli tehdit ediyorlar. Ebu Mazzen
(Mahmud Abbas) barışın taraflarından biri değilmiş! Peki, kim barışın
taraflarından birisi? Şaron mu? Netanyahu mu? Bu sağcı hükümetle mi gelecek
barış? Bu, bir hükümet değil, aslına bakarsanız, bu bir çete; yerleşimcileri,
faşistleri ve ırkçıları temsil eden bir çete.
Bu yalan geçen yüzyılda başladı. Bu toprakların Yahudi
toprakları olduğu, bu toprakları onlara kutsal kitaplarının bahşettiği söylendi.
Şimdi bu, demokratik bir şey mi? 1948 yılında bütün dünya bu yalanı kabul etti.
“Tanrı bize bu toprakları vaat etti!” Sanki Tanrı bir emlakçıymış gibi! Bu, bir
sömürge projesi. Zaten süregelen sorunun temel noktası da burası.
O zaman bu mücadele, İsrail’in yerleşimci sömürgecilik
projesini, yani apartheid’ı sona erdirmek üzere. O günden sonra ne olacak
sence? Zafer gününden sonra yani? Cezayir’deki veya Güney Afrika’daki gibi bir
çözüm mü getirilecek?
Biz, her zaman daha insanî bir çözüm teklif ettik.
Herkesin eşit zeminde yaşayacağı bir yer istedik. Yahudi olur, Müslüman olur;
ben, insanların inandıkları dini önemsemiyorum. Ben, insan olmaya inanıyorum.
İnsan dediğiniz varlıklar da birlikte masaya oturabilir ve bu toprakların
geleceğine birlikte karar verebilir. Ancak şu an yaşadığım şehre geri dönme
hakkımın olmadığını kabul etmiyorum. Tıpkı 6 milyon Filistinli gibi. Oraya giremiyoruz.
Biz, insanî ve demokratik bir çözüm yolu öneriyoruz.
Hiç kimse, bana mülteci olduğumuz için ülkemizin kaderine karar
veremeyeceğimizi söyleyemez. Bildiğim kadarıyla, bize yapılan şey tarihte bir
ilk. İnsanlar vatanlarından kovuluyor ve çok uzaklardan gelen bambaşka insanlar
onların yerini alıyor. İsrailliler başka ülkelerin vatandaşları normalde.
İsrail, çeşitli örgütler dolayısıyla, 1948’den önce bir ordu yarattı, Tamam,
ama ortada bir toplum yoktu ki. Dışarıdan insanlar getirdiler.
Bugün bile, bu ülkede ve bu toplumda çok büyük
tutarsızlıklar vardır. Yahudiler, birbirinden farklı kültürlerden gelmişler ve
bir kısmı İbranice konuşmuyor bile.
Biz, daha fazla kan aksın istemiyoruz, ancak direnmek
zorundayız. Kendi vatanımızda yaşamaya hakkımız var. İsrailliler,
kıpırdamadıkları sürece bu meselenin çözülmeyeceğini fark ettikleri zaman,
çözümümüzü kabul edeceklerdir. Bazı İsrailliler artık anlamışlardır bunu. Yani
sonsuza kadar savaşmaya devam edemeyeceklerini. Hem ayrıca ne uğruna
savaşıyorlar?
Bize kadınların direnişteki rolünden bahsedebilir
misin? Eylemlerinin, mesela 1969 ve 1970’teki uçak kaçırma eylemlerinin
Filistin, dünyadaki kadınlar veya her ikisi için de bir şeylere vesile olduğunu
düşünüyor musun?
Uçak kaçırma olayları birer taktikten ibaretti.
Tutsaklarımızın bırakılmasını istiyorduk ve çok güçlü bir söz söylemek
zorundaydık. Bütün dünyaya biz, Filistinlilerin yalnızca mülteci olmadıklarını
anlatmamız gerekiyordu. Siyasi ve insanî hedefleri olan bir halktık biz. Dünya,
bize çadırlar, kullanılmış kıyafetler ve yiyecekler gönderiyordu. Bize kamplar
kuruyordu insanlar. Ama biz bundan fazlasıydık. Bugünlerde, kampların
faaliyetinin durdurulması söz konusu; çünkü bu kamplar 1948’den kaldı.
Halkımızın parçası olan kadınlar; onlar da benzer
haksızlıkları hissediyorlar elbette. Bu yüzden mücadelenin bir parçası oldular.
Kadınlar hayat verir. Bu yüzden tehlikeyi erkeklerden daha fazla hissederler.
İşin içine girdikleri zaman, devrime daha sadıktırlar aslında çünkü
çocuklarının yaşamı için de savaşırlar. İki çocuk doğurduktan sonra çok daha
iyi anladım ki onlar için savaşmak ve onlara bir gelecek sağlamak için elimden
geleni yapmalıyım. Çocuklarını kaybeden annelerin acısını paylaşıyorum.
Yani sorunuza cevap vermek gerekirse eylemlerimin hem
Filistin’e hem kadınlara tesiri oldu. Halk cephesinin sloganı şuydu:
“Topraklarımızın özgürlüğü için kadın erkek birlikte mücadele ediyoruz.” FHKC,
bu sloganı kadınlara gerilla ordusunda yer vererek hayata geçirmiştir. Kadınlar,
aynı zamanda iç cephedekileri, yani aileyi savunmada da büyük rol
oynamışlardır.
Artık yüzlerce Filistinli kadın ailesinin
sorumluluğunu taşımaktadır. Bütün bu savaşlardan, katliamlardan,
tutuklamalardan, İsrail’in ölümle sonuçlanan saldırılarından sonra kadınlar
ailelerini dağılmaktan korumuşlardır. Ayrıca, kadınlar artık eğitimliler;
çalışıyorlar, seyahat ediyorlar, üniversiteye gidiyorlar vb. Devrimden önce,
böyle değildi. Şimdi böyle ama. Ve böyle olması da gerekiyor.
Görüyorsunuz ki kadınlar mücadelenin ve toplumun pek
çok katmanında aktifler. Filistin’de de, Filistin’in dışında da bu böyle artık.
Leyla Halid: Hava Korsanı filminin yönetmeni Lina Makbul, filmin sonunda sorduğu
soruda sizin eylemlerinizin Filistin halkına her şeyden fazla zarar verdiğini
ima ediyor. Film de bu soruyla bitiyor. Sen soruya ne cevap verdin?
Bana bunu sinematografik amaçlarla yaptığını söyledi.
Ama durumdan hoşlanmadım. Çünkü insanlar, benim ne cevap verdiğimi duymadılar.
Cevabım tabii ki hayırdı! Yaptığım eylemler halkıma ve mücadelemize katkıdır.
Kimsenin kılına zarar vermedik. Bütün dünyaya bir halk olduğumuzu, haksızlığa
maruz kaldığımızı duyurduk ve bu dünya, hedeflerimize ulaşmamız konusunda bize yardım
etmek zorundaydı.
Senin de bildiğin üzere, Lina’yla saatlerce oturdum,
ona bütün hikâyeyi anlattım. Sonra bana İsveç Televizyonu’nun yalnızca bu
soruyu istediğini söyledi.
Bazen geri dönüp geçmişe bakıyor musun? Neler yapıldı,
neler yapılabilirdi; güncel durumlara baktığında, sence başka ne yapılabilirdi?
Yanlış giden neydi?
Biz, yedinci konferansı yakın zamanda düzenledik ve
duruşumuzu gözden geçirdik. Sonra dünya çapındaki ilerlemeci güçlerle
ilişkilerimizi geliştirmek üzere biz de bir program hazırladık; özellikle
Araplarla olan ilişkilerimiz adına yaptık bunu. İçyapımızı güçlendirmeye karar
verdik ve ayrıca kendi konumumu, düşünme şeklimi gözden geçirmeyi öğrendim. Her
sene, Aralık civarı, geçtiğimiz yıla bir bakarım ve sonraki yıl için bir şey
yapmaya karar veririm. Bu senenin başında sigarayı bırakmaya karar vermiştim ve
bıraktım da.
Kutlarım doğrusu!
Kararımı verdim, uygulaması benim için çok zor olmadı.
Peki, sana göre Filistin, niçin böyle bir dayanışma
hareketinin simgesi hâline geldi?
Filistin benim için cennet demek. Dinler cennetten
bahseder. Benim için cennet Filistin’dir. Filistin, yaptığımız fedakârlıkları
hak ediyor.
Türkçesi: F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak
[Le Mur Des Oreilles [“Kulakların Duvarı”] adlı radyo
programından Frank Barat’ın Leyla Halid’le 3 Nisan 2014 tarihinde yaptığı bu
özel röportaj, ilk olarak MondoWeiss’da yayımlanmıştır.]
04 Eylül 2014
Filistin’e Özgürlük, İsrail’e Boykot
Siyonist işgal devleti, 51 gün boyunca, uçakları,
tankları ve savaş gemileri ile Gazze’ye havadan, karadan ve denizden geniş ve
vahşet dolu bir saldırı gerçekleştirdi. Saldırıda 2.143 Filistinli şehit
düşerken 11 bin Filistinli yaralandı. Saldırı, on binlerce ev ve sosyal yaşam
merkezini yok ederek on binlerin evsiz kalmasına neden oldu. Filistin halkı,
saldırılara ve bu büyük acıya rağmen sergilediği onurlu direniş ile tarihsel
bir dönüm noktası yarattı.
İsrail işgal devleti, askerî üstünlüğüne rağmen,
Filistin direnişinin altyapısını çökertme, Gazze’yi silahsızlandırma, güvenlik
izolasyon bölgesi uygulama, füzelerin ateşlenmesini engelleme amaçlarının
hiçbirini gerçekleştirememiştir. Filistin halkının sergilediği toplumsal ve
siyasal direnişin yanında uluslararası BDS ve Filistin ile dayanışma
hareketinin emeği, İsrail’in tek bir güç olma denklemini altüst etmiştir.
Uluslararası yalnızlığa ve direnişe uygulanan baskıya
rağmen Filistin halkı, son noktada talep ettiği hayatî koşulların bir bölümünü
gerçekleştirmiştir. Balıkçılar için uygulanan abluka 3 milden 6 mile çıkmış,
sınır çiftçileri için İsrail’in belirlediği 2-3 km.lik güvenlik hattı 50
metreye inmiştir. İnsanî ve maddî geçişlere uygulanan koşullar
hafifletilmiştir. Mısır, İsrail ile 1979’da imzaladığı Camp David anlaşması
maddelerini bozarak Refah kapısını İsrail’in komutası altında değil, Mısır ile
Filistinliler arasında bir mesele olarak tanımlamıştır. Bu maddî kazanımların
yanında, Filistin halkının başka bir kazanımı, Filistin'in nihaî özgürlüğü
yolundaki temel mücadele hattının direniş hattı olduğunun yeniden gösterilmesi
olmuştur.
ABD değil, Mısır aracılığı ile yapılan müzakerelerde,
daha önce Oslo anlaşmaları gereği İsrail işgal devletinin kabul ettiği ama
pratik olarak izin vermediği liman ve havaalanı bir ay sonraya ertelenmiştir.
Filistin halkının da belirttiği gibi, İsrail bu koşulları geçiştirmeye devam
edecektir. Bizler de Filistin halkının bu taleplerinin takipçisi ve destekçisi
olacağımızı belirtiyoruz.
Filistin’de Direniş Filistin Halkının Bütünlüğüdür
İsrail saldırganlığı ve bitmeyen işgal acısına karşı
Gazze’de, Batı Şeria’da, 48 Topraklarında, Kudüs’te ve diasporada yaşayan
Filistin halkının tamamının katıldığı direniş süreci, işgale karşı Filistin
halkının ortak iradesini ve kaderini göstermiştir. Gazze’deki direnişi yürüten
Hamas, FHKC ve İslamî Cihat örgütleri, direnişin politik birliğini gösterirken,
direnişin temel unsuru Gazze, Batı Şeria ve İsrail zorunlu vatandaşı 48
Filistinlilerinden müteşekkil Filistin halkının bütünü olmuştur.
Batı medyası içinde kimi mecralar, İsrail
saldırganlığına doğrudan destek vermenin zorluğu karşısında İsrail saldırısının
tüm Filistinlilere değil, sadece Hamas’a yönelik olduğu yönündeki İsrail
propagandasına başvurdu. İsrail yanlısı Batı medyasının çizdiği Filistin
tablosu, neredeyse tıpkısı ile, İslamî bir ideolojiden yola çıkarak Filistin’i
destekleyen Türkiye hükümeti perspektifli medyada da görüldü. Filistin
direnişini Hamas’tan ibaret gösteren bu iki medya anlayışı İsrail
propagandasını desteklemiş ve Filistin halkı ve toplu direnişini yalnızlığa
mahkûm etmiştir. Aynı zamanda Türkiye’de muhalif basın da nesnel bilgi kaynağı
eksikliğinden dolayı aynı propagandayı pekiştirmiştir.
Şunu hatırlatmak isteriz: Filistin direnişi Hamas,
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, İslamî Cihad, el-Fetih, Filistin Demokratik
Halk Kurtuluş Cephesi gibi farklı politik eğilimler taşıyan ve İsrail işgaline
ve saldırganlığına karşı birlikte hareket edebilme yeteneğine sahip olan
çeşitli örgütlerden oluşuyor. Aynı zamanda, Filistin ve Filistin direnişi
sadece Gazze ile sınırlı olmadığı gibi İsrail’in saldırganlığı da sadece Gazze
ile sınırlı olmamıştır. Medya çalışanlarını bu saptırmalara karşı gerçek ve nesnel
bir Filistin haberciliğine çağırıyoruz.
Öte yandan, direnişin tamamı İslamî temelde hareket
etmediği gibi, bütün Filistinliler Müslüman da değildir. Örnek vermek
gerekirse, Türkiye’de her kesimden entelektüelin büyük saygı duyduğu Edward
Said Hıristiyan’dır, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurucularından Corc
Habeş Hıristiyan’dır, Abnaa Balad Hareketi’nin önemli isimlerinden Yoav Bar
Filistinli bir Yahudi’dir. Ayrıca, bütün dünyada, ta en başından beri Filistin
direnişini ve kurtuluşunu destekleyen Uluslararası Dayanışma Hareketi sadece Müslümanlardan
oluşmaz. Son saldırı sırasında da, dünyanın birçok ülkesinde sokağa
dökülenlerin ezici çoğunluğu Hıristiyan ve Yahudi inancından ya da Hıristiyan
ve Yahudi kökenliydi, özellikle ABD’de İsrail saldırganlığına karşı çıkan
entelektüellerin önemli bir kısmı Yahudi inancından ya da Yahudi kökenli. Bunun
yanı sıra, dünyanın pek çok yerinde Yahudiler İsrail karşıtı gösteriler
düzenledi. Filistin davası, yansıtılmaya çalışıldığı gibi bir din savaşı değil,
emperyalizmin bölgemizdeki süreğen saldırganlığı karşısında bir halk
direnişidir.
AKP Hükümetinin Filistin ile Dayanışması Şovdan
İbarettir
İsrail; uluslararası hukuku hiçe sayarak sürdürdüğü bu
saldırganlıkta cesaretini, uluslararası alanda kendine tanınan dokunulmazlıktan
alıyor. Bu dokunulmazlık yalnızca ABD’den değil, Türkiye gibi sözde
Filistin’den yana tavır alan, ancak İsrail ile askerî ve ekonomik ilişkileri
ilerletmekten geri durmayan bölge ülkelerinden de kaynaklanıyor. İsrail işgal
devleti, işlediği aleni suçlarından dolayı cezalandırılmak yerine Filistin
halkı üzerinde denediği silah teknolojisi karşılığında ödüllendiriliyor.
Gazze saldırısına karşı propaganda seçime kadar devam
ederken, AKP hükümeti seçim sonrası adeta bir suskunluğa bürünmüştür. AKP’nin
sözel tavrı, tıpkı BM’nin 70 küsur yıldan beri aldığı, İsrail karşıtı olup da
hiçbir yaptırımı olmayan kararlara benziyor ve söylemden ibaret olduğu da
aşikâr. FHKC ve İslamî Cihat liderleri gibi Filistinli kimi örgütlerin yaptığı
açıklamalar, Filistinlilerin Türkiye’nin rolüne nasıl şüphe ile baktığını
gösterirken, Türkiye hükümetinin, İsrail ve Mısır koşullarını kabul etmesi için
Hamas’a baskı uygulaması da gündeme gelmiştir.
BM’nin sahte tavrına benzer şekilde davranan Türkiye
hükümeti, boş sözlerin ardından Gazze’ye maddî yardım götürmekle görüntüsünü
temizlemeye çalışmıştır. 1948’den bu yana (BM, ABD, AB, Arap Körfezi vb.
taraflardan), İsrail’e gerçek bir yaptırım uygulamaksızın Filistin’e gönderilen
maddî yardımın Filistin’deki işgale karşı mücadeleye stratejik bir faydası
olmamasının yanında Türkiye’de Gazze için toplanan yardımların nasıl ve ne
kadar toplandığı ve Gazze’ye ulaşıp ulaşmadığı konusunda birçok soru işareti de
uyandırmıştır.
İsrail’e Boykot Girişimi Türkiye’de
İsrail’i Tecrit Kampanyası’nın Öncülüğünde
2009 yılında kurulan Filistin İçin İsrail’e Karşı
Boykot Girişimi bugün tarihsel bir dönemden geçiyor. 5 yıl boyunca Filistin’le
gerçek bir dayanışma ilkesiyle verdiğimiz emek, inşa ettiğimiz şeffaf ve nesnel
bilgiye dayalı çalışmalarımız ve uluslararası BDS ilkeleri doğrultusunda
yürüttüğümüz mücadele ile kurduğumuz bağlantılar sayesinde Boykot Girişimi bu
yıl yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Bu yıl gerçekleştirdiğimiz eylem, basın
faaliyetleri, TBMM görüşmeleri, kurum ve örgütler ile ortak çalışmalarımız, Türkiye-İsrail
ilişkilerini Türkiye gündemine ilk defa ciddi bir şekilde oturmuştur. Filistin
ile gerçek bir dayanışma hattının örülmesi için çaba gösteren birçok taraf ile
bağ kurmaya çalışan Girişim bu dönemde gerçek temaslar kurmayı da başarmıştır.
Bu çizginin söylemi, Filistin ile gerçek dayanışmanın,
İsrail’in tecrit edilmesi ve İsrail’le askerî ve ekonomik ilişkilerin
kesilmesiyle olacağı düşüncesi etrafında toplanmaktadır. Bu söylem Türkiye’de
bu kadar yaygınlaşmış ve AKP’yi ilk defa bir savunma tavrına itmişse (bkz.
Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün 23 Temmuz tarihli açıklaması)
bunu önemli ölçüde, 2009’da Türkiye sol hareketinin ve işçi sendikalarının
emeğiyle geniş bir koalisyon olarak kurulan “Boykot Girişimi”nin bu söylemi gerekli
argümanlarla temellendirmesine ve bu çizgiyi benimseyen hareketlerin medya ve
diplomatik taraflarla temas kurarak yaygınlaştırmasına, bu ortak emeğe
borçluyuz. Boykot Girişimi’nin, İsrail’in son saldırısında, ancak hükümet
tarafından yönlendirilerek harekete geçen hükümet ideolojisine yakın
kurumlardan önce harekete geçmiş olması da Türkiye’deki Filistin ile dayanışma
dengelerinin değişmekte olduğuna da işaret ediyor.
Hükümet ve hükümet ideolojisine yakın olduğunu
düşündüğümüz, sözde Filistin’le dayanışma söylemine sahip başka çevrelerin
yaygınlaştırmaya çalıştığı boykot söyleminin, Girişim’in savunduğu ve birçok
siyasi tarafın da benimsediği gerçek boykot ilkeleri ve anlayışını arka plana
atmak için yaratıldığı aşikârdır. Filistin ile dayanışmayı neredeyse dua etmeye
ve Coca Cola’yı boykot etmeye indirgeyen bu perspektifle askerî ve ekonomik
ilişkilerin örtbas edilmesi bekleniyor. Bizler bu çalışmaların takipçisi olacağımızı
ve Türkiye’de gerçek ve ilkesel bir Filistin’le dayanışma hareketi yaratmak
için tüm imkânlarımızı seferber edeceğimizi belirtiyoruz.
Mücadeleye Devam
Kuşkusuz Filistin davası, dünya ezilen halklarının
tarihsel bir simgesidir ve birçok coğrafyada Filistin meselesi kimin hangi
safta olduğunun bir göstergesi olarak, Arap halkı başta olmak üzere Ortadoğu
halkları gözünde turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Bu nedenle sadece
Türkiye’nin değil, birçok başka ülkenin de iç gündemi olarak görülmektedir.
Türkiye hükümetinin de Filistin davasının bu konumlanışından faydalanarak
İsrail’e fevri sözlü tepkiler göstermesi, hem Türkiye kamuoyu hem Arap ve İslam
dünyasına yönelik propagandasının önemli bir parçasını oluşturmaktadır.
Filistin davasının bu anlamda, gerçek bir dayanışma
gösterilmeden bir rant meselesi olarak görülmesine karşı mücadele eden Boykot
Girişimi, hem bu perspektife karşı ilkeli bir dayanışma söylemi oluşturmaya hem
de işgal devleti ile çeşitli düzeylerde süren ortak askerî teknoloji gelişimi
çalışmalarını ve ticarî ilişkileri hedef alan kampanya ve teşhir sürecine devam
edecektir.
Filistin halkına 2008 yılındaki ve Mavi Marmara
saldırıları ardından Türkiye’nin İsrail’den Heron uçakları alımına karşı
çeşitli kampanyalar yürüten Boykot Girişimi; hâlâ iptal edilmemiş askerî
ilişkilerin ve aynı zamanda, MAN, THY, İTÜ, OTOKAR, Bankpozitif ve Zorlu Grubu
gibi kamu ve özel kurumların İsrail ile yaptığı askerî teknoloji ve ticarî
ilişkilerin takipçisi olacaktır. Bu çizgide, İsrail ile askerî ilişkilerin
kesilmesi için başlattığımız imza ve eylem kampanyamız önümüzdeki dönemde hız
kesmeden devam edecektir.
İsrail işgal devleti, geçtiğimiz günlerde ateşkes
anlaşmasını ihlale devam etti. Aynı zamanda Batı Şeria’da el-Halil ve
Beytullahim kentlerinde 4 bin dönüm araziye el koyarak 30 yıldan beri en büyük
Filistin toprağı parçasını aldı. Uluslararası hukuku hiçe sayarak
yerleşim-işgal bölgeleri inşa etmeye ve Gazze ablukasını devam ettirirken
Filistinli bedevilerin evlerini yıkmaya devam ediyor. Filistin halkı ise Batı
Şeria ve Kudüs’te işgale karşı mücadelesini sürdürüyor. Irkçı apartheid
devletinin saldırganlığını durdurmak için en sahici uygulama İsrail devletini
abluka altında tutmaktır.
Son olarak Boykot Girişimi olarak, Filistin halkının,
başta Filistinli mültecilerin toprağına geri dönmesi, işgale son verilerek
bağımsız bir Filistin devleti kurulması ve ırk ayrımcı apartheid sisteminin
sona ermesi için yürüttüğü mücadeleye destek vermekten gurur duyduğumuzu
belirtmek isteriz. Aynı zamanda, İngiltere ve ABD’de yakın bir zamanda, İsrail
ile işbirliği devam eden askerî üretim yerlerini işgal eden ve İsrail
gemilerinden malların indirilmesini engelleyen ve hızla büyüyen uluslararası
BDS hareketinin bir parçası olmaktan da gurur duyuyoruz. Bu onurlu mücadelede,
Türkiye’de örülmesi gereken Filistin ile gerçek bir dayanışma hattını
pekiştirmeyi, halkların kardeşliği ilkesi üzerinden kurulacak kalıcı Ortadoğu
barışı için önemli bir mücadele stratejisi olarak görüyor ve hayata geçirmeye
devam edeceğimize söz veriyoruz.
İsrail’e kalkan olan, İsrail ordusu ile kârlı ticaret
peşinde koşan, bu ticarete göz yuman, İsrail’le tatbikat yapan bir iktidar
Filistin’e dost olamaz;
Bu askerî anlaşmalara, bu kanlı ticarete, bu kanlı
işbirliğine son verin!
Türkiye İsrail arasındaki ekonomik, diplomatik,
askerî, akademik ve kültürel ilişkilere son!
Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot!
Filistin İçin İsrail’e Boykot Girişimi
04 Eylül 2014
03 Eylül 2014
Tartı
Bir değil, beş değil; Gezi, Türk solu, sosyalist
hareket konusunda Kürt özgürlük hareketinden kim ağzını açsa, aynı tartı işlemi
devreye giriyor. Diyelim ki yazıda Gezi’den bahsediliyor, garip bir şekilde,
“orada kimileri yaralandı ama Kürdistan öyle mi” deniliyor hemen ardından. Bu
yarışçı, rekabetçi kafanın kime faydası olabilir ki?
Son dönemde gündeme gelen Erdoğan’ı alkışlama meselesinde
de Selahattin Demirtaş, Ezgi Başaran’a verdiği röportajda, gene aynı tartıyı
devreye sokuyor: “Yine olsa yine alkışlarım. Buradan yola çıkarak kıyamet
koparmak, ‘Berkin Elvan’ın annesine ihanet ettin’ demek, kimsenin haddine
değildir. Bunu söyleyen kişiye şunu hatırlatmak isterim: 50 bin kişi öldü, PKK
ile devlet arasındaki savaşta.”[1]
Berkin’in adı geçince neden akla hemen “50 bin şehid”
geliyor? Neden ölü sayıları, acılar yarıştırılıyor, soran yok. 50.000’inin 1’den
büyük olduğunu bildiğini kimlere ispatlamaya çalışıyorlar, belli değil. Bu
yarışın diğer tarafının da Berkin’in resmini Küba duvarlarına çizmesi de aynı
mantığın ürünü. Ölüleri yarıştırmanın kime faydası var?
Misal, İhsan Eliaçık için türlü tezvirat üretiliyor,
türlü karalama yapılıyor, bunların nereden kaynaklandığı da belli. İhsan
Eliaçık hiçbir şey değilse, yazdıkları “beş para” etmese bile, o aslında,
yıllar önce bir TV kanalında MÜSİAD başkanına “biz, siz zengin olasınız diye mi
mücadele ettik!” diyen öfkenin adıdır. Dolayısıyla, Eliaçık’a yönelik
saldırının kaynağı, öz itibarıyla bu cümledir. Onun bu cümleden gayrı bir anlamı
yoktur.
Aynı minvalde, “o 50 bin şehid siz zengin olasınız,
büyük burjuva siyaset pazarında arz-ı endam edesiniz diye mi verildi?” sorusu
da meşrudur. Şehidlerin, mücadelenin, bugünün yüksek burjuva siyasetine âlet
edilmesine direnmek artık mümkün müdür, soru budur.
İMC TV’nin müdavimi olan bir sosyolog var: Bülent
Küçük. Bu arkadaş her cümlesine “ben bir sosyolog olarak” diye başlıyor ve gene
aynı şekilde bitiriyor sözünü. Kendisini o cahil hâliyle sosyolog yapanlara
bağlılık yemini ediyor aslında. Bilmediği konularda da ahkâm kesmeyi seven bu
arkadaşın, futbol gibi konularla kurduğu analojilerle süslediği konuşmalarında,
tuhaf bir sosyoloji dersi verme alışkanlığı var. Küçük’e göre, CHP dâhil, HDP
dışındaki tüm sol, “ergen siyaseti” yürütüyor. Son cumhurbaşkanlığı seçimi ile
ilgili olarak, örneğin Halkevleri’nin siyasetini de “ergen siyaseti” olarak
niteleyenler olmuştu. Bu dil, yıllar önce İhsan Eliaçık’a işaret ederek, “biz
işi ehline veririz” diyen Tayyip Erdoğan’ın diline benzemiyor mu? Burjuva siyasetini
“ergen ve kâmil” diye ikiye ayırıp aralarında hiyerarşi kurmak, kâmil siyaset
olarak kendisine işaret etmek, neyin çözümü?
Bir yandan ergenlikle bir yandan da yeterince ölmüş
olmamakla eleştirilen sol siyaset ise başka bir kamp kurmakla meşgul bu aralar.
Birliğin havada, özel şahıslar arasındaki özel anlaşmalara dayalı bir pratik
olduğu zannediliyor bu aşamada. Sokaktan, fabrikadan, tarladan, kampüslerden,
liselerden, hayatın tüm kılcal damarlarından bu yana doğru kurulan pratik bir
birlik sürecinden, örgüt ve STK tepelerindeki her şef korkuyor. Dükkânlarının
değersizleşmesinden çekiniyor. HDP ise Avrupa’dan getirilip mahallenin ortasına
dikilmiş AVM gibi, bu dükkânları tedirgin ediyor. Dolayısıyla, esnaf-zanaatkâra
has, basit, sığ bir ideolojik tepkinin oluşmasına neden oluyor. Müslüman’ı
görünce laikliğini, Kürd’ü görünce Türklüğünü hatırlayan bu çevre, altı boş bir
sınıf putu önünde eğilmeye çağırıyor herkesi. Kimlik siyasetine karşı olan bu
çevre, özünde, işçi sınıfını kimlik olarak gördüğü için direnç geliştiriyor.
İşçinin ne’liğine değil kim’liğine değer vermesi, onun küçük burjuva
niteliğinden kaynaklanıyor.
HDP tarafı, örneğin İMC TV’ye kim çıkıyorsa, tonla laf
sıralıyor ve özünde “hepiniz Apocu olun” diyor. İyi de hangi dönemin hangi
“Apo”sunun peşinden gitmek, bizi kurtuluş yoluna sokacak? Vefatı üzerine mektup
yazdığı Murray Bookchin, İkinci Dünya Savaşı sonrası troçkizmden dönen, düşmana
her yönden teslim olmuş, tekellerin tayin ettiği eksik ve yanlışlara göre
sosyalizm pratiğini eleştiriye tabi tutan ve yıllar önce aşılan belediyeciliği
allayıp pullayan bir isim. Tamam, Marksizm, ergen, geri, yavan ve birey
karşıtı, şimdi artık Bukçinci mi olalım? Marksist olmamıza az da olsa izin
varsa, bizi neyin Bukçinci yapmaya çalıştığını sormayalım mı?
Bu dönemde batıya yönelik bir PR çalışması yürütüldüğü
belli. Söz konusu aşamada Türkiye solu “yeterince ölünüz yok” diye eziliyor,
sonra da Öcalan’ın ve başkalarının ağzından, “ben siz ölmeyesiniz diye
uğraşıyorum” sözü duyuluyor. Bu ülkenin “ben olmazsam, 12 Eylül dönemi öncesine
dönersiniz” diyen bir Özal’a ve böylesi bir milada ihtiyacı var mı, soru bu. Ve
“neden ölçü, ölümden ve ölü sayısından çekiliyor?”, bir başka soru. Ölümle
korkutulduğumuzda sıtmanın çilesi biraz azalacak mı?
Egemenlerin kestaneleri elini yakmadan topladığı
bilinen bir gerçek: Kürd’ün ensesindeki ölümü, batının mazlumuna ve
sömürülenine bir sopa gibi sallayan nedir? Kader birliğine ikna olmak için
sıtmaya rıza gösterdiğimizi haykırmamız mı gerek? Cümle âlem HDP’li olunca, HDP
AKP’ye karşı daha kâmil ve daha devrimci bir siyaset mi güdecek? Bunun sınıfî,
devrimci güvenceleri mevcut mu?
Bugün batıya yönelik söz konusu argümanlara dayalı
yürütülen “PR çalışması” üzerinden, kimlik siyaseti ile sınıf siyasetine dair
teorik ama boş tartışmalar kaplıyor ortalığı. Ertuğrul Kürkçü,
milletvekilliğinin diyeti olarak diyor ki, “Öcalan’ın Ortadoğu vizyonu,
Komintern’in ve Ekim Devrimi’nin doğu vizyonu ile aynı.” Basit bir işlem, basit
bir analoji gerçek zannediliyor, bir illüzyonla Kürd hareketi kafadaki şablonda
Ekim Devrimi’nin yerine yerleştiriliyor. Bu, Kürkçü’nün hiç Ekimci olmadığının,
hayatının hiçbir evresinde Leninist bir mücadele vermediğinin de delili.
Samanlık seyranmış hep meğer!
HDP içerisinde olan da olmayan da basit analojilerle
işlerini yürütüyorlar. Analoji, teorik işlemde işe yarıyor ama gerçeğin ta
kendisi zannedildiğinde, açmaza sürüklüyor. Örneğin Bülent Küçük, örtük olarak
Lenin’in Ne Yapmalı? isimli çalışmasında ekonomistlerle yürüttüğü
tartışmaya atıfta bulunuyor, analoji kuruyor ve orada “işçi sınıfı” sözcüğünün
geçtiği yere “Kürd”ü koyuyor, böylece HDP dışı solu mat ve mas edebileceğini
düşünüyor. Bu işlemle, HDP’yi eleştiren herkese “liberal” yaftası yapıştırma
imkânı buluyor. Ekonomistlerin “işçi sınıfı salt ekonomik mücadele versin,
siyaset yapmasın” lafına atıfla, kendince bugün de liberallerin “Kürd, Kürd
mücadelesi versin, başka bir işle uğraşmasın” dediğini varsayıyor. Bunca taklaya
gerek yok oysa: kendi partisindeki cümle liberal, kendi siyasetini Kürd
üzerinden yapmakta epey mahir.
Söz konusu analoji denemesi üzerinden, bu tip
isimlerin ağzından çıkan şu cümlenin de altı boş olduğu anlaşılıyor: “Kürdler
proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” Bu, doğru yanlış, eksik fazla, bir
biçimde sınıf siyaseti yürütme derdinde olana tahakküm kurma, onu kendi
hegemonyasına tabi kılma amacını güdüyor. Sınıf siyasetinden gelen Veysi
Sarısözen’in bugün Alman ve Fransız emperyalistlerinin kendisine silâh
vermesini, peşmergeye vermemesini istemesi, ancak bu sayede mümkün olabiliyor.
“Kürdler proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” önermesi, “ey sınıfçılar, fazla
gevezelik etmeyin de Kürd’e biat edin, baksanıza sosyolojik olarak işçi
dediğiniz de Kürd zaten” demeyi ifade ediyor. Tamam işçileri de siz alın ama
işçi sınıfı mücadelesi vermek, burjuva iktidarını yıkmak ve proleter bir
iktidar kurmak gibi arzularınız var mı? Yoksa bu tahakküm işlemi, Alman ve
Fransız emperyalistlerinden silâh dışında sermaye ve kredi kartı almayı istemek
anlamına geliyor olabilir mi?
Ortada duran tartı, önce karşı tarafı ölü sayısıyla
ezmeyi, sonra da “ben siz ölmeyesiniz diye uğraşıyorum” deyip ikna etmeyi
anlatıyor. “Ben o gün yaşasaydım, Mustafa Suphiler ölmezdi” diyen bir
anlayışın, bugünde Suphilere özgü huruca izin vermesi mümkün değil. Kurulan
analoji, fikrî düzeyde kabul görmüş demek ki: Çünkü Suphilerin Anadolu’ya
gelmelerine ilk itiraz eden de, Kemalist cumhuriyetle açık ve gizli anlaşmış
olan, Moskova ve Komintern!
Özal’ın diri tuttuğu 12 Eylül sendromu, özel olarak
orta sınıflara hitap ediyordu. Aynı yaklaşımın bugüne sunulması, Gezi’yle
yırtılan perdeyi tamir edecektir. O perdenin yırtılan yerinde Soma’nın ışığı
görülür. Ama onu gören de bisiklet yolları, eski Kemalist Halkevci pratiği ile
bu yırtığı dikmektedir.
Tartının bir kefesinde sınıf siyaseti, bir kefesinde
de kimlik siyaseti durmaktadır. Kimliklerin proleterleşmesi, proleter kimliğin
güç mücadelesi vermesi, bu tartıyla anlamsızlaştırılmaktadır. AKP’ye direnç
gösterecek olan da budur: HDP’yi dölleyen rahim, maalesef, proleter kavga,
kavgalı kimlik değildir.
Sınıf siyasetinin ve kimlik siyasetinin karşı karşıya
getirilmesi, tartıya vurulması, küçük burjuva bir pratiktir. Kürd, gelinen
noktada, sınıf siyasetinin alt başlığı olmayı içine sindirememekte, ülke
bütünlüğünün basit ve tali bir bileşeni olmayı istememektedir. Alkış vak’ası
sonrası HDP cenahında karşı tarafa yönelik yükselen öfkenin sebebi budur. Sınıf
siyaseti de aynı şekilde Kürd’ün tahakkümüne direnmektedir. Bu da, sınıf içi
dinî, millî kırılmaları; Kürd içi sınıfî mücadeleleri görmememize neden olacaktır.
Kürd’ün mutlak bir bütün olarak muhafaza edilmesi istemi, efendilerle yürüyen
müzakerenin ve kavganın gereğidir. Ama bu istem, ancak proleter bir kavganın
yükselmesi şartıyla bir anlam kazanacaktır.
Silâh ve şehid sayısına indirgenmiş bir siyaset,
bireyci, liberal tepkiler üretmeye mecburdur. Ölçünün oradan çekilmesi,
kolektif, kitlesel yönelimleri önemsememekle sonuçlanır. Demirtaş’ın AKP
seçmenine “halk” payesi verip diğer 48’e vermemesi, “AKP tabanından adam
çalabilecek tek yapı HDP” yorumlarına neden olmaktadır. Bu yorumları ise kendi
saçlarından tutup kendisini AKP tabanından kurtaran liberaller yapmaktadırlar.
Bu ulvî çıkışın gerçekleşmesi ise ancak özel insanlara mahsustur. Bu özel
insanlar, burjuva siyaset pazarında olmayı sever, orada yer kapmaya bakar, adam
yurduna konulmak ister, paye almayı bekler, ikbalini gözetir, kariyerini
parlatır, bireysel varlığını yüceltir, kendisine toz kondurmayacak pozisyonlar
alır, hiçbir işe örgütlenemez, sadece kendi yaptığını tanır, bildiğini bilir,
her şeye kendisi ölçüsünde değer verir ya da vermez vs. Böylesi bir bireyin
halkı, CHP ve AKP’nin ötesinde, sömürüye ve zulme karşı herhangi bir biçimde
direnen, varolmaya çalışan, mücadele eden herkesin teşkil ettiğini anlaması
beklenemez. Ona el edilir, koşarak CHP’ye gider, işmar edilir HDP kapısını
aşındırır. Burjuva siyaset alanını parçalayacak proleter siyasetin imkânlarını
bu bireylerde değil, halkta bulmak zorunludur.
HDP, bu anlamda sadece etnik, dinî ve sınıfî
varlığından sıkılmış bireylere hitap edebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz
üzere, Nurtepe’de Cephe’ye yönelik saldırı, özünde örtük olarak PKK’ye yönelik
bir saldırıdır. Cemil Bayık’ın Cihangir çıkışı da bu tespiti teyit etmiş,
Cephe’ye edilen küfürler bu sefer Bayık’a yöneltilmiştir. Bu aşamada Bayık,
“despotizm, gerontokrasi” gibi eleştirilerin muhatabı olmuştur. Yasakçılık
eleştirisi, geleceğe yönelik olarak, PKK için dillendirilmiştir. Oysa Bayık da
muhtemelen Kandil’i kenara iten kimi orta sınıf tavırları eleştirmektedir. Bu
iç tartışmanın çeşitli mecazî ifadelerle süren seyrinde, Erdem Yörük’ün “evet
doğru, HDP kenar mahallelere gitmeli” diye bozuk saat misali tekrarladığı cümle
anlamsızdır, zira HDP, doğası gereği, kenar mahallelere gidemez. Yörük, kendi
sosyoloji bilgisinin gerçekte bir karşılığının olduğunu zannedebilir ama o
bilgi yekûnunun emekçinin canına, ruhuna değmesi mümkün değildir.
“Benim bedenim, benim kararım” diyen bir zihniyetin
kendisini tek kolektif beden olarak kurduğu emekçi mahallelerine
söyleyebileceği bir şey yoktur. Bu dönemde sırtını Kürd’ün kitlesel varlığına
dayandırmış sosyolojiler, ampirisisttir ve boştur.
Eren Balkır
3 Eylül 2014
Dipnot:
[1] Ezgi Başaran, Demirtaş Söyleşisi, 2 Eylül 2014, Radikal.
IŞİD ve El-Kaide
IŞİD ve El-Kaide: Benzerlikler ve
Farklılıklar
Suudiler, Irak-Şam İslam Devleti denilen olguyu tecrit
etmek ve onu günümüz Arap politik kültüründeki unsurlarla (ya da Amerikan dış
siyasetinin konuyla ilgili mirasıyla) ilişkisiz bir gerçeklik olarak sunmak
için hararetli bir gayret içerisindeler.
Suudi prenslerine bağlı tüm propagandacılara
(özellikle İngilizce) yazılar yazmaları ve (“Arap ruhu”, politik Arap halkı”,
“Arap kültürü”, “Suriye ve İran rejimleri”, “Hizbullah’ın silâhları” ya da
“Arap zihniyeti” gibi) muhtelif konularda IŞİD denilen olguyu suçlamaları
yönünde kesin talimatlar veriliyor. Ancak bu çaba boşuna. Zira IŞİD de El-Kaide
gibi Vehhabi Suudi ideolojisinin bir ürünü. Dünyayı kasıp kavuran muhtelif
cihadî terörist örgütlerin arkasında bu ideoloji var. Ama ABD hükümeti bu
bağlamda hiç suçlanmıyor: Cihadî canavarın doğumuna yol açan, Suudi
Arabistan’ın Vehhabi ideolojisi ve onunla Soğuk Savaş (sonrasında da Irak’taki
mezhebçi komplo) süresince kesişen ABD doktrini.
IŞİD ve El-Kaide, Suudi krallık ailesiyle aynı
ideolojiyi paylaşıyor ama dış siyaset konusunda aileyle anlaşamıyor. Bin
Ladin’in hikâyesi herkesçe biliniyor: Ladin, Irak’ın ABD tarafından işgal
edilmesine ve Suudi krallık ailesinin ABD’yi bölgedeki muhtelif ülkeleri işgale
davet etmesine dek tüm Suudi prensleriyle arası iyi olan bir isimdi. Onun
öncesinde Bin Ladin, Suudi Arabistan’daki politik yapının üst düzey üyelerinden
biriydi. Bugün IŞİD’in kontrolündeki bölgelerde Suudi okullarında kullanılan
aynı Vehhabi edebiyatına başvuruluyor. Katı hükümler içeren ama öte yandan
şüpheli kabul edilen Hadislerden ve bu Hadislerin Muhammed ibn-i Abdulvahab
tarafından yapılan yorumlarından oluşan Kitabu't Tevhid, IŞİD, El-Kaide
ve Suudi Sarayı için bir tür “kutsal kitap”.
IŞİD ve El-Kaide, birbirine benziyor ama kimi
yönlerden iki örgüt arasında belirli farklılıklar var. Aşağıdaki liste, bu
farklılıkları ve benzerlikleri veriyor:
1) El-Kaide, hitabeti güçlü, karizmatik bir lidere
sahipti. Bu lider, dost fanatikleri ve genç Arapları teşvik etme noktasında
becerikliydi. Diğer yandan IŞİD ise karizmatik bir lidere sahip değil;
halifesi, ilk televizyon konuşmasında çuvalladı mesela.
2) El-Kaide’nin merkezî idaresi Bin Ladin’in ve
vekillerinin elindeydi, IŞİD’de ise, görüldüğü kadarıyla, kolektif liderliğe
dayalı bir örgütlenme tarzı var.
3 Maurice Duverger’in politik partilerle ilgili
yaptığı ayrıma sadık kalırsak; El-Kaide, gerçek müminleri arayan elit bir küçük
örgütlenme, IŞİD ise (ki tehlike de buradan kaynaklanıyor) ülkeleri yönetmek
isteyen bir kitle partisi/ordu.
4) El-Kaide, batılı hedeflere çarpıcı saldırılar
düzenleme konusunda uzmanlaşmıştı, IŞİD ise korku salmak ve askerî zaferler
elde etmek için korkunç görüntüler vermek istiyor. Suriye ve Irak’ta
düşmanlarının kalplerine düşürdüğü korkuyu küçümsememek gerek.
5) IŞİD, kendi yurdunda savaş vermeye odaklanırken,
Bin Ladin, ABD ve Batı ile mücadeleye odaklanıyordu.
6) Her iki örgüt de Vehhabi ideolojisini paylaşıyor.
7) İkisi de El-Ezher ve Riyad’daki dinî kurumlardan
nefret ediyor.
8) İkisi de Müslümanları katletmeyi kolayca
meşrulaştırabiliyor.
9) İkisi de internet (veya TV) üzerinden yürüttükleri
propaganda faaliyetlerinde gençleri hedef alıyorlar.
10) El-Kaide eski tarz medyaya, IŞİD ise yeni medyaya
bel bağlıyor.
11) IŞİD, gençler arasında kampanya yürütmeyi esas
alıyor.
12) IŞİD, Bin Ladin’in gidip saklanması, sonrasında da
öldürülmesi ardından, El-Kaide’nin yaşadığı kaderi yaşamaktan kaçınmak için,
bir dizi ayrı bölgesel örgüt kuruyor.
13) IŞİD, sosyal medyada basit bir dil kullanırken,
Bin Ladin, eski tarz Arapça hitabete başvuruyordu (11 Eylül sonrası yaptığı
konuşma istisnadır, o konuşma Arap kamuoyunda lehte sonuç vermiştir.)
14) IŞİD ilkesel olarak El-Kaide’de değil,
El-Kaide’nin mevcut liderlerini suçlamaktadır (bu noktada Ebu Muhammed
Adnanî’nin Eymen Zevahirî’ye yazdığı mektuba bakılabilir). El-Kaide bugün
ilkesel planda IŞİD’i suçlamaktadır.
15) El-Kaide, Suudi istihbaratının desteğiyle (ve
Soğuk Savaş süresince, ABD’nin rızasıyla) kuruldu, IŞİD ise Suudi yönetimine
muhalif (Suudi muhalif Bedrî İbrahim’in çalışmalarına bakılabilir.).
16) IŞİD, devleti ele geçirmek (ve onu kendi
hilafetiyle bütünleştirmek), El-Kaide ise devleti nihai bir hedef olmaksızın
yıkmak istiyor.
17) IŞİD şeriatı dayatmak, El-Kaide ise askerî cihad
faaliyetlerine odaklanmak istiyor.
18) IŞİD, “İslam çözümdür” şiarına sarılıyor, El-Kaide
ise, bombalamaların çözüm olduğuna inanıyor.
19) IŞİD’de bir finansal beyin var, El-Kaide ise Bin
Ladin’in bağışlarına tabiydi.
20) IŞİD kontrolü altındaki yurttaşlara hitap
ediyorken, El-Kaide ümmete hitap ediyor.
21) IŞİD ve El-Kaide insanları tekfir etme konusunda
acul.
22) El-Kaide, cihadî gruplar arasında ittifaklar
kurmaya çalışırdı, IŞİD ise dost cihadî grupları kendinden uzaklaştırmaya
meraklı.
23) El-Kaide dış siyasete odaklanırdı, IŞİD ise iç
siyasete odaklanıyor.
24) El-Kaide ve IŞİD, İsrail ile çatışmaya girme
konusunda pek hevesli değil.
25) El-Kaide kısa erimli bir bölgesel tehditti, IŞİD
ise görünüşe göre, uzun erimli bir bölgesel tehdit.
26) Her iki örgüt de Batı’nın (ilkin Afganistan’da,
ardından Suriye’de) İslamcı şiddeti ve terörizmi cazip hâle getirmesi
bağlamında oluştu.
27) İki örgüt de enternasyonalist.
28) El-Kaide’nin yazıları, IŞİD’e kıyasla, Suudi
Sarayı’na görece daha az düşmandı, Ebu Muhammed Adnanî, Zevahirî’ye yazdığı o
ünlü mektupta bu hususa işaret ediyor.
29) IŞİD, yazılarındaki iddialara karşın, adam toplama
konusunda daha pragmatik: lider kadrolarının önemli bir bölümünü “eski”
Baasçılar” oluşturuyor.
30) IŞİD ve El-Kaide, Körfez parasından dolaylı ve
dolaysız olarak istifade ediyor.
Esad Ebu Halil
5 Eylül 2014
Kaynak