16 Temmuz 2019
15 Temmuz 2019
Filistin'in Özgürlüğü ve Latin Amerika
6 Haziran 2019
14 Temmuz 2019
Distopyanın Uygulanabilirliği
David Graeber, kısa süre önce yeni bir metin/pasaj
attı ortaya. Başlığı “Pratik Ütopyacının Yaklaşan Çöküşe Yönelik Kılavuzu”.
Metinde üzerinde durulması gereken yığınla güzel şey var. Bunlardan biri de
devrimci faaliyetin tarihteki itici güç olduğuna dair tespit. Aşırı gelişmiş
bir dünyayı içinde kurbağa bulunan tencere misali alttan alta ısıtan
memnuniyetin ve kayıtsızlığın ıslak bir battaniye gibi herkesi boğduğu
koşullarda, bunu söylemek önemli.
Bir olayın etkisi, her daim burada ve hemen şimdi
açığa çıkmıyor, olay, dalga dalga yayılan etkilere yol açabiliyor. Bu
dalgalanmanın etkileri, ancak toplumsal düzene ait kurumlarda ve o düzenin
dokusunda geçmişe ait devrimci olayların sebep oldukları dalgaları incelemek
suretiyle kavranabiliyor. Graeber da bunu yapıyor ve yazısında önemli hususlara
değiniyor: örneğin yazar, Fransız Devrimi’nin, her ne kadar el konulmuş bir
olgu olsa da, Batı’da yaygın eğitim gibi (Bonaparte eliyle sağa sola
“dağıtılmış” olan) modern demokratik kurumların oluşturulmasına yol açtığından
söz ediyor.
Ama gene de bence Graeber’ın getirdiği iki eleştirinin
geliştirilmesi gerekiyor. Bu anlamda niyetim, aynı safta durduğum biri olarak,
onun yürüttüğü tartışmaya mevcut hâliyle bir şeyler katmak:
(1) Graeber’e göre Paris 68’i, altmışların en büyük
olayı idi. Ben ise 68 Mayıs’ının İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız
solcularının çocuklarına onları uyutmadan önce anlattıkları hoş bir masal
olduğunu söylüyorum. Hâkim tarihyazımına karşı bir yazımı şu şekilde dile
getirmek mümkün: 68 Mayıs’ı, altmışların başında Paris’te yaşanan ve onlarca
eylemcinin öldürülüp Seine Nehri’ne atıldığı Cezayirli isyanlarının, o devrimci
momentin bir yankısıdır. Lâkin 68 Mayıs’ı, devrimci moment değildir. Peki neden
böyle söylüyorum? Öyleymiş gibi görünse de burada “gerçek” devrimi bulup
çıkarma çabası içerisinde değilim. Fakat şunu da söylemeden edemiyorum:
Graeber’ın analizinde, tüm insan hakları mücadelelerini ve Avrupa ile yayılmacı
imparatorluğa karşı gerçekleştirilen sömürgecilik karşıtı isyanları dikine
kesen beyaz bir çizgi, hemen dikkati çekiyor. Graeber, beyaz burjuvaların
imparatorluk dünyasında sınıfsal eşitlik için verdikleri mücadelelere
odaklanıyor, burada gerçekte pek mevzubahis edilmeyecek, birkaç ölümle
sonuçlanmış “devrimciliği sahneleme” pratiğine ait kısa kesitlere rastlanıyor
ve “bir şey ne kadar çok değişirse, o kadar aynı kalır” ilkesi uyarınca,
sonrasında herkes, bu sahneleme pratiği üzerinden arınma imkânı buluyor. Burada
şunu kastediyorum: tüm altmış sekizliler, toplumun kucağına geri dönmeye
mecburlardı. Hayat onlara kısa süre hoyrat davrandı, ama en sonunda gülen,
onlar oldu (Cohn-Bendit bunun kanıtı değilse nedir!). Hepsi de parti sisteminin
parçası hâline geldi ve Mitterand’la birlikte muktedir oldu. “Kara ayaklılar”
gibi gettolara kapatılmadılar, hapse tıkılmadılar, bir hayvan gibi
avlanmadılar, boğulup Seine Nehri’ne atılmadılar. Benim üzerinde durduğum husus
bu. Birkaç sene sonra banliyö isyanlarının tekrar gündeme gelmesinin sebebi
burada, çünkü şu lanet dünyada ötekiler için hiçbir şey değişmedi.
Yaşananların yol açtığı tepkilere bakalım bir de. 68
neye sebep oldu? Evet, hayırlı gelişmelere tanık olundu, Mitterand başa geçti,
kaldırım taşları yere bırakıldı, ele “tavizler” alındı. En genelde altmışların
sebep olduğu en önemli sonuç ne peki? Altmışlardaki mücadeleler, beyaz
çocuklara “devrimci” değerleri gerisin geri satmak için tasarlanmış çok
kapsamlı ve eksiksiz bir tüketim sistemine yol açtı (ve aynı zamanda o sistemi
besledi). Silikon Vadisi ve Nettime’da “Kaliforniya İdeolojisi” olarak eleştirilen
şey, siber hippilerin başını çektikleri ütopyacı teknokapitalizm denilen
sürecin parçası. Apple’ın altına imza attığı e-Devrim. “Kişisel olan,
politikleştiği ölçüde, her türden münzeviliğin yönlendirdiği yaşam tarzı
temelli ürünler gibi savaş sonrası doğum oranlarının yüksek olduğu dönemde
doğanlara paketlenip satıldı. Ardından bu strateji, tüm dünyaya pazarlandı. Bu
tür konularda bizleri uyaran Sitüasyonistler, haklıydılar. Bu yaşananları
hepimiz zaten biliyoruz aslında. Doksanlarda sokaklarda gördüğümüz de bu
ürünlerdi. Sonrasında graffitide karşımıza çıkan yenilik girişimleri de on beş
yıl öncesine aitti. Neyse, konudan uzaklaşmayalım.
68’le birlikte bugün bizler nereye vardık? Eskinin
sokaklarda taş atanları, bugün konferans salonlarında, amfilerde Varlık ve
Olay’ın teorisini yapıyorlar ve Maoist olduklarını iddia ediyorlar. Siyahî
devrimcilerin akıbeti ise başka oldu: altmışlarda ya suikasta kurban gittiler
ya da hapse atıldılar (Malcolm X, MLK Jr., Edgar Mevers, sayısız Kara Panter,
Mumya Ebu Cemal vb.) veya FBI eliyle yürütülen karşı-istihbarat programı
COINTELPRO eliyle çözülmenin eşiğine getirildiler (Angela Davis, bu konuda
bahsedilmesi gereken önemli bir istisnadır). Güç, ırklar arasında eşitsiz bir
biçimde taksim edilmektedir. Dolayısıyla, bizim gücün en büyük kudretle ve
şiddet araçlarıyla birlikte nereye devredildiğine bakmamız gerekir, zira devlet
de aslolarak en yıkıcı devrimci faaliyetin nereden kaynaklandığına
odaklanmaktadır.
(2) Üzerinde durmak istediğim bir husus daha var:
ABD’nin yürüttüğü askerî operasyonlar türünden belirli hatları önemsiz gösterme
çabası, devrimci olayların etkisini anlamada bize zerre katkı sunmayacaktır.
Graeber, altmışlarda yaşanan kimi olayların ABD’yi 11
Eylül’e dek uzanan otuz yıl boyunca büyük bir çatışmanın içine sürüklenmekten
alıkoyduğunu söylüyor. Esasen bu iddia, küreselleşmiş olan ordunun değişen
stratejilerini görmezden geliyor. ABD, temelde askerî operasyonlarını gizli
operasyonlar kisvesine büründürmüş, Ortadoğu ve Latin Amerika genelinde
paramiliter ve faşist örgütleri fonlamıştır. Ordu, ABD’deki gettolara kokaini
akıtmak için kontrgerillaya bağlı uyuşturucu ağalarını desteklemiştir. Peki ama
neden? Yapısal yoksullaşmanın, suçun ve uyuşturucu bağımlılığının ihtiyaç
duyduğu zemini oluşturmak suretiyle siyahların devrimci faaliyetlerini
susturmak için (bu konuda aşağıdaki videoya bakılabilir).
ABD, ayrıca Vietnam’dan, Apocalypse Now [“Kıyamet”]
filmindeki Albay Kurtz türü isimlerden aldığı dersler sayesinde, dünya
genelinde bir dizi yasadışı hava saldırısı gerçekleştirdi. Yani İtalya’da
Otonomistlerin gözden kaybolmayı, hicreti teorileştirdikleri dönemde ABD
ordusu, bu teoriyi çoktan pratiğe dökmüştü. ABD, askerî muharebe sahasını
hiçbir zaman terk etmedi. Sadece stratejisini değiştirdi, onu ülke içerisinde
tüketilmesi için yeniden ambalajladı. Nazi bilim insanlarını ve roket
teknolojisini uzay programını inşa etmek için kullanan aynı ordu, Vietnam’dan
öğrendiği terör taktiklerindeki uzmanlığını “cerrahi” operasyonlar dâhilinde
“hayra kullandı”, ülke içinde ve dışında devreye sokulan bu operasyonlarda
polis güçleri askerîleştirildi, böylelikle Watts türü isyanlar bir daha
yaşanmasın diye kentlerde siyahların oturdukları gettoları ezdi. Ama onca
baskıya rağmen isyanlar tekrar yaşandı. 1992’deki Los Angeles isyanları,
polisin askerîleştirilmesi sürecinin hızlanmasına, yurttaş haklarının askıya
alınmasına ve bugün ABD’yi özetleyen, gözetleme üzerine kurulu NSA devletinin
oluşmasına yol açtı.
Evet doğrudur, burada bir karşı tarih önerisinde
bulunuyorum. Gözetim devletini yaratan, 11 Eylül’e yönelik tepkiselci cevap
değildi. Genel çerçeve zaten mevcuttu ve isyancı kesimleri, yani haklarından
mahrum bırakılmış çok sayıda Afrikalı-Amerikalıyı kontrol etmek için
kullanılıyordu. 11 Eylül, sadece devlete temel hakların yitirilmesini
yurttaşlara “özgürlüğün bedeli” olarak yutturma imkânı sundu. O, zaten
kamuoyundaki çöküşü gizlemek için bir tür kılıf olarak iş gördü.
Genel biçimi dâhilinde Graeber’ın sunduğu tezler,
insan hakları, sömürgecilik karşıtı isyanlar ve azgelişmiş dünyada köle
ayaklanmaları bağlamında gelişen devrimci faaliyeti ele almış olsaydı, daha
güçlü ve ikna edici hâle gelebilirlerdi. Bu isyanlar ve kalkışmalar,
mücadelelerin kritik noktaları. Kritik olmalarının sebebi de onların kölelik
karşıtlığı üzerinde durmaları.
Ana hikâyede ırkın sahip olduğu ağırlığı hiçbir
gevezelik ortadan kaldıramaz, dolayısıyla kimse, devrimci faaliyete dair
anlayışı bir avuç batılı ve esas olarak beyaz olan kişinin yapıp ettikleriyle
sınırlandıramaz. Köleleştirme ve insandışılaştırma pratiklerine karşı yürütülen
mücadeleleri sadece denkleme dâhil etmekle yetinilmemeli, onlar, bilhassa beyaz
hümanizmine ait Aydınlanma değerlerine itiraz ettiği yerde, denklemin güçlü
yanı olarak anlaşılmalı. Zira Graeber’ın makalesinin dayandığı, Fransız devrimci
özne ile ilgili, onun hâlen daha ilerleme kaydettiğini söyleyen tarihyazımına
karşı makro ölçekte geliştirilmiş başka bir tarihyazımı söz konusudur.
Specters of Atlantic: Finance Capital, Slavery, and
the Philosophy of History [“Atlantik’in
Hayaletleri: Finans Kapital, Kölelik ve Tarih Felsefesi"] isimli kitabında
Ian Baucom’un dile getirdiği biçimiyle, “Modern özneyi doğuran, Fransız
devrimci özne değildir. ‘İnsanın doğumu’nu mümkün kılan koşul, köledir, metanın
ideal formu olarak köle. Yüzümüzü dönmemiz gereken, köle isyanları, köle
ayaklanmaları ve sömürgecilik karşıtı devrimlerdir. Peki neden? Çünkü mücadele
çift başlıdır, hem bir yanıyla köleliğe hem de bir yanıyla devrimci yurttaşın
icat edildiği momentte modern köleliği kurumsallaştırıp üreten Aydınlanma
hümanizmine ait beyaz anlatılarına karşı yürütülür.
Tobias C. Van Veen
15 Aralık 2013
Kaynak
13 Temmuz 2019
Cevher
Sosyalist hareket, devletle sermaye arasındaki gerilim
alanına yerleşiyor. Alttakilerden; sömürülenlerden ve ezilenlerden nefret
ettiğinden, onları yardıma ve akla muhtaç zavallılar olarak gördüğünden, bu
alanı vatan belliyor.
Sosyalistlerin bir kısmı devletin, bir kısmı da
kapitalizmin özünde, cevherinde sosyalizm olduğuna inanıyor, politikasını ve
teorisini bu kanaat biçimlendiriyor. Bugün TKP ve ESP (daha doğrusu ELP)
arasındaki sözde gerilimi buradan anlamak gerekiyor.
Devlette sosyalizm görenle kapitalizmde sosyalizm
gören arasında bir fark bulunmuyor. Her ikisi de alttakilerin derdine ve
öfkesine bigâne. Esasen bigâne oldukları için cevher arayıp bulma gereği
duyuyorlar. Politik ve teorik açıdan bir anlam ve değer kazanmak için
efendilerin, egemenlerin ülkesine sığınıyorlar.
Bu düzlemde sosyalist hareket açısından teori ve
pratik, o sosyalist özün açığa çıkacağı güne ayarlı. “Sosyalizm” dedikleri şey,
devletin veya kapitalizmin bağrındaki sosyalizme özgürlüğünü vermesinden gayrı
bir anlama sahip değil.
Burada asıl mesele, bu sosyalizmin devrimsiz oluşu.
Devletin özündeki sosyalizmin veya kapitalizmin özündeki sosyalizmin bir bebek
gibi rahimden çıkacağı âna “devrim” deniyor. Temel yanılgı burada. Devrim,
devrim olmaktan çıkartılıyor. O, tasfiye ediliyor.
* * *
Marx’ın küçük burjuva sosyalizmine yönelik
eleştirileri[1] veya Mao’nun liberalizm eleştirileri[2] Türkiye sosyalist
hareketi açısından hükmünü yitirmiştir. Marx ve Mao gibi isimler, arkaiktirler.
Devletin ve kapitalizmin gelişimi bağlamında bu tür pratikler, artık anlamsız
ve konu dışıdırlar. İmamoğlu, devletin ve kapitalizmin bağrındaki sosyalizmin
dışa çıkması noktasında, daha anlamlı ve gerekli gelmektedir.
Bugün ELP türevi, anarşist-troçkist-liberal kırması
dil, bu sebeple işçiye düşmandır. “İşçi, çalıştığı için kapitalizmi var
etmektedir” safsatasına artık daha fazla sosyalist inanmaktadır. Çünkü onlar,
“devrimden önce evrim düşü kuranlar”dır.[3] Artık bu tür örgütler, göğüs
kıllarını keserken, popolarını sallarken çektikleri fotoları “ekonomi ne ayol”
yazısıyla paylaşmaktadırlar. Kapitalizm ve sermaye yerine o nedenle sürekli
“sistem” gibi bir kelimeyi dile dolamaktadırlar.
Kapitalizmin sınırsız, düzleyici pratiğini
özgürleştirici bulmaktadırlar. Tekellerin sırtlarını sıvazladığı, ağza bir
parmak bal çaldığı eğilimlere meftun olmalarının sebebi buradadır. Dertleri
kadın, LGBT, vegan, doğa değil, alttakilerin inşa ettiği mücadele
dinamiklerinin tasfiyesidir. Bu emri yukarıdakiler vermektedir. Emrin
iletildiği kanal ise kapitalizmin özünde sosyalizm bulan akıldır. Bu akıl,
tasfiye sürecinin şerikidir.
* * *
Öte yandan, TKP tarafı da aynıdır. “Saray, rejim” gibi
kelimeleri dile dolamaları, “devlet” dememek içindir. Onlar, kadrolarını
“devletin bağrındaki sosyalizm bir gün açığa çıkacak” diyerek kandırırlar. Bir
vakit gelir, başörtüsüne savaş açarlar, neyi örttüğüne bakarlar, bir vakit
gelir, başörtülü kadını belediye başkanı adayı yaparlar. Hepsi de yukarıdan
gelen emirlerin sonucudur. Sonuçta CHP içine giren Dev-Yol varsa dışarıda duran,
ama kimse kaçmasın diye olan bir TKP vardır.
CHP ise Turan İtil’dir. Bu tür örgütlerin varoluş
sebebi, soluk aldığı havadır. Bir anlamda CHP’ye sızma pratiğini tersten de ele
almak gerekir. Aynı zamanda CHP de sosyalist örgütlere sızmakta, Gezi’de ve
sonrasında olduğu gibi o kadroları dilediğinde geri çağırmaktadır. CHP’nin
düzen içindeki görevi, tasfiyeciliktir.
Bu anlamda, esasen Orhan Gökdemir’in Twitter’da
gördüğü, popüler olmuş bir mesaj üzerine Turan İtil yazısı yazması[4] gayet
doğal bir gelişmedir. O, bağlı olduğu devletini aklamak zorundadır. Yazıda
Dev-Sol’un İtil’in vakfına saldırısını küçümseyerek anar, ama nedense, o vakıf
saldırısından beş yıl sonra kendi TKP’sinin mahallelerde Dev-Sol’a neden
saldırdığını sorgulamaz. Sorgulayamaz.
O günlerde Gökdemir’in partisi, “emekçilere hücum
ediyoruz, onları acayip örgütleyeceğiz” diyerek gecekondu mahallelerine girme
kararı almıştı. Dev-Sol’la çatışma yaşandı, bürolar basıldı, sonra parti
yöneticisi, “gecekondu mahalleleri bizi küçük burjuvalaştırıyor” diyerek,
oradan örgütlerini çekti. Kimse de “proleterleşmek için mahallelere giriyorduk,
ne oldu birden?” diye sormadı. Aydın, laik, açık fikirli, şüphe ve sorgulamayı
esas alması gereken gasteci olarak Gökdemir de sormuyor.
Dolayısıyla, Gökdemir, bahsi geçen yazısını kendi
devletini, teorik-ideolojik ve politik düzeyde bağlı olduğu yeri aklamak,
yaşananları kişisel olgularmış gibi göstermek için kaleme alıyor. Bugün neden
kendisinin ve partisinin Muazzez İlmiye Çığ gibi düşündüğünü, onun çizgisine
nasıl geldiğini hiç sorgulamıyor. Hocası Yalçın Küçük, edebiyat âlemini Ayhan
Songar’ın kitaplarıyla dövmeye kalkarken “hocam ne yapıyorsun?” demiyor. Bugün
de “Turan İtil bu düzenin ta kendisidir” diyor, ama “İtil laik Kemalist,
bilimci aydınlanmacı biri miydi değil miydi?” sorusunu hiç sormuyor. Sadece
devletin bekâreti, saf temiz gelişimi ve içinden sosyalizm bebeğinin doğacağı
günü düşünüyor. Kendisi nasıl kandırıldıysa başkalarını da aynı yöntemle ikna
etmeye çalışıyor. Oysa zarfa bakıp mazrufu anlamak gerekiyor.
* * *
Kapitalizmde ve devlette sosyalizm cevheri bulanlar,
fena yanılıyorlar. Devrim ayracını bu yanılgı siliyor. O nedenle ne devrime
örgütleniyorlar ne de devrimi örgütlüyorlar. Bunu asıl o cevher istemiyor.
Özlerinde devrime bağlı değiller. Cevher arayışında olanların yazdıklarında,
yaptıklarında devrime yer yok.
Bu cevher takıntısı, teoride diyalektiği; pratikte
maddeyi silip atıyor. Ruhlar âleminde dolaşıyorlar, metafizik düşünüp buradan
bireyciliklerine kılıflar örüyorlar. Ve hep bir taşla iki kuş vurmak
istiyorlar: “kapitalizmdeki yoğunlaşmanın ve proletaryadaki güçlenmenin yol
açacağı riskleri hep birlikte ortadan kaldırmak” için uğraşıyorlar.[5] Esasen
taraf olmak istemiyorlar. Kavga, tam da onların elinde çürüyor.
Gökdemir, yazının sonunda gastecilik gereği edindiği
beceriye bağlı olarak, afili bir cümle kuruyor. “Komünizm, kapitalizmin
ortasında insan kalma mücadelesidir.” Bu cümleye Marksizm “hayır” diyor, o
insan dediği şeyin sınıfsal-ideolojik-politik bir kurgu olduğunu söylüyor. Bu
bağlamda şu tespit edilmeli: “komünizm, kapitalizmin ortasında insan kalma
mücadelesi değil, kapitalizmin ve devletin ortasındaki insanı öldürme
mücadelesidir.” İtil de Songar da o insan adına çalışma yürütmüşlerdir.
“İnsanın insan yanı” gibi boş ifadeler kullanmadan önce asıl bu husus
sorgulanmalıdır. Devletin inşa ettiği “insan”la kapitalizmin inşa ettiği
“insan” arasındaki kavganın, rekabetin, didişmenin komünistler açısından bir
anlamı bulunmamaktadır. Her iki eğilim de düşman kardeştirler.
Eren Balkır
13 Temmuz 2019
Dipnotlar:
[1] Bu konuda bkz. Matthew Beaumont, “Küçük Burjuva Sosyalizmi”, 4 Temmuz 2019,
İştirakî.
[2] Mao Zedung, “Liberalizmle Mücadele”, 07 Eylül
1937, İştirakî.
[3] Rabia Mine, “Seks İşçiliği Verili Düzendeki En
Masum İştir”, 11 Temmuz 2019, Fersude.
[4] Orhan Gökdemir, “Bizim Sevgili Hastalığımız”, 6
Temmuz 2019, Sol.
[5] Matthew Beaumont, a.g.e.
12 Temmuz 2019
Liberalle Solcu Arasındaki Fark
11 Temmuz 2019
Kaynak
11 Temmuz 2019
Komintern’de Bir Filistinli
Saar
Arie
[Kaynak:
To the Masses: Proceedings of the Third Congress of the Communist
International, 1921, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: John Riddell, Brill,
2015, s. 1196-1197.]