02 Temmuz 2019

,

Kızıl Tugaylar’ın Hatırası Üzerine Bazı Düşünceler


Kersplebedeb tarafından yeniden yayınlanan “Bir Kere Vurun Yüz Kişiyi Eğitin” isimli çalışmayı ve Kızıl Tugaylar’a ait belgelerin toplandığı “Sınıf Savaşında Yeni Bir Aşama” isimli 1978 tarihli kitabı okuduğumda, yetmişlerde ve seksenlerde Kızıl Tugaylar’ın İtalya’da önemli, önde gelen bir devrimci güç olduğunu bir kez daha anladım. Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi kendi döneminin şehir gerillası örgütlerinden farklı olarak Kızıl Tugaylar, işçi sınıfı içinde köklere sahip bir örgüttü ve fokocu olmayan bir tarz dâhilinde, büyükşehirlerde Halk Savaşı’nı andıran bir mücadele yürütebiliyordu.

Bahsi geçen belgeler incelendiğinde doğal olarak görülen gerçeklerin asıl çarpıcı yanı ise Kuzey Amerika’da o dönemin solunun, Kızıl Tugaylar’ın siyaseten benimsemediği, İtalyan tarihinin ilgili döneminde dillendirilen özel bir Marksizme takıntılı bir biçimde bağlı olması, ama bu siyaset konusunda hiçbir şey bilmiyor oluşudur. Demem o ki İtalya’da örneklerine rastladığımız (çoğunlukla “Otonomcu Marksizm” olarak anılan) Autonomia Operaia’nın [İşçi Otonomisi] teorisi ve pratiği, son yirmi-otuz yıldır o teori ve pratiğin ortaya çıktığı döneme kıyasla daha fazla önemli görülmüştür. Bu noktada asıl unutulan veya bilinmeyense bu örgütün, Potere Operaio [İşçi Gücü] isimli örgütte yaşanan bir ayrışmanın sonucu ortaya çıkmış olmasıdır. Bu anlamda Autonomia Operaia, esasen Toni Negri tarafından oluşturulmuştur ve Negri, temelde bahsi geçen ayrışmanın sağcı tarafını temsil etmektedir. İşçi Gücü isimli örgütten geriye kalanlarsa Kızıl Tugaylar’a katılmışlardır. Süreç içerisinde İşçi Otonomisi ekonomizmi benimserken, Kızıl Tugaylar proleter hareketin öncüsü olma iddiasıyla silâhlı mücadele yürütmüş ve İşçi Otonomisi’nin esasında azınlık hareketi olduğunu ortaya koymuştur. İşçi Otonomisi, o dönemin işçi hareketi içerisinde kendiliğindenci bir eğilim olarak, Lotta Continua [Sürekli Mücadele] isimli örgüte nazaran daha fazla işçi merkezli bir yapıdır.

Peki Kızıl Tugaylar’ın teori ve pratiği, birinci dünya solcularını neden daha az etkileyip heyecanlandırmıştır? Bunun sebebi, Kızıl Tugaylar’ın halk savaşından muzaffer çıkamamış olması olamaz, zira İşçi Otonomisi de hedeflerine ulaşamamıştır. Dahası İşçi Otonomisi, Kızıl Tugaylar’ın eleştirip durduğu ekonomizmin ötesine geçmek için kılını kıpırdatmamış, ama o dönemde İtalya’da faal olan Kızıl Tugaylar gibi gerilla örgütleri, yaptıkları eylemler sonucunda, devlet tarafından bir tehdit olarak algılanmışlardır. Gerçek şu ki “otonomist Marksizm”, bugün bize lazım gelen Marksist teori olarak devrimci komünizme kıyasla daha güvenli ve daha kolay bir pratiktir. Sınıf savaşı konusunda allı pullu laflar eden otonomist Marksizmin tek derdi, sınıf savaşının ekonomik mücadele dâhilinde ifade edildiği kanallardır. Bu hareket, sonuçta politika ve strateji meselesini ekonomik mücadeleye indirgemektedir. İşçi Otonomisi’nden doksanların sonundan beri büyük bir aşkla öğrenilmek istenen teorilerini piyasaya yeniden nasıl sürebildikleri haricinde herhangi bir şey öğrenilemez.

Bu bağlamda, İşçi Otonomisi’nin kendisine has işçi merkezli pratiği’nin (örgüte Operaio isminden dolayı “işçi merkezli” diyoruz, aslında örgüt düpedüz “işçici”dir) işçi sınıfı içindeki köklerinden uzaklaşmasına ve altmışların sonlarından seksenlerin sonlarına dek uzanan ve toplumsal-politik karışıklıkların damgasını vurduğu, “Öncü Yıllar” olarak anılan dönemi takip eden yirmi-otuz yıl sürecince akademide kendisine yer bulmasına hiç şaşırmamak lazım.

Eğer sömürülen ve ezilen kitlelerin mücadelelerini desteklemenin ötesinde onlar hakkında kalem oynatıp biraz eğitimle özerk (otonom) mücadelelerin sosyalist süreci koşullayacağını umarak, ama sınıf mücadelesi konusunda hiçbir şey yapmadan Marksist bir akademisyen olarak sınıf mücadelesine destek olmak istiyorsanız, en uygun yol, işçi mücadelelerinin özerkliğine sırtınızı yaslamanız ve bu mücadeleleri deforme edeceği düşünülen bir partinin inşasını dert etmemenizdir.

Bu teoriyi ilk kuranların İşçi Gücü [Potere Operaio] içinde yaşanan sağ sapmaya mensup oldukları gerçeğini kimse bilmiyor, bilenlerse bu gerçeği görmezden geliyor. Söz konusu işçici eğilim, esasen kadro temelli bir örgütlenmenin inşası fikrine ve silâhlı mücadeleye yönelik reddiye üzerine kuruluydu. Bahsi geçen ayrışmadan önce Kızıl Tugaylar’ı kuran ilk kuşak da bu görüşteydi. O dönemde İtalyan siyasetinin ana meselesi olan bu kadro örgütü ve silâhlı mücadele meseleleri, bugün “otonomcu Marksizm” denilen eğilime mensup İtalyan teorisyenlere meftun olan kişilerin pek farkında olmadıkları olgulardır. Gerçek şu İşçi Otonomisi isimli örgütün siyaseti pratikte muhafazakârdı, ama yüzünde bir maskeyle dolaşıyordu, dolayısıyla teoride örgüt, parti merkezli “dogmatizm”i eklektik bir üslupla reddettiği için muhafazakâr karşıtı gibiymiş görünüyordu. Bugün bu hareketin emperyalist metropollerde popüler hâle gelmesinin sebebi, tam da bu: şeklen bakıldığında o, “hantal ve geri kafalı olan Leninizm”den koptuğu için gelişkin bir teorik bakış açısıymış gibi görünüyor, ama pratikte bezgin ve bitkin hâliyle hiçbir etkiye yol açmıyor. Sonuçta otonomcu Marksizm, fiiliyatta devrim yapma gerekliliğinin dayattığı sorunlardan kaçınmak isteyenler için kusursuz bir Marksizmi temsil ediyor.

Bunları söylüyorum ama otonomcu Marksizme ait teorik perspektifin giderek popülerleşmiş olmasının benim anarşizm uykusundan uyanıp devrimci komünist olmamı sağladığını da belirtmem lazım. Otonomcu Marksizme zaafım olduğunu kabul etmeliyim. Benim anarşist dogmadan kopmamı o sağladı. Ama öte yandan da onun anarşizmle komünizm arasında işgal ettiği alanın yeterli gelmediğini de söylemeliyim. Küreselleşme karşıtı hareketin ortaya çıkmasıyla otonomcu Marksizm, güncel kimi kanallara kavuştu ve bu kanallar, benim gibi eylemcilerin yüzünü Marksizme dönmesini sağladı. Marksizmin gerçekte neyi ifade ettiğine dair zerre kafa yormuyorsanız, politik bilinçteki gelişme belirli bir noktada kilitlenip kalıyor. Dolayısıyla benim Leninizme, ardından da Maoizme uzanmamı sağlayan da otonomcu Marksizmdir.

Tabii bir de Kızıl Tugaylar’dan da bahsetmem lazım. Yetmişlerde ve seksenlerde otonomcu Marksizme kıyasla politik açıdan daha gelişkin ve daha faal olan Kızıl Tugaylar, devrim bilimi olarak Marksizmin gelişimi üzerinde yoğun olarak durulmasını sağladı. Örgüt, komünist hareketin içinde bulunduğu konjonktürün ihtiyaçlarını anlamasını sağladı ve halk savaşını devletin merkezine taşımaya çalıştı. İşçici ve kendiliğindenci hareketlerse pek bir şey yapmadılar; aynı devlet, klasik revizyonist eğilimleri kendi bünyesine katıp sindirdi. Troçkist eğilim ise silâhlı mücadeleye saldırmak suretiyle kontrgerillanın işlettiği propagandayı taklit etmekle yetindi.

Nihayetinde Kızıl Tugaylar yenildi, başarısız oldu. Bu başarısızlığın devrimci komünizme yönelik suçlamalar değil, söz konusu bağlam dâhilinde anlaşılması gerekir. Her şeyden önce İşçi Otonomisi’ndeki işçici eğilim ve Sürekli Mücadele’deki kendiliğindenci eğilim de başarısız oldu, üstelik bunlar, Kızıl Tugaylar gibi devlete kafa bile tutamadılar. (Revizyonist İtalyan Komünist Partisi’nin ve Troçkistlerin bu noktada adını anmaya bile değmez, zira bu yapılar, o dönemde devletin hegemonyasına destek olmuşlardı.)

Fakat Kızıl Tugaylar, diğer “Yeni Sol” akımlardan daha ileriye gitti, halk savaşını devletin başına belâ etti ve devletin hegemonyasını sorgulanır kıldı. Bu noktada emperyalist metropollerde devrim yapmak için bu tür girişimlerin başarılarından ve hatalarından bir şeyler öğrenmek şart. Bu pratikler, devrim yapmaya teşebbüs dahi etmemiş teorik eğilimlere nazaran daha öğreticiler. Bahsi geçen teorik eğilimlerse asla devrimci değildirler ve tam da bu sebeple popüler hâle gelmektedirler.

Kızıl Tugaylar’ın yaşadığı yenilgiden devrim yapma meselesi bağlamında bir şeyler öğrenmeliyiz. Bunun için de İşçi Otonomisi gibi yapıların temsil ettiği eğilimlerin hiçbir zaman muzaffer olamayacaklarını anlamamız gerek. Devrimci olmayan eğilimler daha baştan mağlupturlar, zira hiç devlete kafa tutmamışlardır. Kızıl Tugaylar ise devlete kafa tutmuş, ona meydan okumuş, ama öte yandan da işçi sınıfı içinde sağlam ilişkiler kurmuş ve halk savaşı vermiştir.

Peki neyi yanlış yaptılar?

Bence İKP(Maoist) ve Yeni İKP gibi örgütler, döneme dair gayet sağlam değerlendirmeler sunmuşlardır. Bugün İngilizce çevirilerine ulaşılabilen belgelerde, kontrgerilla propagandasının damgasını taşımayan o çalışmalara baktığımızda, asıl sorunun Kızıl Tugaylar’ın parti ve halk savaşı meselesine yönelik yaklaşımı olduğu görülüyor.

Bu belgelere göre örgüt, halk savaşını yönetmek için öncesinde bir partiye sahip olmak yerine halk savaşı aracılığıyla savaşçı bir komünist parti inşa etmeye çalışmış. Peru Komünist Partisi’nin “partinin askerîleştirilmesi” anlayışına aşina olanlar bileceklerdir: Kızıl Tugaylar’ın yaklaşımı, esasen parti öncesi oluşumun askerîleştirilmesi” türünden bir adımı ifade ediyor görünmektedir.

Seksenlerde silâhı kontrol edecek, önceden teşkil edilmiş bir partinin yokluğuna bağlı olarak ve tam da partiyi arayıp bulmaya çalışan bir silâhlı mücadele içine girdiği için Kızıl Tugaylar’ın dayandığı sütunlar ayrışmış, bu da o sütunları, örgüt içi dinamikleri devletin karşı devrimci saldırılarına açık hâle getirmiştir.

Kızıl Tugaylar, en azından devrimci bir mirasa sahip ki yaşadığı yenilgiden dersler çıkartabiliyoruz. Dolayısıyla devrim yoluna revan olmayı bir kez bile denemediği için hiç yenilmemiş olan hareketlerdense yenilgiyi tatmış hareketlerden bir şeyler öğrenmek zaruridir.

J. Moufawad-Paul
14 Haziran 2019
Kaynak

0 Yorum: