Kersplebedeb tarafından yeniden yayınlanan “Bir Kere Vurun Yüz Kişiyi
Eğitin” isimli çalışmayı ve Kızıl Tugaylar’a ait belgelerin toplandığı “Sınıf
Savaşında Yeni Bir Aşama” isimli 1978 tarihli kitabı okuduğumda, yetmişlerde ve
seksenlerde Kızıl Tugaylar’ın İtalya’da önemli, önde gelen bir devrimci güç
olduğunu bir kez daha anladım. Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi kendi döneminin şehir
gerillası örgütlerinden farklı olarak Kızıl Tugaylar, işçi sınıfı içinde
köklere sahip bir örgüttü ve fokocu olmayan bir tarz dâhilinde, büyükşehirlerde
Halk Savaşı’nı andıran bir mücadele yürütebiliyordu.
Bahsi geçen belgeler incelendiğinde doğal olarak
görülen gerçeklerin asıl çarpıcı yanı ise Kuzey Amerika’da o dönemin solunun,
Kızıl Tugaylar’ın siyaseten benimsemediği, İtalyan tarihinin ilgili döneminde
dillendirilen özel bir Marksizme takıntılı bir biçimde bağlı olması, ama bu
siyaset konusunda hiçbir şey bilmiyor oluşudur. Demem o ki İtalya’da
örneklerine rastladığımız (çoğunlukla “Otonomcu Marksizm” olarak anılan) Autonomia Operaia’nın [İşçi Otonomisi]
teorisi ve pratiği, son yirmi-otuz yıldır o teori ve pratiğin ortaya çıktığı
döneme kıyasla daha fazla önemli görülmüştür. Bu noktada asıl unutulan veya
bilinmeyense bu örgütün, Potere Operaio
[İşçi Gücü] isimli örgütte yaşanan bir ayrışmanın sonucu ortaya çıkmış
olmasıdır. Bu anlamda Autonomia Operaia,
esasen Toni Negri tarafından oluşturulmuştur ve Negri, temelde bahsi geçen ayrışmanın sağcı
tarafını temsil etmektedir. İşçi Gücü isimli örgütten geriye kalanlarsa Kızıl
Tugaylar’a katılmışlardır. Süreç içerisinde İşçi Otonomisi ekonomizmi
benimserken, Kızıl Tugaylar proleter hareketin öncüsü olma iddiasıyla silâhlı
mücadele yürütmüş ve İşçi Otonomisi’nin esasında azınlık hareketi olduğunu
ortaya koymuştur. İşçi Otonomisi, o dönemin işçi hareketi içerisinde kendiliğindenci
bir eğilim olarak, Lotta Continua [Sürekli
Mücadele] isimli örgüte nazaran daha fazla işçi merkezli bir yapıdır.
Peki Kızıl Tugaylar’ın teori ve pratiği, birinci
dünya solcularını neden daha az etkileyip heyecanlandırmıştır? Bunun sebebi,
Kızıl Tugaylar’ın halk savaşından muzaffer çıkamamış olması olamaz, zira İşçi
Otonomisi de hedeflerine ulaşamamıştır. Dahası İşçi Otonomisi, Kızıl
Tugaylar’ın eleştirip durduğu ekonomizmin ötesine geçmek için kılını
kıpırdatmamış, ama o dönemde İtalya’da faal olan Kızıl Tugaylar gibi gerilla
örgütleri, yaptıkları eylemler sonucunda, devlet tarafından bir tehdit olarak
algılanmışlardır. Gerçek şu ki “otonomist Marksizm”, bugün bize lazım gelen
Marksist teori olarak devrimci komünizme kıyasla daha güvenli ve daha kolay bir
pratiktir. Sınıf savaşı konusunda allı pullu laflar eden otonomist Marksizmin
tek derdi, sınıf savaşının ekonomik mücadele dâhilinde ifade edildiği
kanallardır. Bu hareket, sonuçta politika ve strateji meselesini ekonomik
mücadeleye indirgemektedir. İşçi Otonomisi’nden doksanların sonundan beri büyük
bir aşkla öğrenilmek istenen teorilerini piyasaya yeniden nasıl sürebildikleri
haricinde herhangi bir şey öğrenilemez.
Bu bağlamda, İşçi Otonomisi’nin kendisine has işçi
merkezli pratiği’nin (örgüte Operaio isminden dolayı “işçi merkezli”
diyoruz, aslında örgüt düpedüz “işçici”dir) işçi sınıfı içindeki köklerinden
uzaklaşmasına ve altmışların sonlarından seksenlerin sonlarına dek uzanan ve
toplumsal-politik karışıklıkların damgasını vurduğu, “Öncü Yıllar” olarak anılan
dönemi takip eden yirmi-otuz yıl sürecince akademide kendisine yer bulmasına
hiç şaşırmamak lazım.
Eğer sömürülen ve ezilen kitlelerin mücadelelerini
desteklemenin ötesinde onlar hakkında kalem oynatıp biraz eğitimle özerk
(otonom) mücadelelerin sosyalist süreci koşullayacağını umarak, ama sınıf
mücadelesi konusunda hiçbir şey yapmadan Marksist bir akademisyen olarak sınıf
mücadelesine destek olmak istiyorsanız, en uygun yol, işçi mücadelelerinin
özerkliğine sırtınızı yaslamanız ve bu mücadeleleri deforme edeceği düşünülen
bir partinin inşasını dert etmemenizdir.
Bu teoriyi ilk kuranların İşçi Gücü [Potere Operaio] içinde yaşanan sağ
sapmaya mensup oldukları gerçeğini kimse bilmiyor, bilenlerse bu gerçeği
görmezden geliyor. Söz konusu işçici eğilim, esasen kadro temelli bir
örgütlenmenin inşası fikrine ve silâhlı mücadeleye yönelik reddiye üzerine
kuruluydu. Bahsi geçen ayrışmadan önce Kızıl Tugaylar’ı kuran ilk kuşak da bu
görüşteydi. O dönemde İtalyan siyasetinin ana meselesi olan bu kadro örgütü ve
silâhlı mücadele meseleleri, bugün “otonomcu Marksizm” denilen eğilime mensup
İtalyan teorisyenlere meftun olan kişilerin pek farkında olmadıkları olgulardır.
Gerçek şu İşçi Otonomisi isimli örgütün siyaseti pratikte muhafazakârdı, ama
yüzünde bir maskeyle dolaşıyordu, dolayısıyla teoride örgüt, parti merkezli
“dogmatizm”i eklektik bir üslupla reddettiği için muhafazakâr karşıtı gibiymiş
görünüyordu. Bugün bu hareketin emperyalist metropollerde popüler hâle
gelmesinin sebebi, tam da bu: şeklen bakıldığında o, “hantal ve geri kafalı olan
Leninizm”den koptuğu için gelişkin bir teorik bakış açısıymış gibi görünüyor, ama pratikte bezgin ve bitkin hâliyle hiçbir etkiye yol açmıyor. Sonuçta
otonomcu Marksizm, fiiliyatta devrim yapma gerekliliğinin dayattığı sorunlardan
kaçınmak isteyenler için kusursuz bir Marksizmi temsil ediyor.
Bunları söylüyorum ama otonomcu Marksizme ait
teorik perspektifin giderek popülerleşmiş olmasının benim anarşizm uykusundan
uyanıp devrimci komünist olmamı sağladığını da belirtmem lazım. Otonomcu
Marksizme zaafım olduğunu kabul etmeliyim. Benim anarşist dogmadan
kopmamı o sağladı. Ama öte yandan da onun anarşizmle komünizm arasında işgal
ettiği alanın yeterli gelmediğini de söylemeliyim. Küreselleşme karşıtı hareketin
ortaya çıkmasıyla otonomcu Marksizm, güncel kimi kanallara kavuştu ve bu
kanallar, benim gibi eylemcilerin yüzünü Marksizme dönmesini sağladı.
Marksizmin gerçekte neyi ifade ettiğine dair zerre kafa yormuyorsanız, politik
bilinçteki gelişme belirli bir noktada kilitlenip kalıyor. Dolayısıyla benim
Leninizme, ardından da Maoizme uzanmamı sağlayan da otonomcu Marksizmdir.
Tabii bir de Kızıl Tugaylar’dan da bahsetmem lazım.
Yetmişlerde ve seksenlerde otonomcu Marksizme kıyasla politik açıdan daha
gelişkin ve daha faal olan Kızıl Tugaylar, devrim bilimi olarak Marksizmin
gelişimi üzerinde yoğun olarak durulmasını sağladı. Örgüt, komünist hareketin
içinde bulunduğu konjonktürün ihtiyaçlarını anlamasını sağladı ve halk savaşını
devletin merkezine taşımaya çalıştı. İşçici ve kendiliğindenci hareketlerse pek
bir şey yapmadılar; aynı devlet, klasik revizyonist eğilimleri kendi bünyesine
katıp sindirdi. Troçkist eğilim ise silâhlı mücadeleye saldırmak suretiyle
kontrgerillanın işlettiği propagandayı taklit etmekle yetindi.
Nihayetinde Kızıl Tugaylar yenildi, başarısız
oldu. Bu başarısızlığın devrimci komünizme yönelik suçlamalar değil, söz konusu
bağlam dâhilinde anlaşılması gerekir. Her şeyden önce İşçi Otonomisi’ndeki
işçici eğilim ve Sürekli Mücadele’deki kendiliğindenci eğilim de başarısız
oldu, üstelik bunlar, Kızıl Tugaylar gibi devlete kafa bile tutamadılar.
(Revizyonist İtalyan Komünist Partisi’nin ve Troçkistlerin bu noktada adını
anmaya bile değmez, zira bu yapılar, o dönemde devletin hegemonyasına destek
olmuşlardı.)
Fakat Kızıl Tugaylar, diğer “Yeni Sol” akımlardan
daha ileriye gitti, halk savaşını devletin başına belâ etti ve devletin
hegemonyasını sorgulanır kıldı. Bu noktada emperyalist metropollerde devrim
yapmak için bu tür girişimlerin başarılarından ve hatalarından bir şeyler
öğrenmek şart. Bu pratikler, devrim yapmaya teşebbüs dahi etmemiş teorik
eğilimlere nazaran daha öğreticiler. Bahsi geçen teorik eğilimlerse asla
devrimci değildirler ve tam da bu sebeple popüler hâle gelmektedirler.
Kızıl Tugaylar’ın yaşadığı yenilgiden devrim yapma
meselesi bağlamında bir şeyler öğrenmeliyiz. Bunun için de İşçi Otonomisi gibi
yapıların temsil ettiği eğilimlerin hiçbir zaman muzaffer olamayacaklarını
anlamamız gerek. Devrimci olmayan eğilimler daha baştan mağlupturlar, zira hiç
devlete kafa tutmamışlardır. Kızıl Tugaylar ise devlete kafa tutmuş, ona meydan
okumuş, ama öte yandan da işçi sınıfı içinde sağlam ilişkiler kurmuş ve halk
savaşı vermiştir.
Peki neyi yanlış yaptılar?
Bence İKP(Maoist) ve Yeni İKP gibi örgütler, döneme
dair gayet sağlam değerlendirmeler sunmuşlardır. Bugün İngilizce çevirilerine
ulaşılabilen belgelerde, kontrgerilla propagandasının damgasını taşımayan o
çalışmalara baktığımızda, asıl sorunun Kızıl Tugaylar’ın parti ve halk savaşı
meselesine yönelik yaklaşımı olduğu görülüyor.
Bu belgelere göre örgüt, halk savaşını yönetmek
için öncesinde bir partiye sahip olmak yerine halk savaşı aracılığıyla savaşçı
bir komünist parti inşa etmeye çalışmış. Peru Komünist Partisi’nin “partinin
askerîleştirilmesi” anlayışına aşina olanlar bileceklerdir: Kızıl Tugaylar’ın
yaklaşımı, esasen parti öncesi oluşumun askerîleştirilmesi” türünden bir adımı
ifade ediyor görünmektedir.
Seksenlerde silâhı kontrol edecek, önceden teşkil
edilmiş bir partinin yokluğuna bağlı olarak ve tam da partiyi arayıp bulmaya
çalışan bir silâhlı mücadele içine girdiği için Kızıl Tugaylar’ın dayandığı
sütunlar ayrışmış, bu da o sütunları, örgüt içi dinamikleri devletin karşı
devrimci saldırılarına açık hâle getirmiştir.
Kızıl Tugaylar, en azından
devrimci bir mirasa sahip ki yaşadığı yenilgiden dersler çıkartabiliyoruz.
Dolayısıyla devrim yoluna revan olmayı bir kez bile denemediği için hiç
yenilmemiş olan hareketlerdense yenilgiyi tatmış hareketlerden bir şeyler
öğrenmek zaruridir.
J. Moufawad-Paul
14 Haziran 2019
14 Haziran 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder