26 Şubat 2012

, ,

Lübnan Solu ve Suriye


Sol, bir yandan kendi hatalarına, bir yandan da onu yerelde kuşatan baskı odaklarına bağlı olarak, sahip olduğu azmin tüm maddî unsurlarını yitirdiğinde, elinde uğruna savaştığı temel üzerinden ilkeselleştirilmiş bir duruş olan politik-ahlâkî söylem dışında bir şey kalmıyor. Sonuçta solcu olmak, zulme karşı adaletin, suçlunun karşısında mağdurun, sömürenin karşısında sömürülenin yanında saf tutmaktır. Bu, örgütlü bir politik hareket olarak Lübnan solunun (yaklaşık) ölümü sonrasında bizi hâlâ solcu kılan ahlâkî konumdur.

Bugün Suriye’nin tüm köşelerinde özgürlük talep eden ve 1.100’den fazla ölüyle, çoğunluğu işçi ya da köylü, Suriye emekçi sınıflarının üyesi olan on binlerce insanın tutuklanması ile sonuçlanan korkunç bir baskı ile yüzleşen geniş devrimci protesto hareketinin ortasında, Lübnan Komünist Partisi (20 Nisan 2011 tarihli) bir bildiri kaleme aldı ve Suriye halkına onun “tüm barışçıl ve demokratik araçlarla toplumsal, politik ve ekonomik reformlar ile yolsuzluğa karşı mücadele etmek için harekete geçme” hakkına sahip olduğunu hatırlattı. Ama bu esnada da Suriye’de şehit düşenlerin ve katledilen kurbanların birinin bile ismini anmayarak, “Suriye hükümetinin Cumhurbaşkanı Beşşar Esad tarafından ortaya konulan tüm reformları hızla uygulamaya koymasını istediklerini” söyledi.

Partinin muğlâk konumunu, “Suriye, bugün ülke içinde ve dışında gerici politikalarla demlenmiş işbirlikçi kimi güçlerle birlikte, İsrail ve emperyalist Amerika’nın tatbik ettiği bir fitne ile karşı karşıya” açıklaması daha da belirginleştirdi. Oysa ortada bizim pek anlamadığımız bir şey vardı: Lübnan Komünist Partisi, ne türden bir fitneden bahsediyordu? Ayrıca, genel planda söylem, zulme, katliama ve terörizme karşı bir dil dâhilinde biçimlenmesi gerekirken, neden özel olarak fitneden bahsediliyordu? Bir biçimde “yoldaş” görülen Mişel Kilo, Arif Dalila ve Yasin Hacı Salih gibi ulusal muhalefetin üyeleri, birden emperyalist “mahfiller”in birer ajanı hâline mi gelmişlerdi? Ya da “komplo” teorisinin bir yan ürünü olan şu saçma fitne teorisi, tüm yönleriyle “halkın partisi” olmaya yazgılı bir partinin alması gereken konumların aslî alternatifi olarak mı görülüyordu?

Suriye’de olup bitenlerle ilgili olarak Komünist Parti’nin aldığı konum, hem ahlâkî hem de politik düzeylerde hatalıdır. Buradaki hata, politikanın gerçek manada mazlum sınıflara hizmet etmesi gerekliliğine ilişkin bir tespitle ilgilidir. Bu konum, partiyi sağcı bir hatta oturtmaktadır. Pratik açıdan parti, Suriye’deki emekçi sınıfların ve işçilerin talebi olan değişime itiraz etmekte ve rejimin dillendirip durduğu “dış kaynaklı komplo” tespitini benimsemektedir. Bu noktada da politik bürodaki yoldaşlara kalan, protestoculara karşı geliştirilen propagandaya duhul etmek ve onları “komplocular” ya da silâhlı çeteler” olarak nitelemekle yetinmektir. Bu yaklaşım, tam karşılığını parti genel sekreteri Halid Hadada’nın bir seferinde Safir gazetesindeki (28 Mayıs 2011 tarihli) makalesinde “Suriye’ye karşı komplo”dan bahsetmesinde karşılığını bulmuştur. Yazıda Hadada, Suriye’de güvenliğe dayalı çözüme de “dış kaynaklı, tehditle dayatılmış” her türden girişime de karşı çıktığını yazmıştır.

Bu noktada yoldaş Halid Hadada’ya, dışarıdan gelecek tehditlerden bugün Suriye’de hangi protestocunun medet umduğunu sormak gerekir? Bölgedeki emperyalist müdahale tarihi, herkesin malumu olduğu hâliyle, gayet yıkıcı olması sebebiyle, bu türden bahanelerin her daim dillendirildiği görülmüyor mu, bu tür bahanelere sığınmanın, bizim Suriye zemininde olan biteni inkâr etmemize neden olan ahlâk dışı bir politik konum üretmemize neden olduğu gayet açık değil mi? Emperyalizmin gerçekte olmadığı yere neden onu sokuşturmaya çalışıyoruz? Azmi Bişara ekranlara son çıkışında, “ortada bir diyalog olduğu açık. Ne yazık ki sadece diyalog içinde olanlar reform yapmayı istiyorlar, geri kalanlar ise reform isteyenleri katletme konusunda ciddi bir kışkırtıcılık içerisinde.” diyor. Öyleyse Komünist Parti, ne tür bir diyalogu talep ediyor?

Komünist Parti liderliğinin belli ölçüde sağcı olması, eldeki sorununun tümünü yansıtmıyor. Hepsi değilse de KP içindekilerin ve dışındakilerin, genelde Lübnanlı solcuların önemli bir bölümü, Suriye’de olup bitenleri, “Selefîler”e bakarak ya da “İngiliz-Amerikasiyonist-Suudi-Katar” komplosu olarak okumaya ikna olmuş durumda. Burada, Suriyeli yazar Yasin Hacı Salih’in ifadesini kullanacak olursak, her zaman hazır ve nazır olan söz konusu komplo korkusuna biraz da (seküler kesimlerin bir mezhep olarak örgütlenmişliği anlamında) “seküler mezhepçilik” ekleniyor. Birçok solcu, bugün Adonis ve Safidi Yusuf gibi şairlerin “camilerden çıkıp yayılan devrim”e dönük itirazlarını tekrarlayıp duruyor ya da yaşananları “Batı icadı” olarak görüyor. Seküler mezhepçilik, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, “Allahu Ekber” nidalarından korkan küçük bir azınlığın hassasiyetini kaşıyor ve Suriye’deki kitleler arasında “devrimci bilinç” düzeyini yeterli görmeyen hastalıklı bir seçkincilik katıyor hayata. Komünist yoldaşlar, tıpkı cennetin anahtarının kendisinde olduğunu iddia edenler gibi, bu devrimci bilince yalnızca kendilerinin sahip olduklarını iddia edip böbürleniyorlar. Bu böbürlenme de bugün katledilen işçi ve köylülere karşı küçük burjuva liderliğin dillendirdiği küçümsemede karşılığını buluyor.

Bugün sürekli olarak devrimin, hırpalandığı açık olan bir sola ait standartla uyumlu olabileceği söyleniyor ve bu sol, kendisini salt “sekülerizm” söylemi ile tarif ediyor. (Bu arada eskiden dillendirilen “mezhepçi rejimin devrilmesi” çağrısına ne olduğunu da sormak gerekiyor.) Eğer temel mesele, Hizbullah’ın bölgedeki durumunun, yani sahip olduğu roketlerin ve İsrail’e karşı geliştirdiği askerî direnişin, Suriye’de yaşananlara karşı bir konum alındığı vakit kaybedeceği ya da kazanacağı ise, son dönemde Lübnan’daki politik sahnede giderek “bir çöl serabı”na dönüşen Komünist Parti’nin politik açıdan neyi kaybetmekten korktuğunu anlamak mümkün görünmüyor. Belki de parti, bu yönde bir tavır içerisinde olmada başka türden bir çıkar hesabı yapmaktadır, kim bilir?

Bugün itibarıyla tüm görevlerinden elini eteğini çekmiş olan “seküler mezhepçi” Lübnan solu, Lübnanlı bir milliyetçi vizyon ile arkaik bir ifade olarak Arap milliyetçisi bir konum arasında bocalayıp duruyor. Entelektüel açıdan tembel, politik açıdan korkak ve bayağı, oportünist bir eğilim içindeki kaba Marksist bir söylem, kendine bile yetmeyen bir varoluş: Lübnan solu, “emperyalist Batı” ile başlayıp, diğer Lübnanlı mezhepçi partilerin kendisine karşı tutumlarındaki “insafsızlığa” karşı feryat etmekle biten bir adaletsizlik masalını benimsiyor. Sol, hazır cevapları sorgulamadığı vakit, (bir anlamda) “dindar” bir sola dönüşüyor. Lübnan solu, Arap halkları hariç, tüm dünyanın ezilen halkları ile birleşiyor. Belki de bunun nedeni, Arap halklarının (hâlâ) derinlemesine “Müslüman” olması ve yeterince “sekülerleşmeme”sidir!

Teorik düzeyde solcuların ve komünistlerin yüzleştikleri daha derin bir mesele var. Bu da mazlum Arap kitlelerini Atlas Okyanusu’ndan Arap Körfezi’ne dek dövüp duran “özgürlük” dalgasıdır. Bu dalgada yerelde birer sömürge olarak yönetilen rejimler yüzünden yitirilmiş olan haysiyet dile geliyor. Bugün söz konusu mesele, şehit Mehdi Amil tarafından yapılan analizlere dönük bizim bitmek tükenmek bilmeyen savunularımızdan ya da Marksizmin aştığı ekonomik determinizmden daha da önemli. Birçok geleneksel komünist, “demokrasi” başlığını “burjuva” bir mesele olarak görüyor. Bunlar, oy kullanma, fikirlerini ifade etme ve politik partiler kurma hakkının “liberal” bir hediye olmadığını, işçi ve köylülerin verdikleri mücadelelerin bir sonucu olarak ortaya çıktıklarını kabul etmek istemiyorlar. Dolayısıyla politik özgürlükten, onu “burjuva özgürlüğü” olarak niteleyip tiksinmek, her şeyden önce “haysiyet”lerini isteyen kitlelerin taleplerini inkâr eden bu tip tutum alışların kökeninde yatan aslî neden.

Bugün Lübnan solunun sağcı eğilimini teşkil eden üç ana mesele var:

1. Bir kimlik politikasına dönüşmüş olan seküler mezhepçilik;

2. Mücadele eden sınıfları hor gören seçkincilik hastalığı;

3. Her türden kaygıya ve şikâyete cevap verdiği iddiasındaki sağır solcuların sürekli yinelenen duaları sebebiyle düşünsel yenilenmenin gerçekleşmiyor oluşu.

Bizim yeni bir sola muhtaç olduğumuz açık. İlgili öncülden hareketle bu, Komünist Partili yoldaşların, mevcut kurulu partileri ile aralarındaki çocuksu ve saf “duygusal” ilişkiyi terk etme ve meseleleri görme biçimlerini tayin eden tarihsel rollerinin farkında olmalarına dönük bir çağrıdır. […] Zira bu parti, bir “komünist parti”dir. Biz bunları solun yüzünü sola, Komünist Parti’nin de komünizme dönmesini umut ettiğimiz için söylüyoruz. Mevcut koşulların da gösterdiği üzere, Lübnan zor günlerden geçiyor ve tam da bu nedenle biz yeni bir sola muhtacız.

Halil İssa
7 Haziran 2011
Kaynak

LKP: Boş Ümit

25 Şubat 2012

,

Körfez’de Sınıf ve Kapitalizm


Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nin (KİK) Politik Ekonomisi

Adam Hanieh Söyleşisi
Ed Lewis
5 Aralık 2011


Size göre, Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki altı ülke (Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Katar, Bahreyn ve Umman) Ortadoğu’nun ekonomik ve politik merkezinde sadece petrol rezervlerinin büyüklüğü sebebiyle durmuyor. Peki siz, Körfez devletlerinin merkezî bir konum almaları meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada bir dizi faktör söz konusu. Elbette ilk faktör, petrol meselesidir. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), petrol ve gaz açısından dünya rezervlerinin önemli bir bölümüne sahiptir. Petrol rezervleri ile ilgili değerlendirmeler her ne kadar çelişkili olsa da, bu hususta bir dizi tahminde bulunulmaktadır. En yaygın olanına göre, KİK, küresel petrol rezervlerinin %40-45’ine, gaz rezervlerinin ise %20’sine sahiptir. Bugün itibarıyla dünya toplam petrolünün yaklaşık %20’sini üretmektedir. Hem bir enerji kaynağı hem de petrokimya endüstrisi için hammadde olarak kullanılan fosil yakıtların merkezine sahip olmasıyla KİK, küresel ekonomideki birikim güzergâhları açısından hayatî bir öneme sahip olabilmektedir.

Bununla bağlantılı bir diğer faktör de ham petrol, gaz ve petrokimya ürünlerinin satışı sonucunda bölgede elde edilen sermaye fazlalığının muazzam düzeylere ulaşmış olmasıdır. Bu “petrodolarlar”, küresel mali yapının gelişiminde önemli bir unsur hâline gelmiştir. Bu, yeni bir durum değildir: yetmişler boyunca Körfez kaynaklı para akışları, Avrodolar (ABD dolarının ABD dışındaki bankalarda bulunan kısmı) piyasalarının gelişiminde ve ABD hazine bonolarının satın alınmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu yolla petrodolarlar, ABD dolarının hegemonyasını desteklemiş ve dünya piyasasını son otuz yıl boyunca karakterize eden küresel mali dengesizliklerin sürmesine neden olmuştur. Küresel ekonominin hızla finansallaşması, böylelikle kısmen KİK’in dünya piyasasına ve dünya mali çevrelerine entegrasyonuna dayanır hâle gelmiştir.

Tüm bunlar şu anlama gelmektedir: dünya piyasası, son otuz yıl içerisinde düşük ücret alanlarındaki mal üretimleri ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki mal satışları arasında gerilen karmaşık üretim zincirleri ile birlikte hem Körfez’deki meta üretimine hem de oradaki mali artığa daha fazla dayanır hâle gelmiştir. Bu anlamda, KİK bölgesindeki devlet formasyonu ve sınıfın doğası, kapitalist dünya piyasasının gelişimine paralel bir seyir içinde vücut bulmuştur.

KİK’in küresel ölçekte önem arz etmesinin bir dizi sebebi vardır. Ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son otuz yıl içinde yaşanan köklü dönüşümler, Körfez’in bölgedeki rolünün özel niteliğini bir biçimde değiştirmiştir.

Son otuz yılın en önemli özelliği, bölgedeki birçok devlette neoliberal politikaların yaygınlaşmış olmasıdır. Bu süreç, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ekonomi Forumu Arap İş Konseyi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Bölgesel Gündem Konseyi ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi kimi çift taraflı kurumlar ile yapılan işbirliği içinde gerçekleşmiştir. Bu neoliberal politikalardaki kilit unsur, özellikle gayrimenkul, finans ve telekomünikasyon alanlarındaki mülkiyet yasalarının liberalleştirilmesi, yabancı yatırıma açılması, devlet mülkiyetindeki sanayilerin özelleştirilmesi, vergi rejimlerinin yeniden yapılandırılması, gıda ve enerjiye dönük sübvansiyonların kesilmesi ve ticaret duvarlarının esnetilmesidir.

Ulusal ölçekte bu politikalar, halkın fakirleşmesi, öte yandan da zenginlerin daha fazla zenginleşmesi ile sonuçlanmıştır. Birçok Arap ekonomisinde “enformel” sektör muazzam büyümüş, toprakla geçinmek güçleştiğinden, yüz binlerce insan şehirlere (ya da ülke dışına) göç etmiştir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nin dünya piyasası ile arasındaki ilişkinin giderek sıkılaşması ile birlikte ekonomi, ihraç mallarına ve gıda ile enerji fiyatlarındaki hareketliliklere ve göçmen işçi dövizlerine daha fazla tabi duruma gelmiştir. Sonuçta birçok ülke, küresel ekonomi üzerinde esen rüzgârlara daha maruz kalmıştır. Tüm bu faktörler, bölgenin 2008 ekonomik krizi ile birlikte krize nasıl girdiğini ve küresel ekonomideki çalkantının muhtemel etkilerine nasıl maruz kaldığını izah eden temel faktörlerdir.

Ancak en önemlisi de bu neoliberal tedbirler, ulusal ölçekte sadece iktidarın sınıfsal niteliğini yeniden tayin etmekle kalmamış, ayrıca bölgenin de daha fazla önem ve ağırlık kazanmasına neden olmuştur. Ortadoğu’daki bir “ulus-devlet”, “bu geniş bölgesel ölçekle iç içe geçen bir yolun dışında duran, kendine yeterli birer politik ekonomi olarak anlaşılamaz. Bu iç içe geçmenin farklı yönleri mevcuttur, ancak en temel olanı, KİK merkezli sermayenin 1999’da başlayıp 2008’de zirvesine ulaşan, finansal fazladaki artışın ardından, hızla uluslararasılaşmasıdır. Elbette KİK’in elindeki sermaye artığının önemli bir bölümü, bölge dışında yatırıma dönüşmeye devam etmektedir. Ancak son yirmi yıl içinde bu akış, temel olarak büyük ölçüde Ortadoğu’daki diğer devletlere doğru gerçekleşmiştir. Bölgesel ölçekte baktığımızda KİK üyesi ülkeler, özelleştirmelerden, liberalleşmeden ve piyasalara açılmadan en fazla fayda sağlayan ülkeler olmuşlardır.

Mevcut istatistikler de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Bölgedeki yatırımları inceleyen, Avrupa merkezli ANIMA veri tabanına göre, 2008-2010 döneminde, KİK, Mısır, Ürdün, Lübnan, Libya, Filistin, Tunus ve ikinci sıradaki Fas ve Suriye’ye dönük Doğrudan Yabancı Yatırımlar noktasında başlıca kaynaktır. 2010’da KİK sermayesi, Mısır, Lübnan, Libya ve Tunus’ta ilân edilen DYY projelerini üstlenmiştir. Bunlar gerçekten de çarpıcı tespitlerdir. Üstelik bunlara bölgedeki borsalarda ya da Körfez’den Ortadoğu’nun geri kalan kısmına akan “kalkınma kredileri” dâhil değildir. Bu noktada, genelde ifade edilen yanlışların aksine belirtmek gerekir ki bu akışları hükümet fonları ya da devlet mülkiyetindeki KİK şirketlerinin yönlendirmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Bu akışların önemli bir oranı, özel KİK şirketleri kaynaklıdır. Bu şirketler, esas olarak gayrimenkul projelerini, finans kurumlarını, alışveriş merkezlerini, telekomünikasyonu ve diğer yatırım alanlarını hedef almaktadırlar.

İzah ettiğim bu süreçler, 2008’deki ekonomik krizin patlak vermesiyle açığa çıkan ve bölgesel planda derinleşen farklılaşmada karşılığını bulmuşlardır. Her ne kadar KİK ülkelerindeki birkaç büyük holding bir miktar zayiat yaşamışsa da kriz, esas olarak Körfez’deki hâkim sınıfların konumlarını güçlendirmiştir. KİK’teki sınıf oluşumunun doğası gereği, kriz, esas olarak göçmen işçilerin sırtına binmiş, Körfez’deki finans ve sanayi kuruluşlarının devlet desteği ile daha da güçlenmesine neden olmuş, bu gelişme de Körfez’deki seçkinlerin ekonomik sıkıntının kötü etkilerinden korunmalarını sağlayan bir zırh görevi görmüştür.

Krizin bölge genelinde farklı bir biçimde tecrübe edilmesi, büyük KİK şirketlerinin ve yönetici ailelerin görece daha fazla güçlendiklerinin delilidir. Ama bu tecrübe, ayrıca KİK ile diğer Ortadoğu devletleri arasındaki yarığın daha da derinleştiğini göstermektedir. Neoliberalizm, bölgesel ölçekte hem tekil ulusal kapitalist sınıfları hem de aynı zamanda KİK’in bütün olarak bölgede güçlenmesini sağlamıştır.

KİK ile büyük dış güçler, özellikle Ortadoğu’daki devletlerarası politikayı biçimlendiren ABD arasındaki ilişki nasıl seyretti?

Yukarıda da ifade ettiğim üzere, KİK’in dünya piyasası için önemi, sermayenin küresel ölçekte derinlemesine uluslararasılaşması ve finansallaşması ile birlikte artmıştır. Bunun bir göstergesi, Körfez petrolünün, gazının ve petrokimya ürünlerinin yüzünü doğuya çevirmesidir. Bu, zamanla Çin’deki üretimde yaşanan artışı destekleyen bir unsur hâline gelmiştir. 2000-2006 arası dönemde dünya enerji tüketimi yüzde yirmi oranında artmış, ilgili dönemde Çin, tek başına bu artışın yüzde kırk beşini üstlenmiştir. 2007’de Çin’e ihraç edilen ham petrolün neredeyse yarısı Ortadoğu kaynaklıdır. Bugün Suudi Arabistan petrolünün yarısı Çin’e gitmektedir ki bu, ABD’ye yapılan ihracatı aşmaktadır. 2025’te Çin’in Körfez petrolü ithalatının ABD’nin ithalatının üç katına çıkacağı umulmaktadır. Hidrokarbon ihracatı yanı sıra KİK menşeili finansal fazla da gelişmiş kapitalist ülkelere akmaktadır.

ABD’nin gücündeki görece azalma ve çok kutuplu dünyanın ortaya çıkışı ile birlikte tüm bu söylenenler, KİK’in (ve daha geniş bir ifade ile tüm Ortadoğu’nun) önde gelen kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı husumetlerin ne tür bir sonuç doğuracağını tayin edecek kilit bölge olduğunu göstermektedir. ABD’nin KİK devletleri ile sıkı bir askerî ve politik ilişki kurmasının nedeni de buradadır. Bu ilişki, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş, ama daha çok seksenlerde derinleşmiştir. (Esasında KİK’in kurulma tarihi 1981’dir. Bu dönemde Körfez ülkeleri, İran-Irak Savaşı bağlamında ABD’nin askerî şemsiyesi altındadırlar.) ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesi ile Orta Asya’nın kontrolü için verilen mevcut mücadelelerin gerisindeki temel stratejik faktör, bu bölgenin hâkimiyet altında tutulması ile ilgilidir. İran’a karşı diklenilmesi de bu bağlamda görülmelidir. ABD hükümetinin birkaç hafta önce Irak’taki askerî güçlerini KİK’e kaydıracağını ilân etmesi de bu tespitin onaylanmasından başka bir şey değildir. Bugün KİK, Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bölgedeki 27 ayrı ülkede yürütülen çarpışmalardan, planlamadan ve operasyonlardan sorumlu Amerikan Beşinci Filosu’na (Bahreyn) ve ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM) karargâhına (Katar) ev sahipliği yapmaktadır. KİK’teki krallıklar, ABD’nin askerî muhafızlığına ve Batı’dan gelen politik desteğe mecburdurlar. (Bahreyn’deki ayaklanmaya gelen tepkiler de bunu göstermektedir.). Elbette (KİK üyesi devletlerarasında olduğu gibi) ABD-KİK ilişkisinde de kimi gerilim noktaları ve husumetler yok değil. Ancak buradaki merkezî husus, söz konusu ilişkinin ABD’nin küresel ölçekteki hâkimiyeti için kilit öneme sahip olmasıdır.

Bu söylediklerim, ABD ve diğer dış güçlerin Ortadoğu’yu bütün olarak nasıl gördüklerini anlamak için gerekli temel çerçeve olarak ele alınmalı. Dolayısıyla “İsrail lobisi”nin ABD dış politikasını biçimlendirdiğine ilişkin temelde liberal ve boş argümanlara yaslanan diğer açıklamalar, fikrimce reddedilmeli.

Ancak öte yandan, kapitalist dünya piyasasındaki rakip devletlerarasında seyreden husumetler de bunların ortaklaştıkları çıkarlara paralel olarak incelenmeli. KİK’teki sınıfsal oluşum, bütün olarak kapitalizmin gelişmesi ile birlikte derinlemesine nüfuz etmiştir. Rusya ve Çin dâhil, dünya piyasasındaki önde gelen devletlerin temel korkusu da bu sınıfsal yapıya meydan okunması ihtimalidir. Başka bir deyişle, tüm kapitalist devletlerin ortak derdi, KİK’in bütünüyle dünya kapitalizminin safında kalmasını sağlamaktır. Ortadoğu’daki dış güçlerin politikaları bu nedenle çift karakterlidir: bir yandan bu güçler, rekabetle alakalı öznel çıkarlarını muhafaza edip kârlarını artırmak, bir yandan da bölgedeki zenginliğin küçük bir parazit toplumsal katman yerine geniş halk kitlelerinin yararına olacak şekilde kullanılması gerektiğini söyleyen itiraza ortaklaşa mani olmak için uğraşıyorlar. Geçen yıl bölgede yaşanan ayaklanmanın deruni anlamı budur.

Bahreyn’i kısmen bir kenara koyarsak, Körfez devletlerinde onca eşitsizliğe rağmen, genel olarak politik düzlemde çok az hoşnutsuzluğa tanık olundu. Buralarda otoriter rejimler iktidarda tüm güçleriyle kalmayı bildiler. Bu konudaki değerlendirmen nedir? Bunun nedeni, bölgenin önemli ölçüde Körfez ile küresel düzen arasındaki ilişki tarafından biçimlenmiş olması mı yoksa yereldeki kimi faktörler mi?

Körfez’deki önemli toplumsal mücadelelerin gizlenen ve unutturulan bir tarihi vardır. Ellilerden yetmişlere kadar bölge genelinde iyi örgütlenmiş, militan Arap milliyetçisi ve solcu hareketlere rastlanır. Birkaç örnek sıralamak gerekirse, bu hareketler, Suudi Arabistan’da bulunan petrol bölgelerindeki grevlerde ve protestolarda, Umman’daki Zufar bölgesinde verilen gerilla mücadelesinde, Kuveyt ve diğer ülkelerde Filistin mücadelesine dönük verilen kapsamlı destekte önemli roller oynuyorlar. Filistin, Mısır, Yemen ve başka yerlerden gelen Arap işçiler arasında Filistin ve Arap milliyetçiliğine dönük güçlü bir sempati hâkimdir.

Söz konusu hareketler, İngiliz ve Amerikan danışmanların destekledikleri iktidardaki monarşiler eliyle baskıya maruz kalıyorlar. Ayrıca bu baskıya ek olarak, seksenler ve doksanlar boyunca açık hâle gelen, bölgedeki emek piyasalarının doğasında da ciddi bir dönüşüm yaşandı. Bu dönem boyunca, özellikle 1990-1991 Körfez Savaşı esnasında, birçok işçinin sınır dışı edilmesi ardından ibre, genel olarak Güney ve Doğu Asya’dan gelen geçici göçmen işçilere kaydı. Bu işçiler, kısa süreli sözleşmelerle ülkeye getirilip şehir merkezlerinden uzaktaki kamplara yerleştirilerek, emek ve politika ile ilgili haklar konusunda ciddi bir sınırlandırmaya tabi tutuldular. Birçok durumda, özellikle inşaat gibi düşük ücretlerin ödendiği alanlarda, bu işçilerin ailelerini yanlarında getirmeleri gayet zorlaştı.

Bugün Körfez ülkeleri, bu tip geçici göçmen işçilere dayanıyor olmaları ile öne çıkıyorlar. Muhtemelen yetmişlerde tersi olan bugünkü oran, yetmişe otuzdur. Ortadoğulu işçiler yüzde otuzluk, güney ve doğu Asya’dan gelen işçiler ise yüzde yetmişlik dilimi teşkile ediyorlar. Söz konusu emek akışları, dünyanın diğer bölgelerindeki göçmen akışlarından farklı, zira doğaları gereği kısa erimliler, yurttaşlık haklarından mahrumlar ve kendi ülkelerine yaptıkları döviz akışını maksimize etmeye çalışırlar. KİK devletlerinin tümünde geçici göçmen işçiler, toplam emek gücünün yarısından fazlasını teşkil ediyorlar. Kuveyt, Katar, Umman ve BAE’de bu oran, yüzden seksenden fazla. Geçici göçmen emeğine dönük bu bağımlılık, KİK’teki birikim modellerini kilit önemi haiz, emek ihraç eden bölgelere tabi kılıyor.

Körfez kapitalizmi ve yönetici elitlerindeki bu göreceli istikrar ve uyumluluk, söz konusu sınıfsal yapı ile sıkı bir ilişkiye sahip. Bir işçinin yerleşim izni alabilmesi onun iş sahibi olmasına bağlı olduğundan, yüksek sömürü düzeylerine ulaşmak mümkün olabiliyor. İşçi işsiz kaldığında, “yasadışı”laşıyor ve ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Başka bir deyişle, ülkede ikamet etme hakkının istihdam edilmiş olmaya tabi olması sebebiyle, işverenler işçiler üzerinde muazzam bir kudrete sahipler. Dahası, sınıfın nesiller üzerinden kendisini yeniden üretmesi de alabildiğine parçalı bir seyir izliyor, zira işçiler, genel olarak sözleşmeleri bittiğinde ülkelerine geri dönüyorlar, böylelikle sınıfsal hafızaları ve dayanışma bağları zayıflıyor, dolayısıyla da kolektif eyleme geçme ihtimali epey azalıyor. Öte yandan, sınıf temelli eylemin sınırlandırılması için ciddi yasal engeller getiriliyor. Örneğin Suudi Arabistan’da ve BAE’de sendikalar yasak.

Genelde kabul edilen izlenimin aksine, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinde yaygın bir sefalet hüküm sürüyor. Ancak yerelde, ülkenin kendi yurttaşlarına dayanan bir işçi sınıfının yokluğu, politik mücadelelerin de etkin bir toplumsal tabandan mahrum kalmasına neden oluyor. Söz konusu devletlerdeki politik çelişki, dolayısıyla, genel anlamda elitler arası uyumsuzluklara (din âlimleri ve monarşi arasındaki çatışmalara ve yönetimdeki ailenin farklı kolları arasındaki çekişmelere) bağlı olarak cisimleşiyor. Politik çelişkinin ortaya çıkmasına neden olan diğer bir husus da İslamî hareketlerdir.

Görüldüğü üzere burada sınıf mücadelesi önemli bir rol oynamıyor. Bu ülkelerdeki sakinmiş gibi görünen politik ortam, petrol zengini iki komşu devlette, İran ve Irak’taki ortama aksi yönde bir seyir içindedir. İran ve Irak’ta işçi sınıfının Körfez ve daha geniş planda Ortadoğu’daki batılı politikalara ısrarla muhalif olan ve bu yönde harekete geçen uzun bir tarihi mevcuttur.

Bu, en açık biçimde 2008 ekonomik krizine dönük verilen tepkilerde görülebilir. Krizin hemen ardından Körfez devletleri, halk tabanlı çok az protesto ya da öfkeye maruz kaldı. Şurası kesin olarak doğru ki birçok sansasyonel proje durduruldu, tüketici talepleri dibe vurdu ve iş dünyası kepenk indirdi. Ancak halk, pek zarar görmedi. Dubai gibi yerlerde, kiralık göçmen işçilerin sayısı azaldı ve binlercesi evlerine gönderildi. Bu da krizin gerçek acısının esas olarak Körfez’i kuşatan bölgelerden gelen işsizler tarafından hissedildiği anlamına geliyor.

Ancak Bahreyn, bu süreçte önemli bir istisna idi. Bu ülke, diğer Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerine kıyasla daha az petrol zenginliğine sahip (KİK rezervlerinin sadece % 0,03’ü) ve tarihsel gelişimine ait kimi özellikler sebebiyle (Kral Halife ve ailesinin hâkimiyeti altındaki) Sünni yönetici elitle çoğunluğu teşkil eden Şii nüfus arasında mezhepsel bir ayrışmaya sahne olan bir yer. Ancak Bahreyn’in toplumsal yapısı, (medyada genel olarak yansıtılan ve Bahreyn krallık ailesinin de bilerek teşvik ettiği iddianın aksine) Şiilikle Sünnilik arasındaki dinî çelişki ile ilgili bir mesele değil. Aksine, ülkedeki Şii çoğunluğa dönük ayrımcılık sınıfsal oluşumdan ayrı olarak kavranamaz. Ülke, büyük ölçüde göçmen işçiye sırtını yasladığından (örneğin 2005’te Bahreyn nüfusunun %58’i ülke vatandaşı olmayan göçmen işçilerdir) Şii çoğunluğun önemli bir bölümü işsiz kalmış, fakirleşmiş ve zamanla yerleşik bir hâl alan sistematik bir ayrımcılığa maruz kalmıştır.

Son yıllarda Bahreyn de diğer KİK ülkelerine kıyasla daha uzun süreli ve daha gelişkin bir neoliberalizm tecrübe etmiştir. Bu, kapitalist gelişmedeki eşitsizliği derinleştirmiş, (özellikle Şii nüfus dâhilinde) zenginle fakir ve özel sektörle (2010 Küresel Miras Vakfı Ekonomik Serbestiyet Endeksi’ndeki ifade ile) “Ortadoğu’daki en serbest ekonomi”den istifade eden devlet seçkinleri arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. 2004’te Bahreyn İnsan Hakları Merkezi’nin tahminlerine göre, Bahreynlilerin yarısından fazlası sefalet koşullarında yaşarken, en zengin 5.200 Bahreynlinin toplam serveti 20 milyar doları aşmış durumdadır. Bahreynlilerin görece daha fazla proleterleşmişliği, mevcut mezhepsel ayrışma ile çakışmış ve neolibralizmin yol açtığı derin etki ile pekişmiştir. Bu da emek hareketlerinin ve genelde solun ülke genelinde önemli bir hâle gelmesini koşullamıştır. Ülkede birkaç yılda bir büyük ayaklanmalara ve grevlere tanık olunmaktadır. Bu hareketlerin en son gerçekleştirdikleri eylem, 2011 intifadasıdır.

Dahası Bahreyn’in önemi, ülke sınırlarını da aşmıştır. Suudi Arabistan’ın petrol zengini olan doğu bölgesinde, Bahreyn’in tam karşısında, hatırı sayılır miktarda Şii yaşamaktadır. 2011’in başlarında burada bir dizi protesto gösterisi yapılmış, bu Körfez ülkeleri genelinde (ve onları destekleyen Batılı güçlerde) ciddi bir korkuya yol açmıştır. Bu protestolar, benzer mücadelelerin Suudi Arabistan ve başka ülkelerde de patlak verebileceğini göstermiştir. Bahreyn halkına karşı ağır bir baskının uygulanmasının nedeni buradadır. Suudi Arabistan, BAE ve Katar askerî birlikler göndererek ayaklanmaları bastırmıştır. Ancak Bahreyn’deki ayaklanmaların henüz sona ermediği kesindir.

Petrol fiyatları ile ilgili mücadele ne denli önemli? Burada ne tür çıkarlar devrede? Bu mücadele, bölgedeki devletlerin ve (ABD gibi) dış güçlerin politikalarını nasıl biçimlendiriyor?

Petrol fiyatlarını belirleyen faktörler, farklı sınıftaki petrollere ve diğer enerji kaynaklarına erişme ve temin etme imkânı, küresel talep, sanayideki sermaye yatırım düzeyleri, spekülasyon ve Ortadoğu’daki politik durumla ilişkili. 1999’dan beri fiyatlarda genel anlamda bir artış söz konusu (2008 ekonomik krizi sonrası yaşanan ani dalgalanma ile birlikte ciddi bir düşüşe tanık olundu). Eğer küresel plandaki arz ve talebe ilişkin en yaygın tahminler doğru ise fiyatlar orta vadede bu şekilde yüksek seyredecektir.

Yüksek petrol fiyatları, büyük ölçüde resesyon dönemleri ile ilişkilidir. Yetmişlerde görüldüğü üzere, petrol ithaline dayanan ülkeler yüksek fiyatlardan ötürü büyük zarar görüyorlar. Aslında bu, yetmişlerle birlikte Güney’de patlak veren borç krizinin temel faktörüdür (bu süreç, bir miktar da Körfez petrodolarlarının geri dönüşümü eliyle hızlanmıştır.). Mevcut dönemde (kısmen hidrokarbonların fiyatlarına bağlı olan) gıda fiyatlarındaki artış eğilimi, yüksek petrol fiyatlarının birkaç yönden tehlike arz ettiği anlamına gelmektedir.

Ancak madalyonun öteki yüzünde de Körfez devletlerinin (ve tabii ki petrol şirketlerinin) fiyatların yüksek oluşundan nemalanmaları duruyor. Yapılan farklı tahminlere göre, KİK devletleri “ne kâr ne zarar” durumundadır. Bu devletler için gerekli petrol fiyatı, bunların mali ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydedir. IMF’in tahminine göre, 2008’de Suudi Arabistan’ın mali portresini söz konusu yıl için dengede tutabilme noktasında, genel olarak varil başına 49 dolarlık bir fiyata ihtiyaç duymuştur. IMF, BAE (23$) ve Kuveyt (33$) için bu tahmini düşük tutmuş, Bahreyn (75$) ve Umman (77$) içinse yüksek bir tahminde bulunmuştur. Bütün olarak KİK için tahmin, varil başına ortalama 47 dolardır. Ancak bu tahminler muhtemelen fazla düşüktür. Bu noktada KİK devletlerinin bir dizi ayaklanmanın başlaması üzerine ülkelerdeki her türlü muhalefeti ezmek için bir hükümet programını yürürlüğe soktuğunu hatırlamak gerekecektir. Büyük dünya bankalarının en tepedeki kuruluşu olan Uluslararası Finans Enstitüsü, Mart 2011’de, Suudi Arabistan’ın kâr-zarar dengesi için petrolü varil başına ortalama 88 dolara satması gerekeceğine dönük bir tahminde bulunmuştur. Suudi Arabistan, dünya piyasasına arzı artırma ve dolayısıyla petrol fiyatını düşürme becerisine sahip olduğundan, kilit bir konumda bulunuyor (Ancak öte yandan, bazı sanayi analizcileri, bunun ne ölçüde mümkün olduğunu sorguluyor ve Suudi rezervlerinin fazla abartıldığını iddia ediyorlar). Özetle, burada karşılıklı ilişki içinde olan bir dizi faktör mevcuttur. Ancak bana kalırsa, yakın gelecekte işlerlik kazanacak olan senaryo, fiyatların yüksek tutulması ve KİK devletlerindeki artığın sürekli artması yönündedir.

“Arap Baharı”, bölgedeki güçler dengesini ve ayrıca Körfez devletlerinde hüküm süren sınıf güçleri arasındaki dengeyi tehdit edebilecek düzeyde midir?

2011 boyunca yaşanan ayaklanmaların gerçek potansiyeli tam da budur. Daha önce de izah ettiğim üzere, bölgesel ekonominin artan ağırlığı ve küresel krizin özel etkisi şeklinde özetlenebilecek iki ayrı süreç, iki ayrı politik yüzey olarak, ulusal ve bölgesel ölçeği tehdit edebilecek niteliktedir. Yüzeyden görünen, tekil ulus-devletler dâhilinde yaşanan “ulusal” mücadeleler, kaçınılmaz olarak bu bölgesel hiyerarşilerin inşası ile yüzleşecek ölçüde büyümektedir. Arap ayaklanmalarının açığa çıkardığı temel bağlam, işte budur.

Bunun farklı yönleri mevcuttur. Bir yandan ABD ve diğer dış güçlerin bölgede oynadığı rolü ve daha da önemlisi, İsrail’in konumunu açık bir biçimde görebiliyoruz. Ayaklanmalar (özellikle Mısır ayaklanması) tüm bu yönlerle yüzleşti, zira meydan okunan rejimler, ilgili bölgesel düzenin nasıl inşa edileceği noktasında merkezî unsurlardı. Dolayısıyla, ayaklanmaları tek başına bir “demokrasi” meselesi üzerinden anlamak doğru değildir. Burada yanlış olan, “politik” olanın “ekonomik” olandan, “ulusal” olanın “bölgesel” olandan ayrıştırılabileceğinin düşünülmesidir.

KİK devletleri de bölgesel politik ekonomide önemli bir rol oynuyorlar. Ama ben, burada ayaklanmalarda atılan sloganların ve ortaya konulan taleplerin KİK devletlerini (İsrail ya da ABD’yi) açık biçimde hedeflediğini iddia etmiyorum. Bu ayaklanmaların mantıksal açıdan son yirmi yıldır gelişen bölgesel düzene örtük olarak meydan okuduklarını düşünüyorum. Mısır, Tunus ve diğer yerlerdeki politik yönetimi karakterize eden toplumsal yapılar, KİK’in kendisini, İsrail’in konumu ile dış güçlerin hâkimiyeti ile bağlantılı olarak, bölgesel piyasanın hiyerarşisinin tepesine yerleştirme sürecinin bir parçasıdırlar. Ayaklanmalarda karşılığını bulan, diktatörlük karşıtı mücadeleler, aynı zamanda kapitalizmin bölge genelindeki gelişim kanalı ile iç içedir ve bu anlamda Körfez’e karşı verilen birer mücadeledirler.

Bu, KİK devletlerinin ayaklanmaları zapturapt altında tutup, onları yoldan çıkartmak amacıyla şiddete başvurmasının nedenini de izah eder. Bu devletler, bölgede hüküm süren karşı-devrimci dalganın mutlak merkezidirler. Kanaatime göre, emperyalizm, bölgede KİK devletleri ile eklemlenmiştir ve onlarla birlikte çalışmaktadır. NATO idaresi altında Libya’da gerçekleştirilen işgal, bunun en açık örneğidir. Bu işgalde Katar ve BAE önemli roller üstlenmiştir. Körfez devletleri, bu ülkeye askerî birlikler, para ve ekipman göndermiş, daha da önemlisi, saldırı için gerekli politik meşruiyeti temin etmişlerdir. Başka birçok örnek bulmak mümkündür: Körfez devletleri, Mısır ve Tunus’taki rejimlere milyarlarca doları bulan yardımlar yapmayı vaat etmişlerdir.

Bahreyn’deki askerî müdahale, başka bir örnektir. Ürdün ve Fas’a KİK’e katılmaları için yapılan tekliften de bahsedilebilir (buradaki amaç, bölgedeki tüm gerici krallıkları tek bir blok içinde birleştirmektir.). Ayrıca son dönemde KİK, Suriye ve Yemen’deki ayaklanmaları kışkırtıp bu noktada arabuluculuk yapma girişimleri içindedir. Belki de en önemli tehlike de İran’a yönelik tehditlerin giderek yoğunlaşmasıdır. Esasında İran, sadece İsrail değil, KİK için de bir sorundur.

Bu nedenle ayaklanmalar, bölgesel düzenin yatağını değiştirmek gibi gerçek bir ihtimali temsil ediyorlar. Geniş ve iyi örgütlenmiş işçi sınıfı ile güçlü sol örgütlere sahip Mısır, mücadelenin kilit noktasıdır. Ancak yukarıdaki ana konuya dönecek olursak, uzun vadede Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yüzleşilen eşitsiz gelişim sorunları, “ulusal” planda herhangi bir çözüme kavuşturulamayacaktır. Bu sorunlar, bölgesel ve merkezî bir çözüme muhtaçtırlar; bu da KİK devletlerinin bölgedeki kapitalizmin merkezi olarak sahip oldukları konumla yüzleşmenin şart olduğunu ortaya koyuyor.

Kaynak

23 Şubat 2012

, ,

Arap Baharı ve Emperyalizm

“Bugün Libya yarın New York Borsası”


Aralık 2010’da Tunus’ta beklenmedik bir biçimde başlayan ve hızla Mısır, Libya, Bahreyn, Suriye ve Yemen’e, küçük ölçekli de olsa bir dizi gösteri üzerinden, Lübnan, Moritanya ve Suudi Arabistan’a sıçrayan kitle hareketleri dalgası, (a) Arap dünyasındaki sosyo-ekonomik dinamikleri ve (b) Arap dünyasının emperyalizmle arasındaki ilişkileri tümüyle değiştirme potansiyeline sahiptir.

Giderek genişleyen bu hareketlerin dinamiklerini ve anlamlarını kavrama noktasında, belirli ülkelerdeki hareketlere ilişkin olarak, mevcut ayrıntılardan kimi soyutlamalara ulaşmak ve geniş planda bir tarama yapmak faydalı olacaktır. Dahası, böylesi bir tarama işlemini yapmak, sadece bugünlerde herkesin dikkat kesildiği Suriye değil, genel anlamda tüm Arap dünyasındaki verili durumun iki yönünün (ya da temel çelişkilerinin) açığa çıkmasını sağlayacaktır.

İlk ve başat yön, genelde kitlesel ayaklanma biçimi alan tüm bu hareketlerin kendi toplumlarının demokratikleşmesi ve onlarca yıl emperyalizmin desteği ile ayakta kalmış otoriter ve zorba rejimlerin yıkılması amacıyla başlamış olmasıdır. Birçok örnekte, yirmi yıldan fazladır iktidarda olan bu rejimler, otoriteryanizm ve neoliberalizm arasındaki çakışmayı temsil etmişlerdir. Meseleyi bu şekilde tespit etmek, eski terminolojiye başvurursak, bu hareketleri yönlendiren başat çelişkinin otoriter (çoğunlukla liberal) rejimlerle ilgili ülkelerdeki geniş halk kitleleri arasında cereyan ettiğini söylemek demektir.

İkinci ve bana kalırsa tali yön ise emperyalist müdahalenin gerçek ya da muhtemel olmasıdır. Gene eski terminolojiye başvuracak olursak, burada ilgili hareketi yönlendiren, emperyalizmle geniş halk kitleleri arasındaki çelişkidir.

Bu noktada verili bir durum dâhilinde, faal olması sebebiyle, her iki çelişkinin de temel olduğunu tespit etmek gerekir; mevcut konjonktür her iki çelişki arasındaki karşılıklı etkileşim üzerinden biçimlenmektedir. Ancak ayrıca iki çelişkiyi başat ve tali olarak ayrıştırmak da zorunludur. Geniş halk kitleleri ile otoriterlik arasındaki çelişkiyi başat çelişki olarak tanımlayanların gerekçesi nedir? Gerekçe, genelde şu tarz bir gözleme dayanmaktadır: istisnasız her bir hareket, demokratikleşme amacıyla ve neoliberal otoriter rejimlere muhalif olarak yola çıkmışlardır. Hiçbirisi, söz konusu itkiyi asla kaybetmemişlerdir. Dolayısıyla görünüşe göre, neoliberal otoriter hareketlerle halk sınıfları arasındaki olgunlaşan çelişki söz konusu hareketlerde ifadesini bulmuştur. Eğer ülkeyi sömürgeye dönüştürmek amacıyla oraya dönük olarak emperyalist güçler askerî bir işgal hareketi başlatmışlarsa, yukarıda bahsi geçen, tali çelişki, yani emperyalizmle halk kitleleri arasındaki çelişki, başatlaşacaktır.

Eğer bu tanımlama doğru ise, o hâlde karşımıza iki sonuç çıkar.

1. Öncelikle Sol, Tunus’tan Mısır ve Suriye’ye dek uzanan bu rejimleri tanımlayan neoliberal otoriteryanizme karşı duran demokratikleşme hareketlerini desteklemelidir. Meseleyi buradan ele almayan her türden analiz kusurlu ve tek taraflı olacaktır, zira bu türden bir analiz, hareketi yöneten başat çelişkiyi kaçırmaktadır. Bu görüş, örneğin Tunus İşçilerinin Komünist Partisi’nde ifadesini bulmaktadır. Aynı yaklaşımı Mısır’da oluşturulan geniş sol koalisyon da dile getirmektedir. Ömer S. Dahi ve Yasir Münif de, biraz farklı bir biçimde, Suriye’deki isyanların analizine vakıf olmak üzerinden, bu türden bir görüşü savunmaktadır.

2. Sol, özellikle ABD emperyalizminin gerçekleştireceği tek taraflı müdahalelere benzer, her türden yabancı askerî müdahaleye şiddetle karşı çıkmalıdır. Bu noktaya vurgu yapmayan her türden analiz eksik ve yanlış olacaktır zira böylesi bir analiz de tali (ama temel) çelişkiyi unutmaktadır. Bu ikinci yön iki ayrı gözleme dayanır.

İlk gözlem, söz konusu otoriter devletlerin çoğunlukla başka devletlerin aracılığıyla, emperyalist güçlerden birinin desteğini arkasına alması ile ilgilidir. Dolayısıyla demokratikleşme hareketi doğası gereği anti-emperyalisttir. Anti-emperyalistlerin söz konusu demokratikleşmeyi tereddütsüz desteklemelerinin ana gerekçelerinden biri de budur. Ama sadece otoriter rejimlerin emperyalizm tarafından destekleniyor olmaları, emperyalizm ile halk kitleleri arasındaki çelişkiyi başat çelişki hâline getirmez. Devlet iktidarını kullanan, yabancı yönetici sınıflara ait herhangi bir koalisyon değil, yereldeki yönetici sınıf koalisyonudur. Bu sebeple halk kitleleri ile yereldeki yönetici sınıf koalisyonu arasındaki Devlette temsil olunan çelişki, ilgili ülkelerdeki sosyo-ekonomik değişimin başat faktörüdür.

İkinci gözlem de şu şekildedir: bu demokratikleşme hareketleri güçlendikçe “Büyük Güçler” eskiden destekledikleri rejimlere dönük bağlılıklarını zamanla terk edip ayaklanma sonrası dönemde varlıklarını sürdürebilmek adına müdahale için yeni yollar aramaya başlarlar. Bu arayış dâhilinde emperyalist güçler, her daim muhalefet içindeki gerici güçlerin safını tutarlar, bu noktada da çelişkiyi militarize ederek ilerici ve demokratik güçleri marjinalleştirirler. Tüm ilerici ve demokratik güçlerin askerî bir emperyalist müdahaleye karşı çıkmasının bir zorunluluk olmasının nedeni tam da budur.

Bu nedenle, esas olarak meselenin emperyalist müdahale boyutuna odaklanan solun önemli bir kısmı başat çelişkiyi kaçırmaktadır. Aynı ölçüde emperyalist müdahale ihtimallerini ve bunun sonucunda oluşacak sorunları tanımayan sol ise tali çelişkiyi bir kenara itmektedir. Ama burada son olarak eklemek gerekir ki ilk grubun hatası ikinci grubun hatasından daha ağırmış gibi görünmektedir.

Deepankar Basu
20 Şubat 2012
Kaynak

20 Şubat 2012

,

Marksizm ve İslam


Marksizm ve İslam: Bir Polemik İçin Notlar

Devrim

Devrimlerin, vurgu ile belirtmekte fayda var, politik devrimlerin kaderi ortak: devrim sonrasında tarih, bu devrimler bir daha tekrarlanmasın diye, özellikle aydınlar cenahında, birilerini görevlendiriyor. Bu birileri, “devrimci”ymiş gibi görünüp, devrimi talileştiriyorlar, yani onu belli bir yere ve zamana hapsediyorlar ya da o birileri, karşı-devrimci olup, dışarıdaki yer ve zamanı dondurmaya çalışıyorlar. Özetle, “devrimciler”, devrimlerin içindeki, karşı-devrimciler ise devrimlerin dışındaki zamanı ve mekânı dondurmaya gayret ediyorlar.

Marx’ın ayırıcı özelliği burada: o, tüm teorisini belli bir politik-ideolojik “dert”le yazıyor ve sürekli, devrime işaret ediyor. Bu amaçla Marx, içeriden ve dışarıdan çürütülen devrimi kitlelerin hareketliliği ile örülen bir zaman ve mekânla yeniden kuruyor.

Bu inşa, Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi içinde, ama bu devrimlerin toplumsal-tarihsel ürünleri ile birlikte gerçekleşiyor. Tarih boyunca Marksizm dâhilinde, “işçi sınıfı” bağlamında kopan fırtınaların nedeni de burada: sınıf, ilk, yoksa ikinci devrime göre mi görülecek ve anlam kazanacak?

Devrimin içerisindeki ve dışarısındaki zaman-mekânın dondurulması girişimi, akıllarda ve eylemlerde, geçmiş bir devrimin tarihsel plandaki sabitlenişinde karşılığını buluyor. Örneğin Fransız Devrimi, ya her yere Fransa muamelesi yapılıp, herkes Fransız kılınmaya çalışılarak sürdürülmeye çalışıyor ya da başka ülkelerin Fransa’ya, halkların da Fransızlara benzeştikleri noktalar silinerek özel bir alana hapsediliyor.

1789 sonrası yeniden inşa edilen Paris’te sokaklar, halk kolayca barikat kurmasın diye genişletiliyorsa, kafanın içindeki sokaklar da aynı şekilde genişletiliyor. Mimarî, devrime göre, devrim bir daha olmasın diye biçimleniyor.

Yıllar sonra hiç umulmayan bir yer, Rusya, devrim adına ses veriyor. Ekim Devrimi’nin “rastlantısal”lığı, birilerini ürkütüyor ve o da söndürülmeye çalışılıyor. Bu noktada önemli bir saldırı cephesi, bu devrimi Fransız Devrimi’nin bir uzantısı kılmak oluyor.

Birey = Sınıf

Fransız Devrimi, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” idealini Aydınlanma’nın “insan-birey”i temeli üzerinde inşa ediyor. Ama bu temel, tersten, bir kılıf görevi görüyor ve ilgili şiarın altındaki toplumsal-tarihsel gerçekliği gizliyor. Krala karşı mücadelenin ortak cephesi sonradan bölünüyor, Jakobenler şehrin, Jirondenler köyün temsiliyetini üstlenip meclisteki yerlerini alıyorlar. İlki meclisin soluna, ikincisi sağına oturuyor, ortada ise kral duruyor.

Şehrin temel talebi, istikrar; istikrarın talebi ise ücret ve fiyatların sabitlenmesi. Ama bu sabitleme önerisi, köylülerin işine gelmiyor. Özetle liberalizm, bir köylü ideolojisinin içinden neşet ederek, serbestiyeti bayrak ediniyor.

Her iki kesim ise devrimsiz bir toplum ve tarih kurgusunda ortaklaşıyor. Devrim gününden başlayan bir takvimin kullanıma sokulması bile, devrimin gerçekleştiği bir boyutu, zamanı silmeyi ifade ediyor esas olarak. Devrim, bu sayede zihinlerde ve pratikte ötelenmiş oluyor.

Ekim Devrimi’nin içinde de zamanla onu Fransız Devrimi’nin yeni hâli olarak karşılayanlar zuhur ediyor. Süreç içinde “birey” yerine “sınıf” ikame ediliyor. Birey ve sınıf, dolaylı olarak Aydınlanma’nın “insan”ına bağlanıyor. İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki hâli olarak tasavvur ediliyor.

Aydınlanma dininin tanrısı olan insan, işçi sınıfı donunda yeniden zuhur etmiş oluyor.

Politik/Toplumsal Devrim

Herhangi bir olaya “devrim” denildiğinde, hemen toplumsal devrimlerle ilgili bilgi çıkınının devreye sokulması şaşırtıcı. Bu noktada akla Sadri Alışık’ın o ünlü repliği, “bu da mı gol değil?” geliyor. Her zaman ofsaytta kalmışların, kaybedenlerin, mazlumların çığlığını anlamayı, o çığlıkla ortaklaşmayı asla kabul etmemek. “Sosyalizmi biz kuracağız” demek için başkalarının ayaklanmasını küçümsemek. Devrim ve sosyalizm, her daim uhrevi bir âlemde kalsın, bugüne, gerçeğe değmesin diye, bugüne, gerçeğe ait çıkışları tırpanlamak. Yapılan bu.

İslam Devrim mi?

Fransız Devrimi ya da onun Rus versiyonu Ekim Devrimi zaviyesinden baktığımızda, değil. Ama bu devrimlere Aydınlanma penceresinden bakmıyorsak, İslam tabiî ki devrim. İslam, devrim olmayı bile batıda olumlu ya da olumsuz açıdan bir biçimde devrim diye kodlanmış bu iki olaya göre hak edebiliyor. Kendi toplumunu ve dönemini aydınlattığı için İslam, birden devrim oluveriyor ya da aydınlatamadığı ispatlanmış ise gerileme, en iyisinden “reform” olarak niteleniyor.

İbrahimî gelenek içinde bir devrim olduğu açık. Sadece putperestler, pagan gelenekler, çoktanrıcılar değil, Hristiyanların ve Yahudilerin hüküm sürdüğü topraklarda “din karşıtı din” olarak cisimleşiyor İslam. Hristiyanlığa ve Yahudiliğe göre ve onlara karşı devrim oluşunun, hüküm sürme noktasında, geriye çekilmiş olması, bu hakikati hiçbir biçimde değiştirmiyor. Sınıfsallık ve toplumsallık arayacaksak eğer, birinde toprak sahipliği, diğerinde tefecilik duruyor geri planda. “Hepsi aşiret değil mi?” türünden anakronik, tarihdışı bir yaklaşımla, Muhammed’in bir aşiret üyesi oluşuna abanmak, hiçbir şeyi çözmüyor kısacası.

“Alman halkı, hiçbir surette devrimci bir gelenekten mahrum değil. Almanya’nın diğer ülkelerin devrimlerindeki en iyi insanlara denk karakterler ürettiği, Alman halkının merkezîleştirilmiş bir millet dâhilinde muhteşem sonuçlar üretebilmesine imkân veren bir dayanma gücü ve kudret ortaya koyduğu, Alman köylülerinin ve alt tabakaların kendi evlatlarını bile çoğunlukla ürperten kimi fikir ve planların hamili oldukları zamanlar oldu.”[1]

Engels, Alman Köylü Savaşı isimli bu çalışması ile özellikle Fransa’ya ve Fransız devrimcilerine bakıp hayıflanan Alman devrimcilerine seslenerek, onlara kendi devrimci geleneklerini hatırlatıyor. Bugün birçoklarının tüylerini diken diken edecek bir dil ve içerikle, Almanlara, kendi geçmişinde, özellikle din bayrağı altında savaş alanlarını dolduran halkını gösteriyor.

Köylü Savaşı’nı toplumsal-sınıfsal analiz açısından okumak da mümkün, bu yönde politik gerekçelerle değerlendirmek de. Ama birileri, bu topraklarda Muhammed’e veya İslamî kıyamlara işaret etse, hemen “İncil” misali, Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz” bölümü çıkartılıyor ve böylelikle “üretici güçlerin gelişmesini beklemeyen” sabırsız ahmaklara akıl ve ayar verilmiş oluyor.

En kolayından, kısa devre yaparak, işçi sınıfı, üretici güç ilân edilip, sınıfçılık, devrimcilik ve sosyalistlik olarak yutturuluyor. Dolayısıyla, örneğin İslam’ın ve Müslümanların “sınıfî”, “devrimci” ve “sosyalist” yanları mutlak bazı kabuller adına çöpe atılıyor. Tarihi ve toplumu dönüştürenin, kabuller ya da sözler değil, somut eylemler ve güçler olduğu görülmüyor. Daha doğrusu, bu görülüp sözlere ve kabullere yükleniliyor.

Üstelik bahsi geçen “İncil” gösterisi, Fransız Devrimi veya Ekim Devrimi adına yapılıyor. Yani bunlar, bir daha tekrarlanmasın diye, örtük olarak “üretici güçler” öne çıkartılıyor. Burada, teoride belirlenmiş güçle, gerçekteki güç arasında kısa devre yapılarak, güç sahibi olunabileceği vehmine teslim olunuyor ve bu nedenle üretici olmayanların isyanları yok hükmünde kabul ediliyor. Bu o denli abartılıyor ki, “işçi sınıfı” salt ürettiği için göklere çıkartılıyor ve neredeyse işten atılan işçiler, “üretim” adına sahiplenilip geri işe alınmaları için çalışılıyor. İşçi, kentli orta sınıfın maskesi, bazı durumlarda zırhı, bazen de kendisine dair bir mecaz olarak iş görüyor.

Sömürü ve zulüm, bu üretim planlamacılığı karşısında anlamını yitiriyor. Dolayısıyla devrimi yapacak olan sömürülenler ve mazlumlar, üretim tanrısı önünde, parti, örgüt, sendika, dernek adı verilen sunaklarda kurban ediliyorlar. Kendi işçisine ve sosyalizmine bunu yapan, Müslüman’a ve İslam’a neler yapmasın?

Demir vs. Garbis

Demir Küçükaydın bir röportaj verdi[2], Garbis Altınoğlu da burada söylenenleri kendi zaviyesinden cevaplamaya çalıştı.[3] Esasen Küçükaydın, Fransız Devrimi’nin; Altınoğlu, Ekim Devrimi’nin şanlı günleri karşısında körelen bir çift gözle meseleleri değerlendiriyordu.

Garbis’in Muhammed ve dönemin Arabistan’ı ile ilgili sözleri, kendisinin eleştirdiği troçkistlerin ve bu cenahtan kopup liberalizme yelken açan teorisyenlerin Sovyetler’e dönük eleştirilerini hatırlattı. Zira bu kesimler de geri bir ülkede devrimin olamayacağına inanıyorlardı. Dolayısıyla bu kesimler, Rusya’da olana devrim, yaşanana da sosyalizm dememeyi maharet saydılar.

Demir “Stalin Muaviye’dir” diyerek, gençliğinden beri Lenin’in yanında olmuş, ölümüne yakın onu pohpohlayanların “büyük öğretmen” nidalarına karşı “ben hâlâ Lenin’in öğrencisiyim” diyen Stalin’i, Muhammed’in düşmanı iken korkudan ve çıkarları gereği Müslüman olmuş bir aşiret reisinin oğlu Muaviye ile eş tutuyordu. Böylelikle o, esasında Stalin üzerinden Lenin’e küfrediyordu. Garbis ise Muhammed ve İslam ile ilgili söyledikleriyle, geçen yüzyılın başlarında sosyalizme, Lenin’e ve Rusya’ya eleştiriler yağdıran sağcıların tezleri ile ortaklaşıyordu.

Demir, ayrıca şehirli olduğu için önemsediğine dair kimi vurgularda bulunmasına karşın, İslam’ın Şam gibi bazı güç merkezlerinde yoğunlaşarak yeniden inşa edilmesinin sembolü olan Muaviye’yi kötü bir örnek olarak kullanıyordu.

Buradaki hinlik şuydu: Demir, Müslümanları kendi ulus karşıtlığı siyasetine yâr ya da kul etmek istiyor, bu amaçla Stalin’e küfretmek için Muaviye’yi öne çıkartıyordu.

Temelde ulus karşıtlığı siyaseti de Avrupa solculuğunun bir ürünüydü. Zira doksanların başında tüm üye ülkelerdeki okullarda okutulacak tarih kitabını, Demir’in aklına uygun olarak, birlikte yazan Avrupa, bu kitapla esasında birliğin sürekliliğini güvence altına almayı amaçlıyordu.

Garbis, “işçi sınıfı yoksa sosyalizm de yok”, Demir “birey yoksa sosyalizm de yok” dedi. Oysa ikisi de insan denilen tanrıya tapma noktasında din kardeşiydi.

Garbis için aşiretler, Demir için milletler gericiydi. Durdukları nokta farklı olsa da kendi konumlarına göre tayin ettikleri “ileri-geri”, aynıydı.

Garbis, Demir’in “bayrağın önemi yok” lafından rahatsız oldu. Elbette bu rahatsızlık, Engels’in şu sözünü bilmemek ya da bilse de onu anlamlandıramamaktan kaynaklanıyordu:

“Benim için önemli olan, Rusya’da ilk itkinin verilmesi ve devrimin patlak vermesidir. İşareti şu ya da bu hizbin vermesi, devrimin şu ya da bu bayrak altında olması benim için önemli değil.”[4]

Demir, “bu dünyada Müslüman olmak imkânsız” dedi ve aksini iddia etmenin Aydınlanma’nın dinine tabi olmak olduğunu söyledi, ama devamında da Müslümanlara ulusla hesaplaşıp tüm dünyaya bakmayı, bu noktada da Aydınlanma’nın dinine tam anlamıyla biat etmeyi önerdi.

Özetle Demir, insanlığı bölen uluslara; Garbis de dinlere karşıydı. İnsanlık dedikleri ise burjuvazide maddileşen tanrı-bireyden başka bir şey değildi. Öz çekirdekteki birey denilen hülyalı güzelliğin açığa çıkabilmesi için din ve millet denilen kabuklardan kurtulmak zorunluydu. Demir, bunun için dindarlarla; Garbis de millî olanla işbirliğine hazır olduğunu söylemiş oldu.

Garbis, devrimi yapmış ve sosyalizmi şu veya bu şekilde kurmuş bir ülkenin devrimcisine, örnek olsun, Stalin’e öykünmenin bugün devrim yapmamış, sosyalizme de uzak bir ülke, bölge ve dünya gerçekliğinde sonuçsuz olduğunu görmüyordu. Aynı şekilde tersten, Demir de devrimin ve sosyalizmin politik olarak anlamını ve değerini yitirdiği uzak bir âlemden konuşarak, bugüne hiçbir şey söyleyemeyeceğini anlamadı.

Bu açıdan Demir’in “bu dünyada İslam imkânsız” ve “bu dünyada hiç sosyalizm yaşanmadı” sözleri aynı kafanın ürünüydü. O, başka galaksilerde hayatın olduğunu somut olarak bilse, “tek dünyada sosyalizm” eleştirileri yazmak için yanıp tutuşacak bir ruh hâli sergilemekteydi. Çünkü onun gibilerde sosyalizm, imkânsızlıkla aynı anlama sahipti.

Oysa Troçki, “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen şair Mayakovski’yi eleştirdiği yazısında, ona cevapla, “sen önce Moskova’nın elli kilometre uzağında aç köylülere ekmek götür” diyen bir devrimciydi.

Bu polemiğin de gösterdiği üzere, Garbis’in yazılarında Stalin’in; Demir’in yazılarında Troçki’nin cenaze marşı çalıyordu. Zira bir işçi, ancak bir sınıfa ait ise anlam ve değer kazandığı gibi, söz konusu iki isim de devrim ve sosyalizm bağlamında anlam ve değer edinebiliyordu, kişisel özellikleri, hırsları ve arzuları ile değil. Bu kişiliklerin öne çıkartılması, devrimin ve sosyalizmin geri çekilmesi demekti.

Devrim ve sosyalizm, sınır çekmek, sınır silmek ve sınır boylarında dövüşmekti. İşi gücü, kendi bilgi dağarcığını ve hayat algısına ait sınırları korumak olan Garbis ile işi gücü bir kuş misali sınırlara kör bir hayat sürmeyi erdemmiş gibi taşıyan Demir arasındaki bu polemikte politik açıdan devrime ve sosyalizme dair hiçbir şey yoktu.

Sınırlara içeriden ya da dışarıdan kör olmak, teori ve pratik arasındaki sınıra karşı da körleşmeyi beraberinde getiriyordu.

Garbis, teorisini pratik; Demir pratiğini teori gibi yaşıyordu. İlki için eylemsiz söz, ikincisi için sözsüz eylem önemliydi. İlkinde Marksizm ve İslam, birbirine asla değmeyecek bir diyara atılıyor, ikincisinde ise zaten değmeyeceği bir alana hapsediliyordu.

Bugün özellikle Ortadoğu ölçeğinde, İslam ve Marksizmin tarihsel ve toplumsal düzlemde değdiği yerlerde olmak, çıkan kıvılcıma iştirak etmek, devrimcilik ve sosyalistlik olmalıydı.

Eren Balkır
20 Şubat 2012

Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Collected Works, 10. Cilt, Frederick Engels: “The Peasants War In Germany”, s. 399.

[2] “Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”, 27 Ocak 2012, Adil Medya.

[3] Garbis Altınoğlu, “İslâm ve Marksizm”, 17 Şubat 2012, Adil Medya.

[4] Marx-Engels, Collected Works, 47. Cilt; “Engels’ten Vera İvanovna Zasuliç’e Mektup”, 23 Nisan 1885, s. 281.

17 Şubat 2012

, ,

Hıdır Adnan

Filistinli tutsak Hıdır Adnan 62 gündür açlık grevinde. Ellerinden kelepçelendiği yatağında, bir İsrail hastanesinde ölüm tehlikesi ile karşı karşıya.

Geçenlerde yüksek mahkemeye kurtarılması için bir tıbbî rapor sunuldu.

33 yıl önce Cenin yakınlarındaki bir köyde doğan, geçimini fırıncılık yaparak sağlayan Hıdır Adnan, İsrail devleti tarafından herhangi bir suçlamada bulunulmaksızın, dört aydır “idarî gözaltı” altında tutuluyor. Adnan açlık grevine, tutuklanmasından bir gün sonra, 18 Aralık’ta başladı.

Adnan’ın avukatları serbest bırakılması için İsrail yüksek mahkemesine dilekçe sundular ama bugüne dek cevap gelmedi dilekçeye. Avukatı Mahmud Kasandra’nın ifadesiyle durumu gayet ciddi: “Muhtemelen bu son şansı. Tıbbî rapora göre her ân ölebilir. Umarım ölmez ama ben pek iyimser değilim bu konuda.”

Adnan açlık grevine, sebepsiz yere gözaltına alınması, herhangi bir delilin olmaması ve gözaltı sürecinde yaşadığı saldırıları protesto etmek için girdi. Raporlara göre, bu onun dokuzuncu gözaltısı. O geçmişte İslamî Cihad’ın sözcülüğünü yapmış bir isim.

Geçen Çarşamba günü Safid’de İnsan Hakları için Doktorlar grubundan bir doktor tarafından muayene edildi. Doktorun raporuna göre Adnan’ın el ve ayaklarında kelepçe vardı.

Süreç içinde otuz kilo kaybetmiş, şimdi altmış kiloda. Mide ağrısı çekiyor, bazen kan kusuyor ve şiddetli başı ağrıyor. Yüzü çok solgun, vücudu ise çok güçsüz. Dili düzleşmiş, diş etleri kanıyor, derisi kuru, saçları dökülüyor ve kasları körelmiş. Kalp atışları zayıf, kan basıncı 100/75. Sürekli bir kalp monitörüne bağlı tutuluyor.

Adnan sıvı ve tuz alımını kabul etti. Buna glikoz ve vitaminler de eklenmiş. Ancak doktorun dediğine göre, “açlık grevine son vermeyi kesinlikle reddediyor.” Bilinci gayet yerinde ve açık.

Doktorun tespitiyle, “Adnan her ân ölebilir. Açlık grevi elli günü geçti ise kaslar bozulur ve vücutta toksinler oluşur. Ölüm, kalpteki bir soruna ya da bağışıklık sistemindeki çökmeye bağlı olarak oluşan bir enfeksiyon sonucu aniden gerçekleşebilir. Sindirim sisteminde bir kanamanın ya da karaciğerle böbrekte bir hasarın oluşması da muhtemeldir.”

"Yetmiş günü aşan bir oruçta insan kesin olarak ölür. Damardan sıvı verme, tuz takviyesi, glikoz ve vitamin temini uzun soluklu bir açlık grevinde ölüme mani olamaz.”

Adnan’ın karısı Randa, iki kızı ve babasına Çarşamba günü görüş izni verildi. Annesine, kız kardeşine ve kardeşine ise verilmedi.

Arrada’daki evinde kız kardeşi Maali, "Randa’nın bana söylediğine göre, abim çok zayıfmış, sağlığı giderek kötüleşiyormuş ama aklî sağlığı iyiymiş” diyor. “Tüm aile endişeyle bekliyor ve Randa kocasını bir daha görüp göremeyeceğini bilmiyor.”

Adnan'ın büyük kızının da adı Maali. Dört yaşındaki Maali, babasının çok hasta olduğunu anlıyor ve o da onu bir daha kucaklayıp kucaklayamayacağı konusunda kaygılanıyor. Halası onunla ilgili olarak şunu söylüyor: “Annesine sürekli ağlamamasını söylüyor.” Küçük kardeşi Bissan henüz 18 aylık. Üçüncü çocuğunu bekleyen Randa, altı aylık hamile.

Görüş sonrası Adnan’ın babası Cihad Adnan, hastanenin dışında oğluyla dayanışmak için yaptığı konuşmasında onun moralinin yüksek olduğunu söylüyor. “Oğlum açlık grevine kendisi için girmedi, o bu açlık grevine işgal sona ersin, ülkesindeki yurttaşları başları dik yürüsün ve halkın hürriyete olan hasreti son bulsun diye girdi.”

Binlerce Filistinli ve Adnan’ı destekleyen başka isimler Batı Şeria ve Gazze’de ya da Kudüs yakınlarındaki Ofer askerî hapishanesinin dışında protesto gösterileri düzenlediler. Kitle polisle çatıştı ve polis göz yaşartıcı bomba ile plastik mermi kullandı.

Filistinli tutsaklarla dayanışma grubu Addamir’e göre, diğer hapishanelerdeki tutsaklar da yiyecek almayı reddetmeye başladılar.

Birçok gösterici, Adnan’ın İsrail işgalinin ve onun tutsaklara dönük muamelesinin bir sembolü hâline geldiğini söylüyor. İsrail hapishanelerinde üç yüzden fazla Filistinli “idarî gözaltı” denilen tutuklama sürecine tabi tutuluyor.

Filistin devleti de Adnan’ın serbest bırakılması çağrısında bulundu. Perşembe günü İnsan Hakları için Doktorlar grubu İsrail cumhurbaşkanı Şimon Perez’den onun kötüleşen tıbbî durumuna müdahale etmesini talep etti.

Bu haftanın başında İsrail’deki askerî mahkeme Adnan’ın süregiden tutukluluğu ile ilgili temyiz başvurusunu reddetti. İsrail Hapishaneler İdaresi'nin dediğine göre, Adnan’a gayet insanî davranılıyor ve o “özel” muamele görüyor.

1981’de Kuzey İrlanda’da gerçekleştirilen açlık grevinde ölen IRA tutsağı Bobby Sands açlık grevine 66 gün dayanabilmişti. Britanya Tıp Derneği’ne göre, ölüm genellikle ölüm orucunun 55 ila 75’inci gününde gerçekleşiyor.

Harriet Sherwood
16 Şubat 2012
Kaynak

08 Şubat 2012

Allah’ın Boyası ve Tiner


Bir tinerci-dindar tartışmasıdır kopup gitti son günlerde. Tayyip, kimsenin tinercinin safını tutmayacağı fikri ile salladı sopasını.

İhsan Eliaçık, “hâlihazırda varolan dindarı müteahhit yaptınız zaten” diye eleştirdi. Tayyip, ona (da) “zavallı” dedi ve “biz, işleri ehil kişilere veririz” sözüyle, Eliaçık’ı da kendince marjinalleştirmiş oldu, elindeki çanağı yalayanlara gerekli mesajı iletti. İşi veren de alan da, ekmeği insanın önünden çalan da, filmlerdeki kötü karakterler gibi, kendisinden su isteyen düşmüşe suyu verir gibi yapıp yere döken de oydu. Tayyip, İhsan Eliaçık’a verdiği cevapla açıktan şunu söylüyordu. “Suyun başını biz tutuyoruz.”

Helak olsun Ebu Leheb! Helak oldu da.” [Tebbet, 1]

Oysa bu, Ebu Leheb dindarlığıdır. Kâbe etrafında çöreklenmek ve köleyi ölümle, zengini köleyle korkutmaktır. İslam, bu korkuyu silmek değil midir? Korkuyu yaşatmak isteyen İslam, kâfirse değilse nedir?

Yani dindar-tinerci tartışması, özünde güç gösterisidir. Kemalist manada “yurtta sulh cihanda sulh” aşamasını ifade eder. Sulh, sermayenin dış huzurudur. AKP’nin Onuncu Yıl Marşı’dır bu gösteri. “On yılda on beş milyon genç yaratmak”, “tarihten önce var olan ve tarihten sonra da var olacak olan” bir devlet teşkil etmektir. “Ne mutlu Türküm diyene” aşamasının pekiştirilmesidir. “Türk”, yani devletin kölesi, yani iktidarın uşağı olmayanın mutluluk hakkı olmamasıdır.

Tayyip’in “Tinerci” saldırısı, Uludere’dir. “Bizim önümüzde diz çökmezseniz, ekmeğinizi bile yiyemezsiniz” demektir.

Özal gibi, seçim zamanı dağıttığı ev tapularını, Demokles’in kılıcı misali, milletin başının üzerinde sallamaktır.

Bu saldırı, faşist Almanya’da güçsüzlerin, evsizlerin, yaşlıların, hastaların, toplumun zayıf noktalarının sokak ortasında dövülmeleri, öldürülmeleridir. Ancak Yahudi olduğu takdirde adam yurduna konulanların sessiz çığlığıdır. Bu, biyopolitikadır. Ateist Richard Dawkins’in Darvinci, “gen” merkezli biyopolitikasının din sosuna bandırılmasıdır.

Tinercilere saldırmak, geçen seçimlerde istikrar masalları ile avuttuğu milleti gulyabani hikâyeleri ile korkutmak ve onu Allah’a değil, korkuya kul etmek demektir.

Gündeme gelen bu tartışma, “artık iktisat, sosyoloji ve politika benim, benim dışımdakiler gebersin, gebermek istemiyorsa, bana kul olsun” diyen müstekbirlerin partisi AKP’nin attığı son çığlıktır. Evet, o, cami duvarına işemiştir.

Tinerciyi tekfirle işaretlemek, kırmızı içine alıp sonra aynı boya fırçası ile üzerine çarpı atmak, maaş zammı alamamış memura, üç kuruşa taşeron işlerde çalışan işçilere, toprağı, suyu, hayvanı çalınan köylüye “sus!” demektir.

Bu tartışma, “bize biat etmezseniz, sokakta tinerci olursunuz” demektir. Marjı belirlemek, sosyolojik, iktisadî ve politik manada sınır çekmektir. İktidarın perçinlenmesidir. Dini dışarıda tutup donduran Kemalist devletin bu donuk puta göre kendisini yeniden inşa etmesidir.

Esad’a seslenen Tayyip, Irak’ta ve Libya’da halkın özgürleştiğini söyler ve “mazlumun ahını aldığını” iddia eder. Çekilen marj, çizilen sınır, emperyalizme teslim olmuş komprador aklın muhafazasıdır. Tayyip’in bahsini ettiği “mazlumlar”, sosyolojik, iktisadî ve politik manada tinercileri ve bilcümle fukarayı asla içermezler. Burada “mazlum”, ülkenin İttihatçılardan bu yana temsilciliğini yaptığı “millî burjuvazi, toprak ağası, mütegallibe ve eşraftır”. Sınır, onlar için, onlara dair ve onlar içinde çekilmektedir.

Tayyip, müstekbir pozlarında herkesi “zavallı” olarak nitelemektedir. Mütedeyyin bir yerden konuşmadığı buradan bellidir, zira Kur’an, miskinlere, mustazafa, fukaraya dair, onlar için ve onlar içindedir. Mustazaflar, yeryüzünün halifesi olsun diye inmiş olan Kur’an, müstekbirin ağzında, Allah’ın kudretini istismara dönüşür.

Bu tartışmaya “din afyondur, tinerdir” diye duhul etmeye çalışmak ise ahmaklıktır. Burjuvazinin saldırısına eklemlenmek, “AKP” isminde parti kurma başvurusu yapıp, iktidardan “meşruiyet” dilenmektir. Sonuçta programında “laik ve aydınlanmacı” olduğunu söyleyen komünistlerin likidasyonudur.

Allah’ın boyası ile boyanınız; boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kim vardır? ‘Biz O’na kulluk edenleriz’, deyin.” [Bakara, 138]

Yahudi Yahudi olun, Hristiyan Hristiyan olun dedi, ama biz İbrahim’in dinine uyarız” diyor Kur’an bu ayetin öncesinde. Tayyip’in “AKP’li olun” diye emretmesi karşısında da Allah’ın boyası gerek demek ki.

Bakara-138, bu ayet, vaftize itirazı ifade eder; bugünün koşullarında vaftiz AKP rozeti takmaksa, bu ayet, AKP “dindarlığı”nı, daha doğrusu “muhafazakâr demokrat”lığı redde tabi tutuyor demektir.

Öte yandan, Sıbgatullah’tır AKP’nin tineri ile incelip dökülen. Emperyalizmin fethi, Fethullah’tır kazanan. Sıcağa muhtaç, ateşli hülyaları ile tinercidir, bu dünyayı eninde sonunda yakacak olan.

Eren Balkır
8 Şubat 2012