30 Kasım 2020

,

Biden’ın Ekibi


Trump yönetimi, Biden’ın zafer kazandığını kabule henüz yanaşmış değil, ama bu durum, Biden’ın iktidara geliş sürecini planlamak için adımlar atmasına mani olmuyor. Biden, uzun zamandır belirli kurumlarda çalışan isimleri kendi ekibine aldı. Çiçeği burnunda başkan, önemli teknoloji şirketleri, savunma sanayi ve Amerikan istihbarat kuruluşları türünden, ABD emperyalizmine hizmet eden kuruluşların üst düzey yöneticilerine kucak açtı.

Ekonomi Danışmanları Konseyi’nin başında, Schmidt Futures isimli şirkette ekonomik araştırmalardan sorumlu üst düzey yönetici olarak çalışan Martha Gimbel bulunuyor. Schmidt Futures, Google CEO’su Eric Schmidt’in kurduğu, güya kamu yararına çalışan ve teknoloji ile toplumun önemli sorunlarına çözüm bulacağını iddia eden bir girişim şirketi.

Biden’ın danışmanlarının büyük bir kısmı, aynı hikâyeyi anlatıyor. Teknoloji şirketleri ve temsilcileri, kendilerini yazılımların, donanımların ve yığınsal veri toplama yöntemlerinin geliştirilmesi yoluyla “dünyayı kurtaracak kişiler” olarak pazarlıyorlar. Gerçekte ise bu insanlar, muktedir sınıfın halk kitlelerini gözetleme ve kontrol altında tutma becerisini artırmak ve tüketici algoritmaları oluşturmak suretiyle kârlarına kâr katmak için yanıp tutuşan kişiler. Airbnb, Alphabet, Amazon, Facebook, Dell, LinkedIn, Lyft, Stripe gibi büyük şirketlerin yöneticileri, kurumları değerlendiren ekipler içerisinde “gönüllü” olarak çalışıyorlar.

İstihbarat Topluluğu’nda ise siber güvenlik meselesine odaklanan eski CIA ve FBI yöneticileri ile birçok teknoloji şirketinin yönetim kurulu üyeleri yer alıyorlar. İstihbarat grubunun üyelerinden biri, Uber şirketinin güvenlik başkanı olarak görev yapan Matt Olsen. Bilindiği üzere Uber, çalışanlarının sosyal yardımlarını ve işçilere yönelik koruma duvarlarını ortadan kaldırmak için onları zorla özel hazırlanmış sözleşmelere tabi “çalışan” statüsünde çalıştırıyor.

Uber’de çalışmadan önce Obama yönetiminde yer almış olan Olsen, bu dönemde Ulusal Terörle Mücadele Merkezi yöneticisi, Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA) genel danışmanı ve Guantanamo Değerlendirme Görev Gücü icra direktörü gibi görevlerde bulundu. Obama, kampanyası boyunca Guantanamo hapishanesini kapatacağı vaadinde bulunmuş ama bu hapishane bir türlü kapatılmamıştı.

Olsen, ayrıca internet iletişimi ve elektronik ortamında kişilerin izinsiz aranabilmesi fikrine destek sunmuş bir isim. Ona göre “devletin zaten elinde olan bir bilgiye bakmak için bir hâkimden izin almasına gerek yok.”

İstihbarat ekibi içinde yer alan diğer bir isim olan Greg Vogle, McChrystal Grubu’nda çalışıyordu. Kendisi, ayrıca eski bir CIA ajanı ve Ortak Özel Özel Operasyonlar Komutanlığı komutanı. Vogle da Afganistan’da savunma bakanlığı ile imzalanmış sözleşmeler üzerinden hizmet veren GDC International’a danışmanlık yapıyordu.

İstihbarat ekibi içinde ayrıca Disney’den de iki isim var. İkisi de istihbarat kurumlarında uzun süre çalışmışlar. İlki, otuz yıl FBI’da çalışmış, şuan Disney’nin park ve dinlenme yerlerinin güvenliğinden sorumlu isim olan Eric Velez-Villar, diğeri de CIA’in eski icra direktörü yardımcısı, şuan Disney’nin Strateji Güvenlik Operasyonları müdürü Carmen Middleton. Middleton, ayrıca CIA’de çalıştığı dönemde “istihbarat kurumunun en üst kademelerine gelmiş Latin kökenli” olduğu için övgülere mazhar olmuş. Kendisi, aynı zamanda CIA’de Çeşitlilik Bölümü müdürlüğü de yapmış.

Dışişleri bakanlığı değerlendirme ekibinde Irak’a yaptırımların uygulandığı Clinton döneminin dışişleri bakanı Madeline Albright’ın kurduğu Albright Stonebridge Grubu isimli düşünce kuruluşundan isimler var. Bu grupta ayrıca Barış ve Güvenliği Geliştiren Beyaz Olmayan Kadınlar çalışması üyesi Bonnie Jenkins de yer alıyor. Kuruluşun amacı, ulusal güvenliği yeniden tanımlamak. Kuruluş, ezilen milletler arasındaki uzlaşmaz çelişkileri, emperyalistlerce bahşedilen görevlere kadınları getirmek suretiyle çözeceğini iddia ediyor.

Opensecrets.org sitesinden elde edilen verilere bakılacak olursa Biden, bu seçim süresince silâh ve savunma sanayiinden toplam 2,4 milyon dolar, Trump’sa 1,6 milyon dolar almış. Bilindiği üzere bu iki sanayide kendi görevlendirdiği kişilere bağış yapmak olağan bir durum. Sekiz kişiden oluşan savunma bakanlığı değerlendirme ekibi içindeki üç isim, daha çok savunma ve silâh sanayii ile bağlantılı şirketlerle çalışmış kişiler.

Bu üç isimse şunlar: Kathleen Hicks, Melissa Dalton ve Andrew Hunter. Üçü de Raytheon, Northrop Grumman Şirketi, Lockheed Martin Şirketi gibi silâh imalatçıları ile büyük petrol şirketlerinden fon temin eden düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi üyesi.

Bu türden bağlantılara şaşırmamak lazım. Sırtını yaslayacağı kişilere bakılacak olursa Biden’ın, dünya genelinde halklara karşı emperyalizmin ajandasına hizmet etmeye en hazır isim olduğunu söyleyebiliriz.

Yeni başkanın burjuvaziye hizmet edecek iktidar koltukları için belirlediği isimler, oportünizmin esasen beyhude olduğunu ortaya koyuyor. Zira bu oportünizm, söz konusu burjuva temsilcilerine yönelik olarak, reformlar konusunda lobi faaliyeti yürütebileceğimizi veya onlarla işbirliğine gidebileceğimizi iddia ediyorlar. Reformistler ve oportünistler, emperyalizmin kendi varoluşuna dair yasa gereği halklara sefaletten gayrı bir şey getirmeyen ve onların başına belalar açan bir ekonomik sistem olduğu gerçeğini inkâr ediyorlar.

Biden’ın ekibi bize şimdiden, ABD’nin dünyanın tek hegemonik süper gücü olarak varolmasını sürdürecek emperyalist uygulamalara devam edeceğini, bu noktada piyasaların kontrolü ve insanların gözetlenmesi için eldeki teknolojiyi güçlendireceğini ve savunmaya ağırlık vereceğini söylüyor. Emperyalist savaş tellâlları, sömürücüler, casuslar, şirket teknokratları ile iş tutacak olan Biden yönetimi, halk isyanları ve halk devrimleri dalgasının yükselişe geçtiği koşullarda, ancak bu gebermekte olan, krizden krize sürüklenen, nihayetinde yıkılmaya mahkûm olan sisteme rehberlik etmekten başka bir şey yapamaz.

David Martinez

13 Kasım 2020

Kaynak

29 Kasım 2020

,

Ekonomi Resetlenmeli

Ekonomi Kâr Değil Toplumsal İhtiyaç Uyarınca Resetlenmeli


Dünya Ekonomi Forumu’nun internet ortamında düzenlediği son toplantısında Britanya kraliyet ailesinin yaşlı varisi Prens Charles, IMF başkanı Kristalina Georgieva ile konuşuyor. Prens, esasen sürdürülebilir olan bir ekonomik ve toplumsal sistemin inşasını amaç edinmiş Sürdürülebilir Piyasalar İnisiyatifi’ni de içeren Büyük Sıfırlama etkinliği kapsamında konuşuyor. Bu projeye Galler Prensi ve DEF de destek sunuyor. Charles, Covid salgını sona erdikten sonra dünya ekonomisinin resetlenmesi çağrısında bulunuyor.

Galiba kraliyet ailesinden biriyle bir konuda ilk kez aynı düşünüyorum! Evet Charles haklı, pandemi sonrası dünya ekonomisi resetlenmeli.

Tabii Prens’in aklında kapitalist üretim tarzını ortadan kaldırmak yok, o sadece kapitalizmin daha iyi, daha adil işlemesini, kendisinin “sürdürülebilir gelişme” dediği yolu takip etmesini istiyor. Konuşmasında danışmanlarının yazıp eline verdiği “beş maddelik plan” üzerinde duruyor. İlk maddede bizim tüm canlıların birbirlerine bağımlı olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerektiğinden bahsediliyor. Başka bir ifadeyle bu maddeyi kaleme alanlar, insanlıkla doğa arasındaki bağın koptuğunu söylüyorlar. Bu tespitinde esasen Charles, tabii bilmeden, Marx ve Engels’in 150 yıl önce yaptıkları analizi kabul ediyor ve kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte insanla doğa arasında metabolik bir yarığın oluştuğu tezine destek sunmuş oluyor.

Kapitalizm koşullarında kâr elde etme dürtüsü, sanayileşmenin ve kentleşmenin dünya genelinde kontrolsüz bir biçimde genişlemesini beraberinde getirdi. Emeğin üretkenliğindeki artışla birlikte dünya nüfusu da arttı, ama bu süreçte çevreye, doğaya, yaban hayatına zerre saygı gösterilmedi. Yerel tarım faaliyetlerinin yerini küresel endüstriyel tarım aldı. Ormanlar, tomruk üretimi ve maden çıkartma faaliyetleri, ayrıca dünya ekonomisine hizmet verecek fosil yakıtlar adına yok edildiler. Bu sayede insanlar, uzak bölgelere ulaşma imkânı buldular, böylece binlerce yıldır yaban hayatının içerisinde olan patojenlerle arasındaki mesafe daraldı. Bu patojenler, bugün endüstrinin parçası olan çiftlik hayvanları ve gıda piyasaları üzerinden bu tür hastalıklara karşı bağışıklığı bulunmayan insanlara bulaşıyorlar. Covid-19, doğanın insana bulaştırdığı yeni patojenlerden sadece biri.

Prens Charles, dünyadaki kapitalist ekonominin stratejik liderlerinin söz konusu yarığı görmelerini ve insanlığı sürdürülebilir bir süreç dâhilinde doğayla uyumlu kılacak yollar bulmalarını istiyor. Lâkin bu noktada Prens, bu talebin sermaye biriktirme ve kâr konusunda sınır mınır tanımayan bir üretim tarzında yerine getirilip getirilemeyeceği sorusunu görmezden geliyor. Konuşmasında Charles, “bu toparlanma sürecinin ana motorunun özel sektör olması gerektiğini, iş dünyasının liderlerinin, büyüme konusunda aşırı hevesli olma sebebiyle oluşan, çevreye yönelik zararı görmeye başlamalarına sevindiğini” söylüyor.

Beş maddelik planında Charles, ayrıca enerji için fosil yakıtları kullanan ve kontrolsüz bir biçimde ilerleyen endüstrileşme sürecinin küresel ısınmaya sebep olduğunu, küresel ısınmanın ise iklimi, felâketlerle yüzleşmemize neden olacak ölçüde değiştirdiğini söylüyor. Prens’in tespitine göre dünya ekonomisi, en kısa sürede sıfır salınım seviyesine gelebilmek için resetlenmeli. Peki bu iş nasıl yapılacak? Prens, bu işin piyasa eliyle yapılması gerektiğini söylüyor ve “karbon fiyatlandırmasının sürdürülebilir bir piyasa için eleştirel bir hat açabileceği” üzerinde duruyor. Oysa gerçek şu ki salınımların kontrolü noktasında piyasa temelli çözümler tümüyle başarısız oldular. Küresel ısınmanın ve iklim değişikliğinin yegâne çözümü piyasa ise vay bu dünyanın hâline!

Konuşmasında Charles, başka bir çözümden de bahsetmiyor. Beş maddelik programı, “yatırımların yeniden dengelenmesi gerektiğinden, yeşil yatırımların artırılmasıyla yeşil enerji, döngüsel ekonomi, biyolojik ekonomi, ekolojik turizm ve yeşil kamu altyapısı gibi sahalarda iş fırsatları sunabileceğinden” başka bir şey söylemiyor. Ama Prens, bu yatırımları kapitalist sektör ve fosil yakıt endüstrisinin yapmayacağı konusunda bir iddiada bulunmuyor. Fosil yakıt endüstrisinin sıfırlanacağını söylemiyor. Bunun yerine, yeşil yatırımların daha kârlı olacağından ve bu yatırımların yeni iş imkânları sunacağından bahsediyor.

Son maddede Prens umudunu bilime, teknolojiye ve inovasyona bağlıyor. Dünyadaki kapitalist ekonominin sürdürülebilir bir hat üzerinden sıfırlanmasının mümkün olduğunu, zira insanlığın sürdürülebilir bir gelecek çerçevesinde kârlı ve mümkün olana dair görüşlerimizi değiştirecek, süreci hızlandırması muhtemel atılımların eşiğinde olduğunu söylüyor. “Kârlı ve mümkün”se sorun yok demek ki!

Jeff Gibbs ve Michael Moore’un İnsanlar Gezegeni isimli son filmi, yalan yanlış görüşleri aktardığı ve “dünyada çok insan var” diyen Malthusçu yaklaşım üzerinde durduğu için eleştirilmişti. Gelgelelim film, bir yandan da “yeşil kapitalizm”in fosil yakıt endüstrisine dayandığını, kapitalist şirketlerin gezegeni kurtaracağı iddiasının yalan ve ham hayalden ibaret olduğunu söylüyor. Sera gazı salınımlarını asıl fosil yakıt endüstrisinin ürettiğinden, bu tür yakıtları en çok da orduların kullandığından bahsediyor. Charles, bu noktada herhangi bir çözüm önerisi sunmuyor.

Kapitalizm, gezegeni iklim felâketinden kurtarma konusunda hiçbir şey yapamaz. İnsanlığı doğayla uyumlu kılamaz. Bunun için enerji ve gıda üretiminin dünya genelinde planlanmasına ve kamunun kontrolüne girmesine ihtiyaç vardır. Ünlü ekonomist Mariana Mazzucato’nun ifadesiyle, “ekonominin nitelik itibarıyla küreselleştiği koşullarda küresel düzlemde yürürlüğe konulacak gerçek bir ıslah planı yoksa dünya ekonomisini sürdürülebilir bir süreç dâhilinde sıfırlamak mümkün değildir. Bizim, yatırımın öncülük ettiği, küresel düzlemde uygulanacak bir Yeşil Yeni Düzen’i gündeme getirecek, sadece tepkisel değil, ayrıca stratejik olan politikalar lazımdır. Yaratıcılığı ve inovasyonu destekleyecek karbonsuz şehirlerin ve bölgelerin oluşturulmasını öngören cesur planlara ihtiyacımız vardır.”

Mazzucato ayrıca, “2020 yılının bizim güçlü küresel sağlık sistemlerine ihtiyaç olduğunu gördüğümüz yıl” olduğunu söylüyor. Ona göre, “dünyanın yeniden buhran sürecinden geçmemesi için Yeşil Yeni Düzen’e ve yatırımların yön verdiği ıslah planlarına ihtiyacı var.” Maalesef sürecin öncülüğünü devletin yapması gerektiğini, dizginlerin piyasaya bırakılamayacağını söyleyen Mazzucato, esasen kapitalist sektörle kurulacak ortaklıkları temel alan bir çözüm yolu öneriyor. Oysa fosil yakıt endüstrisiyle kurulacak ortaklığı temel alan her türden Yeşil Yeni Düzen, başarısızlığa mahkûm.

İnsanlığın ileride pandemiler sebebiyle ölmesine mani olacak ve hastalığı kapmış kişileri koruyacak güçlü bir sağlık sistemini kâr delisi büyük ilâç şirketleriyle kurulacak ortaklıkla birlikte inşa edilmesini, özel şirketlerden hizmet ve tıbbi ekipman alınmasını öngören adımların yanlış olduğu, bu pandemi sürecinde net bir biçimde görülmüş olmalı.

Birkaç yıl önce Avrupa Birliği Komisyonu, kendi bünyesinde Yenilikçi İlâçlar İnisiyatifi adında bir yapı oluşturdu. Kurul, komisyona bağlı görevlilerden ve Avrupa İlâç Endüstrileri Federasyonu (EFPIA) temsilcilerinden müteşekkildi. Federasyon, GlaxoSmithKline, Novartis, Pfizer, Lilly ve Johnson & Johnson gibi sektörün önemli isimlerine ait üyeleri içermekteydi. İnisiyatif’e yaklaşık beş milyar avroluk bir bütçe tahsis edildi. Bütçenin yarısı devlete, yarısı ilâç şirketlerine aitti. Ama bu araştırma projelerini esasen ilâç şirketleri kontrol ediyorlardı. Söz konusu şirketler, AB’nin pandemiye mani olmak için gerekli aşıların üretimini hızlandırma planına karşı koydular. Aynı şirketler, Mers ve Sars gibi hastalıklarla başa çıkabilmek için kurulmuş Salgınlara Hazırlık İnovasyonları Koalisyonu ile projeler yürütülmesi fikrine karşı çıktılar.

Bunun yerine İnisiyatif, toplumsal ihtiyacı karşılama değil, şirketlere kâr sağlama amacı güden projelere imza attı. Hazırlanan bir raporda da aktarıldığı biçimiyle, “faaliyet alanı uyarınca yenilikçi ilâçlar geliştirme sürecini hızlandırıp piyasadaki kusurları telafi etmek yerine, İnisiyatif, piyasanın önceliklerini esas aldı ve daha çok iş dünyasının çıkarlarını düşündü.” Özel-kamu ortaklığının bundan gayrı bir sonuç üretmesi mümkün değil.

Bloomberg İstihbarat Bürosu verilerine göre, geçen yıl dünyanın en büyük yirmi ilâç şirketi 400 civarında yeni araştırma projesi yürüttü. Bu projelerin yaklaşık yarısı kanserle ilgiliyken, 65’i bulaşıcı hastalıklarla ilgiliydi. Bilhassa yoksul ülkelerdeki kalabalık nüfusu etkileyen hastalıklara çare olacak ilâçlar üretmek, kârlı görülen bir iş değil. Ama kimse merak etmesin: AB, bugünlerde Covid-19’la mücadele için ilâç ve aşı üretme vaadinde bulunan ilâç şirketleriyle önden satın alımı şart koşan milyar dolarlık anlaşmalar imzalamayı planlıyor. Böylece daha fazla kâr elde etsinler diye vergi mükelleflerinin parası bu tür şirketlere akıtılacak.

Pandemi sürecinde görüldü ki kâr amaçlı yatırımlar ve piyasa, etkili bir küresel sağlık sisteminin oluşturulmasına katkı sunamaz. Bugün ekonomi sıfırlanacaksa esas olarak büyük ilâç şirketleri kamulaştırılmalı, kamunun elindeki sağlık hizmetlerine daha fazla yatırım yapılmalıdır.

Prens Charles’ın sözlerine verdiği cevapta IMF başkanı Georgieva, “kapsayıcı bir ıslah sürecinin teşvik edilmesinden” bahsediyor. Gelgelelim başkan, her zaman olduğu gibi gene o eski mesajını dillendirmekle yetiniyor ve “insanların fırsatlara erişme imkânının artırılmasından” söz ediyor. IMF başkanına göre insanlar, para kazanma konusunda daha fazla fırsat elde etmeliler, ama gezegenin korunması ve toplumsal ihtiyacın planlanması süreci üzerinde herhangi bir kontrole sahip olmamalılar. Neticede bu işler, eskiden olduğu gibi gelecekte de büyük sermayeye bırakılmalı.

Georgieva da kabul ediyor, sağlık hizmetlerine yönelik yatırımların artırılması, böylece ileride yaşanacak salgınlarda en fazla zarar görecek kesimlerin korunması ve risklerin azaltılması gerektiğini. Başkana göre “toplumsal güvenlik ağları güçlendirilmeli, kaliteli eğitim, temiz su ve sağlık hizmetlerine erişim imkânları artırılmalı, iklim değişikliğine müdahale edecek akıllı teknoloji temelli altyapıya yatırım yapılmalı.” Başkan ayrıca, yüksek kaliteli çocuk bakımı imkânlarına sahip olan ülkelerin kadınların çalışma hayatına katılımını hızlandıracağını, ayrıca uzun vadede büyümeyi sağlayacağını düşünüyor. Peki bu işler nasıl yapılacak? “Harcama süreçlerinin verimliliğini artırmak ve devletin elindeki kaynakları harekete geçirmek suretiyle.” Bu noktada en üst gelir vergisi oranı artırılmalı, hem ulusal hem de uluslararası planda vergi kaçakları önlenmeli, yasadışı akışlar durdurulmalı. Ama tabii ki çokuluslu şirketlerden fazla vergi alınmamalı.

Georgieva konuşmasında, eğitime daha fazla yatırım yapılması gerektiğini söylüyor. Ona göre okullara para harcamakla yetinilmemeli, uzaktan eğitim kapasitesi artırılmalı, eğitim kalitesi yükseltilmeli, yeni yetenekler edinme, hayat boyunca öğrenme fırsatları elde etme imkânları çoğaltılmalı. İyi de kamusal harcamalar artırılmadan ve zenginlere özel eğitim konusunda sunulan teşviklere son vermeden bu adımlar nasıl atılacak?

Georgieva, bir de finansal teknolojinin gücünün herkes için artırılması gerektiğinden söz ediyor. Başkan, burada daha çok bankacılık sektörünü kastediyor. Ama herkesin internete ücretsiz erişmesinden, bu noktada teknolojiden istifade edilmesinden hiç bahsetmiyor. Başkanın sözünü ettiği adımları Telekom şirketlerini ve sosyal medya şirketlerini, ayrıca bankaları kamulaştırmadan atmak mümkün değil.

IMF başkanı, ekonominin resetlenmesi sürecinde dünyanın koordineli bir çalışma yürütmesi gerektiğini söylüyor. Ama bu pandemi sürecinde görüldü ki bu tür bir koordinasyon oluşturulamadı. Çünkü mesele, ulusal hükümetlerin kendi kapitalist sektörlerinin çıkarlarına tabi olması idi. Sonuçta bahsi edilen koordinasyon, toplumsal ihtiyaçları değil, piyasayı temel alıyordu.

Büyük sermaye, sermayenin kâr etme imkânlarını işten çıkartmalar, ücretleri düşürme ve canlı emeği robotlar ve otomasyonla ikame etmeyi içeren adımlarla artırmaya, bu sayede “normale dönme”ye çalışıyor. Oysa dünya ekonomisi, “normale dönerek”, yani gezegenin korunması, yatırım, üretim, istihdam ve sağlık gibi konularda ana itici güç olarak kârı öne almak suretiyle resetlenemez.

Peki ekonomiyi toplumsal ihtiyaçlar temelinde resetlemeye dönük adımlar hangi hususları içermeli? Bu noktada birkaç öneri sunmak mümkün:

Bizim, geçim ücreti olarak belirli bir gelirin sağlandığı iş imkânları sunan, dünya genelinde yürürlüğe konulacak bir tam istihdam planına ihtiyacımız vardır. Çalışamayanlara verilen sosyal yardımlar ve emekli maaşları, ortalama ücretin en az üçte ikisi oranında artırılmalıdır.

Eğitim, sağlık, barınma ve iletişim gibi kamu hizmetlerine ve altyapıya devlet eliyle yatırım yapılmalıdır. Yatırım alanlarının bu şekilde değiştirilmesiyle bir süre sonra bu hizmetler dünya genelinde ücretsiz olacaktır.

Yatırımlar, doğa ve gezegenle uyumlu olmalıdır. Tıpkı tütün ve ordu gibi fosil yakıt endüstrisi de kademeli olarak ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için gerekli teknoloji zaten mevcuttur, asıl mesele, ekonomik ve politik gücün demokratik kurumlar değil de büyük şirketler ve temsilcilerin elinde olmasıdır. Bu güçlerse “herkesi kucaklama” ve “sürdürülebilir büyüme” konusunda boş laflar etmekle yetinmektedirler.

Emperyalist ülkelere ait çokuluslu şirketlerce sömürülen yoksul ülkelerin borçları iptal edilmelidir. Zenginlere ve muktedirlere hizmet eden vergi cennetleri yok edilmelidir. Eşitsizlik düzeyini aşağı çekmek için (Komünist Manifesto’nun ilk taleplerinden biri olan) artan oranlı vergiler yürürlüğe konulmalıdır.

Tüm bu adımlarsa büyük finans kurumları ve çokuluslu şirketler kamulaştırılmadan, böylelikle dünya bir avuç sermaye sahibinin kârı değil, toplumsal hedefler doğrultusunda planlanmadan atılamaz.

Ekonominin resetlenmesi bu tür bir anlama sahip olmalıdır.

Michael Roberts

12 Haziran 2020

Kaynak

28 Kasım 2020

,

Mike Tyson'ın Dövmesi

Hâkim, benim dışarıdan lise bitirme sınavlarına girmemi istedi, ben de oturup uzun zamandır bana manevi açıdan danışmanlık yapan Muhammed Sıddık ile birlikte çalışmaya başladım. Matematik, hiç mi hiç ilgimi çekmiyordu. O günlerde Sıddık bir öğretmen getirdi ve onunla Çince çalışmaya başladık. O dersler sayesinde, bir yıl sonra Çin’e gittiğimde insanlarla sohbet edecek kadar Çince öğrendim.

Sonra kendimi kitaba verdim. Zamanımı kitap okuyarak geçiriyordum. Wayno ile birlikte her akşam odamızda birbirimize kitap okuyorduk. Birimizin elinde sözlük oluyor, bilmediğimiz bir kelimeye denk geldiğimizde açıp anlamına bakıyorduk. Hatta iyice öğrenmek için yeni öğrendiğimiz kelimeleri cümle içinde kullanıyorduk.

Will Durant’in Medeniyetin Hikâyesi’ni okumak bana epey keyif vermişti. Mao’nun kitabını okudum, Che’yi de okudum. Makyavelli, Tolstoy, Dostoyevski, Marx, Shakespeare okudum. Hemingway de okudum, ama fazla sakin ve dinginleştirici buldum. Ben daha çok isyankâr, devrimci kitapları okumaya meyilliydim. En sevdiğim kitapsa Alexandre Dumas’nın Monte Kristo Kontu idi. Kendimi kitaptaki ana karakter Edmond Dantes’le özdeşleştirdim. O da benim gibi hapse atılmıştı. O da oturup kara kara düşünmek yerine, ileride elde edeceği başarı için hazırlık yapmıştı. Hapiste kendimi ne zaman kaybetsem, açar biraz Dumas okurdum.

Her şeyden önce ben topluma karşı öfkeliydim. Kendimi bir şehit gibi görmeye başladım. O günlerde ağzımdan düşmeyen bir söz vardı: “Bir zalimin hükümranlığı o öldüğünde biter ama bir şehidin hükümranlığı o öldüğünde başlar.” Mao ve Che okuyunca daha fazla müesses nizam karşıtı biri hâline geldim. Mao’nun yazılarını derinlemesine inceledim, hatta yüzünü koluma dövme yaptırdım. Siyahî tenisçi Arthur Ashe’nin de dövmesini yaptırdım. Onun otobiyografisi çok hoşuma gitmişti. Bu kadar sağlam ve becerikli bir isim olduğu konusunda bir fikrim yoktu.

Kitabını okurken o uzun yürüyüş boyunca Mao’ya eşlik etmiştim. Amacım, artık sistemi mümkün olduğu ölçüde kullanmaktı.

Mike Tyson

[Kaynak: Undisputed Truth: My Autobiography, HarperColling Publishers, 2013.]

23 Kasım 2020

,

Marx ve Allah Arasında Ali Şeriati

Sol ve politik İslam arasındaki ilişki sorunlu olduğundan, Şeriati’nin Batı’da bilinmiyor oluşu temelsiz değildir. Şeriati, en azından devrim öncesi İran’ında, ikisi (sol-politik İslam) arasındaki hattı neredeyse tek başına kurmuştur. Dolayısıyla, “İslamo-faşist” gibi tartışmalı terimlerin bina edilişinde net bir “sağ” ve “sol” ayrımının lafazanlığını yapmak her ne kadar sıklıkla tercih edilen bir kolaycılıksa da onun (Şeriati’nin) mirası, meselenin bu kadar basit olmadığının açık bir göstergesidir.
Ütopya, Şeriati’nin toplumun ve öznenin sosyal-politik-ahlakî ve varoluşsal anlamda tamamen yeniden doğumunu hedefleyen politik kozmolojisinde büyük rol sahibidir. Şeriati’yi en azından katî bir Batıcı bakış nezdinde birçok politik İslamcının mükerrer dinî dogmalarından daha fazla ilgiye layık kılan, onun Batı felsefesini en ince ayrıntısına dek biliyor oluşudur. Asarının hiçbir yerinde Asr-ı Saadet’e dönüşe yönelik bir öneriye rastlanmaz, o daha çok, Kierkegaard, Fanon, Husserl ve Sartre’ı yankılar bir hâlde, entelektüelin rolüne ilişkin varoluşsal endişelere ve sonuç alıcı eylemin gerekliliğine meyleder.
Sağ ve sol kategorileri mevcut durumda bir faydalılık da arz etmezler, zira ütopyanın varoluşsal kaygıları ve solun fiilî durumu 20. yüzyıl marksizminde giderek birbirlerinin aksi yönünde ilerler hâle gelmiştir. Paradoksal olarak “sol”, olan bitene karşı ihtiyatlı olma noktasında ayak direyip elde olanı muhafaza etmemiz gerektiğinde ısrar ederken, “sağ”ın ütopya tasavvurunu liberal küreselleşme ideolojisi yoluyla “sömürgeleştirmesi” sonucu bahtımızın tersine döndüğü savlanabilir. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında da stalinist-kautskist bürokraside, Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir’in bağımsızlık mücadelesini desteklemeyi reddedişinde, Adorno’nun öğrenci eylemliliklerinden desteğini çekmesinde ya da hepsi sözde “sol” unvanlı mevcut çevreci hareketlerin muhafazakâr eğilimlerinde ütopya izleri bulmak mümkün değildir. Kaderine boyun eğmiş, ruhu çekilmiş bir sol, Fransız filozof Michel Foucault’yu İran devrimini tüm kalbiyle sahiplenmeye sevk eden unsurlardan olmuştur:
“İslamî bir hareket olarak (devrim) bölgede (Ortadoğu’da) bir kıvılcımın vesilesi olabilir, istikrarsız rejimlerin yıkılmasını, daha köklülerininse tedirgin olmalarını sağlayabilir. Sadece bir din değil, bir yaşam biçimi ve tarihe ve uygarlığa bir bağlılık ifadesi olan İslam’ın dev bir barut fıçısına dönüşmesi olasılığı hayli kuvvetlidir.”
Filistin kurtuluş hareketine ilişkin söyledikleri:
“Bu dava (Filistin’in kurtuluşu) marksist, leninist ya da maoist karakterdeki hareketlerinkine nazaran çok daha güçlü bir dinamizmi haiz İslamî hareketçe içselleştirilirse neler olur kimbilir?”
İşte bu noktada solun politik İslam’la tuhaf aşk ve nefret ilişkisine geliyoruz. Tam da ilerlemeci, ütopyacı bir sol bakış mevta olduğundan, modernizasyon teorisinin en bön biçimlerine bel bağladığından, eylem siyasetinin önceden belirlenmiş ve öngörülebilir imaları ve hatta orta sınıfların hayat standartlarına odaklı son politik hamlesi yüzünden, Batı solu, kendi dört dörtlük “Öteki” karşıtını “İslam”da bulmaktadır. Bütün o İslamo-faşizm tartışmalarının önünü almaya çalıştığı şey, solun İslam’a duyduğu bu çekimin özünde asla kötü bir şey olmadığı algısıdır. Geleneksel solda ve sağda bulunanlar her ne kadar sözkonusu etkileşime lânet okuyorlarsa da belki de gerçekte korktukları, örtük bir romantizmle yüklü o maoist ayaklanma çağrısı (“İsyan haktır!”) ve dahası solcu radikalleri her daim daha ılımlı yoldaşlarından koparmış olan o zamanlamayla ilgili konum almaya davet eden şiardır (“Vakit geldi!”).
Solcu aydınların geldiği eşikte devrimci öznenin etkinleştirilmesine bir dönüş mevcut ve solun yeni bir bakış edinmek üzere yüzünü döndüğü yer dindir. Slavoj Zizek, Alain Badiou, Terry Eagleton ve Giorgio Agamben, yakın tarihlerde devrimci öznelliğin öneminin altını çizmek maksadıyla, hristiyan kanonuna bir biçimde dönmeyi öneren eserler verdiler. Ancak burada bir hinlik mevzubahis. İhtilâlci komünizmle dinî radikalizmin birbirlerine meftun olduklarını iddia ederlerken, gerçekte bu yazarlar dinî metinlerden son tahlilde materyalist teoriye hizmet edecek evrensel, laik ve ütopyacı bir epistemolojik kopuş çıkarabilmeyi umuyorlar. Yani ne yârdan, ne serden geçiyorlar.
Şeriati’nin Çift Anlamlı Düşüncesi
Şeriati’ye adı geçen yazarların kullandığı stratejiyle saldırmak, yani onun felsefesinde radikal bir kopuş bulup o felsefenin dinî yükünü öylece fırlatıp atmak fazla kolay olurdu. Ama neyse ki Şeriati düşüncesi böyle bir formüle boyun eğecek türden değildir. Din onun düşüncesinin, halk nezdinde yüksek bir mertebeye ulaşan ve kitlelerin yörüngesi üzerinde devrimle neticelenen bir akıbete ulaşılması noktasında etki eden asarının derununda kazılıdır. Şeriati’nin süregelen anlaşılmamışlığı bahsine gelince; muhtelif iddialar onun (Şeriati’nin) düşüncesine tarafsız yaklaşabilmek hususunda atılan adımları baltalamak noktasında epey etkili oldu.
İlk evvela; Şeriati dünyadaki onca yer içinde, sonrasında (yani 1979’da) İran devletinin devrimcilerce ele geçirildiği 1978’de patlak veren genel grevden bir yıl önce, Southampton’da vefat etti. Bu vakıa, Şeriati’nin etkisinin Mao ya da Lenin’inkiyle kıyaslandığında en müspet değerlendirmeyle ele alındığında dahi uçta kalacağı yönündeki genel inanışa kaynaklık etti. İkinci olarak; Şeriati’nin, marksizmle İslamî kurtuluş teolojisinin yoz bir karışımı olduğu öne sürülen asarı, solu ve muhafazakâr İslamî hizipleri stratejik planda birleştiren, ama gerçekte varolan devlet ideolojisinin bir projesi olmak anlamında reaksiyoner dinî despotizme zemin ören bir ideolojik garabet olarak algılanıp belli bir kıymeti haiz görülmemiştir. Üçüncüsü; devrim sonrası devletin Şeriati’ye gösterdiği hürmet onun en fazla rejimin entelektüel bir müdafii, ipleri Ayetullah Humeyni’nin elinde olan bir kukla olduğuna delil sayılmıştır.
Eyzan, Şeriati sadece tuzu kuru Batı’da, yine onun (Batı’nın) aklıselim yoksunluğundan mütevellit bilinmiyor değildir, Şeriati’nin asarı kendi memleketi İran’da dahi tüller altındadır.
Şeriati’ye dair kafa karışıklığının maddî zeminini izahen Şeriati’nin Marksizm ve Diğer Batı Mugalâtaları (ki bu başlık da onun tarafından konmuş değildir, Celâl Ali Ahmed’in Westoxification’ı[*] türünden, İran menşeli politik İslam’ın cinaslı isimler bulma âdetine paralel, kitabın editörlerince seçilmiştir.) adlı eserinin sunuş bölümünde Hamit Algar yeni devrimci hükümetin inşaını takiben, 79 Nisan’ında “Furkan” namdar bir küme hainin, kendi tefsirleriyle Şeriati’nin ruhban karşıtı olduğuna hükmettikleri mesajına binaen üst düzey hükümet yetkililerine yönelik bir suikast dalgası başlattığını nakleder. Algar, sözü edilenleri Humeyni’nin hükmü ile Şeriati’nin ideolojik projesi arasına nifak sokmak maksatlı ABD ajanları olarak mahkûm etmekle beraber, bu noktada Amerikalıların geç kaldıklarını teslim eder: “İçişleri Bakanlığı Şeriati’nin düşüncesinin nüfuzuna ilişkin istihbarî çalışmalara çoktan başla”mıştır.
Mesele bu aşamada daha da müphem bir hâl alır. Marksizm ve Diğer Batı Mugalâtaları’nın ilk Farsça baskısı, o tarihte mahpus olan Şeriati’nin rızası dışında ve yetkililerin teşvikiyle basılmıştır. Basılma gerekçelerine yönelik iddialar, kitabın basılmasının Şeriati’nin asarını gözden düşürmeye yönelik bir hamle olduğundan tutun da Şah’ın uykularını kaçıranın onun yanlış yargısıyla kızıl bir tehlikenin mevcut olmasından ötürü Şeriati’nin düşüncesine peşinen anti-komünist bir cihet kazandırmak olduğuna kadar çeşitlilik sergiler. Yine de tüm bunlara rağmen Algar, metni Şeriati’nin anti-marksizmine açık delil sayar.
Zannımca Şeriati’nin asarının bugüne, ona yönelik paranoya, şüphe, itham ve karşı-ithamlar ve devrimin artçı şoklarını yaşayan bir ülkede olağan sayılan politik manevralarla birlikte ulaşmış olduğu sarihtir.
Politik İslam’a Yönelik Solcu Redde Karşı
İleri görüşlü filozofların gelecekten haber veriyor gibi görünmekle beraber aslında geçmişi yankıladıkları doğruysa, Şeriati üzerine İngiliz dilinde yapılan daha nesnel çalışmalardaki eleştirel açılım, hiç de tesadüfî olmayan bir biçimde, dünya siyasî tarihinde merkezî önemde bir momente denk düşüyor demektir. Müslüman ve sosyalist hiziplerin savaş karşıtı eylemlerde güçlerini birleştirmelerine dair çok sözler edildi, en nihayetinde anlaşılan o ki, işler bu hassas ittifaka giden yolun taşlarını döşeyen çokkültürcü görecelikçiliğin aleyhine dönmeye yüz tutmuş hâldedir. Monthly Review’un yakın tarihli bir sayısında ünlü solcu Semir Amin, solu uyanık olmaya davet ederken, Ortadoğu’da mütemadî bir reaksiyoner güç olarak gördüğü politik İslam’a saldırıyor:
“Diyelim ki politik İslam gerçekten de önemli sayıda insanı harekete geçirme gücüne sahip; bu durum solun politik ya da toplumsal eylemlerde ittifak edeceği özneler listesine politik İslamcı örgütleri dâhil etmeye çabalamasını nasıl haklı çıkarabilir? Olur da kazara kimi şanssız sol örgütler politik İslamcı örgütlenmelerin onlara kucak açtığına inanma noktasına gelirlerse ikincilerin (Müslüman örgütlerin) iktidarı ele geçirmeyi başardıkları takdirde vereceği ilk karar, sırtlarında kambur hâline gelen müttefiklerini İran’da Halkın Mücahitleri ve Halkın Fedaileri’nin başına geldiği gibi, müfrit bir şiddetle likide etmek olacaktır.”
Ancak Amin’in polemiği samimi olmaktan uzaktır. İslamî hareket içindeki çeşitlilik ve çelişkileri bal gibi biliyor oluşu bir yana, bir marksist olarak kurduğu bu diyalektik içre belirenin, politik İslam’ın tepkisel özelliklerinin inkârı olduğunun da farkında olmalıdır. Politik İslam dâhilinde, bir yandan, Latin Amerika varyantında, Che’nin ölümünden bu yana en radikal eşitlikçi kurtuluş teologlarına siyasî zemin sağlarken, öte yandan Nazi Almanya’sının savaş suçlularına yataklık etmiş olmakla namdar Katolik Kilisesi’nden daha fazla faşizme meyyal bir tutum mevcut değildir. Ortadoğu solunun politik İslam’ı külliyen reddetmesi gerektiği fikri aptalca olmakla kalmayıp, en azından tarihin bu belirli ânında politik anlamda intihara tekabül eder. Bölgede yaşanan değişimin gerçekten tesirli olduğu yerlerde, sözgelimi Mısır’daki giderek artan grevlerde, İslamcılarla kurulacak olan bir koalisyon sadece meşrulaştırıcı bir unsur olarak değil, aynı zamanda Müslüman Kardeşler örneğinde görüldüğü üzere, İslamcıları sola çekecek bir eleştirel söylemsel rabıta olarak da işlev görecektir.
Alain Badiou, Being & Event için kaleme aldığı beklenen yazısı “Dünyaların Mantığı”nda politik İslam’dan ilerlemeci, devrimci bir öznelliğin ortaya çıkabileceği düşüncesini reddediyor:
“[…] günümüz politik İslam’ını, özellikle de onun emsali görülmemiş kriminal vasıtalar yoluyla petrol kartelinin meyveleri üzerinden Batılılarla rekabet hâlinde olan ultra-reaksiyoner varyantlarını, jeneolojik olarak izaha çalışmak beyhudedir. Sözü edilen politik İslam, Gelenek ve Yasa aracılığıyla bazılarının kendisi üzerinden kurtuluşu yeniden keşfetmeye çabaladığı parçalı girişimlerin alternatifi olma ve post-sosyalist şimdiyi gizleme amacı güden -dinin bizatihi kendisinden doğal (ya da rasyonel) yollardan türetilemeyecek- yeni bir din manipülasyonudur. Bu bakış açısından politik İslamcılık, hem politik deneyimin mevcut hâlini üreten sadık öznelere, hem de insanlığı adına yaraşır biçimde ihtira etmek üzere yarılmaların elzem olduğu düşüncesini reddeden, dahası kurulu düzeni süreğen bir kurtuluşun mucizevî hamili olarak gösteren tepkisel öznelere göre asrîdir. Politik İslamcılık, olsa olsa günümüz obskürantizminin öznelleştirilmiş adlarından biridir.”
Bunlar sıklıkla duyduğumuz laflardır. Badiou’nün, kurduğu polemiğin selâmeti bakımından, bütün politik İslamcıları ebedî yasanın obskürantist müdafileri olarak aynı kefeye koyma yoluna başvurmak zorunda kalışı bu aşamada hiçbir işe yaramayacak denli üstünkörü bir değerlendirmeye yol açmaktadır. Biz, en iyisi, Şeriati’ye dönelim.
Et ve Kan: 1933’ten 1977’ye
Ali Şeriati, İran’da fevkalade ideolojik yarılmaların yaşandığı bir zamanda, 1933 yılında dünyaya geldi. İranlı filozof-teolog Ahmet Kasravi, 1946 yılında öldürülmesine neden olacak olan, Şii İslam’ın geçerliliğini sorgulayan ve mollaların rolünü reddeden bir kitap yazmıştı. 1941 yılında sosyalist/komünist Tude partisi kurulmuş ve 1947 yılında Ali Şeriati’nin babası Muhammed-Taki Şeriati “İslamî Hakikati Yayma Merkezi”nin kuruluşunda rol almıştı. Topluluk, köktenci bir izlenim bırakmakla beraber aslında reformist olan ve zaman geçtikçe İslam’ın uysal bir ritüelizmin ve mollacılığın açmazına saplandığına işaret eden, toplumsal eşitsizliklere ve ülkeye nüfuz etmiş bulunan emperyal bağımlılığa daha fazla parmak basabilmek adına İslam’ın neler yapabileceği üzerine kafa yoran radikal İslamcı bir tefsir merkezi hâline gelen bir yapılanmaydı.
Tude’nin İran’ın ilericileri arasında giderek artan popülaritesi Şeriati’nin babasını onların marksist düşünceleriyle ilişkilenmeye zorlamıştı. Böylelikle, 1940’ların sonunda İslam ve Marx arasında diyalektik bir rabıta kuruldu. Merkez’in seküler Tude’ye rakip olarak konumlanması ile bu doğum hâlindeki politik İslam modeli onların fikirlerinin çoğunu içerme yoluna gitmek durumunda kalmıştı. Böylece İslamî sol, politik alana İslam adına yeni düşünceler taşımakla beraber toplumun ve dinin şümullü bir eleştirisini yapmak yerine idealize edilmiş bir geçmişi; “Asr-ı Saadet”i, canlandırmayı hedefleyen muhafazakâr, dirilişçi ekolden ayrılıyordu.
Şeriati, öğrencilik yıllarında, temelde İslamî solun ve bir dizi hizbin, gayri resmî uydu örgütlenmelerin ve irili ufaklı politik grupların yarattığı devinim içinde tedricen politize oldu. Basılan ilk eseri babasının yarım bıraktığı bir proje olan, Abdülhamit Cevdet Etşar’ın “Ebu Zer-i Gifari” adlı kitabının çevirisiydi. Ebu Zer, tarihsel gerçeklikle uyuşup uyuşmadığı bir yana, inandıkları uğruna her şeyini fedaya hazır bir İslamî ultra-komünist olarak resmediliyordu. Şeriati’nin onunla ilgili yaratımının neye benzediğini Ali Rahnema’dan dinleyelim:
“Ebu Zer eşitlik, kardeşlik, adalet ve kurtuluş vaaz eden, dava adamı, muhalif, devrimci Müslüman için bir alegori, kod ya da işarettir. […] Şeriati, gururla ‘Ebu Zer(in) Fransız Devrimi sonrası eşitlikçi ekollerin cümlesinin atası’ olduğunu iddia edebilmiştir.”
Bu, Şeriati’nin mutlak olgusal ya da ideolojik bağlamdan bağımsız olarak, tahrik etme maksatlı, stratejik bir müdahalede bulunarak gösterdiği leninist eğilimlerinin ilk örneğidir. Bu eklektik eğilim, 1959’da Paris’e taşınıp birbirinden farklı ekol ve hiziplerden birçok filozof, devrimci ve Fransız akademisyeniyle tanıştığında ivme kazanacaktır. 1962’de Jean Paul-Sartre’ın Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri eseri üzerine verdiği bir konferansa katılır; her iki tarihsel kişilik de Şeriati’nin kurtuluş teolojisinin biçimlenmesi üzerinde etkili olmuştur. Şeriati aynı zamanda, Katolik Kilisesi nezdinde İslam’ın daha iyi anlaşılmasını sağlamış olması ile bilinen, meşhur oryantalist Louis Massignon’un da etkisinde kalmıştır. Üniversitede, müfredatı, diğer birçoklarının yanı sıra, Marx, Weber ve Durkheim’ı içeren sosyoloji dersleri almıştır. 1960 Paris’inin delişmen atmosferinde Şeriati’nin dünyanın dört bucağından felsefelerin yoğun ve engin bir terkibine maruz kaldığını söylemek mümkündür. Bu durum, muhtemelen Şeriati’nin birçok Üçüncü Dünyacının şovenist milliyetçi temayüllerinin ötesine nasıl olup da geçebildiğini izaha kadirdir.
Meşhed Üniversitesi’nde çalışmaya başladığında dersleri üniversite bürokratları ve İran istihbarat servisi SAVAK nezdinde ne kadar rağbetten uzaksa, öğrencilerce o kadar ilgi görmüştür. Yüzlerce öğrencinin katıldığı dersleri, tamamen ilgisiz bölümlerden öğrencilerin kendi dersleri yerine sırf onun konuşmalarını dinleyebilmek için onun sınıfına gelmeleriyle bir tür fenomene dönüşürken sadık bir dinleyici çevresi bu dersleri kaydedip bilahare deşifre etmiştir. Bu transkripsiyonları muhteva eden kitapları yurt sathına yayılmıştır. Onun düşünceleri olası tüm konuları içeren çoklu sentezler ve nüanslarla yüklüdür. Rahnema bu durumu şöyle anlatır:
“O birinci sınıf bir eklektiktir; kısmen Müslüman, kısmen Hristiyan, kısmen Yahudi, kısmen Budist, kısmen Mazdeki, kısmen Sufi, kısmen heretik, kısmen varoluşçu, kısmen hümanist, kısmen de şüphecidir.”
Onun politik İslam’ı, algımızı gölgeleyen tüm o kolaycı dikotomileri boşa çıkarır: kadınların tam eşitliğinden ve liberal bir hoşgörü ve saygı nizamının hizmetinde değil, aksine halk zümresi içinde, radikalizasyonun fitilini yakmanın vasıtası olarak, ruhban karşıtı ve Sufi ruhaniyetçilik yandaşı bir reformasyondan yanadır. Onun Marx okuması tamamen talidir:
İslam Şinasi’de [İslam Bilim] Şeriati Stalin’i ‘ekonomizm’le ve ‘tarihsel materyalizm’ terimini uydurmakla suçlar. Marksizmi indirgemecilik, ekonomizm ve materyalistik determinizm suçlamalarından aklama girişimi içinde, İslam Şinasi’de, marksizme bu yaftalar üzerinden saldıranların bilimsel marksizmle resmî marksizm arasındaki ayırımı göremediklerini vurgular.”
Asarının merkezî iradeci mesajı mühimdir. Eşitlikçi bir sınıfsal tesviye hareketi için uygun zaman hangisidir? Hiçbir zaman… Bu eylemin ne zaman gerçekleşmesini istiyoruz? Hemen şimdi… İradeci ve daha uygun bir sözcüğün yokluğundan ötürü şimdilik tercih edeceğimiz adlandırmayla deterministik ekoller arasındaki bu bölünme, özellikle Marksist-Leninist Halkın Fedaileri gerillaları arasında 1970’li yıllarda yaşanan tartışmada olmak üzere, kendini, muhtelif biçimlerde, İran solu nezdinde de göstermiştir. Şah’ın 1963 tarihli “Beyaz Devrim”i İran’da ilerici bir takım reformlara yol verdiğinde ülkede bir devrimin gerekliliği ve uygunluğu tartışma konusu hâline gelmişti. Halkın Fedaileri’nin ana teorisyenlerinden Mesut Ahmetzade-Heravi ülkede devrim açısından uygun olan bütün koşulların varlığına rağmen emekçi sınıfların rejime neden başkaldırmadıklarının izahını vermeye çalışmıştı. Vardığı sonuç, baskı düzeyinin yüksekliğinden mütevellit devrimci eylemliliğe yönelik bir tarihsel bilinçliliğin gelişme fırsatı bulamadığı ve dolayısıyla sadece silâhlı bir öncü gücün kitleleri derin uykularından uyandırmaya kadir olabileceği yönündeydi.
Son Teorik Hamleler ya da Bir Aziz Şeytana Arabuluculuk Yapar mı?
İradeci şiddetin varoluşşal kudretine ilişkin bu fikirler Frantz Fanon’un ve dönemin Latin Amerikalı teorisyenlerinin fikirleriyle olağanüstü bir benzerlik sergiliyordu. Yine benzer bir şekilde, iradecilik sorunu 1970’li yıllarda İtalyan solu içinde de önemli bir yarılma konusuydu. Mario Tronti’nin işçiler ve sermaye arasındaki dolaysız antagonizmanın merkezîliğine ilişkin teorizasyonu, bu antagonizmayı hayata geçirme yönünde kaçırılan tarihî fırsat, işçi hareketinin başarısızlığa uğrayışı ve 70’lerin İtalya’sı özelinde devletle yahut aşırı sağcı gruplarla kıyaslandığında çok daha yoğun yaşandığı aşikâr olan bir on yıllık solcu şiddet dönemi arasında sıkı bir mantıksal bağ vardır. Bu duruma binaen, işçi eylemliliğine dayalı, teleolojik bir marksizmden kopan İran solu, o tarihte dünyanın her yerinde hüküm süren, silâhlı mücadeleyi devrimin sonucu değil, önkoşulu kabul eden siyaset anlayışı yoluyla gerilla şiddetini meşrulaştırdı.
Eğer Şeriati’nin marksizm tefsirleri solcularınkiyle kıyaslanırsa, “emperyalizm” başlığında bu tefsiratlarda bir senkronizasyonun varlığı göze çarpar: “İslam ve sömürgeciliğin ilke ve hedefleri tamamen karşıttır. Aralarında antagonistik bir çelişki bulunduğundan bu ikisini uzlaşmaz hasımlar saymak yerindedir.”
Yine de solun çöküşünü getiren ve İran’ın iç çelişkilerine ve dâhilde yaşanan toplumsal baskıya kör bakmasını koşullayan, Halkın Mücahitleri’ni, Halkın Fedaileri’ni ve Humeyni’yi, devrimci kuruluş noktasında aralarında varolan fikrî ayrılıkları göz ardı etmeye iten emperyalizm odaklı düşünme biçimiydi. İslam her ne ise, herkese açık olduğu muhakkaktı. Ancak Şeriati’ye göre, İslam, sadece İran’ı emperyalizmin boyunduruğundan kurtaracak olan değil, aynı zamanda ülkeyi her toplumsal vektörü içerecek düzeyde bir eşitlik devletinin idaresine verecek bir dönüşümcü-devrimci teolojiydi.
Şeriati’nin devrimci fraksiyonlar üzerindeki dolaysız etkisine gelince; işler işte bu noktada zorlaşıyor. Şaibeli Furkan grubu bir yana, Şeriati’nin takipçileri bizatihi kendilerinin idaresinde etkili bir politik hareket oluşturmak üzere biraraya gelmediler. Gerçekten de ilk bakışta, hiçbir zaman Şeriatici bir ideolojik örgütlenmenin varolmadığı düşünülürse, Şeriati’nin, bazılarınca yapıldığı gibi, nasıl olup da devrimin ideologu olarak payelendirileceği açık değildir. Tek bildiğimiz fikirlerinin kampüslerde ve camilerde yayıldığı, elit entelektüel çevrelerde ve kısmen Halkın Mücahitleri ve Halkın Fedaileri arasında rağbet gördüğü ve bir yerde Humeyni’nin onun yazdıklarına bir biçimde rast geldiğidir.
Ancak devrimin son yıllarında, ruhbanın radikal kanadının karizmatik sürgün lideri Ayetullah Humeyni’nin solun ideolojik boşluğunu tekeline alma girişiminde bulunduğu, sınıf analizlerine meylettiği ve popülist bir retorik tutturduğu kesin bir doğrudur. Bu durum, solun ideolojik planda sistemin parçası hâline getirilmesine yönelik bir köprü vazifesi görme noktasında Şeriati’nin rolünün ne olduğu sorusunu gündemleştirmektedir. Humeyni’nin sentetik bir İslamî-sol retorik inşa etme yönündeki hamlesi mümkün olduğunca çok özneyi kendi çatısı altında toplama uyanıklığıyla izah edilebilir. Yoksa gerçekten de, Şeriati’nin felsefesi, yanlış ifadelendirilmiş eklektizmi ve anti-sistematik ontolojisi yoluyla solun sisteme dâhlinde malum köprü işlevini görmüş müdür?
Eğer Humeyni’nin meşhur bir özelliği varsa o da elini hiçbir zaman açık etmemesidir. Yakın çevresinden kimileri dahi Velayet-i Fakih konseptini devrimin hemen sonrasına kadar anlayamamışlardır. Michel Foucault da bir milletin kolektif iradesinin sessiz mihrakı olan bir adamın devrim sonrasının karizmatik efendisine dönüşmesi karşısında oldukça şaşırdığını itiraf etmiştir. Humeyni’nin, solun dil ve ikonografisini oportünist ve sinik bir usulle içermiş olması muhtemeldir, ancak Şeriati ve İslamî solun ayetullahlarla sol arasında aracılık ettiği mutlak görünüyor.
Şeriati’nin felsefesinin 1979-81 yılları arasında gerçekleşen muhafazakâr “ikinci devrim”in suçlularından mı yoksa henüz kuvveden fiile geçmemiş solcu bir politik İslam için dönüşümcü bir model mi olduğu sorusuna verebileceğimiz bir yanıt henüz mevcut değil. Bir anlamda, Rahnema’nın [Ali Rahnema, An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shari’ati -İslamî Bir Ütopyacı: Ali Şeriati’nin Politik Biyografisi), 2000, New York: IB Tauris&Co Ltd. N. Coombs’un makalesi bu kitabın eleştirisidir. –ç.n.) Şeriati’nin aziz mi, yoksa şeytan mı olduğu sorusu da yanıtsız duruyor. Gerçek bir İslamî sol küllerinden doğmayı mı bekliyor, yoksa İslam, Badiou ve Amin’in resmettiği gibi, her daim reaksiyoner bir güç olmaya mı yazgılı? Bu soruya yanıt vermek kolay değil, ancak en azından Şeriati’nin mirası, bütün müphemliğine rağmen bizi risk almaya davet ediyor.
Nathan Coombs
[Nathan Coombs, Londra’da, Uluslararası Politika, Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda doktora öğrencisidir. Yirminci yüzyılın ideolojik diyalektiği dâhilinde İran Devrimi ve günümüz sol teorisi ile ilişkisi üzerine doktora tezi hazırlamaktadır.]
Dipnot
[*] İngilizce karşılığı batı (west) ve ağıla(n)ma (toxification) sözcüklerinin biraraya getirilmesi yolu ile türetilmiş İranî terim kastediliyor. Aslı Garpzedegi’dir. Sözü edilen kitap Türkçede “Batılılaşma Hastalığı” adı ile basıldı. Yazarın zikrettiği Marksizm ve Diğer… adlı kitaba Türk yayıncılarının seçtiği başlık ise başka bir hinliğe işaret ediyor. Kitabın Türkçedeki adı Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri’dir; doğru tercüme “mugalâta” olmak durumundadır, zira Şeriati’nin Batı düşüncesini tasnifi onun bir yarım doğrular katalogu olmak anlamında, son tahlilde bir yanıltmacadan ibaret olduğu yönündedir. –ç.n.

21 Kasım 2020

,

İki Bambaşkadır


Küçük burjuva sol bünyesinde Bir Başkadır filmi üzerinden kopan kavgayı seyretmek, epey eğlenceli. İki taraf da birbirini film üzerinden suçluyor. Bir taraf, filmi “homofobik ve kadın düşmanı” buluyor, diğer taraf, filmde yalılarda seyredilen Halk TV’nin eleştirilmesine kızıyor. Aslında bir gemi var ve hepsi orada olduğunu düşünüyor. Hep birlikte, biri iki yapma ihtimali bulunanlara karşı öfkelerini bileyliyorlar.

Belki de bu diziyle, Netflix ideolojisi bağlamında, bir tür “aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey!” deniliyor. Bir vardır ve başkadır, o başka ise Memlekettir. Herkesin aynı gemide olduğu, zincirlerini kırdığı bir tür ütopya âlemi tasvir ve tavsiye ediliyor. Çünkü bugün “Memleketim şarkısı herkesin manifestosudur.”[1]

Belki de Davos gibi ortamlarda çok dillendirilen, ağzın tadı kaçmasın diye önerilen, “paydaş kapitalizmi” kendi ideolojik kavgasını veriyordur. O kapitalizm, Davos toplantılarında ağzın ve tadın kime ait olduğunu sormayan bir sol inşa ediyor. O toplantılarda efendiler, hissedar kapitalizminden paydaş kapitalizmine geçmeyi tartışıyorlar. Tüm günah ve suç, ilk tür kapitalizme yükleniyor, kapitalizm yeni bir sıfatla temize çekiliyor. Pandemi süreci, bu temize çekme işlemi için bir fırsat olarak görülüyor. Belki de o yüzden hepimize birer köpek ağızlığı takılıyor.

Kapitalizm, krize cevap olarak her şeyi düzlüyor, eşitliyor. Baş okşuyor, herkesi birer veri hâline getirip kucaklıyor. Veri olmayı varsayılmak kabul eden, o kucaklamayı ilerici ve devrimci bulan bir solla uğraşmak zorunda kalıyoruz bugün. Çünkü o sol, kapitalizmdeki eşitlikçiliğe iman ediyor, onu özgürleştirici buluyor.

* * *

Küçük burjuvalara yönelik yeni bir terapi dizisi, Bir Başkadır. Nedense üstün Avrupalıya dizi “Ethos” ismiyle pazarlanmış. Oraya da “geri kafalıları izleyin de rahatlayın biraz” deniliyor anlaşılan. Konuşarak çözülecek sanılıyor sorunlar.[2] Bu arada Konuşanlar kendisini gerici “AKP’li Acun”a satıyor. Konuşturdukça özne kılanlar, efendilerin çarklarına yağ döküyorlar.[3] Aynı “AKP’li Acun”, askerliğe ısındırma yarışması Survivor’ı Ergenekon’dan içeri girmiş bir subayın oğluna sunduruyor. Barış edebiyatı, yeni süreç lafları, demokratikleşme masalları, bu düzleme denk düşüyor. O düzlemde efendilerin sırtını sıvazladığı isimler, onlara zarar edecek şeyleri mutlaklaştırıyorlar, metafizik âleme atıyorlar, dışlıyorlar, sonra da efendilere kul olmasını istiyorlar.

Hülya Osmanağaoğlu için “Kadın” böylesi bir kurgu. Suyun başını onun gibiler tutuyor. Üstelik kadına taciz vakasının gerçekleştiği ortamlarda yapıyor bunu. Çünkü suyun başı, sadece ona hak! Hülya Osmanağaoğlu, solcu bir erkek düşmanı olarak, Bir Başkadır dizisini homofobik ve kadın düşmanı buluyor. Metafizik “Kadın” âleminden okuyor filmi. Onu satıyor. Erkeğe odaklanarak izlediği dizide yoksulluğa, çaresizliğe, dışlanmışlığa bakmadan, önüne gelen erkeğe düşman kesiliyor.

Dizinin yaratıcıları, ağzın tadı kaçmasın diye, liberal bir yerden, başörtülünün ve erkeğin biraz başını okşuyormuş gibi yapıyorlar, HO, buna bile tahammül edemiyor. Aynı kimlikçi okuma, tabii ki “Kürtçülük” şahsında da karşılık buluyor. Onca bölümü izledikten sonra “Öyle Kürt yok!” diyorlar.[5] Yazıyı yazan Ferhat Kılıç, nasıl oluyorsa, bugün siyaset âleminde “o kamerayı tutan el”le yol yürüyor!

Aslında hepsi de aynı yere hizmet ediyor. HO’nun partisi (HDP), ağzın tadı kaçmasın diye, 2015’te AKP’ye koalisyon teklif ediyor, iddia doğru ise İyi Parti ile flört ediyor. HO’ya ise erkek düşmanlığı rolü kesmek, emekçi kadınları kandırmak, onları Müslüman’a düşman etmek düşüyor. HO, erkeğin ve Müslüman kadının sırtını sıvazladığı için kızıyor diziye. O da herkes gibi kendisine biçilen rolü oynuyor.

* * *

Düzen, ağını geriyor, eşitlik ilişkisi kuruyor, herkesi yanına oturtuyor, sırt sıvazlıyor, içlerinden bir kesimi kendisine memur kılıyor. Burada tarikatları kapatıyor, ama Mevlevi şeyhini Konya’dan Halep’e gönderiyor ve onu Hatay’ın ilhakı için kullanabiliyor.[6] Bir solcu, bir şeyhle ancak ilhak ve sömürü düzleminde arkadaş olabiliyor.

Bu tarihsel olay, bugüne dair bir şeyler söylüyor olmalı. HDP’nin de benzer bir tongaya düştüğünü görmek gerekiyor. “Solcunun Hatay’ın ilhakı için çalışan bir şeyhle arkadaşlığına zemin teşkil eden düzen, HDP’yi de başka ilhaklar için gündemde tutuyor olabilir mi?” sorusu sorulmayı bekliyor. Bugün M. Ender Öndeş’in Türkiye haritasına “Federal Kürdistan’ı ve Kuzey Suriye’yi” katma yarışına dâhil olmasına hiç şaşmamak gerekiyor.[7]

Düzen eşitliyor, böylece eşitlediği unsuru aşağılama, bölme, hizaya sokma, terbiye etme imkânı buluyor. Yani onu kabul ediyor, ama aşağılayıp sindirmek için. Avrupa’da devlet, hem mültecilerle dayanışma hareketi örgütlüyor hem de faşistler üzerinden mülteci düşmanlığını. O Avrupa, yanına oturttuğu bireyleri Türkiye’ye misyoner niyetine salıyor. O bireyler, Ali Kenanoğlu şahsında, tam da Ermenek’te, Soma’da işçilerin eylemde olduğu koşullarda, “Kömür, tamamen terk edilmesi gereken bir enerji yakıtı. Kömür madenleri kapatılsın, madenciler kendilerine iş bulsun” diyor.[8] Ali Kenanoğlu’nun patronları, o Avrupalı efendiler, kömürden vazgeçiyorlar, Afrika topraklarına devasa güneş panelleri yerleştiriyorlar, köylülerin arazilerini ormanlaştırma bahanesiyle gasp ediyorlar, ama o Avrupa’nın ajanları, buraya gelip “kömür yasaklansın” telkininde bulunuyorlar. Kimse de “sömürdüğün, gasp ettiğin, çaldığın, yağmaladığın ne varsa bu millete ver, biz o zaman kömürden vazgeçeriz, sizin gibi pilli arabalara bineriz!” demiyor. Avrupalı solcular, millete emperyalizmi, sömürgeciliği unutturmak için varolduklarını iyi biliyorlar. Onlar, ancak o sömürgeci siyaset bağlamında anlam ve değer kazanabiliyorlar.

Bir Başkadır dizisi üzerinden efendiler, ezilene-sömürülene ancak “free yourself” diyebiliyorlar. “Zincirlerinden kurtul, özgürleş, sınırlarını aş, kendini bul”dan başka bir şey söylemiyorlar. Bunun da ancak efendiye teslim olduğumuz vakit mümkün olabileceğini alt mesaj olarak kulaklara fısıldıyorlar. “Soyut metafizik bir birey var, o serbest kalırsa her yer cennet olur” zannediliyor. Kurtuluş bireyde, bireysellikte aranıyor. O bireyin sınıfsallığı ve tarihselliği asla sorgulanmıyor. Bireyin dünyanın kaymağını yiyen sömürücü ve zalim bir avuç kişiyi ifade ettiğini gizlemek için türlü taklalar atıyorlar. Bu yalana kanmak ve kandırmaksa sola düşüyor. O, meselenin özgürlük mücadelesi değil, mücadelenin özgürleşmesi olduğunu görmüyor.

Eren Balkır
21 Kasım 2020

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Memleketim”, 11 Aralık 2016, İştiraki.

[2] Esin İleri, “Bir Başkadır”, 19 Kasım 2020, Duvar.

[3] Eren Balkır, “Konuşan Madunlar”, 21 Eylül 2020, İştiraki.

[4] Hülya Osmanağaoğlu, “Bir Başkadır”, 18 Kasım 2020, Sendika.

[5] Ferhat Kılıç, “Bir Başkadır”, 18 Kasım 2020, Duvar.

[6] Gökçen Beyinli, “Saygın Bir Şeyh”, 17 Kasım 2020, Duvar.

[7] M. Ender Öndeş, “Ben ve Biz”, 23 Eylül 2020, Direnişteyiz.

[8] Mühdan Sağlam, “Eşitsiz Denklem”, 18 Kasım 2020, Duvar.

20 Kasım 2020

, ,

İki Rezil Kelime


Sağlık konusunda oluşan son acil durum koşullarında yaşanan tartışmalar dâhilinde iki rezil kelime dillendirilir oldu. “İnkârcı” ve “komplocu”, düşünce dünyasına hâkim oldu ve korkunun felç ettiği zihinler elinde başkalarını itibarsızlaştırma aracına dönüştü.

“İnkârcı” ifadesiyle, fazla söze ihtiyaç duymayan kişiler, Yahudi soykırımı ile salgını aynı kefeye koyuyorlar ve bilerek ya da bilmeyerek kültür dünyamızın sağından soluna zaten yaygın olan antisemitizme katkı sunuyorlar. Bu durum karşısında öfkelenen Yahudi dostlarımız gayet haklılar, dolayısıyla bu beş para etmez terminolojik istismar konusunda yorum yapmak da onlara düşer.

Asıl üzerinde durulması gereken kelime, “Komplocu”. Bu terim, tarih konusundaki cehalete tanıklık ediyor. Tarihçilerin yaptıkları araştırmalara aşina olanlar da gayet iyi bilirler ki tarihçiler olayları yeniden kurgularlar, doğalında her türden araçla amaçlarının peşinden koşan bireylerin, grupların ve hiziplerin uyumlu kıldıkları planların ve eylemlerin sonuçlarından bahsederler.

Bu konuda üç örnek vermek mümkün. Bu örneklerin hepsi de belirli bir dönemin sonuna ve yeni bir tarihsel dönemin başlangıcına işaret ediyor.

Milattan öne 415 yılında Alkibiyades, tüm itibarını, servetini ve imkânlarını kullanarak Atinalıları Sicilya’ya sefer düzenlemeye ikna etmeye çalışır. Sonrasında felâketle sonuçlanacak olan bu seferle birlikte Atina tüm gücünü yitirir.

Alkibiyades’in muhalifleri, sefere çıkılmadan birkaç gün önce Hermes heykellerinin tahrip edilmesinden yararlanırlar, yalancı tanıklar bulurlar ve Alkibiyades’e karşı, onun dinsizlikle suçlanıp idam edilmesi için komplo kurarlar.

Cumhuriyet anayasasına sadakatini bildirmiş olan Napolyon Bonapart, 18 Brumaire’de (9 Kasım 1799’da) darbe yapar, tüm yetkileri haiz ilk konsülün kurulduğunu ilân eder ve Devrim’e son verir. Bu olayı önceleyen birkaç günlük dönem içerisinde Napolyon, beş kişilik konseyin muhalefetinin üstesinden gelmelerini sağlayacak stratejilerini daha da derinleştirip geliştirmek için Sieyès, Fouché ve Luciano Bonapart bir araya gelmiştir.

28 Ekim 1922’de yirmi beş bin kadar faşist, Roma’ya yürüyüş düzenler. Bu yürüyüşten aylar önce, ileride iktidarda kendisine eşlik edecek üç isimle, De Vecchi, De Bono ve Bianchi ile gerekli hazırlıkları yapan Mussolini, Başbakan Facta, D'Annunzio ve iş dünyasının önde gelenleriyle bir araya gelir (hatta kimilerine göre Mussolini kral ile de gizlice buluşmuştur), bu toplantıların amacı ise muhtemel ittifakları ve tepkileri önceden test etmektir. 2 Ağustos’taki prova dâhilinde faşistler, Ankona kentini silâhlarıyla işgal ederler.

Bu üç olayda gruplar veya partiler hâlinde bir araya gelmiş olan bireyler, belirledikleri amaçlara ulaşmak için kimi adımlar atmış, az çok öngörülür olan koşullar karşısında kendi boylarını ölçmüş, stratejilerini o koşullara uyarlamaya çalışmışlardır.

Elbette her türden insanî amelin parçası olarak şans ve tesadüf, belirli bir yere sahiptir ama insanlık tarihini şansla, tesadüfle açıklamanın bir anlamı yoktur, zaten hiçbir ciddi tarihçi de bunu yapmaz.

Bu noktada “komplo”dan söz etmeye gerek yok. Ama şurası kesin ki komplo teorisyenlerini, olay örgülerini ayrıntılı olarak yeniden kurgulayan ve ortaya koyan tarihçiler olarak tarif edenler, aptal değilse bile cahildirler.

Üstelik bu komploculuk suçlamaları, yakın tarihi entrikalarla, gizli cemaatlerle, her türden manevralarla ve komplolarla yüklü olan İtalya gibi bir yerde dillendiriliyor. Bugün tarihçiler, hâlen daha son elli yılın, Piazza Fontana’da patlayan bombalardan tutun da Moro cinayetine kadar birçok önemli olayını tüm yönleriyle açıklayamıyorlar. Bu ülkede 1985-1992 arası dönemde cumhurbaşkanlığı yapmış olan Francesco Cossiga, Gladyo denilen gizli bir yapının parçası olduğunu açıktan beyan etmişti.

Pandemi konusunda kaleme alınmış güvenilir araştırmalar, onun beklenen bir gelişme olduğunu ortaya koyuyor.

Patrick Zylberman’ın Tempêtes microbiennes (Mikrobiyal Fırtınalar -Gallimard, 2013) isimli kitabı, ta 2005 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün kuş gribi ile ilgili olarak bir senaryo hazırladığını, bu senaryoyu yurttaşlara koşulsuz desteklerin sunulması için gerekli bir yol olarak hükümetlere önerdiğini ortaya koyuyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nü finanse eden en önemli isimlerden biri de Bill Gates. Gates, pandemiyle ilgili riskler konusundaki görüşlerini farklı ortamlarda dile getirmiş, olası bir pandeminin milyonlarca insanın ölümüne sebep olabileceğini, böylesi bir gelişmeye karşı hazırlık yapmanın şart olduğunu söylemiş bir isim.

2019’da Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın fon sağladığı araştırma kuruluşu Amerikan Johns-Hopkins Merkezi, “Olay 201” adında koronavirüs pandemisi ile ilgili bir simülasyon çalışmasını organize ediyor. Uzmanları ve epidemiyologları bir araya getiren bu çalışma, yeni bir virüsün ortaya çıkması durumunda koordineli bir cevap için gerekli hazırlıkları ele alıyor.

Tarihte de görüldüğü üzere bu vakada da kimi insanlar ve örgütler, kendilerince meşru gördükleri veya kanuna aykırı olarak belirledikleri hedeflere ulaşabilmek için her türlü yolu deniyorlar. Dolayısıyla bugün olan biteni anlamak isteyenler, bu kişileri ve örgütleri dikkate almalı. Bu anlamda günümüzde komplodan söz etmenin olguların gerçekliğine zerre bir şey katmadığını görmek gerekiyor. Ama komplo teorisyenlerini tarihsel olayları olduğu gibi bilmeye çalışan kişiler olarak gören yaklaşım da rezil bir yaklaşımdır.

Giorgio Agamben

10 Temmuz 2020

Kaynak