Doug Enaa Greene ile Mülâkat
İştirakî
8 Aralık 2016
Chomsky
2016’daki ABD başkanlık seçiminde Clinton’ın desteklenmesi gerektiğini söyledi.
Žižek ise ilgili meseleyi mizahî bir yaklaşımla ele alarak, seçimde Trump’a
destek verdi. Bu seçim sonucu ile ilgili değerlendirmeleriniz nelerdir?
Bu, gerçekten ilginç bir seçim oldu. İki partili
sistemin sınırları içinde gerçekleşti, ama işsizliği ya da resesyonun işçiler
üzerindeki etkilerini azaltmak için hiçbir şey yapmayan, buna karşın savaşlar
başlatıp bankalar kurtaran sekiz yıllık Obama yönetiminin ardından geldi.
İnsanlar bunu gördüler ve iki partili yapı dâhilinde, alternatifler aradılar.
Demokratlar içinde Bernie Sanders ve onun sahte sosyalizmi, birçoklarının
ihtiyaçlarının sözcülüğünü yaptı. Cumhuriyetçiler içinde Donald Trump, sıradan
insanları savundu ve (her ne kadar bunu ırkçı ve popülist bir biçimde yaptıysa
da) milletçe büyük olmaktan söz etti. Demokratların yozlaşması ve kirli
numaraları, başkan adaylarının belirlendiği kongrenin hemen öncesinde Wikileaks
tarafından açığa çıkarıldı. Ben ne kadar devrimci solun her iki partiden de
bağımsız (buna Bernie Sanders da dâhildi), net bir konum almasından yana
idiysem de birçok insanın bu seçeneklere meylettiği inkâr edilemez ve ne yazık
ki komünistler, mevcut durumda böyle bir seçenek ortaya koyacak araçlara sahip
değiller.
2014’te
yazdığınız bir makalede, “Demokratlardan af dilenen ve onlara destek
verilmesini isteyen sol, hem kendisini hem de halkı kandırıyor” diyorsunuz. ABD
bağlamında kimlik siyaseti salt Trump’ı hedef alıyor, ama öte yandan toplumsal
ve ekonomik ilişkilerin arka planını gözardı ediyor. Trump karşıtı gösterilerle
ilgili yorumlarınız nelerdir? Devrimci sol, bu momente nasıl cevap vermelidir?
Ben Trump’ın rezil bir adam olduğunu düşünüyorum,
ancak devrimci sol, ona meydan okumakla kalmayıp daha derinlere bakmalı. Eğer
hedefimiz, sadece onu başkanlık koltuğundan etmekse en az direnişle yetinip bir
sonraki seçimlerde Demokratları desteklemek, en kolay yol olarak beliriyor.
Demokratlarsa -Sanders’tan Clinton’a tümünü
kastediyorum- burjuvazinin bir başka kanadı ve dolayısıyla bizim düşmanımız.
Demokratlar, kendilerinin de Trump ve Cumhuriyetçiler kadar emperyalizme ve
kapitalizme adanmışlıklarını kanıtladılar. Demokratları sola doğru itme ya da
onları bir sosyal demokrat partiye dönüştürme yönündeki her adım, tam anlamıyla
başarısızlığa uğradı ve buna girişenlerin radikalliğini törpüledi. 2018’de ve
2020’de zamanlarını bile isteye Demokratlar adına kampanya yürütmekle
harcayacak olan solcular, düpedüz oportünisttirler ve işçi sınıfının bağımsız
örgütlenmelerini kuracakları yerde -ki asıl ihtiyaç duyduğumuz şey budur-
düşmanın yanında saf tutmuşlar demektir.
Trump, ABD’nin temelinde yer alan şovenizmin,
ırkçılığın ve beyaz üstünlükçülüğünün bir göstergesi. Ku Klux Klan’daki en
alçak ırkçılar da Trump’a oy vermiş olabilir, ama ona oy veren toplam insan
sayısı, 60 milyon. Onu destekleyenler, sadece aşırı ırkçılardan ibaret değil.
İnsanlar Trump’a oy verdiler, zira onu kendilerine işlerini iade etmeye söz
veren ya da Washington’daki yozlaşmayla mücadele edeceğini söyleyen “düzen
karşıtı” bir aday olarak algıladılar. Şu hâlde kararlı bir biçimde ödünsüz olup
Trump’ın seçilmesiyle birlikte gizlendikleri yerlerden çıkmaya başlayan
ırkçılarla mücadele etmemiz gerekmekle beraber, 60 milyon insanı da düşmanımız
olarak görmemeliyiz. Ben, bir insan sırf beyaz olduğu ya da kapitalizm
koşullarında görece ayrıcalıklı olduğu için bir biçimde dokunulmazlık
kazandığına inanmıyorum. İmtiyazlı olmak, bilince tesir eden yegâne unsur
değil. Ayrıca kapitalizmin dinamikleri, insanların toplumsal konumlarını
-milyonlarca işçi arasında devrimci siyaset için bir imkân da yaratarak-
muhtelif biçimlerde etkiliyor olduğundan, imtiyazlı olma hâli kalıcı da
değildir. Devrim için savaşacak olanlarla karşı devrimciler arasındaki çizgi henüz
çizilmedi, zira gelecekteki siyasi saflaşmaların mahiyetini şimdiden bilemeyiz.
Bir biçimde imtiyazlı olanların ya satılmış ya da düşman olduklarını söyleyen
üçüncü dünyacı ve kimlik siyasetçi akımlar var, ancak ben, bunun bizi
yalnızlaşmaya ve yenilgiye götüreceğini düşünüyorum. İnsanlar, sosyalist
saflara kazanılabilirler ve mücadele yoluyla bir dönüşümden geçebilirler ya da
Trump’ın verdiği sözlerin kofluğu ortaya çıktığında, mevcut sosyalistler ve
komünistler bir seçenek olarak belirebilirler.
Son olarak, bence Trump karşıtı gösteriler,
ABD’deki devrimci sol için çok olumlu bir gelişme. Bir kere binlerce insan
mobilize oluyor ve sokaklara çıkıyor. Korku içinde durmak yerine, birçok insan
öfkesini ve mücadeleye hazır olduğunu haykırıyor. Bu harika bir şey, keşke daha
çok olsa. Bu göstericilerin siyasi düzeyleri değişkenlik gösteriyor, ama eğer
devrimci sol onlarla iş yapmaya niyetlenirse, bilinçleri artabilir.
Sokaklardaki insanlar, Trump’la birlikte çalışmak için her türlü çabayı
gösteren Demokratlara yönelik de bir tehdit aynı zamanda.
Bence solcular olarak Trump’a ve onu doğuran
sisteme alternatif yaratmak için gereken örgütsel ve siyasi kapasitenin
inşasına girişmemiz lazım. Ben, bunun bir devrimci parti biçiminde olması
gerektiğine inanıyorum. Bu, Demokratların ve Cumhuriyetçilerin tümden reddi
demektir. Eğer bunu yapmazsak, ya faydasız bir biçimde öfkelerimizi dışa vurur
ya da beyhude yere liberallerden çözüm bekleriz. Bu, bizi güçsüz kılacaktır.
Bugün “alt-right” [öteki sağ] diye bir kavram
dolaşımda. Seçim sonucunun 2008 krizinin bilhassa bu toplumsal kesimdeki
tezahürü olduğunu söylemek mümkün mü? Devrimci sol, sağın hâkimiyeti altındaki
bu insanlara dair bir siyaseti nasıl üretebilir?
Öteki-sağ, benim oldukça kısa bir süre önce
duyduğum tuhaf bir kavram. Beyaz milliyetçilerin, neo-reaksiyonerlerin ve
demokrasiden nefret eden diğer kesimlerin bir bileşkesi gibi duruyor. Bu
kesimlerin seslerini çok duyuyor olsak da öteki-sağın gerçekte ne kadar güçlü
olduğunu kestiremiyorum. Öteki-sağcıların çoğuna Trump kendi fikirlerinin
uygulama alanı bulması için bir vasıta olabilir gibi geldi. Ben, sağın imkânlarının
milyonlarca insanı işsiz, evsiz ve parasız kılan 2008 krizi ile arttığını
düşünüyorum. Sıradan insanlar, samimi olarak sistemin onları yüzüstü bıraktığına
inanıyorlar ve bunun alternatiflerini arıyorlar. Bunlardan bazıları, mevcut
duruma karşı çıkıp eski güzel günlere dönüş vadeden Trump’tan ve öteki-sağdan
medet umdular.
Ben, öteki-sağın ve diğer reaksiyonerlerin öne
çıkmasının solun yenilgisinin bir göstergesi olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki
ABD’deki birçok Marksist (en azından Demokratlar iktidardayken) hükümeti
destekliyor, reformcu bir siyaseti benimsiyor ve sosyalizmi ağzına bile almayı
reddediyor (gerçek sosyalizmden söz ediyorum, Bernie Sanders’ınkinden değil).
Eğer solcular, sistemin bir parçası olarak görülüyorlarsa, bir alternatif
arayan insanlar neden bizi desteklesinler? İnsanlar, bu durumda başka yerlere
bakacaklardır ve ben bunun için onları suçlayamam. Bence solun Lenin’in Devlet ve Devrim’inden burjuva devletin
düşmanımız olduğu dersini hatırlaması lazım. Bizler muhalefet etmeli, mevcut
olanı nafile yere onarmaya çalışmak yerine, insanların ihtiyaçları ve yeni bir
toplum için mücadele etmeliyiz.
“Her
faşizm analizi, aynı zamanda burjuva demokrasisinin analizidir” diyorsunuz.
Kanaatimizce bu, Türkiyeli solcuların da idrak etmesi gereken bir cümle, zira
bu ülkede solcular yumruklarını soyut, havada asılı, izole bir imaja sallayıp
duruyorlar. Türkiye’deki gelişmelere ve yaşanan olaylara dair kanaatleriniz
nelerdir? Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu
bölgedeki dinamikleri nasıl yorumlamak gerek?
O sözle kastettiğim şey, faşizmle mücadele
etmekten söz ettiğinizde burjuva toplumla olan ilişkinizi de tayin etmeniz
gerektiğiydi. Örneğin geçenlerde Troçki’nin Almanya ve Nazizm üzerine
yazdıklarını okuyordum; Troçki faşizmin küçük burjuvazinin kitlesel hareketi
olduğunu, onun burjuva devletini kurtarmak için başvurulan son çare olarak
görülmesi gerektiğini söylüyor, aynı zamanda onu mevcut toplumsal koşulların
doğurduğunu ve dolayısıyla onunla mücadele etmek üzere sırtını devlete
yaslamanın aptallık olacağını da ekliyor. Bu nedenle Troçki, komünistlerin
kendi örgütlerine dayanmaları gerektiğini ve sadece varolan sınırlı özgürlükleri
savunmakla kalmayıp, faşizmle savaşmak ve işçileri müstakbel devrimci
gelişmelere hazırlamak zorunda olduklarını söylüyor. Diğer yandan eğer faşizmin
sadece o anda hangi siyasetçiden hazzetmiyorsanız, onun yaptıklarından ibaret
bir şey olduğuna inanıyorsanız, o hâlde onu yenecek olan muhalefete oy vermekle
yetinebilirsiniz ve böylece mevcut toplumsal koşullara hiç el sürmemiş
olursunuz. Gördüğünüz gibi, bu iki görüşün faşizme ve demokrasiye ilişkin
yaklaşımı birbirinden tamamen farklıdır.
Türkiye hakkında çok fazla konuşmak istemiyorum,
ama Erdoğan hükümetinin yozlaşmış olduğunu, burjuvazinin safında ve halkların
çıkarlarının karşısında olduğunu -bunun kanıtını 2013’teki Gezi protestolarında
gördük- ve Kürtlerin ulusal haklarını inkâr ettiğini söyleyebilirim. Ordu
Temmuz ayında başkaldırdığında, bence birçok kendi hâlinde emekçi darbeye karşı
çıktı. Ben bunu hükümeti savunmak olarak yorumlamadım, bence savundukları,
kendi öz örgütleri ve varolan sınırlı özgürlüklerdi. Umarım sokaklara dökülen o
insanlar, kendi bağımsız örgütlerini kurar ve müstakbel mücadelelere
hazırlanırlar.
Türkiye’nin Suriye savaşına müdahil olup Kürtlerle
savaşmasının ister Türkiye’deki ister başka ülkelerdeki bütün solcuların karşı
çıkması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.
Sam
Harris, Hitchens gibi yeni-ateistlerle Bob Avakian arasında bir bağ kurmak
mümkün mü? Bu yönelimi genel Marksist gelenek içerisinde nereye yerleştirmek
gerek? İlgili yönelimin Marksizmin doğunun mazlum halkları ile muhtemel
bağlarını kopardığını iddia edebilir miyiz? Marksizm, bu halkların devrimci
gelenekleriyle nasıl buluşabilir?
Harris, Hitchens ve Dawkins gibi yeni-ateistler,
dinin savaşılması gereken birtakım kötü ve aptalca fikirlerden ibaret olduğu
düşüncesindeler. ABD’yi ve Batı Avrupa’yı “barbar” Müslümanlara karşı ilerici
ve seküler değerlerin hamisi olarak görüyorlar. Bu nedenle birçok yeni-ateist,
Irak’a ve Afganistan’a yönelik emperyalist saldırıları, göçün
sınırlandırılmasını ve diğer milli şovenizm biçimlerini destekledi. Kendi
hesabına Bob Avakian şoven biri değil, emperyalist savaşların yanında da yer
almıyor. Ancak Avakian’ın din konusundaki görüşleri, onu bir kötü fikirler
bileşkesi olarak görmesi noktasında diğerlerininkilerle benzer ki bu yaklaşım,
Marksizm’den ziyade Aydınlanma’nın rasyonalizmine uygundur. Ne var ki
Avakian’ın ateizm savunusundaki ve kitabı Away
With All Gods!’daki [Tüm Tanrılardan Kurtulun!] asıl ironi şu: o, bu
Tanrıların yerine Bob Avakian’ı, onun gülünç kişi kültünü ve abuk sabuk yeni
komünizm sentezini koymak istiyor.
Ben, dine dair herhangi bir Marksist görüşün,
dinin sadece “kötü fikirler”den ve batıl inançlardan ibaret olmadığını, onun
maddî ve toplumsal bir varlığa sahip bulunduğunu anlaması gerektiğine
inanıyorum. Genel anlamda dinin örgütlü güçleri tarih boyunca yöneten sınıfın
yanında yer almıştır ve bunların ideolojisi, halka yönelik baskı ve sömürüyü
desteklemiştir. Bununla beraber, aynı zamanda dindar olan ama özgürlükçü
güçlerin safında yer alan Malcolm X ve John Brown gibi insanları da gördük.
Bana kalırsa Marksistler olarak yeni-ateistlerin
ya da Avakian’ın dine bakışını benimsersek, hiç gereği yokken bize sempati
duyabilecek işçileri kendimizden uzaklaştırmış oluruz. Ne de olsa kimse “aptal”
diye anılmak istemez. Bizim ihtiyacımız olan, mücadele hâlindeki kitlelerle
omuzdaşlık içinde hareket edip, dini ortaya çıkarmış olan koşulları ortadan
kaldırmaya çalışırken, onlara meseleyi sabırla izah etmektir.
Bununla beraber şu da söylenmeli ki Marksistler,
devlet dinine ve teokrasilere de bütünüyle karşıdırlar. Bence ABD’deki
Marksistlerin komünistleri ve Kürtleri katlettiği hâlde İran teokrasisini,
sanki söz konusu olan ilerici bir devletmiş gibi, desteklemeleri üzücü. Her
türlü emperyalist müdahaleye karşı olmalıyız, ancak gerici devletler adına
bahaneler üretmek de bizim işimiz olmamalı.
Ortadoğu’da köktenci İslam’ın yükselişinin 70’lerde ve
80’lerde Nasırcılık biçiminde zuhur etmiş olan radikal milliyetçiliğin ve
devrimci solun düşüşü ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum. İslamcı
köktencilerin çekiciliği, kısmen insanların ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz ve
emperyalizm destekçisi olan mevcut hükümetlere karşı sistem karşıtı bir meydan
okumayı temsil ediyor olmaları (ya da en azından öyle görünmeleri) ile ilgili.
Köktenci İslam, son derece gericidir ve hiç kimseye kurtuluş getirmeyecektir.
Dünyanın benim yaşamadığım bir bölgesi ile ilgili olarak çok fazla tavsiyede
bulunup ahkâm kesmek istemem, ancak bence komünistler ve sosyalistler ödünsüz
biçimde devrimci olmalı, yeni bir topluma dair cesur bir öngörü ortaya koymalı
ve halkın kavgasına dâhil olmalıdırlar.