31 Mart 2024

Kayayı Delen İncir

Sonrası Kalır

Evet, bir krizden geçiyoruz, insan krizinden. Bunun faturasını ağır ödüyoruz, ödetiliyor. Dayanışma, verdiği sözde durma, güven, disiplin, ilkeli yaşam çağın dışına itilmeye çalışılan ve “özgürlük” karşıtı değerler olarak kitlelerin zihinlerine işleniyor. Özgürlük diye anlatılan ise ezilen ve sömürülen insanların birbirinden bağımsızlaşması çünkü özgürlüğü kısıtlayan “otorite”, sınıf kardeşi insan olarak lanse ediliyor.

Her alanda insan yetiştirme bunalımından geçiyoruz. Bu bunalım sürecinde eğitime yabancılaşan ve dışsallaştırılan iki özne var: anne-baba ve öğretmen. Ailesiz, yurtsuz, haksız birey yüceltiliyor, meyve ağaçtan azade hâle getiriliyor. Evet, öğrenci dersi; çocuk anne-babayı dinlemiyor. Her iki durum da disiplin içeriyor, dikey hiyerarşiye dayanıyor, dayanmak zorunda. İnsan yetiştirme sanatının ideolojik olduğu gerçeği her gün karşımıza çıkıyor. Burada sanatçının tekil kaldıkça zorlandığı da bir gerçek.

Dönemin sanat anlayışını burjuvazi ve egemenler belirliyor. Bu dengede veli ve öğretmen zorlanıyor çünkü karşı ideolojinin kültürünü kitlelere aşılaması gerekenler de bireysel özgürlük masallarına ikna ve ortak oldu. İlke ve değerlerle çocuk ve öğrenci yetiştirmeye çalışan anne-baba ve öğretmen ne kadar zorlanıyorsa doğru hattı savunan mücadele çevreleri de aynı oranda zorlanıyor.

Bu bunalımın nedeni, halksız, yurtsuz, ailesiz mücadele yürütmeyi sınıfa ve kitlelere dayatan sol çevreler. Burjuvazi, kendi kültürünü ve insan tipini yaymak zorunda, bu, onun sömürü için ifa ettiği tarihsel görevi. Sol ise tarihsel görevini yerine getirmiyor. Sol çevreler, bekâr insan takımına dönüşmüş durumda.

Şu cümleleri onlardan duymak mümkün: “Benim/onun kredi borcu var, çocukları var, sorumlulukları var ama bunların olmadığı kişiye konuşmak/eleştirmek kolay gelir.” Bu cümlede geçen mücadele etmeme gerekçeleri sahip olunan varlıklar üzerinden ilerliyor. Tam bir küçük burjuva hassasiyeti.

Çocuklar, aile, okullar, ilkeli ilişkiler, sömürüsüz düzen için mücadele ediyoruz. Çocuğa, aileye, borca sahip olanın mücadele etmemesi... Bu yüzden veli toplantısı da basın açıklaması da miting de kadro eylemi biçimine dönüştü. Kim nereden kaçınıyorsa çözümü erteliyor. O anlamda ne bir oğul büyütülüyor ne de eylem güzeli yetiştiriliyor, her ikisi de geride bırakılmak isteniyor. En çok boşanma vakası sol bireyler arasında gerçekleşiyor çünkü aile bir yapı değil, sözleşme unsuru ev arkadaşlığı olarak kabul ediliyor.

Tarihsizlik dayatılıyor. Geçmişin-geleceğin olmadığı ve şimdinin tek zaman olduğu dayatılıyor. Geçmiş bir bağ ve yük olarak aksediliyor. Bizi var eden gerçeğe sırt dönmemiz isteniyor. Mezarın şimdiyi üreten geçmiş, ailenin ise şimdiden geleceği var edecek iki gerçek olduğu bilinçlerden kaçırılıyor. Şimdinin içine düzenin ne kadar atığı varsa dolduruluyor: bencillik, kolay yoldan köşeyi dönmek, sürekli haz peşinde koşmak, sorumsuzluk, disiplinsizlik, hesap sormamamak/vermemek, birbirinin sırtına kariyer diye basmak, ihbar kültürü, sır tutmama, her şeyin açık hâle getirilmesi, dayanışmama ve danışmama, köksüzlük... Sürekli gövdeye balta vuruluyor, meyve de tohumda çürümeye mahkûm ediliyor.

Kaçılan her gerçek, bir saldırı olarak dönüyor. Herkesin bir ailesi, sevdikleri, sevenleri, işi, aşı, mesleği, bireysel sorumlulukları var ama bunların hiçbiri mücadelenin önünde engel değil; aksine, mücadele etmek için güçlü dayanaklar.

Kayayı Delen İncir

Tarihin çağrısına kulak vermeliyiz. Anlatılan masal otuz yılda çürüdü, çürüttü, birçok şeyi kirletti. Mücadele etmekten, verdiği sözde durmaktan, bedel ödemekten, dayanışma göstermekten, aileyi-halkı-vatanı savunmaktan, geçmişi unutmadan geleceği kurma iradesinden vazgeçmemeliyiz; bizi trafiğin ortasında bırakan sola rağmen, başka çaremiz yok.

Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerden davranışlarımıza, sanatımıza, ahlakımıza kadar her şeyimiz bir tarihe işaret etmek zorunda ama sömürülenin mücadeleci tarihine. Bugün ÇEDES ile gerçekleştirilen mezar ziyaretiyle en çok sol panikledi. Failin niyetinden bağımsız düşünüldüğünde solun kaçtığı gerçek karşısına çıktı, o yüzden yine Z kuşağının pedagojisine sığındı.

“On kalır benden geriye dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
On çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.

Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mu kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır." [Edip Cansever]

S. Adalı
30 Mart 2024

,

Fahişelik ve Fahişelikle Mücadele Yolları

Üçüncü Tüm Rusya Bölge Kadın Kolları

Başkanları Konferansı Konuşması


Yoldaşlar, fahişelik meselesi, Sovyet Rusya’da çok az ilgi gören zor ve çetrefilli bir konudur. Burjuva kapitalist geçmişimizin bu belâlı mirası, işçi cumhuriyetinin havasını zehirlemeye ve Sovyet Rusya’daki emekçi halkın fiziki ve ahlaki sağlığına zarar vermeye devam etmektedir. Devrimin ilk üç yılında değişen ekonomik ve toplumsal koşulların baskısıyla fuhşun doğasının bir miktar değiştiği doğrudur. Ama bu kötülükten kurtulmaktan hâlen daha uzağız.

Fahişelik varlığını sürdürmekte, işçi cumhuriyetinin üyeleri, emekçi erkekler ve kadınlar arasındaki dayanışma ve yoldaşlık duygusunu tehdit etmektedir. Bu duygu, inşa ettiğimiz ve gerçek kıldığımız komünist toplumun temeli ve zeminidir.

Artık bu sorunla yüzleşmemizin vakti gelmiştir. Artık fuhşun ardındaki nedenleri düşünmenin ve dikkat etmemizin vakti gelmiştir. İşçi cumhuriyetinde yeri olmayan bu kötülükten kendimizi sonsuza dek kurtarmanın yollarını ve araçlarını bulmamızın vaktidir.

İşçi sınıfımız, henüz fahişeliğin ortadan kaldırılmasına yönelik herhangi bir yasa çıkartabilmiş, hatta fahişeliğin kolektife zarar veren bir şey olduğunu söyleyen o kıymetli ve bilimsel formülü bile tespit edebilmiş değil. Biz, fahişeliğin bir kötülük olduğunu biliyoruz, birçok sorunu içinde barındıran bu geçiş döneminde fahişeliğin epey yaygın olduğunu kabul ediyoruz. Ama maalesef biz, konuyu bir kenara bıraktık ve bu konuda sessiz kaldık. Bunun bir nedeni, burjuvaziden miras aldığımız ikiyüzlü tutumlar, bir nedeni de yaygınlaşmış olan, kitlesel zemine kavuşan fuhşun kolektif çalışma pratiğine verdiği zararı dikkate alma ve bu gerçeği kabullenme konusundaki isteksizliğimizdir. Fuhuşla mücadele düzleminde sergilediğimiz bu isteksizlik, bir yandan da yasalarımızda da karşılık buldu.

Şu ana kadar fuhşu zararlı bir toplumsal olgu olarak gören tek bir yasa bile çıkartamadık. Eski çarlık yasaları Halk Bakanları Konseyi tarafından yürürlükten kaldırılınca, fuhuşla ilgili tüm yasalar da kaldırılmış oldu. Buna karşılık, kolektif çalışma pratiği içerisinde olanların çıkarlarını esas alan hiçbir yeni önlem alınmadı. Dolayısıyla, Sovyet makamlarının benimsedikleri fahişelere ve fuhşa yönelik politikalar gereğinden fazla çeşitlendi, bu politikalar çelişkilerle yüklü olduğu için sonuç üretmedi.

Bazı bölgelerde polis, eski günlerde olduğu gibi, hâlen daha fahişelerin yakalanmasına katkıda bulunuyorken, bazı bölgelerde genelevler açık. (Fuhuşla Mücadele Komisyonu’nun elinde bu genelevlerle ilgili veriler mevcut). Ayrıca, bazı bölgelerde fahişeler suçlu kabul ediliyor ve zorunlu çalışma kamplarına gönderiliyor. Bu anlamda, illerde devlet makamlarının farklı tutumlar sergilediklerini görüyoruz. Bu da meseleyi açıktan ele alan bir yasanın eksikliğinin bir sonucu. Bu karmaşık toplumsal olguya karşı belli belirsiz bir tutum içerisinde olan bizler, yasalarımızın ve ahlakımızın temelini teşkil eden ilkelerdeki kimi çarpıklıklardan ve sapmalardan sorumluyuz.

Bizim sadece fahişelik meselesiyle yüzleşmekle kalmayıp, ona komünistlerin partisi eliyle yürütülen toplumsal-ekonomik program ve temel ilkelerimiz uyarınca bir çözüm bulmamız gerekiyor. Her şeyden önce bizim fahişeliği tanımlamamız lâzım.

Fahişelik, çalışarak kazanılmamış gelirle yakından ilişkili bir olgudur ve sermaye ile özel mülkiyetin hâkim olduğu dönemde serpilir.

Bizim bakış açımıza göre fahişeler, maddi çıkarlar, yani iyi yemek, kıyafet ve diğer türden avantajlar için bedenlerini satan kadınlardır. Fahişeler, geçici olarak ya da ömür boyu kendilerini bir erkeğe teslim etmek suretiyle çalışma zorunluluğundan kaçınanlardır.

Fuhuş, sovyet işçi cumhuriyetimize, ulusal ekonomide yalnızca az sayıda kadının çalıştığı ve çoğunluğun “geçimini sağlayan erkeğe”, yani babaya veya kocaya bel bağladığı burjuva kapitalist geçmişimizden miras kaldı. Fuhuş, ilk devletlerde, özel mülkiyet haklarını korumak ve yasal mirasçılar aracılığıyla mülkiyet mirasını güvence altına almak için tasarlanan resmi evlilik kurumunun tüm kaçınılmazlığıyla düşürdüğü gölge olarak ortaya çıktı. Evlilik kurumu, biriktirilen servetin çok sayıda “mirasçı” arasında dağılmasını önlemeyi mümkün kılıyordu.

Gelgelelim, Yunanistan ve Roma’daki fuhuş ile bugün bildiğimiz fuhuş arasında büyük bir fark var. Antik çağda fahişelerin sayısı azdı. Bu dönemde burjuva dünyasının ahlakını renklendiren riyakârlıktan eser yoktu. Bu riyakârlık ki burjuva düzeninin ahlakının ana rengiydi. Burjuva toplumu, bir yandan sevmediği kocasına kendisini açıktan satmış olan zengin adamın “yasal eş”ine saygıyla şapka çıkartıyor ama bir yandan da kapitalizmin ve özel mülkiyetin varlığı üzerinden ortaya çıkmış yoksulluk, evsizlik, işsizlik gibi toplumsal koşullar sebebiyle mecburen sokağa düşmüş genç kıza tiksintiyle bakıp ona sırtını dönüyordu.

Antik çağda fahişelik özel aile ilişkilerini tamamlayan önemli bir unsur olarak kabul edilirdi. Perikles’in Aspasya ismindeki metresi, sırf çocuk doğursun diye sarayda tutulan renksiz eşlerden daha fazla saygı görüyordu.

Zanaat temelli üretimin hâkim olduğu Ortaçağ’da fuhuş, doğal ve meşru bir şey olarak kabul ediliyordu. Fahişelerin de kendi loncaları vardı ve bunlar, diğer loncalar gibi festivallere ve yerel etkinliklere katılıyorlardı. Fahişe, bekâr erkekler (bir süreliğine) kendilerini rahatlatsın diye bu loncanın üyeleriyle ilişki kurmaları sebebiyle, esasen saygın yurttaşların kızlarının iffetli, eşlerininse sadık kalmasını güvence altına alıyordu. Dolayısıyla fuhuş, zengin mülk sahibi yurttaşların yararınaydı ve onlardan açıktan kabul görüyordu.

Kapitalizmin yükselişiyle birlikte genel tablo değişti. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda fuhuş ilk kez tehdit edici boyutlara ulaştı. Kadın bedeninin satışıyla yakından ve ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olan kadın emeğinin satışıyla birlikte fuhuş sahası, terk edilmiş ve “namusu lekelenmiş” kızları değil, işçinin saygın eşini de kapsamaya başladı. Bir işçi anne, çocukları için veya Sonya Marmeladova gibi genç bir kız, ailesi uğruna bu yola girdi. Bu, emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin yarattığı dehşetin ve umutsuzluğun bir sonucuydu. Bir kadının maaşı onu hayatta tutmaya yetmediğinde, cinselliği satmak ek bir iş olarak görünmeye başlıyordu. Burjuva toplumunun ikiyüzlü ahlakı, sömürücü ekonomisinin yapısıyla fuhşu teşvik ederken, aynı zamanda bu yolu seçmeye zorlanan her kız veya kadını acımasızca hakir görüyordu.

Fuhşun kara gölgesi, burjuva toplumunun yasal evliliği peşi sıra ilerliyor. Tarihin hiçbir döneminde fuhuş yapan kadın sayısı, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda olduğu kadar artmamıştı. Bugün Berlin’de fuhuş yapmayan yirmi kadına bir fahişe düşüyor. Paris’te bu oran on sekizde birken, Londra’da dokuzda bir.

Fuhşun farklı türleri var: Yasal ve düzenlemeye tabi olan açık fuhşun yanında bir de gizli, “mevsimlik” fuhuş var. Fuhşun her türü, burjuva yaşam tarzının sebep olduğu bataklıklarda zehirli bir çiçek gibi yeşeriyor.

Burjuva dünyası çocukları bile bağışlamıyor, dokuz ve on yaşlarındaki genç kızları zengin ve ahlaksız yaşlı adamların kirli kucaklarına itiyor. Kapitalist ülkelerde sadece çok küçük yaşlardaki kızların çalıştığı genelevler mevcut.

İçinde bulunduğumuz savaş sonrası dönemde her kadın, işsizlik olasılığıyla karşı karşıyadır. İşsizlik, özellikle kadınları vuruyor ve “sokak kadınları” ordusunun muazzam bir şekilde artmasına neden oluyor. “Beyaz kölelere” kendilerini satan kadınlar, akşamları Berlin’in, Paris’in ve kapitalist devletlerin diğer medeni merkezlerinin sokaklarını dolduruyor. Kadın eti ticareti oldukça açık bir şekilde yapılıyor; tüm burjuva yaşam tarzının alım satıma dayandığı düşünülürse bu, hiç de şaşırtıcı değil. En yasal evlilikler bile, maddi ve ekonomik gerçekliğin inkâr edilemez yönüne tabi.

Kendine kalıcı bir geçim kaynağı bulamayan kadının çıkış yolu fuhuştur. Kapitalizmde fuhuş erkeklere, kadınlara mezara kadar maddi planda bakma sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmadan cinsel ilişki kurma fırsatı sunuyor.

Peki Rusya’da bile yoğun ve yaygın olan fuhuş pratiğiyle nasıl mücadele edeceğiz? Bu soruyu cevaplamak için öncelikle fuhşu doğuran faktörleri daha detaylı analiz etmemiz gerekiyor. Burjuva bilimi ve ona bağlı akademisyenler, fuhşun patolojik bir olgu, yani bazı kadınların doğası gereği suçlu olması gibi, bazı kadınların da fahişe olduğu iddiası üzerinden, bazı kadınların anormalliklerinin sonucu olduğunu dünyaya kanıtlamayı çok seviyorlar. “Bu kadınlar, nerede ve nasıl yaşamış olursa olsun, zaten günah dolu bir hayata yönelmiş olacaklardı” diyorlar.

Marksistler ve daha vicdanlı akademisyenler, doktorlar ve istatistikçilerse, “doğuştan gelen yaradılış” düşüncesinin yanlış olduğunu açık bir biçimde ortaya koydular. Fuhuş, her şeyden önce toplumsal bir olgudur; kadının muhtaç konumuyla, evlilikte ve ailede ekonomik olarak erkeğe bağımlı oluşuyla yakından bağlantılıdır.

Fahişeliğin kökenleri ekonomiktir. Kadın, bir yandan ekonomik açıdan kırılgan bir konuma itilir bir yandan da ister evlilik bağı içinde isterse dışında bahşedilen cinsel lütuf karşılığında erkekten maddî lütuf beklenmesine dayanan yüzlerce yıllık bir eğitim tarafından koşullanmaktadır. Meselenin kökeni budur. Fuhşun nedeni işte budur.

Eğer Lombroso-Tarnovski ekolüne mensup burjuva akademisyenlerinin, fahişelerin yozlaşma ve cinsel anormallik belirtileriyle doğdukları iddiası doğruysa bu isimler, kriz ve işsizlik zamanlarında fahişelerin sayısının hızla arttığıyla ilgili, o herkesin bildiği gerçeği nasıl izah ediyorlar? Batı Avrupa’nın kimi ülkelerinden Çarlık Rusya’sına gelen “canlı mal” satıcıları, o pezevenkler, ürün alınamayan, kıtlığın çilesini çeken yerlerde nasıl oluyor da çok fazla fahişe buluyorlar da zengin bölgelerden o kadar çok bulamıyorlar? Doğası gereği çile çekmeye mahkûm olduğu söylenen bu kadar çok kadın, neden sadece açlık ve işsizlik yıllarında fuhşa yöneliyor?

Kapitalist ülkelerde fuhuş pratiğine hizmet edecek kişilerin nüfusun mülksüz kesimlerine mensup olmalarının bir anlamı olmalı. Fahişeliğin oluşmasına yol açan en önemli faktörler arasında düşük ücretli işleri, evsizliği, derin yoksulluğu, ayrıca küçük erkek ve kız kardeşlere bakılması ihtiyacını saymak mümkün.

Yozlaşma ve suç eğilimine dair burjuva teorileri doğru olsaydı, o vakit tüm sınıfların fuhşa eşit şekilde katkıda bulunması gerekirdi. Zenginler arasında da yoksullar arasında da aynı oranda fahişe bulunmalıydı. Oysa vücutlarıyla yaşayan kadınlar olarak profesyonel fahişeler, nadir istisnalar haricinde, yoksul sınıflara mensup. Sefalet, mahrumiyet ve toplumsal eşitsizlikler, burjuva sisteminin temelidir. Kadını fahişeliğe iten de bu unsurlardır.

Bir de istatistiklere göre kapitalist ülkelerdeki fahişelerin on üç ila yirmi üç yaş grubu arasında olduğu gerçeğine değinmek gerekiyor. Burada çocuklardan ve genç kızlardan bahsediyoruz. Üstelik bu kızların çoğu yalnız ve evsiz. Kendilerini koruyacak mükemmel bir burjuva aileye sahip olan zengin kökenden gelen kızlar, nadiren fuhşa yöneliyorlar. İstisnalar genellikle trajik durumların kurbanları oluyorlar. Çoğu zaman ahlak düzleminde geliştirilen ikiyüzlü “çifte standartçı” yaklaşımın kurbanı oluyorlar. Burjuva ailesi “günah işleyen” kızı terk ediyor ve o, tek başına, destekten mahrum kalmış ve toplumun küçümsemesiyle damgalanmış bir hâlde, fuhşu tek çıkış yolu olarak görüyor.

Buradan fuhşa sebep olan faktörler arasında şunları sıralayabiliriz: düşük ücretler, toplumsal eşitsizlikler, kadınların emekleri yerine cinsel bedenleri karşılığında desteklenmeleri gerektiğini örtük olarak söyleyen sağlıksız gelenek.

Rusya’da gerçekleşmiş olan işçi devrimi, kapitalizmin temelini paramparça etti ve kadınların erkeklere olan eski bağımlılığına darbe indirdi. Kolektif çalışma pratiği düzleminde tüm yurttaşlar artık eşittir. Ortak yarar için çalışma konusunda eşit yükümlülüğe sahiptir. Yurttaşlar ihtiyaç duyduklarında kolektifin desteğinden eşit derecede yararlanma hakkına sahiptirler. Kadın, geçimini evlilikle değil, üretimde oynadığı rol ve halkın refahına yaptığı katkıyla sağlar.

Cinsiyetler arasındaki ilişkiler dönüşüme uğruyor. Buna karşın biz hâlâ eski fikirlere bağlıyız. Üstelik ekonomik yapı, tümüyle yeni anlayış uyarınca düzenlenmekten çok uzak. Henüz komünizmden çok uzağız. Bu geçiş döneminde fuhuş, doğalında güçlü bir etkiye sahip. Neticede fuhşun ana kaynakları olarak özel mülkiyet ve aileyi güçlendirme politikası ortadan kaldırılmış olsa da, diğer faktörler hâlâ yürürlükte. Evsizlik, ihmal edilmişlik, barınma koşulları, yalnızlık ve kadınların düşük ücretleri hâlen daha önemli meseleler olarak varlıklarını muhafaza ediyorlar. Üretim aygıtımız perişan bir hâlde, ulusal ekonomideki altüst devam ediyor. Bu ve benzeri ekonomik ve toplumsal koşullar, kadınları fuhşa sürüklüyorlar.

Fuhuşla mücadele, esas olarak bu koşullara karşı mücadele etmekle mümkün; başka bir ifadeyle, Sovyet hükümetinin komünizmin temellerini ve üretim örgütlenmesini güçlendirmeye yönelik genel politikasını desteklemek gerekiyor.

Bazıları, işçilerin gücü ve komünizmin temelleri sağlamlaştığında fuhşun toplumda artık yeri olmayacağı için özel bir kampanyaya gerek olmadığını söyleyebilir. Bu tür bir argüman, fuhşun yeni bir komünist toplumun inşası üzerindeki zararlı ve bölücü etkisini hesaba katmamaktadır.

Birinci Tüm Rusya İşçi ve Köylü Kadınlar Kongresi, doğru şiarı formüle etmiştir: “Sovyet işçi cumhuriyetine mensup bir kadın, eşit haklara sahip özgür bir yurttaştır, o, alınıp satılmanın konusu yapılamaz, yapılmamalıdır.”

Ne var ki slogan atıldığıyla kaldı, zira hiçbir şey yapılmadı. Her şeyden önce fuhuş, ulusal ekonomiye zarar verir ve üretici güçlerin daha da gelişmesini engeller. Mevcut karışıklık hâlini aşmak ve sanayiyi geliştirebilmek için, işçilerin emek ve enerjilerini harekete geçirmenin, hem kadın hem de erkeğin mevcut işgücünü en akılcı şekilde organize etmenin şart olduğunu biliyoruz.

“Ev işi ve çocuk bakım işinde harcanan verimsiz emek yerin dibine batsın! Örgütlü ve üretken olan, kolektif çalışma pratiğine hizmet eden işlere alan açın!” Bugün sahip çıkmamız gereken sloganlar bunlardır.

Peki profesyonel fahişe nedir? Enerjisini kolektif için kullanmayan, başkalarına verilmiş istihkaktan istifade edip başkalarının sırtından geçinen kişidir. İşçi cumhuriyetinde bu tür şeylere izin verilebilir mi? Hayır, verilemez. Buna izin verilemez, çünkü ulusal zenginliği ve genel refahı yaratan enerji rezervlerini ve çalışan ellerin sayısını azaltır; ulusal ekonomi açısından profesyonel fahişe, emekten kaçan bir kişidir. Bu nedenle, fuhşa acımasızca karşı çıkmalıyız. Ekonominin çıkarları doğrultusunda, fahişelerin sayısını azaltmak ve fuhşun her biçimini ortadan kaldırmak için gerekli mücadeleyi acilen başlatmalıyız.

Fuhşun varlığının, her türlü kazanılmamış ücretle mücadele eden işçi cumhuriyetinin temel ilkeleriyle çeliştiğini anlamamızın vakti gelmiştir. Devrimin ilk üç yılında bu konudaki fikirlerimiz büyük ölçüde değişti. Eski fikirlerle çok az ortak noktası olan yeni bir felsefe üretim aşamasındadır.

Üç yıl önce bir tüccarı son derece saygın bir kişi olarak görüyorduk. Hesapları düzgün, müşterilerini açıktan kandırmıyor, hile yapmıyor diye bir tüccarı “birinci sınıf tüccar” veya “saygın yurttaş” unvanıyla ödüllendirebiliyorduk. Devrimden bu yana ticarete ve tüccarlara karşı tutumlar kökten değişti. Artık “dürüst tüccara” spekülatör diyoruz ve onu onur ödülleriyle ödüllendirmek yerine, onu özel bir komitenin önüne oturtuyor, sonra da zorunlu çalışma kampına gönderiyoruz. Peki bunu neden yapıyoruz? Çünkü biz biliyoruz ki yeni bir komünist ekonomiyi ancak tüm yetişkin yurttaşların üretken emek sürecine dâhil olmaları durumunda inşa edebiliriz. Çalışmayan, başkasının sırtından ya da rantla geçinen kişi topluma ve cumhuriyete zarar verir. İşte bu nedenle, kazanılmamış gelirle geçinen spekülatörlerin, tüccarların ve istifçilerin peşine düşüyoruz. İşten kaçmanın başka bir biçimi olan fuhuşla mücadele etmeliyiz.

Bu anlamda biz, fuhşu özel bir kategori değil, işten kaçmanın özel bir biçimi olduğu için mahkûm ediyoruz. Onunla mücadelenin sebebi bu. İşçi cumhuriyetinde bizim için bir kadının kendisini bir erkeğe mi yoksa birçok kişiye mi sattığının, bir dizi müşteriye cinsel bedenini satan profesyonel bir fahişe olarak mı yoksa kendisini kocasına satan bir kadın olarak mı sınıflandırıldığının bir önemi yok. Çalışmaktan kaçınan, üretime veya çocuk bakımına katılmayan tüm kadınlar, fahişelerle aynı temelde çalışmaya zorlanırlar. Bir fahişe ile, kocası kim olursa olsun, “komiser” bile olsa, kocası tarafından bakılan yasal eş arasında ayrım yapmayız. Tüm işten kaçanları birbirine bağlayan ortak nokta, üretken işte yer alamamalarıdır. İşçi kolektifi, fahişeyi vücudunu birçok erkeğe verdiği için değil, evde kalan yasal eş gibi toplum için hiçbir yararlı iş yapmadığı için mahkûm etmektedir.

Fuhşa karşı bilinçli ve planlı bir kampanya yürütmenin ikinci nedeni ise halkın sağlığını korumaktır. Sovyet Rusya, hastalık ve illetlerin yurttaşlarını sakat bırakmasını, zayıflatmasını ve çalışma kapasitelerini azaltmasını istemiyor. Fuhuş, zührevi hastalıkları yayan bir aracıdır. Elbette hastalığın bulaşmasını sağlayan tek yol bu değil. Kalabalıklar içinde yüzleşilen hayat koşulları, hijyen standartlarının olmayışı, ortak kullanılan tabak takımları ve havlular da bunda rol oynuyor. Dahası, ahlaki normların değiştiği bu dönemde ve özellikle de askerî birliklerin sürekli bir yerden bir yere hareket ettiği bir dönemde, ticari fuhuştan bağımsız olarak zührevi hastalık vakalarının sayısında hızlı bir artış meydana geliyor. Bugün iç savaş, verimli güney bölgelerinde tüm şiddetiyle sürüyor.

Kazak birliklerine mensup askerler yenildi ve Beyazlarla birlikte geri çekildiler. Köylerde sadece kadınlar kalıyor. Kocaları dışında her şeye sahipler. Kızıl Ordu birlikleri köye giriyorlar. Orada konaklıyorlar ve birkaç hafta orada kalıyorlar. Askerler ve kadınlar arasında özgür ilişkiler gelişiyor. Bu ilişkilerin fuhuşla hiçbir ilgisi yoktur: Kadın, erkekten hoşlandığı için gönüllü olarak erkekle birlikte olur ve maddi kazanç sağlamayı düşünmez. Kadının geçimini sağlayan Kızıl Ordu askeri değildir, bilâkis, askerlerin köyde konuşlandığı süre boyunca onlara kadınlar bakıyor. Askerler gidiyor ama geride zührevi hastalıkları bırakıyorlar. Enfeksiyon yayılıyor. Hastalıklar gelişiyor, çoğalıyor ve genç nesli sakatlamakla tehdit ediyor.

Anneliği koruma dairesiyle ve kadın dairesinin ortak toplantısında Profesör Koltsov, insanlığın sağlığını koruma ve iyileştirme bilimi olan öjeni hakkında konuştu. Fuhuş, enfeksiyonların yayılmasının ana yollarından biri olduğundan, bu sorunla yakından bağlantılıdır. Fahişelikle mücadele komisyonunun tezleri, zührevi hastalıklarla mücadeleye yönelik özel önlemlerin geliştirilmesinin acil bir görev olduğuna işaret ediyor.

İkiyüzlü burjuva toplumunun yaptığı gibi sadece fuhuşla değil, hastalıkların tüm kaynaklarıyla mücadele etmek için tabii ki adımlar atılmalıdır. Ancak hastalıklar, bir dereceye kadar günlük koşullar nedeniyle yayılıyor olsa da yine de herkese fuhşun oynadığı rol hakkında net bir fikir vermek çok önemli. Gençlere yönelik cinsel eğitimin doğru bir şekilde düzenlenmesi, özel önem arz ediyor. Gençleri, onların hayata bilinçli ve gözleri açık bir biçimde girmelerini sağlayacak doğru bilgilerle donatmalıyız. Cinsel hayatla ilgili konularda artık sessiz kalmamalıyız; sahte ve bağnaz burjuva ahlakından kopmalıyız.

Fahişelik, Sovyet işçi cumhuriyeti ile asla bağdaşmaz: o, temel sınıfsal niteliğin, proletaryanın ve onun yeni ahlakının geliştirilip güçlendirilmesine kesinlikle katkı sunmaz.

İşçi sınıfının temel vasfı nedir? Onun mücadele dâhilinde en güçlü ahlaki silâhı nedir? Dayanışma ve yoldaşlık, komünizmin esasıdır. Bu anlayış, işçiler arasında güçlü bir biçimde geliştirilmedikçe, gerçek bir komünist toplumun inşa edilmesi düşünülemez bile. Politik bilince sahip komünistler, bu sebeple, mantıksal açıdan her şekilde dayanışmanın geliştirilmesini teşvik etmek, onu engelleyen her şeyle mücadele etmek zorundadırlar. Fahişelik, işçi sınıfına mensup erkekler ve kadınlar arasındaki eşitliği, dayanışmayı ve yoldaşlığı tahrip eder.

Bir kadının cinselliğini satın alan erkek, onu bir yoldaş, eşit haklara sahip bir kişi olarak görmez. Kadını kendine bağımlı ve işçi devleti açısından daha az değeri olan, daha alt düzeydeki eşitsiz bir yaratık olarak görür. Cinselliğini satın aldığı fahişeye duyduğu küçümseme, tüm kadınlara karşı tavrını da etkiler. Fuhşun daha da gelişmesi, yoldaşlık duygusunun ve dayanışmanın büyümesine izin vermek yerine, cinsiyetler arasındaki ilişkilerdeki eşitsizliği güçlendirmektedir.

Fahişelik, oluşma sürecine giren yeni komünist ahlaka yabancı ve zararlı bir husustur. Genelde partinin, özelde kadın seksiyonlarının görevi, geçmişten alınan bu mirasa karşı kapsamlı ve kararlı bir mücadele yürütmek olmalıdır.

Burjuva kapitalist toplumda fuhuşla mücadeleye yönelik tüm girişimler işe yaramayacak, beyhude girişimlerden ibaretti. Enerji israfından başka bir şeye yol açmaları mümkün değildi, zira fuhşa sebep olan iki temel olgu olarak özel mülkiyet ve kadınların ekseriyetinin erkeklere bağımlı oluşu burjuva toplumunda sağlam temellere sahipti. İşçi cumhuriyetinde durum değişti. Özel mülkiyet kaldırıldı ve cumhuriyetin tüm yurttaşlarına çalışmak zorunlu kılındı. Evlilik, kadının kendisine “eve ekmek getiren erkek” bulmanın, böylelikle çalışma veya kendi emeğiyle geçimini sağlama zorunluluğundan kurtulmanın yolu olmaktan çıktı.

Sovyet Rusya’da fuhşa yol açan temel toplumsal faktörler ortadan kaldırılıyor. Artık geride kabullenmemiz ve çözüme kavuşturmamız gereken bir dizi tali ekonomik ve toplumsal neden kaldı. Kadın kolları mücadeleyi zinde bir yaklaşımla ele almalı, geniş bir faaliyet alanı teşkil etmelidir.

Geçen yıl Kadın Kolları Merkezi’nin girişimiyle fuhuşla mücadele komisyonu oluşturuldu. Çeşitli nedenlerden dolayı komisyon bir süre çalışamadı, ancak bu yılın sonbaharından bu yana hayat belirtileri gösteren komisyon üzerinden, Dr. Golman ile Kadın Kolları Merkezi’nin işbirliğiyle kimi çalışmalar planlanıp örgütlendi. Sağlık, çalışma, sosyal güvenlik ve sanayi bakanlıkları, kadın teşkilâtı ve komünist gençlik birliğinden (komsomol) temsilcilerin katıldığı komisyon, tezlerine 4 no’lu bültende yer verdi, tüm bölgelerdeki sosyal güvenlik birimlerine, ülke genelinde benzer komisyonların kurulmasına yönelik bir planın ana hatlarını çizen genelgeler dağıttı ve fuhşu doğuran durumlarla mücadele etmek için bir dizi somut önlem üzerinde çalışma başlattı.

Bakanlıklardan gelen temsilcilerin oluşturduğu komisyon, fuhşun işçi sınıfının mülksüz kadınlarını etkilemesi nedeniyle kadın birimlerinin bu çalışmada aktif rol almasının gerekli olduğunu düşünüyor. Bizim işimiz, fuhuş sorununu merkeze alan kitlesel bir kampanya yürütmek. Bu, kadın teşkilâtlarının görevi. Bu konuya kolektif çalışma pratiği içerisinde olanların çıkarları göz önünde bulundurarak yaklaşmalı, aile içindeki devrimin tamamlanmasını ve cinsiyetler arasındaki ilişkilerin daha insani bir temele oturtulmasını sağlamalıyız.

Tezlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, komisyon, fuhşa karşı mücadelenin, Sovyet siyasetimizin ekonomi ve genel inşa faaliyeti alanında gerçekleştirilmesiyle temel bir şekilde bağlantılı olduğu görüşünü benimsiyor. Fahişelik, komünizmin temeli güçlendirildikçe nihai olarak tasfiye edilecektir. Bizim eylemlerimizi belirleyen hakikat, işte budur. Ama bizim diğer bir ihtiyaç duyduğumuz konu da komünist bir ahlakın oluşturulmasının sahip olduğu önemdir. İki görev birbirine sıkı sıkıya bağlıdır: yeni ahlak, yeni bir ekonomi ile oluşturulur ama yeni bir ahlakın desteği olmadan da yeni bir komünist ekonominin inşa edilmesi de mümkün değildir.

Bu konuda netliğe ve kesin düşünceye ihtiyaç vardır. Gerçekler bizi korkutmamalıdır. Komünistler, cinsiyetlerarası ilişkilerin doğasında benzeri görülmemiş değişikliklerin meydana geldiğini açıkça kabul etmelidir. Bu devrim, ekonomik yapıdaki değişim ve kadınların işçi devletinin üretken faaliyetlerinde oynadığı yeni rol ile ortaya çıkmıştır. Eskinin yıkılıp yeninin yaratılma sürecinde olduğu bu zorlu geçiş döneminde, cinsiyetler arasında bazen toplumun çıkarlarıyla bağdaşmayan ilişkiler gelişebiliyor. Ancak ortaya çıkan farklı ilişki biçimlerinde sağlıklı bir şeylerin de olduğunu görmek gerekiyor.

Partimiz ve özellikle kadın kolları, cinsiyetlerarası ilişki biçimlerinin hangilerinin devrimci sınıfın genel görevleriyle uyumlu olduğunu, hangilerinin kolektifi ve onun çıkarlarını güçlendirmeye hizmet ettiğini tespit etmek için farklı biçimleri analiz etmelidir. Kolektife zarar veren davranışlar komünistler tarafından ret ve mahkûm edilmelidir.

Kadın Kolları Merkezi, farklı bakanlıklardan gelen temsilcilerden oluşan komisyonun görevini bu şekilde kavramıştır. Fuhşu besleyen durum ve koşullarla mücadele etmek, barınma, yalnızlık vb. sorunları çözmek için sadece pratik önlemler almak değil, aynı zamanda işçi sınıfının diktatörlüğünün yanı sıra ahlakını da inşa etmesine yardımcı olmak gerekiyor.

Bakanlıklararası komisyon, Sovyet Rusya’da fuhşun (a) bir meslek ve (b) ek gelir elde etme aracı olarak uygulandığına dikkat çekiyor. Fuhşun ilk şekli daha az yaygındır ve örneğin Petrograd’da fahişelerin sayısı profesyonel fahişelerin toplanmasıyla önemli ölçüde azalmamıştır. İkinci tür fuhuş ise burjuva kapitalist ülkelerde yaygındır (Petrograd’da devrimden önce toplam elli bin fahişeden yalnızca altı veya yedi bini kayıtlıydı), Rusya’mızda çeşitli kisveler altında varlığını sürdürüyor. Sovyet kadınları bir çift yüksek topuklu ayakkabı için bedenlerini satıyorlar. İşçi kadınlar ve anneler biraz un için yatağa giriyorlar. Köylü kadınlar, yiyeceklerini kurtarmak umuduyla vurguncu karşıtı müfrezelerin başındaki komutanlarla yatarken, ofis çalışanları da yiyecek, ayakkabı ve terfi umuduyla patronlarıyla yatıyor.

Bu durumla nasıl mücadele etmeliyiz? Bakanlıklararası komisyon, “Fuhuş, ceza gerektiren bir suç sayılmalı mı sayılmamalı mı?” sorusunu, o önemli soruyu ele almak zorunda kaldı. Komisyon temsilcilerinin çoğu, profesyonel fahişelerin açıkça işten kaçan kişiler olduğunu ileri sürerek, fuhşun bir suç olması gerektiği söyledi. Eğer böyle bir yasa çıkarılsaydı, fahişelerin toplanıp zorunlu çalışma kamplarına yerleştirilmesi kabul edilen bir politika hâline gelecekti.

Kadın Kolları Merkezi, bu tür bir adıma kesin ve mutlak bir şekilde karşı çıkarak, eğer fahişeler bu gibi gerekçelerle tutuklanacaksa, kocaları tarafından geçindirilen ve topluma katkıda bulunmayan tüm yasal eşlerin de tutuklanması gerektiğini belirtti. Fahişe ve ev kadını, işten kaçan kişilerdir, birini göndermeden diğerini zorunlu çalışma kampına gönderemezsiniz. Kadın Kolları Merkezi’nin tutumu buydu ve Adalet Bakanlığı temsilcisi tarafından da desteklendi. Eğer işten kaçmayı kriterimiz olarak alırsak, her türlü işten kaçmayı cezalandırmaktan kendimizi alamayız. Cinsiyetlerarası ilişkilerde evlilik veya belirli ilişkilerin varlığı hiçbir önem taşımaz ve bir işçi, cumhuriyetinde suçların tanımlanmasında hiçbir rol oynayamaz.

Burjuva toplumunda bir kadın, topluluğa yararlı bir iş yapmadığı veya kendisini maddi kazanç için sattığı için değil (ki burjuva toplumunda kadınların üçte ikisi kendilerini yasal kocalarına satar) yasa dışı ve kısa süreli cinsel ilişkiye girdiği için mahkûm edilir. Burjuva toplumunda evliliği tanımlayan şey, süresi ve onun için yapılan kaydın resmi niteliğidir. Mülkiyet mirası bu şekilde korunur. Geçici nitelikte olan ve resmi onaydan yoksun ilişkiler, bağnazlar ve burjuva ahlakının ikiyüzlü savunucuları tarafından utanç verici olarak değerlendirilir.

Emekçi halkın çıkarlarını koruyan bizler, geçici ve kayıt dışı ilişkileri suç olarak tanımlayabilir miyiz? Elbette ki tanımlayamayız. Cinsiyetler arasındaki ilişkilerde özgürlük, komünist ideolojiyle çelişmez. Bir ilişki geçici veya kalıcı diye, aşk, tutku veya fiziksel çekim üzerine kurulu diye, kolektif çalışma pratiği içinde olan insanların çıkarlarına halel getirmez.

Bir ilişki, yalnızca cinsiyetler arasında maddi pazarlık söz konusu olduğunda, yalnızca dünyevi hesaplar karşılıklı çekiciliğin yerini aldığında kolektife zarar verir ve ona yabancı bir olgu olarak görülür. Pazarlığın fuhuş şeklinde mi yoksa yasal evlilik ilişkisi şeklinde mi olduğunun bir önemi yoktur. Eşitlik ve dayanışmayı tehdit ettiği için bu tür sağlıksız ilişkilere izin verilemez. Bu nedenle, her türlü fuhşu mahkûm etmeli, ev içi “tutsak kadınlar” olarak yasal eşlere, işçi devletinde ne kadar üzücü ve dayanılmaz bir rol oynadıklarını açıklayacak kadar ileri gidebilmeliyiz.

Neyin suç olup neyin olmadığının belirlenmesinde maddi pazarlığın varlığı ya da olmaması bir kriter olarak kullanılabilir mi? Bir çifti, ilişkilerinde bir hesaplama unsurunun olup olmadığını kabul etmeye gerçekten ikna edebilir miyiz? Özellikle günümüzde çalışan insanlar arasında çok çeşitli ilişkilerin geliştiği ve cinsel ahlaka ilişkin fikirlerin sürekli bir değişim içinde olduğu göz önüne alındığında, böyle bir yasa uygulanabilir mi? Fuhuş nerede biter, çıkar evliliği nerede başlar?

Bakanlıklararası komisyon, fahişelerin fuhuş yapmaktan, yani alım satımdan dolayı cezalandırılması önerisine karşı çıktı. İşten kaçma suçundan hüküm giyen herkesin sosyal güvenlik ağına, oradan da bakanlığın işgücü dağıtımıyla ilgilenen bölümüne veya sanatoryum ve hastanelere yönlendirilmesini önermekle yetindi. Fahişe, özel bir kategori değil. Diğer işten kaçmayla ilgili olarak belirlenmiş kategorilerde olduğu gibi, fahişeler sadece sürekli olarak işten kaçmaları durumunda zorunlu çalışmaya gönderiliyor. Fahişelere diğer kaçak işçilerden farklı davranılmıyor. Bu, dünyanın ilk işçi cumhuriyetine layık, önemli ve cesur bir adımdır.

Fuhşun bir suç olarak ele alınması sorunu, 15 no’lu tezde ortaya konmuştur. Ele alınması gereken bir sonraki sorun, yasanın fahişenin müşterilerini cezalandırması gerekip gerekmediğiydi. Komisyonda bunu destekleyen bazı kişiler vardı, ancak temel önermelerimize mantıksal olarak uymayan bu fikirden vazgeçmek zorunda kaldılar. Müşteri nasıl tanımlanacak? Müşteri, bir kadının cinselliğini satın alan kişi midir? Bu durumda birçok yasal eşin kocası suçlu olacaktır. Kimin müşteri olup kimin olmayacağına kim karar verecek? Karar verilmeden önce bu sorunun daha detaylı incelenmesi önerildi, ancak Kadın Kolları Merkezi ve komisyonun çoğunluğu buna karşı çıktı. Adalet bakanlığı temsilcisinin de itiraf ettiği gibi, eğer bir suçun tam olarak ne zaman işlendiğini belirlemek mümkün değilse, o zaman müvekkilleri cezalandırma fikri savunulamaz olurdu. Kadın Kolları Merkezi’nin aldığı konum, bir kez daha kabul gördü.

Ancak komisyon, müşterilerin yasayla cezalandırılamayacağını kabul ederken, fahişeleri ziyaret edenlerin veya herhangi bir şekilde fuhuş işi yapanların ahlaki olarak mahkûm edilmesi yönünde tespitlerde bulundu. Aslında komisyonun tezleri, fuhuştan para kazanan tüm aracıların, kendi emeği dışında para kazanan kişiler olarak yargılanabileceğine işaret ediyor. Bu yöndeki yasama önerileri, bakanlıklararası komisyon tarafından hazırlanmış ve Halk Bakanları Konseyi’nin önüne sunulmuştur. Bu öneriler, yakında yürürlüğe konulacaklar.

Bu noktada bana, fuhşun azaltılmasına yardımcı olabilecek ve uygulanmasında kadın kollarının aktif rol oynayabileceği, tümüyle pratik önlemleri belirtmek kalıyor. Kadınların aldıkları düşük ve yetersiz ücretlerin, kadınları fuhşa iten gerçek faktörlerden biri olmaya devam ettiğine hiç şüphe yok. Yasaya göre, kadın ve erkek işçilerin ücretleri eşit olmakla birlikte, uygulamada kadınların çoğu vasıfsız işlerde çalışmaktadır. Özel kurslar üzerinden becerilerin geliştirilmesi yoluna gidilmeli. Kadın kollarına düşen, nüfuzunu kullanıp, eğitim bakanlığındaki yetkililerin emekçi kadınlara mesleki eğitim sunulmasına dönük çalışmaların hızlandırılmasını sağlamak olmalıdır.

Kadınların siyasi geriliği ve toplumsal bilinçten yoksun olmaları, fuhşun ikinci nedenidir. Kadın kolları, proleter kadınlar arasındaki çalışmalarını arttırmalıdır. Fuhuşla mücadele etmenin en iyi yolu, geniş kadın kitlelerinin siyasi bilincini artırmak ve onları komünizmi inşa etme yolundaki devrimci mücadeleye çekmektir.

Barınma sorununun hâlen daha çözülmemiş olması da fuhşu teşvik ediyor. Kadın teşkilâtı ve fuhuşla mücadele komisyonu, bu sorunun çözümü konusunda söz sahibi olabilir ve olmalıdır da. Bakanlıklararası komisyon, çalışan gençlere ev komünlerinin sağlanması ve herhangi bir bölgeye yeni gelen kadınlara barınma imkânı sağlayacak evlerin kurulması konusunda bir proje üzerinde çalışıyor. İllerdeki komsomoller (Leninist Genç Komünistler Birliği) ve kadın kolları, bu konuda kendince inisiyatif geliştirip başına buyruk hareket ederse, komisyonun tüm direktifleri, güzel ve hayırlara vesile olacak kararlar olmanın ötesine geçemeyecek ve hep kâğıt üzerinde kalacak. Yapabileceğimiz ve yapmamız gereken çok şey var. İllerdeki kadın kolları, okullarda cinsellik eğitiminin doğru düzenlenmesi konusunu gündeme getirmek için eğitim komisyonlarıyla birlikte çalışmalıdır. Ayrıca evlilik, aile ve cinsiyetler arasındaki ilişkilerin tarihi üzerine bir dizi tartışma ve konferans düzenleyebilirler; bu olguların ve cinsel ahlakın kendisinin ekonomik faktörlere bağımlılığının altını çizebilirler.

Artık cinsiyetlerarası ilişkiler konusunda netleşmemizin zamanı geldi. Artık bu soruya acımasız ve bilimsel bir eleştiri ruhuyla yaklaşmamızın zamanı geldi. Zaten bakanlıklararası komisyonun, profesyonel fahişelere, işten kaçanlarla aynı şekilde muamele edilmesi gerektiğini kabul ettiğini söylemiştim. Bu nedenle, elinde işçi karnesi bulunan, bir yerde çalışan, ancak ikincil bir gelir kaynağı olarak fuhuş yapan kadınlara dava açılamaz. Ancak bu, fuhuşla mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Bugün defalarca belirttiğim gibi fuhşun çalışma hayatına zarar verdiğini, kadın ve erkek psikolojisini olumsuz etkilediğini, eşitlik ve dayanışma duygularını yok ettiğini biliyoruz. Görevimiz, çalışma kolektifini yeniden eğitmek ve onun psikolojisini işçi sınıfının ekonomik görevleriyle uyumlu hâle getirmektir. Alışkanlık üzre yapışıp kaldığımız eski fikirleri ve tutumları derhal bir kenara atmalıyız.

Ekonomi, ideolojiyi geride bıraktı. Eski ekonomik yapı ve onunla birlikte, eski evlilik türü de dağılıyor, ama biz burjuva yaşam tarzına bağlı kalıyoruz. Eski sistemin tüm yönlerini reddetmeye ve yaşamın her alanında devrimi memnuniyetle karşılamaya hazırız, ama bir yandan da “aileye dokunmayın, aileyi değiştirmeye çalışmayın!” diye bağırıyoruz. Siyasi bilinci olan komünistler bile gerçeğe doğrudan bakmaktan korkuyorlar; eski aile bağlarının zayıfladığını ve yeni ekonomi biçimlerinin cinsiyetler arasında yeni ilişki biçimlerini dayattığını açıkça gösteren kanıtları bir kenara bırakıyorlar.

Sovyet iktidarı, kadının ulusal ekonomide oynayabileceği bir rolün olduğunu kabul ediyor. Bu sebeple, kadını erkekle eşit konuma yerleştiriyor, buna karşın, gündelik hayatta hâlen daha “eski gelenekler”e bağlıyız. Kadının erkeğe maddi açıdan bağımlı olduğu fikrini temel alan evlilikleri olağan kabul ediyoruz.

Fuhuşla mücadelemizde aynı “alım-satım” esaslarına dayanan evlilik ilişkilerine yönelik tavrımızı netleştirmeliyiz. Bu konuda acımasız olmayı öğrenmeliyiz; “Eleştiriniz ve bilimsel vaazlarınızla kutsal aile bağlarına tecavüz ediyorsunuz” şeklinde dile getirilen duygusal şikâyetler, bizi amacımızdan saptırmamalı.

Eski aile biçiminin artık geride kaldığını net bir şekilde açıklamamız gerekiyor. Komünist toplumun ona ihtiyacı yok. Burjuva dünyası, evli çiftin kolektiften dışlanmasına ve tecrit edilmesine onay verdi. Parçalanmış ve bireyci burjuva toplumunda aile, hayat içerisinde kopan fırtına karşısında koruma sağlayan tek unsurdu, o, düşmanlık ve rekabet denizinde sığındığımız sessiz bir limandı. Aile, bağımsız ve kapalı bir kolektifti. Komünist toplumda bu olamaz. Komünist toplum o kadar güçlü bir kolektiflik duygusunu varsayar ki o, dışarıdan kopuk, tecrit edilmiş, sadece kendi içine bakıp duran aile grubunun var olma ihtimalini dışlar. Şu anda akrabalık, aile ve hatta evlilik bağlarının zayıfladığı görülüyor. Bugün emekçi insanlar arasında yeni bağlar kuruluyor, yoldaşlık, müşterek çıkarlar, kolektif sorumluluk ve kolektife dair inanç ahlakın en yüce ilkeleri hâline geliyor.

Gelecekte evliliğin veya cinsiyetlerarasındaki ilişkilerin alacağı biçim hakkında bugünden kehanette bulunamam. Bu, benim işim değil. Ama şunu net olarak biliyorum: Komünizmde kadınların erkeklere olan tüm bağımlılığı ve modern evlilikte bulunan tüm maddi hesaplama unsurları ortadan kalkacak. Cinsiyetlerarası ilişkiler, genç aşktaki o coşkuyla, ateşli tutkuyla, fiziksel çekiciliğin aleviyle ya da düşünsel ve duygusal uyumun yumuşak ışığıyla harekete geçirilen sağlıklı bir üreme içgüdüsünü temel alacak. Bu tür bir cinsel ilişkinin fuhuşla hiçbir ortak yanı yok.

Fuhuş korkunçtur, çünkü kadının maddi kazanç adına kendisine uyguladığı bir şiddet eylemidir. Fuhuş, aşk ve tutku düşüncelerine yer bırakmayan çıplak maddi hesaplama eylemidir. Tutku ve cazibenin başladığı yerde fuhuş biter.

Komünizmde fuhuş ve aile ortadan kalkacak. Cinsiyetler arasında sağlıklı, neşeli ve özgür ilişkiler gelişecek. Bağımsız, cesur ve güçlü bir kolektiflik duygusuna sahip yeni bir nesil ortaya çıkacak: kolektifin iyiliğini her şeyin üstünde tutan bir nesil.

Yoldaşlar! Biz, komünist bir geleceğin temellerini atıyoruz. Bu geleceğin doğması için gerekli süreci pekiştirmek bizim ellerimizdedir. Biz, işçi sınıfı içindeki dayanışma duygusunu güçlendirmek zorundayız. Birlikte yaşama anlayışını teşvik etmeliyiz. Fahişelik, dayanışmanın gelişimini engeller, bu sebeple biz, tüm kadın seksiyonlarına, bu şerrin kökünün kazınmasına yönelik acilen bir kampanya başlatmaları çağrısında bulunuyoruz.

Yoldaşlar! Bizim görevimiz, fahişeliği besleyen tüm kökleri kesip atmaktır. Bizim görevimiz, bireyciliğin ve eski tip evliliğin tüm kalıntılarına karşı acımasız bir mücadele yürütmektir. Bizim görevimiz, cinsiyetler arası ilişkiler alanındaki yaklaşımları devrimcileştirmek, böylelikle, söz konusu yaklaşımları kolektif çalışmanın çıkarlarına uygun hâle getirmektir. Komünist kolektif, günümüzdeki evlilik ve aile biçimlerini tasfiye ettiğinde, fahişelik meselesi de ortadan kalkacaktır.

Hadi işe koyulalım, yoldaşlar. Yeni aile, hâlihazırda yaratılma sürecindedir. Muzaffer dünya proletaryasının büyük ailesi gelişip güçleniyor.

Aleksandra Kollontay
1921
Kaynak

30 Mart 2024

,

Ülkemiz Devriminde Geri Dönüşü Olmayan Bir Yolun Başlangıcı


“Kızıldere son değil başlangıçtır!” haykırışı, 1970’li yıllarda sokaklarda en çok yankılanan sloganlardan biri olmasının yanında, 1971 devrimci hareketine bakıştaki farklılıklardan kaynaklanan bir tartışmada taraf olmanın da ifadesi olmuştur.

Yaşanan yenilgiyi inkarın, teslimiyetin, ideolojik-siyasi tasfiyenin gerekçesi olarak kullanmak, 12 Mart sonrasının cezaevlerine-mahkemelerine ve siyasi tahlillerine damgasını vuran egemen anlayış olmuştur. Özetle, 71 devrimci hareketinin tüm yapıları 12 Mart sonrasında derin bir tasfiye çemberine alınmıştır ve ne yazık ki bu tasfiyeciliğin öncü ve yürütücü gücü ise çemberin dışından değil içinden, bizzat 71 devrimci mücadelesinin simgesi olan örgütlerin merkezinde-önünde yer alan unsurların içinden çıkmıştır.

Örgütsel işleyiş ve varlığı katliamlar ve ideolojik-siyasi tasfiyecilik eliyle yok edilen THKP-C’nin bundan sonraki gelişimi ise tüm plan-programları boşa çıkaran bir seyir izlemiş, tasfiyeci kuşatma-çember kırılıp etkisiz hale getirilmiştir.

Bu tasfiyeci çemberi kıran, yine ideolojik-siyasi çizginin kendisidir. “Elden ele dolaşan ve büyük bir gizlilik içerisinde okunup kavranmaya çalışılan Kesintisiz Devrim broşürleri ve Mahir Çayan’ın diğer yazıları 71 devrimci hareketine olan sempatiyi bilinçli-örgütlü bir devrimci güç haline getiren en önemli etkenlerden biridir” dersek abartmış olmayız.

Tasfiyeciliğin “zeki, geleceği parlak, yiğit, gençler”in arkadaşları için kendilerini feda ettikleri bir “trajedi” olarak sunmaya çalıştığı, ideolojik-siyasi çizgilerin değil yiğitliğin-fedakarlığın anlam kazandırdığı bir köy ismi haline getirmek istediği Kızıldere, bu aşamadan sonra ülkemiz devrimin manifestosu olarak görülüp kabullenilmiştir.

İşte “Kızıldere son değil başlangıçtır!” sloganı tasfiyeciliğe karşı bu manifestonun en güçlü biçimde ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.

Devrimci Mücadelenin Son 50 Yılına Damgasını Vuran Çizgi

1974 sonrası süreç, tasfiyeciliğin “Kızıldere trajedisi”ne indirgeyip mücadele tarihinin “büyük hayal kırıklıkları” başlığı altına yazdırmak istediği THKP-C çizgisinin belirlediği bir süreç olmuştur.

Öncelikle hiçbir mütevazılığa kapılmadan şunu belirtmek gerekir: 74’den bugüne, THKP-C'ye bakışı ve şu andaki konumu ne olursa olsun, bu hareketin ideolojik-siyasi çizgisinden etkilenmeyen, siyasi pratiğine öykünmeyen bir yapı-anlayış yoktur. Hemen tüm yapılarda (Kürt Ulusal Hareketi dâhil) THKP-C’nin (ve 74 sonrası takipçilerinin) temel belirlemelerinden, pratik deneylerinden izler bulmak mümkündür.

Keza diğer boyutuyla da şu veya bu başlıkta veya bir bütün olarak THKP-C’yi doğru bulduğunu, öyle veya böyle savunduğunu iddia edenler nezdinde de şöyle bir çarpıklık ortaya çıkmıştır: Kimileri dogma haline getirerek, kimileri ise en temel tezlerini özünden koparıp revize ederek[1] THKP-C çizgisinin tasfiye çabalarında önemli işlevler üstlenmiştir.

Ne var ki tüm bunlara karşın 74 sonrası sürecin temel belirleyenleri bu çizginin takipçisi olduğunu iddia edenlerin -dogmatik yaklaşanları ve gizli, utangaç tasfiyecileri dâhil- oluşturdukları yapılanmalar ve pratikleri olmuştur. Sonuçta 12 Eylül’de onlar da yenilmiştir ancak onların yenilgisi vadettiklerinin ve örgütsel kapasitelerinin büyüklüğü oranında ağır bir yenilgi olmuştur. Bu yenilgilerin ağırlığı ilk anda THKP-C çizgisinin son ve kesin tasfiyesi açısından önemli bir dayanak noktası yapılmak istenmiş ancak yine de başarılamamıştır.

Bitmiş midir bu tasfiye çabaları? Elbette ki hayır! Bitmeyecektir de!..

Çünkü bu çizgi devrimin çizgisidir, devrimcilerin çizgisidir. İdeolojik-siyasi tezleriyle, örgütsel yapısı ve eylemleri-hedefleriyle ekonomik-demokratik hak kırıntılarını değil doğrudan devrimi, yani iktidarı hedefleyen bir siyasi partinin çizgisidir.

Çünkü bu çizgi, tüm dünya devrim deneylerinin Marksist-Leninist anlayış ve ülke koşulları temelinde yeniden yorumlanmasıyla biçimlenmiş, her devrimin kendi koşullarının ürünü olacağını kesin bir şekilde ortaya koyarken dogmatizmin, şablonculuğun ve çeviri teorisyenliğinin mezarını kazmıştır.

Çünkü bu çizgi, ülke koşullarını diyalektik bir yöntemle tarihsel gelişimi içerisinde irdeleyip somut bir ülke tahlili yapabilen ülkemiz sol hareketleri tarihinde en ciddi ve bilimsel öze sahiptir.

Çünkü bu çizgi, ideolojik-politik boyutta olsun, örgütsel ve pratik bağlamda olsun ülkemiz solunun dünyaya açılması, kendi dar ilişki ve bağlarından kurtulup enternasyonal bir kimlik kazanmasında öncü bir rol üstlenmiştir.

Çünkü bu çizgi, ideolojik tezleriyle, bu tezler ışığında biçimlenen siyasi pratiği ve bu pratiği belirleyip yaşama geçiren kadro yapısıyla solculuğun yeniden tanımlanmasıdır. Bu tanımla geleneksel “solculuk” reddedilmiş yerine “devrimcilik” konulmuştur.

Çünkü bu çizgi, aradan geçen 50 yıla karşın çözemediğimiz, anlayamadığımız her sorun karşısında teorik tezlerini tekrar tekrar okumak ihtiyacı duyduğumuz bir çizgidir.

Bugün dahi tüm zulme, adaletsizliğe, yokluğa, yoksulluğa karşın halkın neden isyan etmediğinin cevaplarını bulmak için Kesintisizler’i tekrar karıştırmak ihtiyacı duyuyorsak;

En azgın yöntemlerle sürdürülen emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerine karşın yönetici kesimin nasıl olup da anti-emperyalist söylemlerle oy toplamaya çalıştıklarını anlayabilmek ve anlatabilmek için yine Kesintisizler’e dönmek zorunda kalıyorsak;

Bu çizginin tasfiye çabası, her yönden ve her türlü yöntem kullanılarak sürdürülecektir. Çünkü bu çizgi, dün olduğu gibi bugün ve yarın da devrimin, mücadelenin çizgisi olmaya devam edecektir.

Bundan eminiz ve bu nedenle bir kez daha haykırıyoruz:

“Kızıldere son değil başlangıçtır!”

Kemal S. Çözüm
30 Mart 2024
Kaynak

Dipnot:
[1] Bu noktada Mahir’in tüm yazılarında çok sık vurgulanan “somut koşulların somut tahlili” ilkesinden kimin ne anladığını tartışmak gerekir. Sonuçta bu bir sorunları ele alış biçimi-ilkesidir. Ancak bu ilkenin temelinde doğru bir anlayış yoksa çok kolay bir şekilde “reel politika”cılığa zemin oluşturması kaçınılmazdır. O yüzden “Biz somut koşulların somut tahlilinden hareket ediyoruz” diyen herkesin doğru sonuçlar çıkardığı gibi yanılgıya da düşmemek gerekir.

,

Tarif ve Tahrif


Korkun çünkü sosyalistler bilinçli hainleri affetmezler, korkun çünkü bugün gerçekleri
görmedikleri için size alkış tutan nasırlı elleri yarın yakanızda hissedeceksiniz.

[Mahir Çayan]

 

Bugün TİP gibi ortamlarda konuşan şey, sosyalizm değil, efendilerin liberalizmi. İşçi-köylünün iradesini tasfiye eden küçük burjuvalar, efendileri adına, sosyalizmi gasp ettiler, onu özel malikanelerine uygun kıvama getirdiler. Sömürenler ve zalimler, birey ve insan konusunda ne emrettiyse onu yaptılar. Sosyalizmin mayasını birey ve insan kurgusuna göre yeniden kardılar. O birey ve insana uygun bir solculuk inşa edildi. Sovyetler ve sosyalizm eleştirileri üzerinden edinilen düşünsel birikim, o solculuğun temelini meydana getirdi.

“Birey ve insan kurgusuna ram olmak, sömürenler ve zalimlerin varoluşlarını süreklileştirme becerilerine öykünmenin bir sonucudur. Oysa sömürenlerden ve zalimlerden ancak onların zayıf noktaları öğrenilebilir. Güçlü noktalarını öğrenmek ve kendi varlığımızda yinelemekse düşmana teslim olmaktır. Birey ve insan deliklerinden düşmanın nefesi, ruhu sızar içimize. Birey ve insan putunu düşmanın zayıf karnı olarak okumak mümkündür esasında.”[1]

İşçi-köylünün iradesi zararlı görüldü ve efendiler adına tasfiye edildi. O iradenin teoriyi, ideolojiyi ve politikayı sıkıştıran yanları törpülendi. Geri kalan kısım, örgütlerde ve STK’larda kontrol altına alındı. O yakalara yapışacak nasırlı ellerin sınıfsal öfkesi, İliç’teki işçiler gibi, toprağa gömüldü. Korktular ve sosyalizmi kendilerine göre tarif ve tahrif ettiler. O nasırlı ellerden kopardılar.

Yeni döneme uygun kıvama gelmesi gerektiğini gören küçük burjuvazi, işçi-köylü iradesi denilen ağırlıktan kurtulma yoluna gitti. Bu aşamada artık devletin ve burjuvazinin hizmetinde olduğu bilinciyle hareket etti. Önce sol dönüştürüldü. Yeşil, dijital, kentsel dönüşüme uygun hâle getirildi. Bu dönüşüm, esas olarak efendilerin birey ve insan anlayışı temelinde gerçekleşti. Çünkü birey ve insan, sınır ve sınıf dışı, sınır ve sınıf ötesi, yüce, kendinden menkul, steril, akmaz kokmaz olgulardı.

12 Eylül sonrası hapisten izinle ve görevle çıkartılan sol şefler, işçi-köylü iradesinin kirli ve zararlı olduğunu birilerinden öğrendiler. Başka bir iş bulamazlardı. Tek bildikleri iş, solculuktu. Dolayısıyla, işçi ve köylünün terbiye ve disipline edilmesi işlemine kâhya ve bekçi olarak dâhil oldular. Çeşitli görevler aldılar. Bu dönemde kitleyi terbiye ve disipline eden sol, tüm teorik cephaneliğini Batı’nın antikomünizminden aldı. O Batı, işçinin burjuvaziyi var ettiğini, işçiden yana olunamayacağını, hatta işçi iktidarını savunmanın aptallık olduğunu öğretiyordu. İşçi-köylü iradesinden bu küçük burjuvalıkla kurtuldular. Vicdan ve ahlak düşmanlığı, işçi-köylü düşmanlığının kılıfıydı.

“Bu dönemde laf anlatılan, lafın benzetildiği “yeni sol’ ve ‘yeni sağ’ın ortak ana rahminin Soğuk Savaş olduğu görülemedi. Neticede Soğuk Savaş’ın tüm kültürel, ideolojik ve teorik havası, sosyalist hareketin içine sızdı.”[2]

O Soğuk Savaş ve NATO-Pentagon-CIA emriyle icat edilmiş solculuk, bugün sosyalist hareketin mayasını teşkil ediyor. Seksenlerin ortalarında bu güçlerin emrindeki akademik yayınlarda, “iktidar arayışı Marksizmi bozmuş, tahrif etmiştir” diyen yazılar çıkıyor.[3] Bu emir üzerine, bu ülkedeki sosyalist örgütler, kendilerine “çekidüzen” veriyorlar. Kendilerini Batı’da tarif (tahrif) edilen sosyalizme ve Marksizme göre inşa ediyorlar. O aynadaki surete göre şekil alıyorlar. O sosyalizmde aslında Stalin değil, Wells gibi liberaller konuşuyor.

Çünkü küçük burjuvazi, toplumsal başkaldırı ve sosyalizmi “eğitimsiz proletarya”ya yar etmek istemiyor. Biraz aşağıdakinin başını okşuyor, “sana ranttan pay vereceğim, sadaka dağıtacağım, hadi gene iyisin!” diyor, o kibirli hâliyle yalan söylüyor, yukarıdakilere de diyor ki “yeni dönem için emrinizdeyim!” Belediye seçimi süreci bu şekilde ilerliyor.

Herkes, süreçten nemalanmanın derdinde olduğundan, işçi-köylü iradesi gibi bir olguya hesap verilmesi gereği ortadan kalktığından, yaşanan dönüşümde emperyalizmin sahip olduğu ağırlığa kimse bakmıyor.

Bu ülkede Arap ve Müslüman düşmanlığı sosyalist harekete nüfuz etmişse bu, emperyalizmle ilişkiler ve o sosyalistlerin yurtdışına çıkma ihtimalinin bir sonucu. 

Eskiden en fazla ölünür veya hapse girilirdi, bugün herkes, bir bildiri dağıtırken bile Hollanda sokaklarının hayalini kuruyor. Daha doğrusu, bazı şahıslar özelinde o bildiri, iltica başvurusu için bir gerekçe olarak dağıtılıyor. Hatta bugün Avrupa’da iltica işlerini yapan çeteler var ve bunlar sahte adli sicil kayıtları hazırlıyorlar.

Seksenler ve doksanlardaki dönüşümle birlikte sosyalist hareket, bugünkü yeşil, dijital, kentsel dönüşüme uygun kıvama getirildi. Bu dönüşüm için teorinin, ideolojinin ve politikanın burjuvazinin insan ve birey kurgusuna göre şekillendirilmesi gerekiyordu. Bu dönüşüm sürecinde emperyalizm, iç ajanlarıyla birlikte yol aldı, mevzi kazandı. Bugün partiler içinde NATO yandaşlığını ölçen bir ankete göre TİP’te hatırı sayılır oranda NATO’cu var! Türkiye, İşçi ve Parti, artık emperyalistlere göre tarif ve tahrif ediliyor.

Bugün iki düzlemde de küçük burjuvazi, borusunu öttürüyor. İlk düzlemde örgütlerin şef kadroları, ikinci düzlemde STK’ların yönetim kurulları duruyor. İkisiyle hesaplaşmayan Marksizme Marksizm denmemeli.

Egemenler, öncelikle bu iki düzleme müdahale ediyorlar. Balığı baştan kokutmak için uğraşıyorlar. Bu iki düzlemdeki dönüşümü, akan paraları, saf burjuvazi veya saf devlet arayışı içinde olup bunları o paralar için aklayanları yakından takip etmek gerekiyor. Buradaki kişiler, çeşitli kanallardan dönüşüme uğratılıyorlar. Onların teorisi, ideolojisi ve politikası, işçi, ezilen ve yoksul düşmanı. O teoriyle, ideolojiyle ve politikayla her düzlemde dövüşülmeli. Onların emperyalizmin yerli ajanları oldukları görülmeli.

Eren Balkır
30 Mart 2024

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Yeni Devrimci Özne”, 25 Şubat 2013, İştiraki.

[2] Eren Balkır, “Teorik Tahkimat”, 10 Mayıs 2013, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Tavsiye Tasfiye Tesviye”, 26 Şubat 2020, İştiraki.

, ,

Mahir Çayan ve Sömürge Devrimciliği

Devrimcilerin devrimcileşmesi, kitlelerin devrimcileşmesi için belirleyici önkoşuldur.
[Rudi Dutschke]

 

Ülkedeki sosyalist hareketin 71 kopuşuna kadarki temel sorunlarından biri, pratikten alabildiğine kopuk oluşu, belli nedenselliklere saklanıp ya da bunları bahane edip, devrimci bir çıkış ve savaş bağlamı yaratma konusunda gerekli olan eylemlilik anlayışından uzak olmasıdır. 

Bu pasifist konumlanma sosyalist hareketin şehirlerde dar bir entelektüel çevrede sıkışıp kalmasına, Kemalist rejime soldan destek vermesine (kaldı ki Kemalistler, sosyalistleri hiçbir zaman müttefik görmediler) ve bu bağlamda, teorik olarak devrimci Marksist anlayıştan uzak, “burjuva solu” başlığı altında tarif edebileceğimiz bir tarzda var olmasına sebep olmuştur.

Sosyalist hareketin mevcut konumuna belli ölçülerde eleştirel bakan Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi isimlerse teorisyenliğin ötesine, yani pratik bir savaşçılığa geçiş yapamamaları, teorilerinde de her ne kadar çatışmalı olsalar da TKP’den taşıdıkları sosyal şoven, pasifist yönleri tam anlamıyla aşamamaları, ikircikli bir durumda kalmalarına sebep olmuştur. 71’se sosyalist hareketin pasifist duruşunu gerçek anlamda kıran bir kopuş yaratmıştır.

71 kopuşunun önderlerinden olan Mahir Çayan, gerek ulusal bağlamdaki eylemleri uluslararası devrimci mücadelenin de bağlamı içine katabilmesi (Elrom eylemi üzerinden Filistin mücadelesiyle kurulan bağ) gerek Sibel Erkan’ın rehine alındığı eylemde olduğu gibi pasifizmin tüm söylemsel kategorilerinden sıyrılarak şiddeti her yönüyle devrimci pratiğin içine katması gerekse de dönemin uluslararası devrimci teorilerinin belli parçalarında bulunan kategorileri bütünsel bir devrimci teoride birleştirip derinleştirmesiyle (suni denge, şehir-kır gerillası diyalektiği, yeni sömürgecilik, evrim-devrim dönemlerinin iç içeliği) güçlü bir kuramsal ve pratik miras bırakmıştır.

Bu yazıda, Mahir Çayan’ın dönemsel olarak gelişim çizgisini ve bugün Mahir’in devrimci mirasını nasıl okumak gerektiğini ele alacağım.

Erken Dönem

Mahir Çayan’ın erken dönemi olarak 1969’da Türk Solu, sonrasındaysa Aydınlık Sosyalist Dergi’de olan ve 71’deki kopuşa kadar olan süreci değerlendirebiliriz. Bu dönem, Dev Genç’in militan ve çekirdek kadrosu olarak Mihri Belli etrafında konumlanan Mahir Çayan ve arkadaşları TİP’in pasifist, devrimciliği demokrasicilik mücadelesine indirgeyen barışçıl-parlamentarist geçiş anlayışına karşı devrimci bir şema yaratmaya çalışmışlardır. Ancak bu şema, yaşanılan ortamın doğası gereği, zaaflı doğmuştur. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Hareketin sözcüsü konumundaki Mihri Belli’nin, Mao’nun tezlerinden esinle oluşturduğu ama içinde milliyetçi ve reformist zaaflar taşıyan MDD anlayışının yetersizliği;

2. Tarihsel olarak TKP’den kaynaklanan Kemalist-aydınlanmacı hastalıkların bünyede hâlâ varlığını sürdürmesi.

Mahir Çayan, ilk yazılarında TİP yöneticisi Sadun Aren ve Emek yazarlarından Kenan Somer ile tartışmalarında iki nokta üzerine yoğunlaşır. Birincisi, TİP’in sosyalist devrim tezi ve bu bağlamda Mahir’in “yanına alabileceği, tarafsızlaştırabileceği güçleri karşıya atmak olarak”[1] tanımladığı durumun etkisi üzerinedir. İkincisiyse sosyalist devrim tezinin barışçıl geçiş üzerinden ele alınmasıdır. Mahir, ikinci başlıkta devrimci bir çıkış kurmuş, emperyalizmin nükleer silâhlarda dâhil olmak üzere yoğun bir şekilde silâhlanmaya gittiği, üçüncü dünya halklarının kurtuluş iradesine karşı işgal politikalarını harekete geçirdiği, kendi içindeki demokratik hareketlere de faşizmi toplumsal alanda yeniden ortaya çıkartarak saldırdığı bir süreçte barışçıl geçişin bir hayalden ibaret olduğunu, Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl İngiltere ve Amerika’sı için yaptığı analizlerin günümüzde hiçbir geçerliliği olmadığını net bir şekilde açıklamıştır.

Birinci başlık, yani “yana alınacak veya tarafsızlaştırılacak güçlerin karşıya atılması” bölümü ise içinde teorik zaaflar bulunduran bölümdür. Teorik zaafın nedeni, birincisi düşmanının dışsallaştırılması, ikincisi içte var olmayan bir sınıfa dair girilen beklentilerdir. Açarsak; düşmanın dışsallaştırılması, soyut bir antiemperyalizm ve bağımsızlık söylemi kurularak proletaryanın içteki tekelci burjuvaziye karşı bilinçlendirme noktasında eksik bırakılmasıdır.

TİP’in SD formülasyonu, ezilen halk kitlesi arasında ittifak ağını kurma noktasında eksiktir ama düşmanın somutlanması bağlamında daha nettir (buna karşılık, TİP gerekli mücadele hattını kurmaz). Mahir Çayan’ın ise antiemperyalist söylemi öncelik alması ve tekelci burjuvaziye vurgu yapmaması somut-pratikteki düşmanın üstünü kapamaktadır. Öyle ki Mahir; “fabrika işçinin, toprak köylünün” sloganındaki “fabrika işçinin” bölümünü önümüzdeki devrimin sloganı olmadığı için eleştirmektedir.[2] Bu tutum ise niteliği belirsiz küçük burjuvalar ve çekirdek hâlinde olduğu düşünülen “milli” burjuvazi için yapılmaktadır. Mahir’in erken dönemdeki MDD yazılarında anti-oligarşik bir söylemi oturtmaması eksik yönüdür.

Mahir’in küçük burjuvazi konusunu ele alışı ise Kemalizm tespitleriyle iç içedir. Bu tespitlerde ise tarihsel TKP’den kalan aydınlanmacı anlayışın yarattığı zaafların yansıması vardır. Mahir erken dönem yazılarında, Kemalizmin “sağ-sol diye metafizik bir ayrıma tutulmasını”[3] eleştirerek, Kemalizmin sağ-sol olarak ayrılamayacağını, Kemalizmin sol olduğunu ancak küçük burjuvazinin veya asker-sivil aydın zümrenin kendi içinde sağ-sol diye ayrılabileceğini belirtmiştir. Kemalizmi ise “küçük burjuva devrimciliğinin işgal altındaki bir ülkede emperyalizme karşı isyan bayrağı”[4] ve küçük burjuva milliyetçiliği olarak tanımlamıştır. Diğer yandan, Kemalizmin belirli bir iktisat politikası olmadığını, “emek ve sermaye arasında bocaladığını” söylemiştir.

Bu tespitlerle ilgili öncelikli olarak sondan başlarsak; Kemalizmin belirli bir iktisat politikası olmadığı doğru değildir. Kemalizm, İzmir İktisat Kongresi’nde ve sonraki yıllarda ortada olduğu gibi açık bir şekilde kapitalizmin inşasından ve sermayeden yana konum almıştır. 1923-32 arasında sermayenin kendi eliyle gelişimini beklemiş, otuzlu yıllardaysa devletin kapitalist gelişime aktif bir şekilde dâhil olmasıyla sermayeyi güçlendirmeye çalışmıştır. Otuzlu yıllarda işletilen devletçi politikaların emekten yana konum almak ya da bocalamak değil, sermaye birikim sürecini devlet kredileri ve yatırımları eliyle hızlandırma gayesiyle alakası vardır. Kemalizmin bu süreçte 1927’de Adana-Nusaybin Demiryolu grevinde Fransız şirketine direnen işçilere ateş açarak yaptığı saldırı, 1 Mayıs yasakları, devrimciler üzerinde oluşturduğu baskılar da sınıf karakterini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Kemalizmin küçük burjuva devrimcisi olduğu ve antiemperyalistliği konusunu da ele alırsak; Kemalizm küçük burjuva devrimcisi değil reformisttir. Kemalizmin ne üretim ilişkileri ne de politik iktidar düzleminde gerçekleştirdiği devrimci bir dönüşüm vardır. Üretim ilişkileri açısından bakarsak; 1923’den çok önce burjuvazi üretim ilişkilerinde egemen konuma gelmişti. Cumhuriyetle birlikte burjuva üretim ilişkileri daha da geliştirildi. Politik iktidar açısından bakarsak; 1908’de gerçekleşen İkinci Meşruiyet (bir devrim aranıyorsa buraya bakılmalı) ve sonrasında Bab-ı Ali baskınıyla zaten burjuvazi politik iktidarı da ele geçirmiş, feodal Osmanlı hanedanının varlığı sadece simgesel konuma düşmüştü. 1923 ile birlikte bu simgesel olgu kalkıp, fiili olan resmileşti. Ama niteliksel bir değişim olmadı bu.

Dolayısıyla Cumhuriyet, Marksist tarihsel okuma açısından burjuvazinin reform sürecidir. Devrim değil. Kemalistler de bu burjuva reform sürecinin yürütücüleri olmuşlardır. Devrimci değil reformist oldukları gibi, muğlak bir tanım olan küçük burjuvayla değil, doğrudan burjuva karakterleriyle tanımlanmalıdırlar.

Mahir de erken dönem yazılarının aksine, son dönem yazılarında bu yönde bir yenileme yapmıştır zaten: “1919-23 harekâtı reformist burjuvazinin harekâtıydı.”[5] Ancak bu tespitine rağmen Cumhuriyet’i devrim olarak tanımlamaya devam etmiştir. Antiemperyalizm meselesine gelirsek; Kemalizm antiemperyalist değil, tam tersi, savaşın ortalarından itibaren emperyalizmle uzlaşarak ülkenin yeniden sömürgeleşmesinin yolunu açandır. Emperyalist bir dönemde kapitalizmin ulusal ekonomileri ortadan kaldırıp tüm ekonomileri küresel olarak bütünleştirdiği bir çağda kapitalist yolu seçmek yeniden sömürgeleşmeyi kabul etmekti, öyle de oldu. Dolayısıyla emperyalizm çağında Kemalizme “milli burjuva” sıfatı biçmek, kapitalizmin olduğu bir ülkede bağımsızlık ve milli ekonomi aramak gerçekçi değildir.

Son olarak, Kemalizmi “antiemperyalizm (milli kurtuluşçuluk)” ve “laiklik” ekseninde okuyup bu payeler üzerinden sol bir rol biçmek, dar bir bakış açısıdır. Kemalizm, yukarıda açıkladığımız gibi, antiemperyalist değildir. Laik olması ise onu solcu yapmaz. Kürdistan’da yürüttüğü işgal politikaları ve katliamlar, Dersim soykırımlarıyla sömürgeci bir iktidardır Kemalizm. Bunun yanında, yoksul köylüler, işçiler ve sosyalistler üzerinde daimi bir baskı politikası yürütmüştür. Bu nedenlerle Kemalizm, başından beri emperyalizme bağımlı, sömürgeci ve faşist bir iktidar olarak var olmuştur.

Birçok noktada tarihsel TKP ve TİP’in düzene bağlanan bakış açısından bir kopuş gerçekleştiren Mahir, Kemalizm konusunda bunu yapamamıştır. Mahir’in yarım bıraktığını İbrahim Kaypakkaya tamamlar. Yine de THKP-C’yi ve genel olarak 71’i devrimci öznelerin ilk kuruluş süreci olarak okursak, içinde eskiden kaynaklı birtakım zaaflar taşınması normaldir. Bunu geliştirmesi gerekenler, onların mirasını bayrak alanlardır.

Bu zaafların olabileceğini Mahir de açıkça belirtmiştir.

“Bu hareket, revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu bir ortamda yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden işler ne kadar sıkı tutulursa tutulsun, başlangıçta, şu veya bu ölçüde, bu ortamın izlerini içinde taşıyacaktır. Tersini düşünmek idealizmdir. Bu kalıntılar, savaş içinde, savaşıla savaşıla atılacaktır.”[6]

71 Kopuşu: Devrimciliği Netleştirme

71’le birlikte pratik ve teorik kopuş net olarak sağlanır. Mihri Belli’ye dair mücadele yöntemi konusunda legalite ve şehri esas alması, örgütsel bağlamda Menşevik demokratizmden kopamaması ve bunların sonucu olarak, küçük burjuva zümrelerden (askeri darbe) beklentilerle, devrimcilikten uzak bir proletarya söylemi arasında yalpaladığı konusunda eleştiri getiren Mahir, devrimci bir çıkışın oluşumuna önderlik eder. Pratikte, THKP-C’nin kurulumu ve şehir gerillası eylemleri başlarken, teorik olarak da geliştirilen yeni kavramsallaştırmalarla devrimciliğin teorik olarak dayanacağı zemin kurulur. Bunu, Mao ve Che’de bulunan teorinin bağımsız bir alandan çıkarılıp devrimci politikaya zemin hazırlaması için kullanılan bir şematizme olumsal anlamda dönüştürülmesi olarak değerlendirebiliriz.

Bu dönüşümde ilk somutlanan düşmanın dışsallıktan çıkarılmasıdır. MDD tezinde bulunan “milli burjuvazi” kavramsallaştırması terk edilmiş, emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde geliştirdiği yeni sömürgeci metotta feodal sınıfların yerine yerel tekelci burjuvaziyi hâkim kıldığı ve bu sınıf üzerinden kurulan ekonomik ağla emperyalizmin ülkenin en ücra köşelerine ulaşarak içselleştiği belirtilmiştir.[7]

Sonuç olarak, antiemperyalist ve antifeodal devrim söylemi ile çelişkiyi doğrudan emperyalizm ile halk arasında alarak düşmanı dışsallaştıran söylem terk edilmiş, düşmanı içselleştiren ve somutlayan “baş çelişkinin oligarşi ile tüm halk arasında olduğu” tespiti yapılıp, emperyalizm oligarşinin içinde yer alması üzerinden karşıtlaştırılmıştır.[8]

Düşmanı ve savaşılacak hedefi oligarşi ve onun kolluk kuvvetleri üzerinde somutlayan Mahir Çayan, emperyalizmin içselleşip, gizli işgal altında tuttuğu bir ülkede oligarşi ve emperyalizmin kitleler nezdinde gerçek yüzünü ortaya çıkaracak, yani suni dengeyi dağıtacak yegâne olgunun silâhlı propaganda olduğunu söylemiştir. Silâhlı propaganda, Osmanlı’dan beri var olan ve Cumhuriyet döneminde tek parti diktasıyla pekiştirilen merkezî devlet otoritesini sarsarak devletin tanrısallığını yok edecek, diğer yandan, devrimcilere propagandalarını yapma ve gerçekleri açıklama yolunda silâhların sarsıcı etkisiyle normalde ulaşabilecekleri toplumsallıktan çok daha fazla alan açacaktır. Silâhlı mücadelede öncü savaşın şehirde başlatılarak, devamında kıra geçişin yapılacağı diyalektik yöntem, evrim-devrim aşamalarının reddedilerek devrimciliğin doğrudan inşa edilmesi, emperyalist kapitalizmin bir yandan sosyalist kamp, diğer yandansa bilişsel devrimin etkisiyle ABD öncülüğünde yaşadığı bütünselleşme ve yeni sömürgecilik, kökeni batı yeni solunda bulunan Mao ve Che’nin de kullandığı kitlelerin ekonomik ve ideolojik hegemonya üzerinden pasifleştirildiği “Suni Denge” kavramı ve Gramsci-Althusser’den esin taşıyan hegemonya anlayışı üzerinden Mahir Çayan, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine özgü anti-sömürgeci bir kuramı inşa etmiştir. Mao’nun devrimci kuramı, devrimci politikayı verili anda var edebilmek için kullanması gibi, o da bu kuramını devrimci sıçramayı var etmek için kullanmıştır.

Çayanist Kurama Bugünden Bakmak

Çayanist kuram, açtığı temel başlıklarda bugünün devrimcileri için (halk savaşı, suni denge, silahlı propaganda, emperyalizmin içsel bir olgu olması) yol göstermeye devam etmektedir. Halk savaşına giden yolda Latin Amerika devrimcileri ve Carlos Marighella’dan esinlenerek şehirlerde başlatılan öncü savaşı ve silâhlı propagandayı ekleyen ama halk savaşının gerçekleşeceği asıl alan olarak kıra işaret eden Mahir Çayan’ın çizgisini bugünün sömürge devrimcileri Nikaragua devrimi, El Salvador ve Kuzey İrlanda iç savaşları deneyimlerinde görüldüğü üzere, kentin çeperlerinin halk savaşının gerçekleşeceği asıl mevzi olarak geliştirebilmelidir. Suni denge kavramı, günümüzde yaşanan tüm adaletsizliklere ve sömürüye rağmen insanların neden bunlara karşı harekete geçmediği, silâhlı propaganda ise bu bağlamda insanları harekete geçirecek, devletin kitleler üzerinde baskı ve ideolojik aygıtlarıyla kurduğu hegemonyayı kırabilecek bir gerçeklik olarak varlığını korumaktadır.

Emperyalizmin içsel bir olgu olması ve yeni sömürgecilik kavramsallaştırmaları da günümüzde emperyalizmin emtia, eşya, tüketim nesneleri, teknolojiyi kullanım biçimi ve ideolojik şekillendirmeler üzerinden kurduğu uluslararası sömürgeci ağ, bu sömürgeci ağın ortak mekanizmaları ve içsel çatışmalarının sınırlarını kavramak açısından hâlâ işlevselliğini korumaktadır.

Sonuç olarak;

Mahir Çayan’ın geliştirdiği sömürge devrimciliği pratik ve kavramsallaştırmalarıyla bugün Kürdistan’da kırılan suni denge ve örgütlü mücadelenin çok gerisine düşmüş TDH açısından yeniden incelenmeyi ve devrimci bir bağlamda geliştirilmeyi gerektirmektedir. Gerek pratikte Elrom eylemi gibi silâhlı propaganda açısından etkili eylemler ve bunların suni dengeyi kırmadaki rolü gerekse de teorik olarak emperyalizmin altmışlarda girdiği yeni evreyi okuyarak geliştirilen çözümlemeler devrimciler açısından bir başlangıç özelliğini korumaya devam etmektedir.

Bekir Sami Paydak
2 Nisan 2017

Dipnotlar:
[1] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, s. 22.

[2] A.g.e., s. 25.

[3] A.g.e., s. 112.

[4] A.g.e., s. 111.

[5] A.g.e., s. 329.

[6] A.g.e., s. 192.

[7] A.g.e., s. 286.

[8] A.g.e., s. 289.