“Her derdi zevk olmuş, ağlayanlar
var,
Dünyanın kavgası, susmayanlar var”
(Dünyanın Kavgası –Gönül
Nikahı)
İsmet Özel “Üç Frenk Havası” şiirinde kentin
insanından söz ederken, onun “kaypak ilgilerin ve zarif ihanetlerin” insanı
olduğundan bahseder. Burada âdeta küçük burjuvazinin konumu ve ideolojisi
anlatılır. Bu dizeler, sanki Çehov’un “Taşralı” öyküsünde “her şey geçer” diyen
ve “insana yalnızca bir tek özgürlük bilinci gereklidir” diyen uçarı küçük
burjuvayı anıştırıyor gibidir. Çehov, küçük burjuvayı tarif ederken, “dünyada
iyi olan her şey onun hizmetindeydi. […] Ben ise onu bir hevesten başka bir
hevese taşıyan bir at arabacısından öte biri değildim” der ve öykünün sonunda
ekler: “hiçbir şey geçmez… Hiçbir şeyin iz bırakmadan geçmediğine inanıyorum.”
Bu satırlar, küçük burjuvazinin kendi benliğinden ve
bireysel tatmininden başka bir şeye tapmadığının edebî ifade yolları gibidir.
Yüzergezer ilgiler âleminde ışık hızıyla değişen kaygan ilgiler ve yapay
bağlılıklar, günümüzün devasa finansal kapitalist ekonomisine uygun bir
“üstyapı” olarak, daha da belirgin hâle gelmiştir. Bu bağlamda özgürlük,
liberalizmin “piyasa kavgasında ve mülkiyet edinmede özgürlük” tanımına benzer
biçimde, kendi benliği etrafında mülk edindiği ve kolayca alıp satabildiği,
harcayıp pazarlayabildiği, kısacası “meta” hâline getirebildiği ilişkiler
ortamında kolayca yüzüp gezmesini, akışkanlık göstermesini tarif eder küçük
burjuvazinin. Onun için bir izlek, bir öncesi-sonrası, iz bırakan ilişkiler
yoktur. Piyasanın devlerinin pazarlayabildiği her şey, onun için bir süreliğine
ilgi ve arzu nesnesi olacak, ama Virilio’nun deyişiyle, “askerîleşen ve
totaliter kapitalist hız toplumunun” bir gereği olarak kolayca “zarif
ihanetlerle” bir kenara atılabilecektir. “Enformasyon bombardımanı” altındaki
bu imgeler toplumunda tersi de mümkündür; küçük burjuvazinin isyancı arzularını
tatmin edebilecek her ikon, jest ve kült, birer meta olarak bir süreliğine
güncellenerek artan “kaypak ilginin” konusu olabilir. Sosyalist sol, dünyada ve
Türkiye’de genel olarak kültürel bir muhaliflik ekseninde küçük burjuvazinin isyancı
taraflarına seslenirken, bunun farkında olmalıdır.
Geçen aylarda sinemada gösterime giren Müslüm filmi,
hem seçtiği kişi, hem de hikâyeyi ele alış biçimi ile yukarıda bahsedilen küçük
burjuva konuma son derece uygun düşüyor. Konu alınan kişi, orta sınıfçı solun
ve onun Fazıl Say gibi “Aydınlanma” figürlerinin iyi gözle bakmadıkları
“arabesk” müziğin önde gelen isimlerinden biri, Müslüm Gürses. Hikâyenin ele
alınış biçimi ise, Müslüm Gürses’in 1980’li ve 1990’lı yıllar Türkiyesi’nde
bilhassa ezilen, fukara kitlelerce neden ve nasıl “baba” olarak kabul
edildiğinden çok, bu kitleyi yok farz eden ve adı anılan sanatçının bireysel
hayat hikâyesine, dramlarına, başarılarına, kazançlarına yer yer Freudyen
tarzda yoğunlaşan bir eksende yürüyor. Bu anlamıyla da ezilen kitleler
tarafından benimsendiği dönemde küçük burjuvazinin ilgilerine mazhar olamayan
Müslüm Gürses’in ve şarkılarının 2000’li yılların ruhuna uygun biçimde nasıl
küçük burjuvazinin dişine uygun hâle getirildiğine, kentli orta sınıfın
gözünden okunduğuna şahit oluyoruz.
Aslında bu süreç, 2000’li yılların başından itibaren
yaşanıyordu ve Gülhane’den Harbiye’ye uzanan süreç, Türkiye yakın tarihinin de
önemli dönemeçlerinden birini ifade ediyor. “İtirazım Var” isimli eserin
2000’li yıllarda bir banka reklâmında “İhtiyacım Var” şeklinde yorumlanması da
Türkiye’nin 2000’li yılların başında dünya finans piyasalarından düşük faizli
bol kredi çeken, “yatırım yapılabilir model ülke” konumuyla ve buna uygun “yeni
orta sınıfçı” sosyolojisiyle de örtüşüyordu. Müslüm Gürses’i “baba” olarak
belleyen ve acılarını onun şarkılarıyla dindirmeye, ifade etmeye çalışan fukara
kitleye üst sınıfların ve gözünü o sınıfların düzeyine yükselmeye dikmiş küçük
burjuvazinin ihtiyacı yoktu nasıl olsa… Ama o kitle, “dünyanın kavgasını”
vermeye devam edecek, Müslüm babanın şarkılarıyla suskunluğunu telafi etmeye
çalışacak, her gün sınıf savaşının yeni örneklerini -çoğu zaman mecburi bir
itaatle- yaşayacaktı. Kendisinden çok küçük burjuvazinin “kaypak ilgilerine”
önem veren “yüksek kültürlü” bir tür solun aşağılayıcı bakışları altında…
[…]
“Gerçekler yerinde bırakılmamış.”
(Düşünürken)
Colin Powel, “kayıpsız savaş” öğretisinden bahseder.
Bu elbette, emperyalistlerin “insanî” bir kayba uğramayacağı, kendileri
açısından “insansızlaştırılmış” savaş araçlarıyla yürütülecek bir savaştır.
Hatta buna “savaş” bile denilmez çoğu zaman, genelde “operasyon” ya da
“müdahale” terimleri ile olan biten izah edilmek istenir. Her şeyin
“insansızlaştırılmaya” çalışıldığı bir döneme uygun bir çaba bu… Bu süreç,
elbette küçük burjuvazinin bireyselliğinin okşanması, isyan duygularının tatmin
edilmesi ancak genel olarak kitlelerin sessiz yığınlara dönüştürülmesi, politik
tercihlerinin sorulması yerine arada bir anketler ve plebisit türü seçimlerle
“sondajlanması” ile, kitlelerin sayısallaştırılması ve “enformatikleştirilmesi”
ile birlikte yürüyor. Bir anlamda “politikasız politika” bu… Arzu nesnesini
“risksiz” tüketmek isteyenler için üretilen “alkolsüz bira” ya da “kafeinsiz
kahve” gibi… “Gerçeksiz bir gerçeklik” bu, çünkü gerçekler risk barındırır.
Gerçeklerin varlığı mücadeleyi, bir hakikate bağlanmayı gerektirir. Üstelik
gerçekler -Çehov’un dediği gibi- “iz de bırakır”. Bu, bir bakıma “şimdideki
geçmişin” her şeyi silmeye eğilimli “doğrusal zamansal ilerlemeye”, “kairos”un
“kronos”a karşı baskın gelmesidir.
Bu “gerçeksiz gerçeklik” çağı, sanal enformasyon ve
imge bombardımanı çağının ruhuna uygun olarak yürüyor. Lacan, gerçeklerin
simgesel tarafından içerilemeyen sert bir çekirdek oluşundan bahsederken
haklıdır. Bu sert çekirdek, dil öncesi, dolayısıyla da insan öncesi bir konuma
sahiptir ve simgeselleştirilebilen, kurgulanan Gerçeklik’in dışındadır, ondan
fazla bir şeydir. Ve sürekli geri dönme, kendisini hatırlatma eğilimindedir
gerçekler. Salgın hastalıklar, savaşlar, yıkımlar, ölümler gibi… Ve tabii
sömürü, ezilme, baskı altına alınma, sınıf savaşını yaşama gibi… “Gerçeklerin
yerinde bırakılmayıp” salt gerçeklik ile yetinilen bir çağ, aynı zamanda günlük
hayatında simgeselleştirilemez olanın acısını sürekli duyumsayan insanlara,
kitlelere de yabancılaşılan, onların sessiz çığlıklarının duyulmadığı, hatta
duyulmak da istenmediği bir çağdır. Böyle bir çağa da “devrimsiz Marksizm”
eşlik eder. Ya da “biçimden ibaret dindarlık” veya küresel kapitalizme esaslı
itirazı olmayan bir tür milliyetçilik…
[…]
“Feleğe zalimler tanıtılmamış.”
(Düşünürken)
“Devrimsiz Marksizm”, “politikasız politika”dır bir
bakıma. Politika, bir yönüyle antagonizma oluşturma sanatıdır. Kurulacak
antagonizmanın hangi eksenden geçtiği ve hangi eksenleri kestiği, politikanın
devrimci ya da gerici olup olmamasını belirler. Bu nedenle, farklı ideolojiler
arasında veya kapitalist devlet yelpazesinin farklı akımları ile devrimci
muhalif siyasetler arasında kaba analojiler kurmanın bir anlamı yoktur.
Politikanın olmadığı bir politika, “kafeinsiz kahve”
gibi gerçeğin yükünü taşımak istemeyen, ama simgesel olanın tatminini yaşamak
isteyen bir tutumun ürünüdür. Yani, antagonizma oluşturmanın zahmetine ve
yüküne katlanmak istemeyen bir politika… Oysa devrimci politika, diyalektiğin
esasının antagonizmanın doğuşu ve “Bir, kendisini İki’ye böler” formülü
olduğunu bilir. W.B. Yeats’ın sözleriyle, “kötülerin yoğun bir tutkudan
muzdarip” olduğu, yani hâkim sınıfların mevcut düzeni sürdürme
kararlılıklarının arttığı, 2008 büyük depresyonunun yarattığı yeni koşullarda
açık otoriterizmi, faşizmi ve savaşları bile göze aldığı bir dönemde, ezilen
kitlelerin sesine kulak verecek, “kitle çizgisini” takip ederek kitlelerden
öğrenecek ve hegemonik politikanın koordinatlarını -tıpkı 20. yüzyıl başında
Lenin’in yaptığı gibi- değiştirmeye çalışacak bir politik öznenin kuruluşu,
yaşamsal önemdedir. Belki de Benjamin’in tabiriyle bir imdat freni… Antagonizma
oluşturmaktan kaçınan bir politikanın verili koordinatları değiştirme çabasında
olmadığını açıkça söylemek mümkündür. Bunun en iyi örneklerinden biri, antagonizma
oluşturan politikaların “liberal bir konsensüs” ile “popülizm” olarak
kodlanması ve tüm bu çabaların ortaklaşa lanetlenmesidir. Devrimci türde
antagonizma oluşturmak, “politikasız politika” çağının konformizmine, liberal
konsensüse ve aşırı sağ otoriterliğe karşı en iyi yanıttır ve bunun bir adımını
da “feleğe zalimlerin tanıtılması” oluşturmaktadır.
[…]
“Yaşantımız sanki ateşten gömlek
İçimizden gelir bin defa ölmek
Hakkımız değil mi bizim de gülmek
Bizi bu fark yaraları öldürür.”
(Fark Yaraları)
Althusser, ideolojinin “bireylerin gerçek varoluş
koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin imgesel tasarımlanması” olduğunu
söyler. İnsanlar, ideolojide gerçek varoluş koşullarını değil, gerçek varoluş
koşullarıyla ilişkilerini tasarımlarlar. İdeolojide tasarımlanan, bireylerin
boyun eğerek yaşadıkları gerçek üretim ilişkileri ile kurdukları imgesel
ilişkidir. Bu nedenle ideoloji, doğası gereği, imgesel bir çarpıtma taşımakta,
böylelikle hem bir tür gerçeği -dolaylı ve imgesel tarzda- açığa çıkarırken hem
de gerçekleri -yine imgesel bir tarzda- perdeleyen bir yön içermektedir.
İdeolojiyi basitçe -18. yüzyıl mekanik materyalizminde olduğu gibi- dinlerin,
despotların “güzel yalanları” ya da -Feuerbach’ın tanımında olduğu gibi-
insanların gerçek varoluş koşullarındaki yabancılaşmaları olmaktan ayırt eden
şey budur. Bu nokta özellikle önemlidir, çünkü devrimci politik özneyi
kitlelerin basit oportünist takipçisi olmaktan alıkoyacağı gibi ezilen
kitlelerin duygu ve düşüncelerine, imgelerine “rasyonalist” bir tonda olumsuz
biçimde bakmaktan da alıkoyacak olan şey budur.
Türkiye’de Müslüm Gürses’i “baba” olarak kabul eden
yoksul kitleler, “dalında bir yaprak görmeyenler”, “dertler zincirine
vurulanlar”, onun şarkılarında, müziğinde kendilerini ifade eden ve kendilerini
bir tür özne kılan bir tür ideoloji bulmuşlardı. Her ideolojinin maddi bir
varoluşa sahip olması gibi, bu ideoloji de çelişkili nitelikleriyle maddî bir
varoluşa sahipti ve maddî zeminini Türkiye’nin 1980 sonrasında yaşadığı
süreçte, 24 Ocak’ta, 12 Eylül’de, neoliberalizmde, eşitsizliğin ve yoksulluğun
artışında, politik kanalların tıkanmasında, devletin ideolojik aygıtlarının
artan hâkimiyetinde, “medyalaşma” sürecinde buluyordu. “Babalığı” hiyerarşik(!)
ve/veya arkaik(!) bulan ve “yatay ilişkilerin” “özgürlük dolu” ortamında
yüzergezer ilişkilere ilgi duyan bir tür “yüksek kültürlü” orta sınıf solculuğu
da elbette kendi “ideolojisinin” maddî zeminini aynı süreçte ama farklı bir
yönde buldu. Ağırlaşarak devam eden şey ise “fark yaralarının” kendisiydi.
“Yarına az zaman var/Bugünler de bitecek.” Bu sözlerde
âdeta “iyimser olmayan” bir umut saklı: Her şeyin iyiye gideceğini varsaymayan,
kendi gücünün sınırlarını kabul eden, şimdiyle radikal bir uzlaşmazlık
potansiyeli taşıyan… Gidişatın iç karartıcı olduğu günümüzde umudu canlı tutmak
gerekli.
Mehmet Ümit
3 Mart 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder