03 Mart 2024

Dünyanın Kavgası

Her derdi zevk olmuş, ağlayanlar var,
Dünyanın kavgası, susmayanlar var

(Dünyanın Kavgası –Gönül Nikahı)


İsmet Özel “Üç Frenk Havası” şiirinde kentin insanından söz ederken, onun “kaypak ilgilerin ve zarif ihanetlerin” insanı olduğundan bahseder. Burada âdeta küçük burjuvazinin konumu ve ideolojisi anlatılır. Bu dizeler, sanki Çehov’un “Taşralı” öyküsünde “her şey geçer” diyen ve “insana yalnızca bir tek özgürlük bilinci gereklidir” diyen uçarı küçük burjuvayı anıştırıyor gibidir. Çehov, küçük burjuvayı tarif ederken, “dünyada iyi olan her şey onun hizmetindeydi. […] Ben ise onu bir hevesten başka bir hevese taşıyan bir at arabacısından öte biri değildim” der ve öykünün sonunda ekler: “hiçbir şey geçmez… Hiçbir şeyin iz bırakmadan geçmediğine inanıyorum.”

Bu satırlar, küçük burjuvazinin kendi benliğinden ve bireysel tatmininden başka bir şeye tapmadığının edebî ifade yolları gibidir. Yüzergezer ilgiler âleminde ışık hızıyla değişen kaygan ilgiler ve yapay bağlılıklar, günümüzün devasa finansal kapitalist ekonomisine uygun bir “üstyapı” olarak, daha da belirgin hâle gelmiştir. Bu bağlamda özgürlük, liberalizmin “piyasa kavgasında ve mülkiyet edinmede özgürlük” tanımına benzer biçimde, kendi benliği etrafında mülk edindiği ve kolayca alıp satabildiği, harcayıp pazarlayabildiği, kısacası “meta” hâline getirebildiği ilişkiler ortamında kolayca yüzüp gezmesini, akışkanlık göstermesini tarif eder küçük burjuvazinin. Onun için bir izlek, bir öncesi-sonrası, iz bırakan ilişkiler yoktur. Piyasanın devlerinin pazarlayabildiği her şey, onun için bir süreliğine ilgi ve arzu nesnesi olacak, ama Virilio’nun deyişiyle, “askerîleşen ve totaliter kapitalist hız toplumunun” bir gereği olarak kolayca “zarif ihanetlerle” bir kenara atılabilecektir. “Enformasyon bombardımanı” altındaki bu imgeler toplumunda tersi de mümkündür; küçük burjuvazinin isyancı arzularını tatmin edebilecek her ikon, jest ve kült, birer meta olarak bir süreliğine güncellenerek artan “kaypak ilginin” konusu olabilir. Sosyalist sol, dünyada ve Türkiye’de genel olarak kültürel bir muhaliflik ekseninde küçük burjuvazinin isyancı taraflarına seslenirken, bunun farkında olmalıdır.

Geçen aylarda sinemada gösterime giren Müslüm filmi, hem seçtiği kişi, hem de hikâyeyi ele alış biçimi ile yukarıda bahsedilen küçük burjuva konuma son derece uygun düşüyor. Konu alınan kişi, orta sınıfçı solun ve onun Fazıl Say gibi “Aydınlanma” figürlerinin iyi gözle bakmadıkları “arabesk” müziğin önde gelen isimlerinden biri, Müslüm Gürses. Hikâyenin ele alınış biçimi ise, Müslüm Gürses’in 1980’li ve 1990’lı yıllar Türkiyesi’nde bilhassa ezilen, fukara kitlelerce neden ve nasıl “baba” olarak kabul edildiğinden çok, bu kitleyi yok farz eden ve adı anılan sanatçının bireysel hayat hikâyesine, dramlarına, başarılarına, kazançlarına yer yer Freudyen tarzda yoğunlaşan bir eksende yürüyor. Bu anlamıyla da ezilen kitleler tarafından benimsendiği dönemde küçük burjuvazinin ilgilerine mazhar olamayan Müslüm Gürses’in ve şarkılarının 2000’li yılların ruhuna uygun biçimde nasıl küçük burjuvazinin dişine uygun hâle getirildiğine, kentli orta sınıfın gözünden okunduğuna şahit oluyoruz.

Aslında bu süreç, 2000’li yılların başından itibaren yaşanıyordu ve Gülhane’den Harbiye’ye uzanan süreç, Türkiye yakın tarihinin de önemli dönemeçlerinden birini ifade ediyor. “İtirazım Var” isimli eserin 2000’li yıllarda bir banka reklâmında “İhtiyacım Var” şeklinde yorumlanması da Türkiye’nin 2000’li yılların başında dünya finans piyasalarından düşük faizli bol kredi çeken, “yatırım yapılabilir model ülke” konumuyla ve buna uygun “yeni orta sınıfçı” sosyolojisiyle de örtüşüyordu. Müslüm Gürses’i “baba” olarak belleyen ve acılarını onun şarkılarıyla dindirmeye, ifade etmeye çalışan fukara kitleye üst sınıfların ve gözünü o sınıfların düzeyine yükselmeye dikmiş küçük burjuvazinin ihtiyacı yoktu nasıl olsa… Ama o kitle, “dünyanın kavgasını” vermeye devam edecek, Müslüm babanın şarkılarıyla suskunluğunu telafi etmeye çalışacak, her gün sınıf savaşının yeni örneklerini -çoğu zaman mecburi bir itaatle- yaşayacaktı. Kendisinden çok küçük burjuvazinin “kaypak ilgilerine” önem veren “yüksek kültürlü” bir tür solun aşağılayıcı bakışları altında…

[…]

Gerçekler yerinde bırakılmamış.
(Düşünürken)

Colin Powel, “kayıpsız savaş” öğretisinden bahseder. Bu elbette, emperyalistlerin “insanî” bir kayba uğramayacağı, kendileri açısından “insansızlaştırılmış” savaş araçlarıyla yürütülecek bir savaştır. Hatta buna “savaş” bile denilmez çoğu zaman, genelde “operasyon” ya da “müdahale” terimleri ile olan biten izah edilmek istenir. Her şeyin “insansızlaştırılmaya” çalışıldığı bir döneme uygun bir çaba bu… Bu süreç, elbette küçük burjuvazinin bireyselliğinin okşanması, isyan duygularının tatmin edilmesi ancak genel olarak kitlelerin sessiz yığınlara dönüştürülmesi, politik tercihlerinin sorulması yerine arada bir anketler ve plebisit türü seçimlerle “sondajlanması” ile, kitlelerin sayısallaştırılması ve “enformatikleştirilmesi” ile birlikte yürüyor. Bir anlamda “politikasız politika” bu… Arzu nesnesini “risksiz” tüketmek isteyenler için üretilen “alkolsüz bira” ya da “kafeinsiz kahve” gibi… “Gerçeksiz bir gerçeklik” bu, çünkü gerçekler risk barındırır. Gerçeklerin varlığı mücadeleyi, bir hakikate bağlanmayı gerektirir. Üstelik gerçekler -Çehov’un dediği gibi- “iz de bırakır”. Bu, bir bakıma “şimdideki geçmişin” her şeyi silmeye eğilimli “doğrusal zamansal ilerlemeye”, “kairos”un “kronos”a karşı baskın gelmesidir.

Bu “gerçeksiz gerçeklik” çağı, sanal enformasyon ve imge bombardımanı çağının ruhuna uygun olarak yürüyor. Lacan, gerçeklerin simgesel tarafından içerilemeyen sert bir çekirdek oluşundan bahsederken haklıdır. Bu sert çekirdek, dil öncesi, dolayısıyla da insan öncesi bir konuma sahiptir ve simgeselleştirilebilen, kurgulanan Gerçeklik’in dışındadır, ondan fazla bir şeydir. Ve sürekli geri dönme, kendisini hatırlatma eğilimindedir gerçekler. Salgın hastalıklar, savaşlar, yıkımlar, ölümler gibi… Ve tabii sömürü, ezilme, baskı altına alınma, sınıf savaşını yaşama gibi… “Gerçeklerin yerinde bırakılmayıp” salt gerçeklik ile yetinilen bir çağ, aynı zamanda günlük hayatında simgeselleştirilemez olanın acısını sürekli duyumsayan insanlara, kitlelere de yabancılaşılan, onların sessiz çığlıklarının duyulmadığı, hatta duyulmak da istenmediği bir çağdır. Böyle bir çağa da “devrimsiz Marksizm” eşlik eder. Ya da “biçimden ibaret dindarlık” veya küresel kapitalizme esaslı itirazı olmayan bir tür milliyetçilik…

[…]

Feleğe zalimler tanıtılmamış.
(Düşünürken)

“Devrimsiz Marksizm”, “politikasız politika”dır bir bakıma. Politika, bir yönüyle antagonizma oluşturma sanatıdır. Kurulacak antagonizmanın hangi eksenden geçtiği ve hangi eksenleri kestiği, politikanın devrimci ya da gerici olup olmamasını belirler. Bu nedenle, farklı ideolojiler arasında veya kapitalist devlet yelpazesinin farklı akımları ile devrimci muhalif siyasetler arasında kaba analojiler kurmanın bir anlamı yoktur.

Politikanın olmadığı bir politika, “kafeinsiz kahve” gibi gerçeğin yükünü taşımak istemeyen, ama simgesel olanın tatminini yaşamak isteyen bir tutumun ürünüdür. Yani, antagonizma oluşturmanın zahmetine ve yüküne katlanmak istemeyen bir politika… Oysa devrimci politika, diyalektiğin esasının antagonizmanın doğuşu ve “Bir, kendisini İki’ye böler” formülü olduğunu bilir. W.B. Yeats’ın sözleriyle, “kötülerin yoğun bir tutkudan muzdarip” olduğu, yani hâkim sınıfların mevcut düzeni sürdürme kararlılıklarının arttığı, 2008 büyük depresyonunun yarattığı yeni koşullarda açık otoriterizmi, faşizmi ve savaşları bile göze aldığı bir dönemde, ezilen kitlelerin sesine kulak verecek, “kitle çizgisini” takip ederek kitlelerden öğrenecek ve hegemonik politikanın koordinatlarını -tıpkı 20. yüzyıl başında Lenin’in yaptığı gibi- değiştirmeye çalışacak bir politik öznenin kuruluşu, yaşamsal önemdedir. Belki de Benjamin’in tabiriyle bir imdat freni… Antagonizma oluşturmaktan kaçınan bir politikanın verili koordinatları değiştirme çabasında olmadığını açıkça söylemek mümkündür. Bunun en iyi örneklerinden biri, antagonizma oluşturan politikaların “liberal bir konsensüs” ile “popülizm” olarak kodlanması ve tüm bu çabaların ortaklaşa lanetlenmesidir. Devrimci türde antagonizma oluşturmak, “politikasız politika” çağının konformizmine, liberal konsensüse ve aşırı sağ otoriterliğe karşı en iyi yanıttır ve bunun bir adımını da “feleğe zalimlerin tanıtılması” oluşturmaktadır.

[…]

Yaşantımız sanki ateşten gömlek
İçimizden gelir bin defa ölmek
Hakkımız değil mi bizim de gülmek
Bizi bu fark yaraları öldürür.

(Fark Yaraları)

Althusser, ideolojinin “bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin imgesel tasarımlanması” olduğunu söyler. İnsanlar, ideolojide gerçek varoluş koşullarını değil, gerçek varoluş koşullarıyla ilişkilerini tasarımlarlar. İdeolojide tasarımlanan, bireylerin boyun eğerek yaşadıkları gerçek üretim ilişkileri ile kurdukları imgesel ilişkidir. Bu nedenle ideoloji, doğası gereği, imgesel bir çarpıtma taşımakta, böylelikle hem bir tür gerçeği -dolaylı ve imgesel tarzda- açığa çıkarırken hem de gerçekleri -yine imgesel bir tarzda- perdeleyen bir yön içermektedir. İdeolojiyi basitçe -18. yüzyıl mekanik materyalizminde olduğu gibi- dinlerin, despotların “güzel yalanları” ya da -Feuerbach’ın tanımında olduğu gibi- insanların gerçek varoluş koşullarındaki yabancılaşmaları olmaktan ayırt eden şey budur. Bu nokta özellikle önemlidir, çünkü devrimci politik özneyi kitlelerin basit oportünist takipçisi olmaktan alıkoyacağı gibi ezilen kitlelerin duygu ve düşüncelerine, imgelerine “rasyonalist” bir tonda olumsuz biçimde bakmaktan da alıkoyacak olan şey budur.

Türkiye’de Müslüm Gürses’i “baba” olarak kabul eden yoksul kitleler, “dalında bir yaprak görmeyenler”, “dertler zincirine vurulanlar”, onun şarkılarında, müziğinde kendilerini ifade eden ve kendilerini bir tür özne kılan bir tür ideoloji bulmuşlardı. Her ideolojinin maddi bir varoluşa sahip olması gibi, bu ideoloji de çelişkili nitelikleriyle maddî bir varoluşa sahipti ve maddî zeminini Türkiye’nin 1980 sonrasında yaşadığı süreçte, 24 Ocak’ta, 12 Eylül’de, neoliberalizmde, eşitsizliğin ve yoksulluğun artışında, politik kanalların tıkanmasında, devletin ideolojik aygıtlarının artan hâkimiyetinde, “medyalaşma” sürecinde buluyordu. “Babalığı” hiyerarşik(!) ve/veya arkaik(!) bulan ve “yatay ilişkilerin” “özgürlük dolu” ortamında yüzergezer ilişkilere ilgi duyan bir tür “yüksek kültürlü” orta sınıf solculuğu da elbette kendi “ideolojisinin” maddî zeminini aynı süreçte ama farklı bir yönde buldu. Ağırlaşarak devam eden şey ise “fark yaralarının” kendisiydi.

“Yarına az zaman var/Bugünler de bitecek.” Bu sözlerde âdeta “iyimser olmayan” bir umut saklı: Her şeyin iyiye gideceğini varsaymayan, kendi gücünün sınırlarını kabul eden, şimdiyle radikal bir uzlaşmazlık potansiyeli taşıyan… Gidişatın iç karartıcı olduğu günümüzde umudu canlı tutmak gerekli.

Mehmet Ümit
3 Mart 2019

0 Yorum: