30 Ocak 2021

, ,

Kobanî’nin Kızları

Hillary ve Chelsea Clinton, Kürt kadın savaşçılarla ilgili yeni bir dizinin yapımını üstlenmiş. Karşımıza, Rojava’daki YPJ güçlerinin Clinton’ların temsil ettiği her şeye karşı çıkan solcular olduklarını bir şekilde ortaya koymayan, sterilize edilmiş bir yapımın çıkacağına kimsenin şüphesi olmasın.

On yıldır süren Suriye iç savaşında uluslararası kamuoyunun dikkatini Kobanî Savaşı kadar çeken çok az muharebeye tanık olundu. Eylül 2014 ile Ocak 2015 arasında, Kürtlerin çoğunlukta olduğu Kobanî şehrinin kontrolünü ele geçirmek için yapılan savaş, o vakitler yükselişte olan İslam Devleti ile kuzeydeki birçok Kürt yerleşim bölgesini kontrol eden solcu Kürt milisleri Halkların Koruma Birimleri’ni (YPG) Suriye’nin kuzeyinde (Kürtlerin Rojava-Batı olarak bildiği bölgede) karşı karşıya getirdi. YPG’nin tamamı kadınlardan oluşan kanadı Kadın Koruma Birimleri (YPJ), bu süreçte ön plana çıktı. Ataerkil yönetimin en acımasız biçimlerini uygulayan ve rutin olarak tecavüzü bir savaş silahı olarak kullanan bir örgüt olarak IŞİD’in ilerleyişine karşı koyan genç kadın savaşçıların imajı, uluslararası soldaki birçok kişiye ilham verdi. Kürt milisler, hem IŞİD birliklerini yok ettiler hem de doğrudan demokrasi ilkelerine dayalı radikal bir yerleşim bölgesi oluşturdular.

Kürtler, bu süreçte eskiden kendilerine destek verme ihtimali bulunmayan kesimleri de etkilemeyi bildiler. Bu kesimler, özünde Kürtlerin uğruna mücadele ettikleri değil, karşı oldukları şeylerle ilgilenmeyi tercih ediyorlardı.

Sol devrimlere pek de sevdalı olmayan ABD ordusu, NATO üyesi olan dostu Türkiye ile anlaşmaya varamayınca IŞİD’e karşı koymak için Kürtlerle ittifak kurdu. Başkan Trump, 2019 sonbaharında Türk devletinin desteğini arkasına alan İslamcıların işgaline zemin hazırlayarak Amerikan güçlerini[1] Türk sınırından çekince, ulusal güvenlik teşkilatı isyan etti ve Savunma Bakanı James Mattis[2] istifasını sundu. İsrail’in sağcı başbakanı Benjamin Netanyahu da “cesur Kürt halkıyla”[3] dayanışma içerisinde olduğunu dile getirdi.

Geçen haftanın başında, YPG’nin Kobanî’de IŞİD’e karşı kazandığı zaferin altıncı yıldönümünden bir gün önce, eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve kızı Chelsea’nin, Gayle Tzemach Lemmon’ın The Daughters of Kobani isimli kitabını temel alan bir televizyon dizisi üzerinde çalıştıkları haberi işitildi.

Batı’nın Cihadcıları Öldüren Keskin Nişancı Kızlarla Karşılaşmaları

Clinton’ın projesiyle ilgili bilgiler yetersiz ve The Daughters of Kobani [“Kobanî’nin Kızları”] henüz yayımlanmış değil, buna karşın Hollywood Reporter, bize şu ayrıntıları sunuyor:

The Daughters of Kobani, Kuzey Suriye'de IŞİD'le dövüşüp zafere ulaşan, tamamı kadınlardan oluşan Kürt milislerle ilgili yüzlerce saatlik röportajlara ve sahadaki haberlere dayanıyor. Kimsenin ihtimal dahi vermediği o zaferin ardından Kürt milisler, kendi siyasi vizyonunu herkese takdim eden, Ortadoğu'nun bir köşesinde cinsiyet eşitliğini tesis eden bir savaş gücü olarak ortaya çıktı. Milisler, bu süreçte ABD Özel Harekât Kuvvetleri’nin saygısını ve önemli askeri desteğini kazandılar.”

YPJ’nin hikâyesini ilk kez Clinton’lar anlatmıyor. 2018’de Fransız aktris Eva Husson tarafından yazılan ve yönetilen, Fransız bir gazeteciyi ve tamamen kadınlardan oluşan bir taburla olan ilişkilerini perdeye aktaran Les filles du soleil [“Güneşin Kızları”] kısa süre önce gösterime girmişti. Yine Fransız yapımı olan, feminist ve laik kesimlerin öncü isimlerinden Caroline Fourest tarafından yazılan Sœurs d'armes [“Silâhlı Kız Kardeşler”], kadın milislerle birlikte savaşmak için Rojava’ya giden iki genç Fransız kadına odaklanıyordu. 2020’de, Ron Leshem, Maria Feldman ve Eitan Mansuri tarafından oluşturulan, Hulu video sitesine ait No Man’s Land [“Sahipsiz Topraklar”] adında Rojava üzerine bir başka yapım daha yayınlandı. Bu kez kahraman, kız kardeşini aramak için Suriye’ye giden bir Fransız’dı.

Tüm bu yapımlar, kimi ortak yönlere sahip. Birincisi bu filmler, kameralarını Batılılara yöneltiyor, YPJ ve Suriye İç Savaşı ise filmlerde romantik bir arka plan görevi görüyor. No Man’s Land’i eleştiren bir ismin de dile getirdiği gibi, “filmin hiçbir yerinde Kürt özgürlük savaşçılarının seçkin bir birimi olan YPJ’nin hikâyesine yer verilmiyor. En fazla, filmin Suriye iç savaşı ile ilgili olduğundan söz edilebilir ki o bile zor.”[4]

İkincisi, bu yapımlara Kürtlerin katılımı görece sınırlı olmuştur. Bunlar Kürt hikâyeleri değil, Batılıların yabanla ilişkilerine dair hikâyeler. Bahsi edilen iki Fransız filminde hikâyelerde örtük olarak Fransa’daki “kültür savaşları”[5] üzerinde duruluyor, Suriye’deki Kürt hareketi ise tali bir unsur olarak ele alınıyor.

Üçüncü ortak yönse şu: Bu filmler, Suriye'deki Kürtlerin açıktan solcu olan siyasetini büyük ölçüde karartıyorlar. Onun yerine, bize genel, tehdit edici olmayan ve nihayetinde anlamsız bir “özgürlük mücadelesi” takdim ediliyor, bu açıdan filmleri, en iyi ifadeyle, “Batı’nın mücahid öldüren keskin nişancı kızlarla karşılaşmaları” olarak özetlemek mümkün.

Kobanî: Bir Clinton Yapımı

Peki bu The Daughters of Kobani projesini nasıl anlamalıyız? Dizinin uyarlandığı kitabı yazan gazeteci Gayle Tzemach Lemmon, Hillary Clinton’ın yakın bir destekçisi ve o seçkinlere has “bağımsız iş kadını” feminizminin timsali. Kadınların girişimcilik yoluyla güçlendirilmesinin bir savunucusu[6] olan ilk edebi filmi The Dressmaker of Khair Khana [“Hayir Hanalı Terzi” -2011], Taliban’ın kısıtlamaları altında faaliyet gösteren bir Afgan iş kadınının hikâyesini anlatıyordu.

2015 yılında, kadın özgürleşmesi üzerine başka bir kitap daha yayımladı: Ashley's War: The Untold Story of a Team of Women Soldiers on the Special Ops Battlefield [“Ashley’nin Savaşı: Özel Operasyon Sahalarındaki Kadın Asker Timinin Anlatılmamış Hikâyesi”] Afganistan’da muharebe sahasında görev yapan kadınların hikâyesini aktarıyor. Kitap, Senatör John McCain ve Sheryl Sandberg gibi önemli isimlerce hakkında tanıtım yazıları kaleme alınmış bir çalışma.

The Daughters of Kobani, en iyi ihtimalle önümüzdeki ay gösterime girecek. Brooklyn doğumlu anarşist Murray Bookchin’in çalışmalarından ve 1984’ten beri Ankara ile savaşan, ABD’nin terörist örgütler listesine aldığı Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) hapisteki lideri Abdullah Öcalan’ın yazılarından beslenen YPG ve YPJ’nin anti-kapitalizminin filmde kendisine yer bulmayacağı, filmde sadece “birilerinin kıçına tekme vuran kızlar”a yer verileceği hususunda kimsenin şüphesi olmasın.

Oysa Kobanî'de kadın savaşçılar kapsamlı bir rol oynadılar ki bu rol, Suriye iç savaşının özelliklerinden kaynaklanan, Batılı seçkinler tarafından keşfedilen bir merak veya basit bir tarihsel sapma değildi. 1970’lerde ve 80’lerde, bir dizi solcu Kürt politik örgütünün silâhlı kadın birlikleri vardı, bu örgütler içerisinde en fazla öne çıkanı ise İran’da faaliyet yürüten Komala idi. YPJ’nin kadın savaşçılarını var eden soykütük ise saflarına uzun zamandır kadınları alan PKK’ye dayanıyor.[7]

İşte tam da bu noktada Clinton’ların çekeceği filmdeki tarihsel ironiden söz etmek gerekiyor. 1990’larda Bill Clinton yönetimi, Ankara’nın PKK’ye karşı mücadelesinde kullanılan yüklü miktarda silâhı Türkiye’ye sattı ve bu silâhları bahsi edilen ülkeye aktardı.[8] Ayrıca Amerikan istihbaratı, Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında Türk özel kuvvetleri tarafından yakalanmasında kritik rol oynadı.[9]

Hillary ve Chelsea Clinton, Bill Clinton’ın eylemlerinden tabii ki sorumlu tutulamaz. Fakat ABD’nin yerdiği, öte yandan YPJ savaşçılarının hürmet ettiği Öcalan gibi bir ismi filmde nasıl ele alacaklarını görmek epey ilginç olacak doğrusu.

Kürt Hikâyeleri

Pek çok Kürt, tümüyle yok sayıldıkları koşullarda, Batı’da kültür insanlarının kendilerinden söz etmeleri karşısında memnuniyet duyacak, burası kesin. Kürt sinemacı Beri Şalmaşi'nin de belirttiği gibi, “On yıl önce sırf Kürt adı anıldı diye sevinen insanlardı” Kürtler. Bunun bir ispatı da benim: hayli popüler olan Expanse roman serisindeki Kotyar Gazi’nin Kürt olduğu ortaya çıkınca manasızca heyecanlanmıştım. Öte yandan, Türk basınında çıkan, dizinin çekileceğine dair haberlerin tetiklediği, o asap bozucu öfke de birçok Kürdü memnun edecektir.[10]

Ama müesses nizama bağlı bir gazetecinin kitabına dayanan ve Clinton ailesince çekilecek bir filmin, Rojavalı kadın savaşçıların hikâyesini anlatmaya dönük olarak daha önceden ortaya konmuş çabalardaki eksik ve kusurları gidermesini kimse beklemesin. Muhtemelen karşımıza, Suriye’deki gerçek mücadeleyi karartan ve bu mücadeleyi Clinton’lar gibi militaristlerin çıkarlarına hizmet eden daha geniş bir “terörizmle mücadele” konseptiyle birleştiren romantik bir Kürt kadın savaşçı hikâyesi çıkacak.

Clinton’ların liberalizmine karşı olan, Kobanîli kadın ve erkeklerin uğruna mücadele ettikleri eşitlikçi toplum vizyonu, bir kez daha sterilize edilmiş ve egzotikleştirilmiş klişelerin arkasına gizlenecek.

Djene Rhys Bajalan
29 Ocak 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Megan Specia, “Winners and Losers”, 15 Ekim 2019, NYT.

[2] Jeffrey Goldberg, “The Man Who Couldn’t Take It Anymore”, Ekim 2019, Atlantic.

[3] Herb Keinon ve Tovah Lazaroff, “Gallant Kurds”, 10 Ekim 2019, JP.

[4] Daniel Fienberg, “No Man’s Land”, 18 Kasım 2020, HR.

[5] Sylvain Mercadier, “French Muslims”, 13 Kasım 2020, MEE.

[6] Anushay Hossain, “Are You An Idea Entrepreneur?”, 20 Ekim 2016, Forbes.

[7] “Who are the Female Fighters of the PKK?”, 5 Ocak 2014, BBC.

[8] Michelle Ciarrocca, “US Arms for Turkish Abuses”, 17 Kasım 1999, MJ.

[9] Tim Weiner, “US Helped Turkey Find and Capture Kurd Rebel”, 20 Şubat 1999, NYT.

[10] “Hillary Clinton, 25 Ocak 2021, Sabah.

,

Kısır ve Olumsuz Eleştiri

Bordiga’nın kaleme aldığı uzun makale, üzerinde durmayı hak eden bir çalışma. Yazar orada, hakkında net bir konum almadığı, ama gene de kabule yanaşmadığını açık bir biçimde ortaya koyduğu kimi hususları nazik bir dille ve şüpheyle aktarmış. Tez ve antitez arasında sürekli salınıp duran yazar, kendisine ait herhangi bir “özgün” tez dillendirme gereği bile duymamış.

Yoldaş Bordiga yazısında, solun sorduğu tüm sorular karşısında ihtiyatlı bir konum almaktan gayrı bir şey yapmıyor. Yazıda, Enternasyonal’in bu tür soruları kendince ele alıp çözüme kavuşturduğundan da, solun bunları başka bir şekilde ele alıp cevapladığından bahsetmiyor. Onun yerine “Enternasyonal’in soruları ele alış ve çözüş biçimi beni ikna etmiyor. Korkarım Enternasyonal oportünizm tuzağına düşüyor, üstelik düşmemesini güvence altına alacak elde herhangi bir imkân da bulunmuyor” türünden şeyler söylüyor.

Bordiga’nın konumu, şüphe ve vehim üzerine kuruludur. Bu konum üzerinden sol, her şeye olumsuz bakmakla yetiniyor. O sadece şerh düşüyor, üstelik bu şerhleri somut bir form dâhilinde de ifade etmiyor, bakış açısını ve çözümlerini somutlamıyor. Sonuçta da sol, şüpheyi mikrop gibi yayıyor, güvensizlik ortamını kalıcı kılıyor, hiçbir şey inşa etmiyor.

Bordiga’nın makalesi, o hepimizin bildiği metafizik hipotezle başlıyor. Yoldaş Bordiga bize, “Komünist Enternasyonal’in oportünizm tuzağına düşme ihtimalinin olup olmadığını” soruyor. Bu soru karşısında şunu pekâlâ söyleyebiriz: “Bordiga’nın oportünist olmaması ihtimali, Papa’nın ateist, sanayici Ford’un komünist olması ihtimali kadardır.”

Metafizik ihtimaller âleminde dilediğiniz şeyi hayal edebilir, istediğiniz şeyi isteyebilirsiniz. Oysa Marksistler her daim şu soruyu sormalıdırlar: Komünist Enternasyonal’in proletaryanın öncüsü olmama ihtimali söz konusu mu, o, burjuvazinin satın aldığı işçi aristokrasisinin somut bir ifadesi hâline mi gelecek? Soru, Marksistlerce bu şekilde sorulmalıdır. Yoldaşlar ona gereken cevabı, kolaylıkla zaten vereceklerdir.

Bordiga’nın makalesi, yoldaşların illaki üzerinde duracakları kimi teorik ve pratik yanlışlarla örülüdür. Burada sadece en belirgin hususlar üzerinde durulacaktır.

Yazıda Yoldaş Bordiga, hücre örgütlenmesinin tek başına partiye belirli bir nitelik kazandırmadığını, onun oportünist yozlaşmaya karşı şerbetlemediğini söylüyor. Oysa biz biliyoruz ki komünist partinin proleter niteliğini güvence altına alan ana unsur, hücrelerdir. Hücreler, partiyi oportünizme karşı her şeyden daha fazla şerbetleme imkânına sahiptirler.

Sürekli hücre sisteminin Rusya için uygun olduğunu söyleyip duran, hatta bu sistemin iktidarın alınmasından sonra daha fazla geçerli olduğu iddiasında bulunan Bordiga, onun burjuva demokratik rejimin hüküm sürdüğü ülkelere tatbik edilemeyeceğini söylüyor.

Bordiga bu noktada, “Biz hücrelere, en azından belirli görevlere sahip olan ve fabrikalarda çalışan üyelerin oluşturduğu gruplara karşı değiliz” diyor. Peki ama tam olarak ne diyor, sol hücrelerden yana mı olsun onlara karşı mı çıksın?

Ayrıca Bordiga’nın bahsini etmekten bir şekilde kaçındığı bu “belirli görevler” de neyin nesi? Sol ve Bordiga, Bolşevikleşme sürecine karşı olduğunu açıktan dile getiremiyor, onun yerine bu sürece şüpheyle yaklaştığını söylüyor, bu örgütlenme tarzının “Leninizme körü körüne kulluk eden seçilmiş memurlar şebekesince denetlenen hücreler üzerine kurulu olduğunu” iddia ediyor.

Belirli bir ülkedeki parti liderliğinin ideolojik düzlemde seçilmiş kişilerden oluşması gerektiği tartışılmayacak bir husustur, zira bu olmadan bir komünist parti, ne komünist ne de parti olabilir. “Körü körüne kulluk” meselesine gelince, bu polemik tarzı üzerinde durmaya değmeyecek ölçüde kaba ve manasızdır.

Bordiga’nın Leninizmle ilgili yazdıkları da epey ilgi çekici. Yazarımız, Leninizmin Marksizmden gayrı bir şey olmadığını, dolayısıyla bu terimi kullanmanın manasız olduğunu söylüyor, ama nedense bir süre sonra solun her iki terimi ayrım gözetmeden kullanması gerektiğinden bahsediyor. Kendisiyle çelişiyor. Zira Bordiga, Lenin’in Marksizmi tamamlayan kişi olduğunu, emperyalizm yorumunun, millet ve tarım meseleleriyle ilgili formüllerinin Marksizmin gelişimine önemli katkılarda bulunduğunu söylüyor.

Ama belirli noktalarda Lenin’den ayrı duran Bordiga, özele değil genele kilitleniyor. Dolayısıyla onun “Lenin’i irdeledik ve eleştirdik, onun çıkarımları bizi hiç ikna etmedi” veya “Lenin’in sözleri benim saf değiştirmeme sebep olmadı” türünden ifadeleri, muhtemelen küçük burjuvaları etkileyecek, komünistler ve devrimci işçilerse bu sözler karşısında sadece omuz silkmekle yetineceklerdir.

Bordiga yazısında Lenin’e hangi noktalarda itiraz ettiğini açık bir dille söylemiyor, ama devamında Lenin’in taktik sistemini benimsemediğini, zira bu sistemin oportünist uygulamalara karşı herhangi bir güvence sunmadığını söylüyor. Oysa Bordiga, bugüne dek kendisinin oportünizmin tehlikeli yolunu açığa vuran her türden taktiksel manevraya her daim karşı çıktığını söylese dürüstçe konuşmuş olurdu.

Sapmalara karşı güvence taktiklerde değil bizde, bizim komünist bilincimizde, partinin ihtiyatlı tutumunda ve geliştirdiği özeleştiride, ilkelere sıkı sıkıya bağlı oluşunda ve gözlerini devrimci hedeften asla ayırmamasında aranmalıdır. Bu anlamda Bordiga’nın makalesine yönelik itirazlar bizi usandırmamalıdır. Bu tür yazılar, her türden yanlışa ve tutarsızlığa dair zengin örneklerle doludur.

Biz burada sadece parlamentarizm karşıtlığı ve partinin meclisten ayrılan sol partilere bağlı işçi kitlelerine yönelik taktikleri ile ilgili yanlışlara değinmek niyetindeyiz. Bordiga’nın dediğine göre partinin benimsediği taktik, hiçbir kongrede kabul görmedi. Oysa kongre, esasen ne Sosyalist Partili Matteoti’nin öldürülmesi ne de kitlelerdeki gericilik ile ilgili herhangi bir taktiği benimsedi. Bu süreçte kitleler, meclisten ayrılan sol partilerin besledikleri yanılsamalara meylettiler. Peki bu gelişme konusunda Bordiga, hangi taktiğin benimsenmesi gerektiğini söylüyor? Bu noktada yazarımız, taktik ile ilgili bir açıklama sunmak yerine, sadece “çok az şey yapıldı, oysa çok şey yapılabilirdi” demekle yetiniyor.

Bordiga’nın makalesi, fikri çürümenin nerelere varabileceğini delillendiren bir belge aslında. Yoldaş Bordiga, sadece reddiyelerinin mantıksal sonuçlarına ulaşma konusunda belirli bir zafiyetle yüzleşmekle kalmıyor, aynı zamanda açık ve eksiksiz bir biçim dâhilinde, o eleştirdiği talimatlara karşı yeni talimatlar da öneremiyor.

Bir kişi kendisini sadece olumsuz eleştiriyle, şüphe mikrobunu yapmakla, vehmi ve güvensizliği beslemekle sınırlarsa, olumlu anlamda kurucu bir şeyler ortaya koymuyorsa o kişi karaktersizdir, ayrıca partiye ve Enternasyonal’e bağlı ve saygılı olmayan biridir.

Antonio Gramsci

30 Eylül 1925

Kaynak

29 Ocak 2021

,

Türk İştirakiyyun Kongresi Nutku


Aziz yoldaşlar,
Beni şu konferansa reis intihabınızdan dolayı bü­yük teşekkürler ederim. İtimadınıza teşekkürüm resmî değil, pek samimi mahiyettedir. Ben bu ictimâinizi büyük bir kıymet-i tarihiyye telâkki ediyorum. Çünkü fikrimce bu teşkil ettiğiniz heyet, tarihte Türk halkının teesüratını (üzüntülerini) hakikaten arz ve temsil eden ilk teşkilâttır. Bugünkü heyetimiz içinde öteden beri tüm inkılâp teşkilâtlarında olduğu gibi, yalnız münevver ve mütefekkir kimselerin değil, belki doğrudan doğruya zulme ve itisâfa (haksızlığa) düçar olan halk efradından Türk askeri, Türk köylüsü ve Türk işçisi olarak birçok arkadaşların da bulunuşu inkılâp ruhunun Türkiye’de aşağı tabakalara nüfuz ettiğini ve Türkiye’de sosyalistliğin ütopizm, yani hayalperestlik devrini atlatıp bir devr-i hakikate girmek istidadında bulunduğunu gösterir. Biz bugün Rusya’da, bütün insaniyeti esaretten kurtarmaya çalışan Rusya inkılâb-ı âzimine yalnız hayat ve edebiyatla değil, belki fiiliyât ve teşkilâtla koşulmak üzere bulunmuş oluyoruz.
Evet, hemen bir asır geriye doğru Türkiye muhit-i ictimâiyesinde anbean baş gösteren Tanzimat ve Islahatçılık ve nihayet Meşruiyetçilik hareketlerinin şerâit-i vukuu tedkik edilirse görülüyor ki, bunların hepsi, başta bir takım beyler ve paşalar bulunmak şartıyla gâh bir, gâh diğer şehzâde etrafında padişahlara karşı bir taht-ı saltanat davası açmaktan başka mahiyette değildir. On sene evvel Türkiye’de vâkî olan inkılâba gelince; bu inkılâpta netice itibarıyla eski aristokratik teşkilât ile ittifak akdederek mazlum halk namına hiçbir hak, hiçbir hayır ithaf edemedikten başka, bilâkis halkın ictimâî emval ve emlakini tahrik suretiyle fukaranın burjuvazya tarafından talanına yol açmıştır. İki dereceli bilavasıta intihap ile bütün kuvvet mutavassıt ve yüksek sınıflara teslim edilerek, diğer taraftan bankacılık itibarıyla Abdülmecid’in bile kabul etmediği Mançesteriyen sisteminin en yüksek ve en müterakki şekilleri tatbik olunarak kapitalin fakir halkları kolu altına almasına bir kat daha yardım edilmiştir.
Kapitalin yağmasından zengin ve orta sınıf anasırlar arasında bahşetmek, sözdeki tesir ve nüfuzu gösteremez. Fakat sizler gibi yıllarca Yemen ve Havran Çöllerinde, Arabistan Sahralarında bütün genç ve şâd ömürlerini telefle Anadolu’ya köyüne dönüp geldiği zaman, baba ocağının büsbütün söndürülerek evin ve tarlanın satıldığını veyahut artık satılmak üzere herhangi bir bankanın mezad cedveline kaydolduğunu görüp bilen, Anadolu’nun bu gibi facialı vakaları içinde yaşayan kimselere, sizlere, kapital yani sermayeden (Altın) bahsederken ve bunun paşalar, beyler, ağalar elinde zavallı işçi ve köylü halklarımızı ezmek için ne zalim bir kuvvet ve silâh olduğunu söylerken sözlerimin bir ma’kes bulduğuna imanım vardır.
İşte yoldaşlar, kapital: zavallı işçi kardaşlarımızın kanını emen, kemiklerini ezen şu mehabetli (ulu) makineler mamur ve abadan (mamur) çiftlikler, malikâneler, fabrikalar, sancakhaneler, şu tramvaylar, vapurlar ve demiryolları hâlinde mahdut şahıs ve şirketler elinde bulunan zenginlikleri hülâsa kapitali millete mal edip, fakir ve mazlum halkları şu menhus (uğursuz) kuvvetin istibdadından kurtarmak… İşte sosyalizmin esası. Bu ictihada iştirak eden herkes sosyalisttir. Fakat bununla iş bitmez. Yalnız böyle ictihad edip de burjuvazya yolunda devam etmekte halkın beklediği inkılâp vücuda gelmez, sosyalizm kuvveti ve inkılâbın yakınlığı, ancak işçi ve köylü sınıflarının kendi sınıfî menfaatlerini ve ictimâî ideallerini bilerek burjuvazya karargâhı karşısında ayrı bularak, proletarıyat karargâhını kurup işe başlamalarıyla temin edilmiş olur.
Burjuvazyanın parlamenterizm vasıtasıyla mağlup edilmesinin bir ütopya olduğu tarih ile sabit oldu. Burjuvazya ile uyuşup yaşayarak fakir halklara hayırlı hidmetlere çalışmak üstad-ı âzam Karl Marks’a ihanetten başka bir şey değildir. Mesleğine sadık Marksistler teşkilâtlarını burjuvazya ile her türlü temas ve muvafakattan (kabul) mücerred (soyut) olarak ihtilâlci esaslarda vücuda getirenlerdir. Fakir işçi ve köylüler karargâhlarını hakiki sosyalizm ile teçhiz ettikleri gün burjuvazyaya karşı ilân-ı harp etmiş olurlar. Sosyalist teşkilâtları ancak her an kapitale hücum edecek ve enternasyonal vak’aya zahir olabilecek vaziyette bulunmasıyladır ki, ihtilâlci vasıtalarda kendilerini arz ve temsile kesb-i liyâkat ederler.
Yoldaşlar! Biz bugün burada şu esaslar dairesinde âlem-i insaniyetin siyasî olduğu kadar iktisadî zulm ve tegalübden (birbirine üstün gelme) de katiyen kurtarılmasına bütün ruh ve vücudumuzla çalışmak üzere toplanmış oluyoruz. Biz bugün, insaniyetin şu kan ve ateşle kaynayan muhitinde vaziyet olmakla Türklerin hey’et-i medeniye-i ictimâîyedeki hakk-ı hayatlarından bir alem (nişan), bir işaret daha yükseltmiş oluyoruz.
Biz bugün Rusya İnkılâbı’nın birer mühim amili olan Müslüman Kavimlerin Moskova’daki en âli merkezinde toplanmakla İslâm Âleminin Enternasyonal vakasına olan nazarını daha aşikâr meydana koymuş oluyoruz.
Bizim bugün tuttuğumuz yoldan daha dün Rusya’da yaşayan Tatarlar yürümeğe başlamışlardı. Yarın da Araplar, Acemler o selâmet şahranını (yol) tutacak ve bütün âlem-i insaniyet böylece hakiki kardeşlik, hakiki birlik ve hakiki azatlık yoluna girmiş olacaktır.
Yaşasın bütün dünyanın müslüman işçi ve köylü halklarını birbirine bağlayan Rusya İnkılâbı!
Yaşasın kızıl ışıkları insaniyet ufkunda görünmeye başlayan Üçüncü Enternasyonal!
Mustafa Suphi
22 Temmuz 1918
, ,

Temasın Felsefesi

Temas” [Vasili Kandinski -1924]

İki beden birbirlerine dokunduklarında temas kurarlar. Peki ama dokunmak ne demektir? Nedir temas?

Giorgio Colli, temasın net bir tarifini sunuyor ve iki noktanın ancak bir temsil boşluğu ile ayrıldıkları vakit temas kurduklarını söylüyor. Temas, her türden kesintisiz nicelik bölünemediği için kendi başına varolamayan bir irtibat noktası değildir. İki varlığın temas kurduğunu, aralarında belirli bir ortam oluşmamışsa, bu iki varlık birbirlerine yakın olduklarında söyleyebiliriz.

Eğer iki şey arasında (örneğin özne-nesne, karı-koca, efendi-köle veya uzaklık-yakınlık arasında) belirli bir temsil ilişkisi varsa demek ki bunlar arasında temas yoktur. Ama eğer temsiliyet ilişkisi yoksa da bu sefer aralarındaki bağ kopar. Aralarında hiçbir şey yoksa ancak o vakit temastan söz edilebilir.

Başka bir ifadeyle temas, temsil edilemeyendir. İlişkiyi başka şeyle ifade etmek mümkün değildir. Bu anlamda Colli’nin de dediği gibi, “temas, temsil edilebilen hiçliğe, metafizik yarığa dair bir göstergedir.”

Bu tanım esasında kusurludur, zira “hiçlik” veya “temsil edilemeyen” gibi ifadelere başvurmakta, mistisizm tuzağına düşme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Colli’ye göre temastaki dolaysızlık sınırlıdır, çünkü temsil asla bütünüyle ortadan kaldırılamaz. Soyut kalma ihtimalinin yol açtığı her türden riske karşı o vakit şu söylenmelidir: asıl faydalı olan, çıkış noktasına geri dönüp bir kez daha “dokunma”nın anlamını, yani en basit ve en dünyevi his olarak dokunmanın kendisini sorgulamak gereklidir.

Aristo, dokunmanın özel niteliği üzerine kafa yormuş bir isimdir. Ona göre dokunmak, diğer hislerden farklıdır. Her hissin bir ortamı (ara düzlemi –metaksisi) vardır ve bu ortam belirleyici bir görevi yerine getirir: görmede ortamın kendisi şeffaftır, gözleri etkiler ve renklerle aydınlığa kavuşur. Duymada ortam havadır, hareket ses kütlesiyle sağlanır ve ses kulaklara çarpar.

Dokunma diğer hislerden ayrıdır, zira dokunmada somut olanı “ortam bize bir eylemle etkide bulunduğu için algılamayız, onu ortamla birlikte algılarız.” Bize dışsal değil aksine içimizde olan ortam, etin (bedenin -sarx) ta kendisidir. Yani dışarıdaki nesneye dokunmakla kalmayız, ayrıca dokunma eti harekete geçirir, başka bir ifadeyle temas hâlindeyken biz kendi duyarlığımıza dokunur, bizdeki algılama becerimizden etkileniriz.

Görme hâlinde gözlerimizi göremeyiz, duyma hâlinde duyma becerimizi algılayamayız, ama dokunma hâlinde dokunma ve dokunulma becerimizle temas kurarız.

Bu anlamda başka bir bedenle temas kurmak, her şeyden önce kendimizle temas kurmaktır. Dolayısıyla diğer hisler karşısında ikincilmiş gibi görünen dokunma hissi, aslında birincildir ve ilk sırada gelir, çünkü özne orada üretilir. Oysa görmede ve diğer hislerde özne, önceden bir şekilde varsayılır.

Kendimizi ilk kez başka bir bedene dokunduğumuz vakit, ortak bedenle temas kurduğumuzda tecrübe ederiz.

Eğer bugün inatla yapmaya çalıştığımız gibi, tüm teması ortadan kaldırırsak, her şeyi ve herkesi birbirlerinden uzak tutmaya devam edersek, o vakit sadece başka bedenleri tecrübe etme imkânını değil, ayrıca, her şeyin ötesinde, kendimizi dolaysız bir biçimde tecrübe etmeyle ilgili tüm imkânları da kaybedeceğiz, yani tüm o saflığı ve basitliği ile etimizi, bedenimizi yitireceğiz.

Giorgio Agamben

5 Ocak 2021

Kaynak

28 Ocak 2021

,

Fasit Daire

Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’ın 1 Ocak 1921’de Kars’tan

Bakû’deki yoldaşlarına gönderdiği mektuptan bir bölüm [TÜSTAV]


Siyaset, sorumlulukla ilgili bir meseledir, sorumluluksa hesap vermek ve hesap sormaktır. Hesap vermek ve sormak için had bilmek, had bildirmek gerekir.

Bu açıdan sol, siyasetsiz olmak demektir. Çünkü o, girdiği fasit dairede, kitlelerin sorumluluğunu almayan, almak istemeyen, hesap vermeyen, sormayan, had bilmeyen, bildirmeyen, ama nasılsa, burjuvazi eliyle “özne, fail, aktör” olmuş bireylerin mikro-iktidarıdır. O iktidarın imkânlarından vazgeçemez.

Sol eleştirisi, komünist siyaset içindir, ona içredir.

Gramsci, “Kısır ve Olumsuz Eleştiri”[1] başlıklı yazısında muarrızı Bordiga’yı solcu olmakla itham eder ve solun “metafizik ihtimaller âlemi”nde dolaşıp durduğunu, hiçbir şey inşa etmediğini söyler. Bu eleştiri, bir açıdan hareketin ve kitlelerin sorumluluğunu almamak, varolan solcu siyasete mesafelenmemekle ilgilidir. İtalya’da solcular, Ekim’in ve Komintern’in açtığı kılıç yarasını sarmak, gizlemek için çalışmaktadırlar. Gramsci’nin eleştirdiği konu, budur. O, küçük burjuvaları kaçtıkları metafizik âleme dek kovalayıp, onlardan hesap sormaktadır.

Sol, dinî siyasetin metafiziğine kendi metafiziğini korumak adına saldırmaktadır. O, burjuvazi eliyle özne, aktör ve fail olmaya ikna edilmiş bireyler üzerinden işlemektedir. O bireyler, kendi benzerlerini bulup onları ikna etmeye çalıştıkça, fasit daire, hareketi ve fikri boğar.

İkna edilen kişi, kendisi nasıl ikna edilmişse o şekilde başkasını ikna etmeye çalışır. “Devlet (veya sermaye), senin bireyliğine saygı duymaz, mülkiyetini veya rekabet ilişkileri içerisindeki konumunu ortadan kaldırır, gel benim gibi solcu ol” der. Bu solculuğun kitlelerle, ezilen halk kesimleriyle bir alakası doğal olarak olamaz, o böylesi irtibatı baştan reddeder.

Sol-sağ ayrımı, kapitalizm içre bir ayrışmada atılan çentikle, oluşturulan eşikle ilgili bir mesele. Komünistler, illaki o çentiği tarihsel-toplumsal açıdan önemserler, ama o ayrımı tarih dışına atıp yüceltmezler, varlıklarını o çentikten ve eşikten başlayarak inşa etmezler. Onlar, sınıflı toplumun tüm tarihindeki çentiklere ve eşiklere göre mücadele yürütmeye mecburdurlar. Çünkü hayat, burjuvaziyle başlamamıştır. Başladığını düşünen solcularla bu vehme karşı çıkan komünistleri ayırmak gerekmektedir.

Fatih Yaşlı, Kılıçdaroğlu’nun “sağ-sol ayrımı bitti” lafına, son yirmi-otuz yıldır CHP’nin inşa ettiği solculuğa bir yerinden yamanmaya çalışan bir siyasetin parçası olduğu için tepki gösterir.[2] Onun gibiler, CHP’nin antikapitalist olacağı günü beklemekle ömür çürütmeye yazgılıdırlar. Bu tür tepkilerle Yaşlı ve arkadaşları, solu kendisiyle tanımlamak için fırsat olarak görürler. Oysa o tanımladığı sol da burjuvazinin ölçü ve ölçütlerine göre inşa edilmiştir. Çünkü Yaşlı’nın partisi, cumhuriyet burjuvazisine ve “devrimlerine” sahip çıkmayı programının başına yazmıştır.

O program, doğalında Mustafa Suphilerin pratikte yazılmış programını redde tabi tutar. Yaşlı’nın partisinin başkanı, partinin kurulduğu günlerde Habertürk’te, “Suphiler Anadolu’ya ölmek için geldiler, biz ölmek istemiyoruz, o yüzden TKP’yi kurduk” diyordu. Sol, Anadolu’da burjuvazi ve devletle yaşamak isteyenlerce tarif edilmiştir. O noktada çentik ve eşik silinir. Suphi, bireysel hikâyelerin, hesaplaşmaların, tasfiyelerin konusu kılınır. Onda somutlanan tarihsel-toplumsal iradenin üzeri örtülür.

Suphi pratiği, bir sorumluluk, had ve mücadele bağlamında varoluyor. Sorumsuz olanlar, Suphi’yi hadsiz, burjuvazinin had bildirdikleri ise Suphi’nin mücadelesini yanlış ve eksik buluyorlar. Bugün adında “şoven bir ifade” olarak “Türkiye” kelimesi bulunan bir örgüt, “Suphi milliyetçiydi, biz Ermeni devrimcilerinin soyundan geliyoruz” diyorsa, bunun nedeni, örgütün Ermeni sevgisi değil, onun sorumluluk, had ve mücadele bağlamından çıkmak istemesidir. Ermeni, basit bir bahaneden ibarettir. Sınırlar aşılarak sınıfsızlık âlemine yelken şişirilmektedir.

Çünkü sol, kazandığı parayı, biriktirdiği mülkü kimseyle paylaşmak istemeyen küçük burjuvaziye ait bir vehimden ibarettir. O küçük burjuvazi, yabancı ülkelerde yaşama hayaliyle varolabilir, metafizik âleminde ancak bu hayalle yaşayabilir. Onun sorumluluk alması, hesap sorması, hesap vermesi, had bilmesi ve bildirmesi mümkün değildir. O solun burada yaşamaya mecbur olan, dert çeken, çile biriktiren, yarına çıkmak için kavga eden emekçilerde değer ve anlam bulması imkânsızdır. Bu sol, artık yoksuldan, emekçiden, ezilenden tiksinme imkânıdır.

Sorumluluk, hesap ve had içinse Suphilerin yolunda olmak gerekir. Yıllarca “metafizik ihtimaller âlemi”ne tapıp duran, sürekli “birbirine değmeyen toz zerrecikleri”ne dair hayaller kuran solcular, Suphilerin somutta inşa ettikleri ihtimali ortadan kaldırmak için çabalamışlardır. Her solcu, içten içe bunun için uğraştığını bilir. Bilmiyorsa, sermaye veya devlet gelir, hatırlatır.

Suphiler, mülk edinilecek, uğruna rekabet edilecek bir mesele değildir. Onların hareketine ait olunmalıdır. Mülküyle ve rekabetteki konumuyla düşünenler, bu aidiyeti asla anlayamazlar.

Maalesef son 15-20 yıl içerisinde bizim de içinde olduğumuz kolektif çaba dâhilinde, Suphilere yönelik teveccüh iyiden iyiye artmıştır. Onlarla hiç ilişkisi olmayanlar bile haklarında kalem oynatır olmuşlardır. 2005 senesinde bu ilgiyi istismar etmek isteyenler, Suphiler için konferans tertiplemiş, eski TKP’liler, o konferansı “biz iyiydik de n’apalım, miras çürüktü” demek için fırsat olarak kullanmışlardır. Katılımcılar Suphi’nin, “Ermeni katili, hırsız, milliyetçi, cahil, korkak, maceraperest ve geri” olduğunu söyleyip rahatlamışlardır. O katılımcılardan biri olan ve bu tür laflar eden Emel Akal’ın bugün İştirakiyyun ve Müslüman Komünistler’le ilgili kitaplar yazması, önemli bir gelişmedir. Tabii bu kitaplar, tarihsel muhteva silinerek yazılabilmişlerdir. CHP’ye meftun ve mecbur olan sol, başkasını yapamaz.

Mesele, tam da bu meftuniyet ve mecburiyettedir. Komünist siyaset, CHP’den ayrı, ona karşı oluşturduğu tüm mevzileri terk etmiş, hepsini CHP’ye bırakmıştır. Temel sorun, budur. Bugün ancak devletin ve/veya sermayenin estirdiği rüzgârla, o da CHP’nin izin verdiği ölçüde, yelkenini şişirebilmektedir.

Bu açıdan Fatih Yaşlı’nın “kapitalizm karşıtı” olmasının bir anlamı yoktur. Onun kapitalizm diye anladığı ve anlattığı şey, bireysel çıkarlarına halel getiren tüm ecinnilere dair bir imgeden ibarettir. Yoksa pratikte kendisi ve partisi, döne dolaşa bu ülkedeki kapitalist pratik için çalışmaktadır. Nâzım’ın bir bankaya teslim edildiği dönemde, AB ile teşkil edilen bağlar üzerinden, bizzat devletin kurduğu bir yapıdır o.

Tabii buna karşı bir de sermayenin kurduğu “komünist parti”ye ihtiyaç vardır. Cumhuriyetçilerin KP’si varsa demokrasicilerin de olmalıdır. Çünkü aslında Kılıçdaroğlu, efendilerin isteğini kendisine bağlı solcu memurlara aktarmaktadır. “Sol ve sağ birlikte çalışsın” lafı, pürüz ve çapak istemeyen yukarının emridir. Bu emre uygun hareket eden iki komünist parti olmalıdır. Dış Kemalizm, ilerici enternasyonal[3] türü pratiklerin karşılığını burada üretmeye mecburdur. Paydaş kapitalizminin sürtünmesiz olabilmesi için çapakların temizlenmesi gerekmektedir. Bunun için eskinin akapçıları, antikapitalistler, iktidarı “aşı konusunda dünya ile işbirliğine girmemek”le eleştirmeli[4] ama o dünya denilen şeyin sınıfsallığı, sermayenin çıkarları ile ilişkisi, asla sorgulanmamalıdır.

Buradan çıkış için fasit dairenin aşılması şarttır. Kendisi gibi bireyler toplama devri kapanmalı, kavgaya örgütlenilmelidir. Kavga, küçük burjuvazinin CHP-HDP türü zincirlerinden kurtarılmalıdır. Komünist siyaset, Suphilerin açtığı yatağa akmayı, ona örgütlenmeyi bilmelidir. Kitlelerle ancak o sel yatağında buluşulacaktır. O selden korktuğu için efendiler adına pürüz ve çapak derdine düşmüşlerden uzak durulmalıdır.

Eren Balkır
28 Ocak 2021

Dipnotlar:
[1] Antonio Gramsci, “Sterile and Negative Criticism”, 30 Eylül 1925, MIA. Türkçesi: İştiraki.

[2] Fatih Yaşlı, 17 Ocak 2021, Twitter.

[3] Louis Allday, “İlerici Enternasyonal”, 20 Mayıs 2020, İştiraki.

[4] Önder Algedik, “Aşı Paraları Nerede?”, 18 Ocak 2021, Duvar.

26 Ocak 2021

, ,

Angela


Angela Davis Kara Panter Partisi üyesi miydi? Hayır değildi.
A Taste of Power ismini taşıyan, partinin yükselişini ve çöküşünü kusursuz bir biçimde anlattığı için herkese önerdiğim kitabında Elaine Brown, Angela Davis’in partinin Los Angeles şubesiyle bağlarına açıklık getiriyor.
Brown’un açıklamasına göre Davis, başında Bunchy Carter’ın bulunduğu şubede aday üye olarak çalışma yürütüyor, ama üyelerin çoğunda görülen kırılgan kişilik yapısına ve bir doktora öğrencisine yönelik erkek şovenizmine tanık olunca partiden uzaklaşıyor, oradan gidip revizyonist ABDKP’ye katılıyor.
Bu hikâyeyi öğrenen yoldaşlar, attığımız her adımda devrimci olan, partinin kattığı yetenekleri geliştiren, dışlayıcı olmayan kişilere ihtiyacımız olduğunu görmelidirler. Sonuçta dışarıda revizyonistler, bizden olanı kafeslemek ve partinin kattığı beceri ve yetenekleri kapitalizmin ömrünü uzatmaya yarayan çalışmaların hizmetine sunmak için ellerini ovuşturarak beklemektedirler.
Peki Kara Panter Partisi Angela Davis’i hiç eleştirdi mi, ona saldırdı mı? Hayır.
Bunun için ortada bir sebep de yoktu. Angela Davis, devlet baskısını iliklerine kadar hissetmiş, tüm becerilerini mücadeleye teksif etmiş, herkesin tanıdığı bir örgütçüdür. Marin İlçesi Adliye Sarayı’nda Johnathan Jackson’ın gerçekleştirdiği başarısız kaçma girişimi için silâhları onun temin ettiği söylenmiştir.
Davis, Reagan’ın emri üzerine, komünist olduğu için Kaliforniya Üniversitesi’nden kovulmuştur. Bu dönemde KPP, Davis’i yoldaşı ve destekçisi olarak görmüştür.
Burada ayrıca belirtmek gerekir ki bugün dünya genelinde Davis adına yürütülen dayanışma kampanyalarından öğrenilecek çok şey vardır. Bu türden kampanyalar, çatışmaya mahal vermeyecek ideolojik farklılıkların kucaklanmasını ve yönetici sınıfın ünlü bir eylemciye saldırması durumunda ağız dalaşının bu sınıfın çıkarına olduğunun anlaşılmasını gerekli kılmaktadır.
Bence Davis’in siyaseti, son otuz kırk yıldır sağcıdır. Her çelişkinin iki yönü bulunduğundan ondaki ilericilik ve yürüttüğü çalışmalar, dünya genelinde ilerici insanları bir araya getirmiş olması, onun ABD Komünist Partisi üyesi oluşunu gölgede bırakan hususlardır.
Davis’in hapishanelerle ilgili çalışması, Michelle Alexander’ın The New Jim Crow’u ve Kevin Raşid Johnson’ın kitabı kadar önemlidir.
Elimizde Davis’in devrimcilere zarar verdiğine, onların hapse düşmesine sebep olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır. Oysa Hindistan’da ve Filipinler’de revizyonistler, Maoist devrimcilere saldırmış, onları ihbar etmiş, devrimcilerin hapse girmesine veya ölmelerine sebep olmuşlardır. Revizyonist Hindistan Komünist Partisi-Marksist, Kerala bölgesinde iktidara gelmiş, Maoist hareketle çatışma içine girmiş, bu süreçte onlarca devrimci katledilmiş, yüzlercesi hapse atılmış ya da sürgün edilmiştir.
Eğer ABD’de halk savaşı yaşanıyor olsaydı Davis, ona muhtemelen karşı gelmeyecek, devlete devrimcilerle ilgili istihbarat temin etmeyecekti. Onun Soledad Kardeşleri’ne ve Kara Panter Partisi’ne, ayrıca Siyah Kurtuluş Ordusu gibi örgütlere sunduğu desteği kimse unutmamalıdır.
Angela Davis, halkın da Panterlerin de düşmanı değildir. Onu “düşman” olarak niteleyenler, Siyah Kurtuluş Ordusu’na küçük burjuva sekterliklerini aşılmaya çalışmış, her çelişkiyi uzlaşmaz çelişki olarak gören, Maoist maskesi takmış şarlatanlardır.
Emperyalizmin merkezinde yaşayan ezilen insanlar olarak bizler, kimin dost kimin düşman olduğunu iyi biliyoruz. Angela Davis, devletin zulmünü ve baskısını bilen, saldırılarını tanıyan, hâlen daha hapishanelerin kapatılması gibi ilerici fikirleri savunan ve Yanki emperyalizmini eleştiren bir isimdir. Onu düşman görmek, toy ve acemi ergenlerin işidir.
BRG
8 Temmuz 2020

24 Ocak 2021

, ,

Hamil

Halka yalan söylemeyin, zafere kolayca ulaşılacağı iddiasında bulunmayın.
[Amilcar Cabral]

Evde kalındığı günlerde, kimsenin dışarı çıkamadığı saatlerde, dizi oyuncularının sokaklarda rahatça dolaşmasına şaşmamalı. Bu ülkede diziler, devlet ve sermayenin sipariş ettikleri, yoksulu oyalayan, oyuncaklar.

Bugün her bir bakanlığın kendi dizisi var. Milli eğitim için dizi çekiyorlar, “çocuklar çok kaygısız” diyorlar, onları kendileri yetiştirmemiş gibi. Milli savunmanın çok dizisi var, bitirim delikanlılar, çukur mahalleler de oraya bağlı olmalı.

Herkes dron yapıp uçurmalı, uçurtmalar yırtılmalı, sanayi ve ticaret bakanlığı, gönül dağı türküsünü illaki mırıldanmalı, zira kavruk gençlere teknoloji sevdirilmeli.

En çok da feministlerin ve veli saçılığın bakanlığı olan aile ve sosyal politikalar bakanlığının dizisi var. Sonra da solcular, “asgari ücreti birey değil, aile temelli hesaplayın” diyorlar. Aile bırakmadınız ki? Özgür olmak istiyorsanız, bedelini ödemeniz gerek. Aile kalmasın ki sosyal politika olmasın, toplum değil, birey exxen olsun. Bakanlıktaki feministler, devletin sorumluluğunun kalmadığı neoliberal düzenin ajanları olmalı.

Acun, ekseni bu yüzden oluşturuyor. Bu sebeple yutubun boncuklarını ipine diziyor. İmamesi, çekene göre değişiyor. Bazen devlet oluyor, bazen sermaye. Artık “konuşanlar”, orada özne olacak. Şenaydemir gibi solcular, orada kendisini bulacak, özgürleşecekler.[1] Devlet, kendi özel kast ajansını illaki kuracak, sonra “gidin şuna oy verin” diyecek.

Bu arada, sağlık bakanlığının dizilerini unutmamalı. Olmayan ütopik özel hastanelerin reklâm edildiği yapımlarda, olmayan doktorlar anlatılıyor. Sağlık turizmi kendi otellerini kuruyor, o otellere diziler çekiliyor. Oradaki doktorlar uyarıyor bizi, virüse karşı. Gerçek doktorlara kimse inanmıyor. Çünkü bugün doktorlar, bilgisayar ekranından başını kaldırıp, hastanın yüzüne bakmaya bile tenezzül etmiyorlar. Dokunmadan, konuşmadan tedavi, mümkün zannediliyor. Temassız kartlar, hayatı biçimlendiriyor. Sağlık, basit rakamlara indirgeniyor.

Bir hekim, RNA ile ilgili araştırmalarının GDO’lu ürün sahasında çalışan meslektaşları tarafından engellendiğini söylüyor. Bir başkası, 1972’de “şeker zehirdir” dediği için nasıl aforoz edildiğini anlatıyor. Mikrobiyoloji derneğinin başkanı ve bilim kurulunun üyesi, tedavide kullanılan ilâçları savunuyor, kalp krizine ilâcın değil, virüsün sebep olduğunu söylüyor, hiçbir bilimsel kanıt sunmadan ve hiç utanmadan.[2] Buna “sağlıkta sınıf tavrı” diyorlar!

Bugün maske, PCR, önlemler, bağışıklık konusunda farklı iddialar ortaya atanlar, “bilim düşmanı” damgası yiyorlar. Egemenlerin “bilim”i, sınır ötesi ve sınıf dışı zannediliyor. Solu, buna inanan küçük burjuvalar yönetiyor. Lenin’se ücretli kölelik üzerine kurulu bir toplumda tarafsız bilim beklentisinin aptallık olduğunu söylüyor.[3]

* * *

Aleyn badyö haklı: özgürlükçülük muhafazakârlıktır.[4] Hep bir özgür olunan durumun mutlaklaştırılıp muhafaza edilmesi var. Ama eşitlik olmadan özgürlük, sermayeye; özgürlük olmadan eşitlik, hep devlete kulluk ediyor. Sanki birileri için yoldaki pürüzler temizleniyor.

Aleyn badyö, gene haklı: hareketçilik, defolculuk, bizi bir yere götürmüyor. Bugüne dek “defol” demekten, birilerine “baş düşmanı ben öğrettim, gene ben öğreteceğim ulen!” diye poz kesmekten başka bir şey yapmamış olanlar, badyönün sözlerini utanmadan paylaşabiliyorlar. Meselenin özüne, mülkiyete asla işaret etmiyorlar. Hep birlikte IMF çağırıp duran “liberal bir CHP” için yanıp tutuşuyorlarmış, bu görülüyor.

Liberal CHP, “şizofreni” ve had bilmezlik eleştirileriyle birlikte güçleniyor. Kişi, fazlaya, öteye, başkaya, dışarıya işaret edince “şizofreni” damgası yiyor, had bilmezin teki olarak takdim ediliyor. “Senin sırtında yumurta küfesi yok” deniliyor, ama bu lafı dik yokuşların hamalı değil, yumurta tüccarları ediyorlar. “Bekâra karı boşamak kolay” deniliyor, ama bu laf, birkaç eşli zamparaların ağzından dökülüyor.

“Lafta iyisiniz, ama pratikte görelim sizi” deniliyor. Bunu, lafın da pratik olduğunu anlamayanlar söylüyorlar. Ayrıca bu kişiler, “bizim sırtımızda yumurta küfesi var” diyorlar. Hamallara küfrediyorlar. Ne bir derdin ne de bir öfkenin hamililer. Sadece pratik ve uyumlu bir akla sahip olmakla övünüyorlar, romantikleri küçülterek, kendilerini büyüttüklerini sanıyorlar.

Dert ve öfke, bunlara ağır geliyor. Meslek ideolojileri, her yanı kuşatıyor. Bu ideolojiler, derdi sosyal demokrasinin; öfkeyi liberalizmin eşiğine bağlıyorlar. “O şekilde sustururuz” diyorlar.

Ne var ki “yoktan da vardan da öte bir Var var.” Halk, o ideolojilerin hükmünü yitirdiği yer. Tersten, halka düşman güçler, meslek ideolojileriyle halkı çözmek için uğraşıyorlar. Diziler böyle izlenmeli, meclis siyaseti böyle okunmalı, devletin varlığı böyle anlaşılmalı, akademik zırvalar buradan değerlendirilmeli.

Özel devletin özel derin kadroları, doksanlarla birlikte yerlerini küçük burjuva örgütlere bırakmıştır. Solculuk, bu geçişi alkışlamak, yüceltmek, “işte bizim de günümüz geldi” demek değildir. Doksanların sonunda Nâzım’ın “iç” edilmesi, devletin ve sermayenin sesi kılınması, banka kasasına kapatılması, bu geçişin kanıtıdır. Feminizmin bakanlığa bağlanması, başka bir kanıttır. Ama kadın, bir bakanlığa kul olmayı reddetmeli, Hes ve Kades’le birey olarak, abisinden kaçarken, büyük abiye teslim olmamalı, hep birlikte bireyi aşan sorunlara yüklenmelidir. Uğruna mücadele ettiği şey ne olursa olursun, o, reddin kendisi olmalıdır.

Meslek ideolojilerinin anlamadığı, anlatmadığı bir halk, illaki vardır. Avukat için birey olarak hukukî özneden başkası yoktur. Bu, basit bir meslekî marazdır. Her yerde hukukî özne ve hukukun nesnesi olarak bireyi görür. Eldeki çekiç için herkes, çivi zannedilir. İlişkileri, bağları, bağlamı, geçmişi, geleceği, sürekliliği görmez. Mutlak, ölü, donmuş kuralların sahipleri adına, demir tozlarına mıknatıs gibi şekil vermek ister. Ama önce illaki çözer, dağıtır, tasfiye eder. Onda halk yoktur, olamaz.

Mühendis için birey vardır ve o, tamir edilecek bir mekanizmanın parçasıdır. Doktor için sağaltılacak, olmazsa, ıskartaya çıkartılacak bir bedenin basit bir uzvudur. Tüm bu meslek ideolojileri, bugün maltusçuluğun, öjeninin ve faşizmin alıcısı hâline gelmişlerdir. Eğer “faşizm, küçük burjuvazinin bedenlenmiş hâlidir” sözü doğru ise o vakit bugün faşizm, “Hes kodu olmayana otobüs bileti satılmasın, kız verilmesin, bu kişi lokantada aç bırakılsın” diyende aranmalıdır.

Çünkü küçük burjuvazi, beynelmilel âlemde, güneyden kuzeye; yerel düzlemde, alttaki yoksuldan üstteki zengine doğru gerçekleşen servet transferini herkesten önce ve herkesten iyi görendir.

Bu sebeple küçük burjuvazi, söz konusu servet transferinden pay alabilmek için yoksulun, işçinin, halkın ve ezilenin başını ezmeye mecburdur. Bunların maddi somut varlığı dışarı atılacak, lafı, edebiyatı, imajı satılacaktır. O laf, edebiyat ve imaj ise zokadan ibarettir, soyuttur, zararsızdır; küçük burjuva, yoksulu, işçiyi “güttüğünü” düşünmeyi sürdürmelidir. Kendisini bu şekilde avutacaktır.

Solcu bir avukatlık derneği, bir avukata yönelik saldırı ile ilgili attığı tvitte, “Avukatlık, sonsuza dek yaşayacak!” diye ünlemektedir. Bunu söyleyen, “komünist” olamaz; çünkü komünist, avukatlık mesleğinin sonsuza dek yaşamasını istemez, yaşayacağını düşünmez.

Tüm bu meslek ideolojilerinin dışında, bir halk, illaki vardır. Tam da orada olunmalıdır. Olmak, kolektif bir eylemdir, olmalıdır. Kolektif eylem, işbölümüne, disipline ve hiyerarşiye tabidir. Bireyler toplamına değil, bireylerin ötesine bakılmalıdır. Meslek sahiplerinin sınıfsal çıkarları, kariyer hesapları, ancak üç beş kendine benzeyenle arkadaşlığı emredebilir; bize yoldaşlığın kıyamı gerekmektedir.

Yoldaşlık, yola talip ve revan olmaktır. Ortak derdi ve öfkeyi yüklenmişlerin yürüyüşüdür. O derdi ve öfkeyi hor görenlerle yürünen yolsa yol değil, tasfiyedir. Derdin ve öfkenin yolunu yürüyenler, hep birlikte öğrenir, öğretirler. Yol bulur, yol açarlar. O yürüyüş, yola örgütlenmektir, yolu örgütlemektir.

Topluma avukat, doktor ve mühendis olarak bakanların, öyle bakmadan siyaset yapamayanların, öyle olmaktan vazgeçemeyenlerin gösterdikleri bireysel hikâye, her zaman efendilere işaret eder. Geçmişten örnekler getirmenin anlamı yoktur, çünkü meslek sahipleri, efendilerle ortak masalarda oturmanın, aynı kahveyi yudumlamanın, aynı yerlere tatile gitmenin keyfine varmışlardır. Kan dişe değmiştir. Bugün halkın derdini dinleyen bir doktor, avukat ya da mühendis yoktur.

Amilcar Cabral[5] veya Che Guevara gibi isimlerin bahsini ettikleri “sınıf intiharı”, bu ülkede mümkün değildir. Buranın solcusu, Che gibi mücadele etmeden, onun “yeni insan”ını gasp etmek, satmak ister. Yeni insanın kavganın eseri olmasını asla istemez. Cabral gibi karış karış gezdiği yurdu için dövüşmeyi aşağılık bir iş kabul eder, ama bir yandan da onun şöhretine sahip olmak, özel şoför tutup ülkeyi gezmek ister. Küçük burjuva sol, kokolin misali, taklittir, sahtedir, gerçekle alakası bulunmamaktadır. O, yoksulu, emekçiyi üsttekilerle yürüttüğü pazarlık için bir araç ve koz olarak kullanır. O yoksulun, emekçinin başka da bir değeri ve anlamı yoktur.

Halkta olunmalıdır, oranın cereyanında kalınmalıdır, o gerilimlerle ve çelişkilerle pişilmelidir. Bu, “sol popülizm” değildir. Orayla buluşmaya mani olan her türden küçük burjuva barikat, aşılmalıdır. Halkı kendi bireyliği nispetinde bölebileceğini, kendi benzerlerini boncuğuna dizebileceğini düşünenlerden uzak durulmalıdır. Halkın çirkin, cahil, geri ve “çamur” hâli sevilmelidir. Ümidi oradan devşirmek gerekmektedir. Halkçılık edebiyattır, halkta olmaksa, yol almak, eksiği görüp, yoldaş bulmaktır. Devrim ve sosyalizm, halka birey merkezli saldırılar düzenlemek değil, davayı ortak, ortaklığı dava kılmaktır.

Eren Balkır
24 Ocak 2020

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Konuşan Madunlar”, 21 Eylül 2020, İştiraki.

[2] “Kalp Krizini Favipiravir Değil Hastalık Yapıyor”, 27 Aralık 2020, Duvar.

[3] V. I. Lenin, “Three Sources and Three Components Parts of Marxism”, Mart 1913, MIA.

[4] Alain Badiou, “Mevcut Konjonktüre Dair”, 21 Aralık 2020, İştiraki.

[5] Tom Meisenhelder, “Amilcar Cabral’ın Sınıf İntiharı Teorisi”, 9 Haziran 2007, İştiraki.

22 Ocak 2021

,

İki Faşizm


Bugünlerde kökleri ve sebepleri konusunda yığınla söz söylenen faşizmin krizi, esasen faşist hareketin evrimine dair ciddi bir inceleme ile kolaylıkla izah edilebilecek bir meseledir.

Mussolini’nin kurduğu Faşist Mücadele Birlikleri İttifakı [Fasci di combattimento] savaş sonrasında sahneye çıktı. Bu yapı, o dönemde oluşturulmuş olan muhtelif savaş gazisi derneklerindeki küçük burjuva niteliğe sahipti.

Sosyalist hareketin güçlü muhalefetine bağlı olarak örgüt, kapitalistlerin ve devlet kurumlarının desteğini arkasına aldı. İttifak, bu vasfını kısmen savaş döneminde Sosyalist Parti ile “müdahaleci” dernekler arasındaki çatışmaya borçluydu.

Birlikler, toprak ağalarının, giderek büyüyen işçi örgütleri meselesiyle başa çıkmak için Beyaz Muhafız birliklerinin kurulması gerektiğini düşündüğü bir dönemde ortaya çıktılar. Büyük toprak sahiplerinin daha öncesinde örgütlediği ve silâhlandırdığı çeteler, kısa bir süre sonra Fasci [Faşist] ismini benimsediler. Müteakip süreçte gelişme kaydeden bu çeteler, kendi özel karakterini edindiler ve proletaryanın sınıf organlarına karşı kapitalizmin Beyaz Muhafızları hâline geldiler.

Faşizm, kendi köklerinden edindiği bu karakteri hâlen daha muhafaza etmektedir. Ama yandan faşizm, kısa bir zaman öncesine dek, ağırlıklı olarak küçük burjuva olan, meclise yoğunlaşan ve “işbirlikçi” bir karakter gösteren şehirli kadrolarla, büyük ve orta ölçekli toprak sahipleri ve onlara bağlı kiracı çiftçilerden oluşan kır kadroları arasındaki gerilimleri silâhlı saldırının verdiği coşku ile gizleyebilen bir güçtü.

Kırdaki gruplar, yoksul köylülere ve örgütlerine karşı mücadele yürütüyorlar. Köylülerin birliğine karşı olan gruplar, alabildiğine gerici. Devletin otoritesi ve meclisin faydasından çok, doğrudan silâhlı eyleme inanıyorlar.

Faşizm en çok da Emilia, Toskana, Veneto ve Umbria gibi tarımın hâkim olduğu bölgelerde gelişme kaydetti. Buralarda kapitalistlerin mali desteğini arkasına alan, sivil ve askerî bürokrasinin koltuğu altına sığınan faşizm, sınırsız bir güce kavuştu.

Proletaryanın sınıf organlarına karşı acımasız saldırılar düzenleyen birlikler, kapitalistlere gayet iyi hizmet ettiler. Bir yıl gibi bir kısa süre içerisinde sosyalist sendikalar ezildi ve takatsiz kılındı.

Gelgelelim bu saldırılar, başka bir etkiye daha yol açtılar. Çok açık bir biçimde görülüyor ki tırmanan şiddet olayları sayesinde orta sınıfta ve işçi sınıfı içerisinde faşizme yönelik düşmanlık arttı.

Sarzana, Treviso, Viterbo ve Roccastrada’da yaşanan olaylar, bu şehirlerdeki faşist kadroları epey sarstı. Öyle ki Mussolini, kırsal bölgelerde faşist birliklerin uyguladıkları taktiklerin olumsuz sonuçlar doğurduğu ve tehlikeye yol açtığı tespitinde bulundu.

Ama öte yandan bu taktiklerin çok önemli sonuçlar doğurduğunu da görmek lazım. Misal, bu taktikler sayesinde Sosyalist Parti, mecliste ve kırsal bölgelerde işbirliği yanlısı, uzlaşmacı bir çizgiye çekildi.

Bu noktadan sonra kırdaki ve kentteki faşist kadrolar arasında örtük olarak yaşanan gerilimler, kendilerini tüm yönlerine dışavurmaya başladılar.

Kentteki işbirlikçi kadrolar, hedeflerine ulaştıklarına inandılar. Sosyalist Parti’nin o “sınıfsal uzlaşmazlık” çizgisini terk ettiğini düşünen kentli kadrolar, alelacele barışı tesis amacını güden anlaşma ile zaferlerini resmileştirmek istediler.

Ama tarımsal bölgelerdeki kapitalistler, köylü sınıfının “özgürce” sömürülmesini güvence altına alan taktikten vazgeçemediler. Zira bu, işçi örgütlerinin ve grevlerin yol açtığı güçlüklerden kurtulma imkânı sunan bir taktikti.

Faşist kamp, barış anlaşmasından yana olanlarla ona karşı olanlar diye ikiye bölündü ve bu yarık iyice büyüdü. Söz konusu gelişmenin kökenlerini, faşist hareketin bizatihi kendisinde aramak gerekiyor.

İtalyalı sosyalistlerin uzlaşma üzerine kurulu ehil bir siyasetle faşistler arasında yarılmayı tetiklemek gerektiğine ilişkin iddialarının sadece sosyalistlerdeki demagojiyi onaylamaktan gayrı bir anlama sahip olmadığı görüldü.

Gerçekte faşizmin “kriz”i yeni bir şey değil. O, her zaman vardı. Bu proletarya karşıtı grupların bir arada olmasını sağlayan sebepler ortadan kalktığında, bu birliklerin perde gerisindeki anlaşmazlıkları hemen derinleşecektir. Dolayısıyla kriz, daha önceden varolan eğilimlerin günışığına çıkmasından başka bir şey değildir.

Bu kriz, faşistleri bölecek. Mussolini’nin başını çektiği ve orta sınıflara (beyaz yakalı işçilere, dükkân sahiplerine ve küçük imalatçılara) dayanan meclisçi hizip, ilgili toplumsal zemini politik düzlemde örgütlemeye çalışacak. Mecburen sosyalistlerle ve İtalyan Halk Partisi ile işbirliğine yanaşmak zorunda kalacak.

Uzlaşmaya yanaşmayan, tarımsal bölgelerdeki kapitalistlerin çıkarlarını doğrudan silâhla savunmak gerektiğini söyleyen kır hizbiyse kendisine has proleter karşıtı eylemlerine devam edecek. Zira işçi sınıfı açısından en fazla önemi haiz olan bu hizip için sosyalistlerin zafer olarak görüp göğe çıkarttığı bir “ateşkes”, beş para etmez bir şeydir.

“Kriz” yalnızca, boş yere genel politik parti programı ile faşizmi meşrulaştırmaya çabalayan küçük burjuva kesimin hareketinden kopulduğunun delilidir. Oysa beyaz terörün hüküm sürdüğü son iki yılın acı tecrübeleri üzerinden Emilia, Veneto ve Tuskani’deki işçi ve köylülerin bizzat tanıdığı faşizm, farklı bir isim altında da olsa, varlığını illaki sürdürecektir.

Bugün düşmanlıklara faşist kamp içindeki kavga sebebiyle ara verilmiştir. Devrimci işçilerin ve köylülerin görevi, bu aradan istifade edip, ezilenlere ve savunmasız kitlelere sınıflar mücadelesinin gerçek hâli konusunda net bir anlayış kazandırmak, çalım satıp duran kapitalist gericiliği yenilgiye uğratmak için gerekli araçları temin etmektir.

Antonio Gramsci

25 Ağustos 1921

Kaynak