30 Aralık 2021

,

SSCB'ye Övgü


Tüm dünya

Bizdeki kara talihi konuşuyor.

Oysa o boş masamızda

Sömürülen,

Suya ekmek doğrayan onca insanın

Umudu var hâlâ.

Bugün öğretmenimiz, Bilgi.

O duruluğuyla

Kırık kapılar ardında

Ders verdi herkese.

Kapı kırılınca

Geçtik içeri, kurulduk bir köşeye.

Ayazın ve açlığın

İnsanı kıyımdan geçiremediği diyarı

Tüm sadeliğiyle o gösterdi bize.

Bertolt Brecht

[Kaynak: Poems and Songs from the Plays, Yayına Hazırlayan ve Tercüme Eden: John Willett, Methuen:1992, s. 97.]

26 Aralık 2021

,

Lunaçarski

Burjuvaziyle ilgili kanaatlerinden ötürü Sovyetler Halk Eğitim Komiserliği’nde çalışan isimler ve bu kişilerin yaptığı çalışmalar, Batı dünyası genelinde tepkiyle karşılandı. Daha ilk andan itibaren Rus devrimi, medeniyet için bir tehdit olarak görüldü. Bolşevizmi hakir gören ve onu barbar Asya kabilelerine benzeten kişiler, sanatın ve bilimin nefes dahi alamayacağı, zehirli bir ortam meydana getirdiler. Süreci üzüntüyle takip eden kimi insanlar, Rus kültürünün geleceğine dair kötümser öngörülerde bulundular. Tüm bu değerlendirmeler ve ilgili dönem geride kaldı.

Rus devrimi, belki de en somut adımlarını halk eğitimi alanında attı. Avrupa ve Amerika’dan birçok uzman, Rusya’yı ziyaret etti ve bu çalışmaları kendi gözleriyle gördü. Éduard Herriot, La Russie Nouvelle [“Yeni Rusya”] isimli kitabında Rus devriminin bilime tabiri caizse taptığını söylüyordu. Komünizme belirli bir mesafede duran başka aydınlar da bu Fransız devlet adamının söylediklerine benzer şeyler söylüyorlar. H. G. Wells yaptığı değerlendirmede, Lunaçarski’yi yeni Rusya’nın en önemli kurucu ruhlarından biri olarak anıyor. Yedi yıl öncesine dek dünyanın görmezden geldiği bir isim olan Lunaçarski, bugün herkesin önemsediği bir figür.

Çarlık döneminde Rus kültürü küçük bir elit kesimin tekelindeydi. Halk, sadece fiziki yoksulluğun değil, ayrıca fikri yoksulluğun da çilesini çekiyordu. Okuryazar oranı korkunç düzeylerdeydi. 1910 yılında Petrograd’da yapılan nüfus sayımının da ortaya koyduğu biçimiyle şehrin yüzde 31’i okuryazar, yüzde 49’u okur ama yazamaz durumdaydı. Tabii bu durumun, Batı’nın modasının ve sanatının inceliklerine hâkim olan asiller veya dönemin en önemli fikirlerini tartışan üniversiteler için bir önemi yoktu. Mujik, işçi, avam bu kültüre yabancıydı.

Devrim, Lunaçarski’ye proleter kültürün temellerini atma görevini verdi. Bu devasa iş için elde mevcut olan malzeme gayet kıttı. Sovyetler, elindeki maddi ve manevi imkânların önemli bir kısmını gerici güçlerin her cepheden saldırdığı devrimin savunulmasına tahsis etmek zorundaydı.

Rusya’nın ekonomik planda yeniden örgütlenmesi konusunda yüzleşilen sorunlar, Bolşevikleri epey uğraştırıyordu. Lunaçarski’nin istifade edeceği insan sayısı da çok azdı. Bilim ve edebiyat alanında çalışan insanlar, burjuvaziye ait tüm teknisyenler ve fikir emekçileri devrimin çabalarını baltalamakla meşgullerdi. Eskiden varolan okullara da yeni okullara da öğretmen bulunamıyordu. Nihayetinde Rusya’da devrimci mücadelenin başvurduğu şiddet araçları ve terör yöntemleri kültür alanının yeniden inşa edilmesi için yürütülecek her türden çalışmaya köstek olan savaş benzeri bir ortam yarattı.

Ancak Lunaçarski, bu önemli görevi gene de üstlendi. İlk günler çok zor geçti. Cesareti kırıldı. Rus sanatına ait eski eserleri korumanın imkânsız olduğunu gördü. Bu tehlike karşısında ümitsizliğe kapıldı.

Kremlin’e bağlı kiliselerin ve Aziz Basil Katedrali’nin devrimin askerlerince bombalanıp imha edildiğine dair haberler Petrograd sokaklarında dolaşınca Lunaçarski, bu fırtınanın orta yerinde mücadelesine devam edecek takatin kendisinde kalmadığını düşündü. Cesareti kırılan Lunaçarski görevinden istifa etti. Neyse ki bu haberin yanlış olduğunu öğrendi. Lunaçarski’ye devrimcilerin her çalışmasında tam yetkiyle yardım edeceğine dair güvence verildi. Böylece Lunaçarski imanını tazeledi.

Rusya’daki sanatsal miras bütün olarak kurtarıldı. Tek bir çalışma bile kaybolmadı. Halka açık müzeler, resimlerle, heykellerle, özel koleksiyonlara ait eserlerle dolup taştı. Eskiden Rus aristokratlarının ve burjuvalarının saraylarında ve köşklerinde tuttukları sanat eserleri, devlete ait galerilerde sergilenmeye başlandı. Bir vakitler iktidardaki kastın bencil zevklerine hizmet eden bu eserler, halkın sanat eğitimi için kullanılıyorlardı.

Başka alanlarda da olduğu gibi bu alanda da Lunaçarski, sanatı kitlelerle buluşturmak için çabaladı. Örneğin bu amaç doğrultusunda proleter kültür komitesi anlamında Proletkült’ü kurdu. Bu komite halk tiyatrolarını örgütledi. Ülke geneline yayılan komite, bugün birçok önemli şehirde faaliyetlerde bulunuyor. Bu yapı içerisinde yer alan işçiler, sanatçılar ve öğrenciler devrimci sanatı yaratma arzusuyla hareket ediyorlar. Moskova’daki merkezinde bulunan salonlarda devrimci sanatla alakalı tüm konu başlıkları tartışılıyor. Gene de bazı noktalarda devrim ve sanat, biraz tuhaf ve biraz da keyfi bir biçimde teorize ediliyor. Yeni Rusya’nın devlet adamları, avangart sanatçılardaki yanılsamaları pek paylaşmıyorlar. Onlar, proleter toplumun ve proleter kültürün kendi sanatını üretebileceğine inanmıyorlar. Bu isimlerin düşüncesine göre sanat, toplumsal düzendeki gelişmişliğin bir göstergesi. Ama gene de bu yaklaşım, onların genç sanatçıların sabırsızlıkla malul çalışmalarına yardım etmelerine, bu gençleri teşvik etmelerine mani olmuyor.

Kübistlerin, ekspresyonistlerin, her renkten fütüristin makaleleri ve araştırmaları Sovyet hükümetince sahipleniliyor. Ancak bu destek, hükümetin fütürizmin devrimcilere ilham verdiği ile ilgili teze bağlı olduğu anlamına gelmiyor. Sanat ve devrim arasındaki ilişki ile ilgili etkileyici ve önemli eleştiriler kaleme alan Trotskiy ve Lunaçarski bu teze destek konusunda epey dikkatli davranıyor.

Örneğin Lunaçarski’ye göre fütürizm, “burjuva sanatının belirli devrimci yaklaşımlarla birlikte sürdürülmesidir. Proletarya, geçmişin sanatını geliştirecek, belki de bu noktada işe Rönesans’tan başlayacak, bu sanatı fütüristlerden daha ileriye ve daha yukarıya taşıyacak, üstelik bunu da fütüristlerden çok farklı yapacaktır.”

Öte yandan avangart sanat eserleri, o en gelişkin tarzları ile Rusya’dan başka hiçbir yerde bu denli değer bulmamış, saygı görmemiştir. Devrimin ulu şairi Mayakovski neticede fütürist okuldan çıkmadır.

Lunaçarski, okullarda daha verimli ve yaratıcı çalışmalarda bulundu. Bu çalışmalar esnasında kendisi, kamu eğitimi bütçesindeki yetersizlik, okullarda gerekli materyallerin bulunmaması, öğretmen eksikliği gibi bir dizi engelle karşılaştı. Bunca şeye rağmen sovyetler, çar dönemine kıyasla belirli okullara daha fazla destek sundu.

1917’de ülkede 38.000 okul vardı. 1919’a gelindiğinde bu sayı 62.000’i aştı. Sonraki süreçte birçok yeni okul açıldı. Komünist devletin amacı, öğrencilere oda, yurt ve kıyafet sunmaktı. Eldeki sınırlı kaynaklar bu programın eksiksiz yürütülmesini mümkün kılmadı. Yedi yüz bin öğrenci, imkânları sınırlı okullarda masrafları bizzat üstlenerek okumak zorundaydı. Süreç içerisinde birçok lüks otel, devlete ait sayısız köşk, okul veya yurda dönüştürüldü.

Fransız ekonomist Charles Gide’in gözlemine göre Rusya’da devrimden en fazla istifade eden, ondan en çok yararlanan kesim çocuklardı. Rus devrimcileri için çocuk, yeni insanlığın gerçek temsiliydi.

Herriot ile yaptığı bir sohbette Lunaçarski, eğitim politikasının temel özelliklerini şu şekilde aktarıyor:

“Her şeyden önce biz okulları tekleştirdik. Tüm çocuklarımız dört yıl eğitim veren ilkokulu bitirmek zorunda. En iyiler, liyakat temelinde, altıda bir oranında beş yıllık okullara alınıyorlar. Bu dokuz yıllık eğitimin ardından üniversiteye giriyorlar. Normal güzergâh bu şekilde. Ama biz, bir yandan da proleter programımıza uygun hareket edebilmek için işçileri de yüksek eğitime yönlendirmek istiyoruz. Bu sonuca ulaşabilmek adına fabrikalara gidip 18 ilâ 30 yaş arası işçiler arasından seçim yaptık. Devlet, bu öğrencilere kalacak yer ve yiyecek veriyor. Her bir üniversitede işçilerin kendi fakülteleri var. Bu sınıflardaki otuz bin öğrenci, mühendis veya doktor olmalarını sağlayacak eğitimi alıyor. Her yıl sekiz bin öğrenci almak, bunları üç yıl işçi fakültesinde okutmak, ardından da üniversiteye göndermek istiyoruz.”

Herriot’nun dediğine göre, bu iyimserlik gayet meşru bir zemine sahipti. Süreç içerisinde bu işçi fakültelerini bir Alman araştırmacı ziyaret etti. Yaptığı değerlendirmeye göre bu okullardaki öğrenciler, dogmatizm ve zevk düşkünlüğüne karşılardı. Lunaçarski, Herriot ile yaptığı sohbettin devamında şunları söylüyordu:

“Bizim okullarımız karmadır. İlk başta kadın ve erkek öğrencilerin bir arada olması öğrencileri korkuttu ve bazı hadiselerin yaşanmasına neden oldu. Bugünse taşlar yerine oturdu. Kadın erkek tüm öğrenciler birlikte yaşamaya alıştılar, genç diye onlardan korkmaya gerek yok artık. Okullarımız hem karma hem de laik. Disiplin anlayışı da zamanla değişti. Biz, öğrencilerin sevgi ortamında eğitim almasını, yetişmesini istiyoruz. Başka özel projeleri de devreye sokmaya çalıştık. İlk projede amacımız, şehir sovyetlerinin bize gönderdiği gençleri eğitip birer uzman hâline getirecek bir üniversite kurmaktı. Kurslar bir ilâ üç yıl sürüyordu. Öte yandan bir de Doğu Halkları Üniversitesi kurduk. Bu okulun muazzam bir politik etkiye sahip olacağını düşündük. Bu üniversiteye Hindistan’dan, Çin’den, Japonya’dan ve İran’dan bin kadar genç kaydoldu. Bu sayede kendi misyonerlerimizi yetiştirme imkânı bulacağız.”

Halk Eğitim Komiseri, zihni ışıl ışıl bir edebiyat insanı. Çağdaş, huzursuz, insancıl bir kişi olarak komiser, tutkulu bir isim. Hayatın tüm yönlerini kendisine dert edinmiş. Batı kültürüyle beslenmiş. Avrupa edebiyatı konusunda derin bir bilgiye sahip. Shakespeare’in oyunlarını da Mayakovski’nin şiirlerini de biliyor. Edebiyat ile ilgili birikimi hem eski çağların hem de bugünün eserlerini içeriyor.

Lunaçarski, geçmişe de, bugüne de, yarına da hâkim. Kıvrak bir zekâ ile ele alıyor bu üçünü. Üstelik o, geçmişin değil şu anın devrimcisi. Yeni toplumsal yapılar inşa etmenin edebi değil, politik bir çalışma olduğunu iyi biliyor. Tam da bu sebeple kendisini bir yazar değil politikacı olarak görüyor. Kendi döneminin insanı olarak Lunaçarski, devrimin basit bir izleyicisi olmak istemiyor, o, devrimin faillerinden, ana kahramanlarından biri olmak istiyor. Tarih konusunda düşünceler üretmekle veya yorumlarda bulunmakla yetinmek istemiyor, onun tek arzusu tarih yapmak. Hayat hikâyesi, bize bu tarihsel figürün maneviyat açısından zengin bir içeriğe sahip olduğunu gösteriyor.

Lunaçarski, sosyalizm saflarına gençken dâhil oldu. Rus sosyalizmi içinde yaşanan ayrışmada Menşeviklerin karşısına geçti, Bolşeviklerin yanında oldu. Diğer Rus devrimcileri gibi o da sürgünde yaşamak zorunda kaldı. 1907’de mecburen Rusya’dan ayrıldı. Bolşevizmin tanımlandığı süreçte ayrılıkçı hiziple ilişkisi yüzünden partiden uzaklaştı, ama gene de ondaki hakiki devrimci yönelim sayesinde kısa bir süre sonra kendisini yeniden yoldaşlarının yanında buldu. Vaktinin yarısını politikaya, yarısını edebiyata ayırdı.

Romain Rolland’ın kitabı, bize Lunaçarski’nin Ocak 1917’de Cenevre’de Maksim Gorki’nin hayatı ve eserlerine dair ders verdiğini söylüyor. Kısa bir süre sonra ise hayatının en ilginç bölümü başladı: Lunaçarski, Sovyetler Halk Eğitim Komiseri (eğitim bakanı) olarak çalışmaya başladı.

Anatoli Lunaçarski, hayat hikâyesinin bu bölümünde karşımıza Rus devrimine can ve yön veren en önemli isimlerden biri olarak çıkıyor. O, Rusya’yı tüm yönleriyle ve kararlı bir biçimde devrimcileştiriyor. Ekonomik ihtiyaçların yol açtığı baskılar, ekonomi ve siyaset sahasında komünist öğretinin değişmesine veya zayıflamasına sebep olsa da artık belirli kapitalist yapıların hayatta kalması veya dirilmesi asla mümkün değil. Bu yapıların başındaki yöneticiler politik iktidara sahip değiller, dolayısıyla devrimin geleceğini riske atamazlar. Lunaçarski’nin kurduğu okullar ve üniversiteler, zaman içerisinde yeni bir insanlık meydana getiriyor. Gelecek, Lunaçarski’nin okullarında, üniversitelerinde mayalanıyor.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

25 Aralık 2021

,

Azerbaycan Sovyeti Marşı


Azerbaycan! Çiçeklenen cumhuriyet, şanlı diyar!
Kudretli sovyetlerin elinde hem azatsın hem bahtiyar.
Ekim’den kuvvet alıp kavuştun saadete,
Tüm alkışlar bu hünere, bu kudrete!

Yolumuz Lenin yoludur, partidir rehberimiz,
Komünizmin güneşiyle nurlanacak seherimiz.
Biz geleceğe yürüyoruz galiplerin safında,
Yaşa, yaşa Azerbaycan, büyük sovyet ülkesinde!

Ateşin yurdu, sevgili vatan, bu ak günler
Halkın gücünün meyvesidir,
Kahramanlık bir de hüner, hür insanın hevesidir.
Nesillerden nesillere yadigârdır azmin,
Yürüyoruz komünizme, saflar sıkı, adımlarımız sağlam.

Yolumuz Lenin yoludur, partidir rehberimiz,
Komünizmin güneşiyle nurlanacak seherimiz.
Biz geleceğe yürüyoruz galiplerin safında,
Yaşa, yaşa Azerbaycan, büyük sovyet ülkesinde!

Cesur Rus halkıdır dostumuz, birliğin bayraktarı,
Mukaddes ve sarsılmazdır dost halkların bu ahdi,
Kardeş halkların birliğinden aldık gücü, kudreti bizde,
Var olsun bu ittifak, şanlı sovyet vatanımız!

Yolumuz Lenin yoludur, partidir rehberimiz,
Komünizmin güneşiyle nurlanacak seherimiz.
Biz geleceğe yürüyoruz galiplerin safında,
Yaşa, yaşa Azerbaycan, büyük sovyet ülkesinde!

Söz: Süleyman Rüstem,
Samed Vurgun, Hüseyin Arif
Müzik: Üzeyir Hacıbeyof
1944
Kaynak

18 Aralık 2021

,

Steve Biko

Irk ayrımcılığının ömrü uzasın diye onu öldürmeleri gerekiyordu.

[Nelson Mandela]

 

Steve Biko, 18 Aralık 1946’da Güney Afrika’nın King William kasabasında dünyaya geldi. Kasaba, ülkenin en büyük topluluklarından olan Xhosa halkına ev sahipliği yapan Doğu Cape şehrindeydi. Biko, Nelson Mandela ve Başpiskopos Desmond Tutu gibi bu halka mensuptu.

Süreç içerisinde edindiği bu miras, onu sömürgecilik karşıtlığı çizgisine taşıdı. Doğu Cape, 1779’da Xhosa halkı ile yerleşimciler arasında başlamış olan ve yüz yıldır devam eden Sınır Savaşları’nın sürdüğü yerdi. Dokuz ayrı savaşın verildiği bölge, sürekli zulme tanıklık etti.

Nihayetinde yerli halkın sırtına ciddi bir yük bindiren savaşlar, Xhosa halkına ait toprakların ilhak edilmesi ve Britanya’nın sömürgeci idaresinin tesisi ile sona erdi. Buna karşın Xhosa halkının sömürgecilik karşıtı mücadele geleneği, Doğu Cape’in direniş tarihine ve ileride oluşacak direniş hareketinin ruhuna kazındı. “Xhosa’nın peygamberi” olarak tarif edilen Biko gibi isimler, hareketi özcü ve mesihçi bir anlama kavuşturdular.

Biko’nun hayat hikâyesini kaleme alan Xolela Mangcu, Biko’nun siyasetine dair muazzam bir özet sunuyor ve onun halkın bilincinde yeniden yer etmesini sağlayacak süreci başlattığını söylüyor.[1] Mangcu da aynı sorunu ele alıyor: “Steve Biko tam da Güney Afrika gibi bir üründür. O, Doğu Cape’teki Xhosa halkı içinde geçirdiği çocukluğun geride bıraktığı çok etnisiteli siyasi mirasın bir sonucudur.”

Biko küçük yaşta babasını kaybeder. Onu kendisinin üç kardeşiyle büyüdüğü, beyaz ailelere ait evlerde hizmetçi olarak çalışan annesi büyütür. Annesinin maruz kaldığı ırkçılık, onu derinden yaralamış, politik ideolojisini etkilemiştir.

1963’te ağabeyinin okuduğu Lovedale Enstitüsü’ne kaydolur. Ağabeyi, Panafrika Kongresi’nin askerî kanadının üyesi olması şüphesiyle tutuklanıp hapse atılır. Polis, Steve Biko’yu da sorgular. Onun da ifade ettiği biçimiyle bu türden tutuklamalar ve baskılar, siyahların politik manada sinmesine neden olmakta, sonuçta siyahlar, politik ve ekonomik isteklerini dillendiremez hâle gelmektedirler.[2]

Bu anlamda Biko, siyahların akıllarına ve dillerine vurulmuş zincirleri kırmayı gündemine alan siyah bilinci geliştirmek ister. Polis sorguları ardından Biko tutuklanmaz, ama okuldan atılır. Eğitimine bir süre sonra Roma Katolik yatılı okulunda devam eder. Okuldaki rahip ve rahibeler, onun ileride siyahî teoloji ile ilgili görüşleri için gerekli zemini hazırlar.

Okuldan mezun olduktan sonra tıp okumasını sağlayacak bir burs kazanır. Bu bursla Natal Üniversitesi’ne giden Biko, öğrenci hareketine katılır. Bu süreçte Biko, bir yandan da ağabeyinin tutukluluğuna ilişkin dersler çıkartır.

Devletin siyahlara yönelik muhalefetin yoğunluğunun azaldığını gören Biko, siyahların mücadeleye katılımını esas olarak beyazların hâkim oldukları Ulusal Güney Afrikalı Öğrenciler Birliği türünden yapıların azalttığını tespit eder. Bu örgütlerin yüze çaldıkları makyajın değişmesi mümkün değildir, çünkü ırk ayrımcılığının hüküm sürdüğü Güney Afrika’da üniversiteye ağırlıklı olarak beyazlar gidebilmektedir. Bu sebeple siyahları ve beyazları içeren bu türden örgütler, esasında çelişkili bir biçimde, ırklararasında baskın olan eşitsizliği beslemektedirler. Bu noktada Biko, “bize asıl beyazlar zulmediyor, ama bir yandan da o zulme karşı muhalefeti de temelde onlar yapıyor” sonucuna ulaşır.

Aslında Biko’nun siyahları ve beyazları birlikte içeren örgütlere yönelik eleştirisi, bu tür örgütlerin siyah azınlığın değil, liberal beyaz çoğunluğun çıkarlarını temsil ettiğine dair tespitine dayanmaktadır. Bu türden örgütlerde ırksal imtiyazların mevcut yapısal formlarını temsil eden ve muhaliflere emirler yağdıran kişiler, gerçekte Biko’nun oluşturmak istediği bilinçle çelişmektedir. Siyahların politik mücadelelerini ileriye taşımaları için önce o mücadelenin dizginlerini ellerine almaları gerekmektedir.

Bu tespiti uyarınca Biko, dünya genelinde politik ve toplumsal hareketlerin zirvede olduğu 1968 yılında Güney Afrikalı Öğrenciler Örgütü’nü (SASO) kurar. Bu örgüt, ırk ayrımcılığına karşı mücadelelerini yönetme hakkını siyahlara verecektir.

SASO, siyahlararası dayanışmanın sahip olduğu erdemleri yücelten ve politika sahasının merkezine siyah olmanın onurunu yerleştiren Siyah Bilinci Hareketi’nin ilk somutlaşmış hâli olarak görülebilir. Artık siyah öğrencilerin çilelerini, dertlerini anlatmaları için beyaz sözcülere ihtiyaçları yoktur, ayrıca siyahlar, eşitlik taleplerinin örgütler eliyle susturulmasını kabullenmek durumunda da değildirler.

Bu süreçte siyahlar kendi aralarında ilişki kurmaya başlarlar, böylece siyah bilinci ile psikolojik kurtuluş eşanlamlı ifadeler olarak görülür. Bu noktada Biko, Marcus Garvey’nin “Afrika’ya Dönüş” denilen Afrika’nın birliği hareketiyle ilişki kurar. Garvey’nin umudu, siyahların kendilerini zihinsel kölelikten kurtulmaları yönündedir. Başkaları bedenlerini özgür kılabilir, ama asıl önemli olan, zihnin özgür olmasıdır. Bu, Bob Marley’nin Redemption Song şarkısıyla popüler hâle gelmiş politik idealdir.[3]

Siyahların bedenlerini özgürleştirebilmeleri için önce zihinlerini özgürleştirmeleri gerekir. Bu noktada belirtmek gerekir ki Biko, tümden ayrışmayı savunmamaktadır. Bilâkis o, Güney Afrika’daki sömürgecilik karşıtı hareketlerin başarısının etnisite sınırlarını aşabilme becerisine bağlı olduğunu düşünmektedir.

Ne var ki tüm hareketleri esas olarak içinde oluştukları koşullar ve ele aldıkları politik meseleler biçimlendirmektedir. SASO’nun düzene bağlı liberal beyaz örgütlerden uzaklaşma kararı, esasen siyahların beyazlardan aşağı ve düşük seviyede görüldüğü ortama verilmiş zaruri bir cevap niteliğindedir. SASO’nun ırk politikası ve Siyah Bilinci Hareketi, bir bütün olarak zamanla mevcut sınırları aşarak, siyahî ve yerli aktivistleri bünyesine katar.

Biko’nun arkadaşları Malusi ve Thoko Mpumlwana’nın aktardığına göre, “Siyah bilinci hareketinin amacı, beyaz olmayan insanları siyahların olduğu düşünülen bir sosyo-politik blok içerisinde bir araya getirmekti.”[4] Bu sayede hareket, sadece siyahların örgütlenmesine katkı sunmakla kalmayacak, ayrıca beyaz olmayan ezilenlerin en geniş koalisyonunu oluşturacaktı. Zira adil olmayan maddi koşulların çilesini sadece Afrikalılar çekmiyordu. Hareketin oluşturduğu siyah dayanışma hareketi kendisini Panafrika Kongresi’nden ve Afrika Ulusal Kongresi’nden ayrıştırdı.

SASO büyüdükçe eğitimli üniversiteli gençlerin dışına taşıp siyahları bütünüyle kucaklamaya başladı. Bu süreci besleyen pratik bakış açısına sıradan Afrikalıların ihtiyaçlarına odaklanan, benzer örgütlerin düştüğü, toplumla bağı olmayan soğuk tavırla ilgili tuzaktan uzak duran bir dil eşlik etti. Bu girilen yolun sonunda, 1972’de Siyah Halkın Kongresi meydana getirildi. Beyazları dışlayan bu örgüt, siyah bilincini ana felsefesi olarak benimsedi.

Siyah bilinci, siyah olmanın erdemlerini tüm tarihsel ve kültürel yönleriyle yücelten bir yaklaşım içine girdi. Bu amaç doğrultusunda hareket, siyah toplumunun yüzlerce yıllık zulmün, köleliğin ve teslimiyetin kalıntılarından kurtulması gerektiğini söyledi. Bu türden bir psikolojik kurtuluş süreci, ancak siyahlar eliyle işletilebilirdi.

Böylelikle Siyah Bilinç Hareketi, farklı ırklara mensup insanları kucaklayan mücadeleye dair büyük umutlar besleyen Nelson Mandela’nın uzlaşmacı çizgisinden uzaklaştı. Biko’nun siyahların toplumsal ve ekonomik açıdan güçlendirilmelerini ve bağımsızlığını esas alan Siyah Toplulukları Programı’na katılması ile hareketin ulaştığı kitle de genişledi.

Bu program kapsamında sağlık merkezleri kuruldu, çeşitli yayınlar basıldı, politik tutsakların ailelerine destek verildi, okullar ve kreşler inşa edildi. Tüm bu adımlarda amaç, siyahların hem maddi refahını hem de özgüvenlerini artırmaktı. Bu çalışmalara kısmen yön verense bireyin zihinsel kurtuluşunun koşullar değiştirilmeden mümkün olmadığına dair kanaatti.

Biko’nun kurduğu Siyah Bilinci Hareketi bünyesinde üç örgüt bir araya geldi: SASO politik yönü tayin eden radikal öğrenci örgütüydü; Siyah Halkın Kongresi (BPC) insanları bir araya getiren ana yapıydı; Siyah Toplulukları Programı ise insanlara sosyal yardım sunan kuruluştu.

Bu bütünlükçü yaklaşım, Biko’nun topluma ve sistemsel değişim ihtiyacına dair anlayışını yansıtmaktaydı. Özgürlük gibi bir niyet varsa sistemin değişmesi gerekliydi. Avrupalı bir gazeteciyle eşitlikçi topluma dair görüşleri konusunda yaptığı söyleşide Biko, Siyah Halkın Kongresi’nin yürüdüğü yolun anlamlı bir değişimle ilgili olduğunu, bu anlamda ekonomide yürünen yolun ve ekonomi politikalarının yeniden oluşturulması gerektiğini, servetin yeniden dağıtılmasının şart olduğunu söyledi.[5]

Kendi yoldaşlarına ise şu uyarıyı yapıyordu:

“Eğer sadece yönetim kademelerindeki yüzleri değiştirmekle yetinirsek, siyahlar yoksul olmaya gene devam edecek, siz de bir avuç siyahın burjuvalaştığına tanık olacaksınız.”

Siyah Bilinci hareketinin yol açtığı etki, ırk ayrımcısı müesses nizamın sinirlerini bozdu. Bunun üzerine yetmişlerin ilk yarısında hareketin üyelerine yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Hareketin liderleri tutuklandı. İlk başta Biko, doğduğu kasabadan çıkamaz hâle geldi. Yetmişlerin ortasında ise Siyah Halkın Kongresi ile çalışmalar yürütmesine yasak getirildi. Bu süreçte hareket, nüfuz alanını iyice genişletti. Siyahlar arasında militanlık düzeyinin iyiden iyiye artması ile birlikte süreç başka bir yöne evrildi. 1976’daki Soweto Ayaklanması, bu sürecin en somut ve en net ifadesiydi.

Gösterilerin ilk kıvılcımını 1974 tarihli Afrikanca Eğitim Kararnamesi çaktı. Buna göre okullarda Afrikanca eğitim zorunlu hâle getirildi. Bu karara yönelik isyan, Siyah Bilinci Hareketi’ne bağlı gençlerin bilinçlenmesiyle ve kararlılığıyla alakalı bir gelişmeydi. Gençler, kendi tarihlerini ve kimliklerini talep ediyorlardı.

Biko’nun ölümü, devletin artan saldırılarının ardından geldi. Ölene dek politik örgütlü kimliğini terk etmeyen Biko, kurtuluş hareketinin hız kazandığını görüyordu. 1976’taki Terörizm Kanunu uyarınca tutuklanıp hapse atıldı. Kısa bir süre sonra çıksa da tekrar hapse girdi. 18 Ağustos 1977’de bir yoldaşıyla seyahat ederken polisin yola kurduğu barikatın önünde durduruldu. Polis Biko’yu tanımadı. Biko’nun arkadaşı Peter Jones, kimliğini göstermeyi reddetti. Arkadaşının başının dertte olduğunu gören Biko, arkadaşının önüne geçip polise kendi kimliğini gösterdi. Bunun üzerine polis, Biko ve Jones’u iki ayrı karakola götürdü. Jones, gösterdiği cesaret karşısında dayak ve işkenceyle yüzleşirken, Biko’nun ödeyeceği bedel daha ağır olacaktı.

Karakolda çırılçıplak soyulup fena hâlde dayak yiyen Biko, 6 Eylül’de beyin kanaması geçirdi. Durumunun kötüleşmesine rağmen günlerce hapiste tutuldu. Epey bir zaman sonra elleri kelepçeli ve çıplak bir hâlde yüz kilometre ötedeki hastaneye götürüldü. 12 Eylül 1977’de Pretoria’daki hücresinde vefat etti.

Irk ayrımcısı hükümet, Biko’nun başına gelenlerle ilgili haberleri gizlemek için uğraştı. Devletin elinde acımasızca katledilmesi, tüm dünyada yankı buldu ve özgürlük mücadelesinin ateşini harladı.

Özgürlük için dövüşerek ölenler, gerçekte ölü değil şehittirler. Bu, ölümü romantikleştirmek değil, ölenlerin hayatlarını yüceltmek demektir. Sonuçta devletler, kişileri öldürebilirler ama onların fikirlerinin başkalarının hayatları üzerinde bıraktıkları etkiyi yok edemezler.

Sonrasında Biko’nun temsil ettiği Siyah Bilinci Hareketi, yoluna devam etti ve Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına yaslanan yapıyı yıktı. Bu, Stephen Bantu Biko’nun sonsuza dek hatırlanmasını sağlayacak, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı alınmış bir zaferdi.

Biko, Siyah Halkın Kongresi’ni, Afrika Ulusal Kongresi’ni ve Panafrika Kongresi’ni birleştirmeyi umut ediyordu. Bu umut, yazılarının toplandığı İstediğimi Yazıyorum isimli çalışmada karşımıza en fazla çıkan şeydi.

Onun inancına göre birleşik bir cephe kurulduğu takdirde, ırk ayrımcılığına karşı en sağlam ve en güçlü itiraz gerçekleştirilebilecekti. Mandela’nın iddiasına göre o dönem Afrika Ulusal Kongresi’nin lideri olan Oliver Tambo ile bir toplantı ayarlanmıştı ve o toplantıda Biko’nun önerisi ele alınacaktı. Ama o günlerde Biko katledildi.

Bu üç yapının ırk ayrımcılığına karşı bir araya gelme ihtimali ırk ayrımcısı hükümeti alarma geçirdi. Mandela tam da bu sebeple, “ırk ayrımcılığının yaşaması için Biko ölmeliydi” dedi. Biko, tek başına ırk ayrımcısı devlete denk bir güce sahipti. Dolayısıyla onun öldürülmesiyle, şehit olmasıyla, söz konusu eylemi gerçekleştirmiş olan devlet, politik yıkıma doğru sürüklendi.

Hişam Zekai

[Kaynak: The Palgrave Encyclopedia of Imperialism & Anti-imperialism, Yayına Hazırlayanlar: Immanuel Ness ve Zak Cope, Cilt I, Palgrave Macmillan, 2016, s. 25-28.]

Dipnotlar

[1] X. Mangcu, Biko: A Life, 2004 (Londra:   I.B. Tauris & Co. Ltd.), s. II.

[2] Steve Biko, “Our Strategy for Liberation”, A. Stubbs (ed.), I Write What I Like: Steve Biko. A Selection of his Writings içinde (Oxford: Heinemann), s. 143.

[3] Marcus Garvey, 1 October Speech by Marcus Garvey, R. A. Hill (ed.) The Marcus Garvey and Universal Negro Improvement Association Papers, Cilt III, Kasım 1927-Ağustos 1940 (Berkeley and Los Angeles, CA: University of California Press), 1990, s. 791.

[4] Steve Biko, a.g.e., s. xxvi.

[5] Steve Biko, a.g.e., s. 149.

13 Aralık 2021

,

Fransız Komünist Partisi

Fransız Komünist Partisi, diğer Avrupa komünist partileriyle aynı rahimden doğdu. Savaşın son yıllarında sosyalizmin ve sendikalizmin bağrında şekil aldı. Sosyalist Parti’den ve Genel İşçi Konfederasyonu’ndan memnun olmayan, sosyalizmin “kutsal birliğe” bağlılığını, savaşa sunduğu desteği eleştirmeye cüret edenler, hareketin ilk hücrelerini oluşturdular. Öncüler arasında az sayıda ismi bilinen militan bulunuyordu. Bu ufak ama dinamik ve militan olan azınlık grup, Zimmerwald ve Kienthal konferanslarına katıldı, yeni devrimci Enternasyonal’in taslağı bu grup eliyle oluşturuldu.

Hareketin arkasındaki itkiyi ise Rus devrimi sağladı. Loriot, Monatte gibi Sosyalist Parti ve Genel İşçi Konfederasyonu üyesi kimi isimler bir araya geldiler. Üçüncü Enternasyonal’in kurulmasıyla birlikte Fransız devrimcilerinin temsilcileri olarak Guilbeaux Sadoul’un öne çıktığı süreçte, Monatte ve Loriot’un başını çektiği hizip, Sosyalist Parti içerisinde Moskova’ya bağlanma meselesini tartışmaya açtı.

1920’de Strazburg’da düzenlenen kongrede komünist eğilim çok sayıda oy aldı. Her şeyden önemlisi bu hareket, başını Cachin ve Frossard’ın çektiği merkezci eğilimden ciddi bir destek aldı ve parti içerisinde önemli bir güç hâline geldi. Tartışma, bu kongreyle sona ermedi. Cachin ve Frossard Moskova’ya gitti. Burada devrime tümüyle bağlandı. Bu dönüşümle birlikte, bir önceki kongreden on ay sonra toplanan Tours Kongresi’nde Sosyalist Parti’nin çoğunluğu, Üçüncü Enternasyonal’e bağlılığını ilân etti.

Bu noktada, rüzgârın komünist hareketten yana estiği koşullarda parti bölündü. Sosyalistler, partinin eski ismine sahip çıktılar. Vekillerin önemli bir kısmı da onlardan yana durdu. Komünistlerse devrimci geleneğin mirasını ve L'Humanité gazetesini sahiplendiler.

Ne var ki Tours’daki ayrışma, partiyi reformist/devrimci veya başka bir ifadeyle, sosyalist/komünist diye açık ve net bir biçimde tanımlanmış homojen iki gruba ayrıştırmadı. Sosyalist Parti’nin devrimci aklı ve ruhu yeni komünist partisine geçti. Birçok militan, demokrasiye fazlasıyla bağlı olduğu için komünist hareketle sadece duygusal ve düşünsel bir bağ kurabildi. Savaş öncesi dönemin sosyalizm okulunda eğitim görmüş olan bu isimler, Bolşevik yönteme kendilerini adapte edemediler. Ruhen fazla eleştirel, fazla akılcı ve fazla çocuksu olan bu militanlar, Bolşevizmi dinî ve mistik düzlemde yücelten görüşü benimsemediler. Onların çalışmaları, vardıkları hükümler, biraz şüphe yüklüydü ve Üçüncü Enternasyonal’in genel ruh hâliyle asla örtüşmüyordu. Bu karşıtlık ve uyumsuzluk krize yol açtı. Reformist bir kökene ve psikolojiye sahip unsurlar ya içerilecek ya da dışlanacaktı. Bunların varlığı, genç partinin hareketini ketliyor, partiyi felç ediyordu.

Sosyalist Parti’deki bölünmenin ardından Genel İşçi Konfederasyonu da bölündü. George Sorel’in fikirlerinden beslenen devrimci sendikalizm, savaş öncesinde proletaryanın devrimci ve sınıfçı ruhunu diriltmiş ama bu ruh süreç içerisinde reformist ve parlamentarist pratik eliyle dinginleştirilmişti. Savaştan beri konfederasyona bu ruh hâkimdi. Konfederasyon, savaş süresince Sosyalist Parti ne yaptıysa onu yaptı.

Sonuçta savaş sona erdiğinde sosyalizm krize girince sendikacılık da krize girdi. Genel İşçi Konfederasyonu’nun bir kısmı sosyalist hareketi, diğer kısmı komünist hareketi destekledi. Proleter mücadelenin bu yeni aşamasında devrimci ve sınıfçı ruhu, Üçüncü Enternasyonal’e bağlı fırkalar temsil ettiler.

Devrimci sendikacılığın birçok teorisyeni de bu gerçeği kabul etti. Sosyalizmin reformizm eliyle yozlaştığı süreci ağır bir dille eleştiren bir isim olarak Sorel, Bolşeviklerin sınıfsal yöntemine destek sundu, ama Lenin’in kitaba bağlı bir Marksist olarak görülemeyeceğini söyleyen kimi sosyalistler, Lenin’in kişiliğinin Sorel’in etkisi altında olduğunu iddia ettiler.

Genel İşçi Konfederasyonu, sendikalar devrim yolu ile reform yolu arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıkları için bölündü. Mücadele dâhilinde devrimci sendikalizm yerini komünist harekete bıraktı. Ekonomi sahasından politika sahasına taşınan mücadelenin, kaçınılmaz olarak heterojen bir bileşime sahip olan sendikalar eliyle yürütülmesi imkânsızdı. Mücadele, neticede homojen bir nitelik arz eden bir parti tarafından verilmeliydi.

Teoride değilse bile pratikte iki eğilime de mensup sendikalar bu zorunluluk karşısında boyun eğdiler. Eski konfederasyon Sosyalist Parti siyasetine, yeni konfederasyon (Birleşik Genel İşçi Konfederasyonu –CGTU) Komünist Partisi siyasetine bağlandı. Ama aynı zamanda sendika sahasında kutuplaşma ve tasnif süreci yavaş işleyen, zahmetli bir dizi çalışma üzerinden somutlandı. Yaşanan kopuş ortadaki meseleyi çözüme kavuşturmadı, onu sadece gündeme getirmeye yaradı.

Bu sebeplere bağlı olarak Fransız komünistlerinin Bolşevikleşme süreci, gözyaşlarının dökülmesine sebep olacak bir dizi tasfiyenin devreye sokulmasına neden oldu. Bu adımı atmaya kararlı olan Üçüncü Enternasyonal, en radikal araçlarını devreye soktu. Örneğin Komintern, Hür Masonluk’la arasındaki tüm bağları kopartmaya karar verdi. Savaş öncesi dönemde laiklik mücadelesi dâhilinde radikal tutumları desteklemiş olan eski Sosyalist Parti, zamanla mason locaları içerisinde radikal burjuvaziyle bağ kurmuş, ona teslim olmuştu.

Esasen hür masonluk, radikal hareketle sosyalist hareket arasında var olan, kendisini kısmen gizleyen bağdı. Sosyalist Parti içerisindeki bölünmeyle birlikte hür masonluğun etkisi Komünist Partisi’ne miras kaldı. Aradaki bağ, varlığını sürdürdü. Kamusal alanda reformizmin her biçimine karşı mücadele eden birçok komünist, militan mason localarında her türden radikal isimle, burjuva siyasetçisiyle kardeş olmuştu.

Neticede devrimci siyasetle reformist siyaset, hâlen daha birbirine bağlıydı. Üçüncü Enternasyonal, işte bu bağı kesmek istedi. Alınan karara karşı çıkan reformistler kazan kaldırdılar. 1920’de Moskova’ya gitmiş olan Frossard, Komintern’in kendisinden gücünün yetmeyeceği bir şeyi istediğini düşünüyordu. Bu noktada genel sekreterlik görevinden istifa ettiğine dair bir mektup kaleme aldı. O aşamada parti bölündü. Frossard, Lafont, Meric, Paul Louis ve diğer önde gelen unsurlar, maceralı ve insanı bitap düşüren bir sürecin ardından, ileride Sosyalist Parti’ye yeniden katılacak olan özerk bir grup meydana getirdiler.

Bu kopuşlar, partiyi ve köklerini pek zayıflatmadı. Aksine, Mayıs seçimleri, komünistlerin kitle tabanlarının genişlediğini ortaya koydu. Komünistlerin listesi, dokuz yüz bin oy aldı. Bunun sonuncunda meclise yirmi altı komünist vekil sokuldu. Ulusal Blok ve Sol Blok karşısında önemli bir adım atılmış oldu. Bazı isimleri yitirmesine rağmen parti, homojenleşti. Bolşevikleşme süreci başarıyla sonuçlandı.

Ama tüm bu gelişmeler, Fransa’da komünist ayaklanmanın eli kulağında olduğunu, pek yakında gerçekleşeceğini anlatan olgular değillerdi. “Komünizm tehlikesi”, hareketi dışsallaştırmak için başvurulan bir ifadeydi ve hâlen daha kullanılıyordu.

Her şeyin ötesinde devrim, sabit bir olgu olarak ele alınamaz. Devrim, darbe değildir. O, çok katmanlı bir çalışmadır. Devrim, tarihin eseridir. Komünistler, bu gerçeği gayet iyi bilirler. Onlar, günlerini yanılsamalarla geçiremezler.

Fransız Komünist Partisi, bugün iktidarı almak için hızlı ve yepyeni bir atak peşinde değil. Parti, işçi kitlelerini ve destekçilerini programına örgütlemeye çalışıyor. Küçük burjuvazi içerisinde propaganda yürütmek için adımlar atıyor. Bu çalışma dâhilinde kendi misyoner birliklerini oluşturuyor, sahaya sürüyor. Her gün L’Humanité gazetesinin iki yüz bin nüshası, partinin sözünü tüm Fransa’ya ulaştırıyor. Karadeniz’deki isyankâr geminin denizcileri olarak Marcel Cachin, Jacques Doriot, Jean Renaud, André Berthon, Paul Vaillant Couturier ve André Marty, bugün mecliste çalışma yürütüyor.

Parti arınıyor. Hedefine odaklanıyor. Komünistlerin lügatinde “parlamenter” kelimesi klasik mânâda kullanılmıyor. Komünist parlamenterler müzakere yürütmüyorlar. Meclis, onlar için ajitasyon yapmak, eleştiri yöneltmek için kullanılacak bir kürsü.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

08 Aralık 2021

,

Birinci İntifada


Filistin halkının büyük ayaklanmasının, İntifada’nın 35. yıldönümü. Aralık 1987’deki intifada üzerinden Samidun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı, bugüne dek süren mücadelenin, direnişin ve devrimin canlı hatırasını ve mirasını diri tutuyor, onurlandırıyor, yüceltiyor.

Gazze’deki Cebeliye mülteci kampında İsrail işgal ordusuna ait bir askerî cemseden açılan ateş sonucu dört Filistinli işçinin öldürülmesi sonrası Filistinliler, 8 Aralık 1987 günü sokaklara döküldüler. Halk, kendi hareketini meydana getirdi, kolektiflerini ve kurumlarını oluşturdu, Ayaklanmanın Birleşik Ulusal Liderliği’ne ait mesajlar üzerinden birleşti, İsrail’i boykot etti ve halk mücadelesiyle kolektif direnişin tüm unsurlarını pratiğe döktü. İntifada sürecine öncülük etme noktasında kadınlar, gençler ve işçiler kritik bir rol oynadılar, her köyde, kasabada ve şehirde sömürgeciliğe karşı direnişten neşet edecek devrimci toplum için ortaya konulacak tüm çalışmaları yürütmek adına komiteler örgütlediler.

İntifada, sadece Filistin’deki Filistinlileri değil, sürgündeki ve diasporadaki Filistinlileri de birleştirdi. Birçok yönden İntifada, Lübnan kamplarındaki kuşatmayı kırdı, dünya genelinde Filistinli toplulukların örgütlenmesi sürecini tetikledi, aynı zamanda Filistinlilerle dayanışma çalışmalarının örgütlenmesine dönük adımların hızla artmasını sağladı.

Doğal olarak İntifada, büyük bir baskı ile karşılaştı: insanlar, toplu hâlde hapse atıldılar, ağır işkencelerden ve sorgu süreçlerinden geçtiler, Rabin’in o herkesçe bilinen “kemik kırma” politikasına maruz kaldılar. İşgal güçleri, İntifada süresince yüz binlerce Filistinliyi gözaltına aldı, hapse attı, 120.000’den fazla insan yaralandı, yüzlercesi katledildi. Filistinli tutsaklar, direnişlerine ve başkaldırılarına demir parmaklıklar ardında devam ettiler, bağrından birçok parlak genç örgütçüyü çıkartacak olan “devrim okulları”nı kurdular, bu okulların temellerini sağlamlaştırdılar.

İntifada, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku devletlerinin yıkılışından, tek kutuplu dünyaya hâkim olan ABD emperyalizminin yol açtığı tehdide, oradan birinci Irak Savaşı’na ve Arapların özyönetim pratiklerine yönelik saldırılara dek birçok uluslararası gelişmeye rağmen devam etti. Maalesef bu süreçte İntifada, birilerinin malı hâline geldi. Filistin halkının fedakârlıkları ve başarıları, ABD emperyalizmi ile gerici Arap rejimleriyle ittifak hâlinde olan Filistinli yönetici sınıf tarafından gasp edildi. Bu süreçte yüzler önce Madrid Konferansı’na sonra da Oslo Anlaşması sürecine çevrildi. Böylelikle Filistin halkının devrimci arzuları, Siyonist sömürgeciliğin yanı başında basit bir özyönetim projesine dönüştürülmeye çalışıldı.

Oslo Anlaşması, İntifada’ya son vermiş gibi görünse de Filistinlilerin devrimci vizyonuna halel getiremedi. İntifada, bugün Filistin mücadelesinin neden alternatif bir yola, topyekûn kurtuluş ve geri dönüş vizyonu ile uyumlu bir yola ihtiyacı olduğunu ortaya koyuyor. Zira bugün Filistin davası, bir kez daha tasfiye edilmeye çalışılıyor.

İntifada’nın sunduğu vizyon, hiçbir vakit mağlup olmadı, engellenemedi, ezilemedi. Bu vizyon, onlarca yıldır olduğu gibi her bir ayaklanmada yaşamaya devam ediyor. Filistin’de, mülteci kamplarında, sürgünde ve diasporada, dünyanın her bir şehrinde, her adalet mücadelesinde Filistin bayrağı, devrim umudu, devrim arzusu ve özgür bir gelecek vizyonu olarak, bir çiçek misali karşımıza çıkıyor.

Hâlen daha devam eden İntifada’nın 35. yıldönümünde, özgürlük için dövüşen, kendisini feda eden insanlar huzurunda Samidoun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı, nehirden denize tüm ülke kurtulana, geri dönüş gerçekleşene dek mücadeleyi sürdüreceğine söz veriyor.

Samidoun
Kaynak

07 Aralık 2021

,

Fransız Sosyalizmi


On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Fransa’da sosyalizm, farklı okullara ve örgütlere ayrıştı. Başını Guesde ve Lafargue’un çektiği İşçi Partisi, resmi planda Marksizmi ve onun sınıfsal taktiklerini temsil eden yegâne yapıydı. Blankizm hareketi içinden çıkmış olan Sosyalist Devrimci Parti, bünyesinde Komün’ün devrimci geleneğini kendi bünyesinde cisimleştirdi. Hareketin en önemli ismi, Vaillant’dı. Bağımsızlar ise işçi sınıfından ziyade aydın cenahı içerisinde örgütlenmişlerdi. Hareket, sosyalizme ilgi duyan birçok insanı saflarına kattı. Viviani ve Jaurès gibi isimler, bu grup içerisinde faaliyet yürüttüler.

1898’de İşçi Partisi, farklı sosyalist örgütlerle yakınlaşma süreci içine girdi. Bu düzlemde anlaşmanın ve ittifakın zemini belirlendi. Başka ülkelerde sosyalist teorinin ve pratiğin netleştirilmesi süreci Fransa’da işledi, ama burada anarşizme meyilli sektlerin, tarikatların tasfiyesine ihtiyaç duyuldu.

Fransa’da görünürde dokuz ayrı eğilim varsa da aslında iki eğilim söz konusuydu: Sınıfçı eğilim ve işbirlikçi eğilim. Son tahlilde bu iki eğilim, uzlaşmaya varmak amacıyla birbirlerinin sınırlarını belirleme ihtiyacı duydu. Sınıfçı veya devrimci eğilime göre mesele, devrimin uzak bir hedef olduğu gerçeğinin görülmesi ve sınıf mücadelesinin en ılımlı tezahürlerine indirgenmesiydi. Diğer yandan işbirlikçi eğilimse işbirliğinin sosyalistlerin burjuva meclisine girişleri anlamına gelmediğini kabul etmek zorunda kaldı. Sosyalist hareketin yol açacağı kutuplaşma evresine ulaşana dek bu netlik, yürünecek yolun görülmesi için kâfi idi.

Ama sonra somuttaki bu uyumsuzluğu artıran bir olay yaşandı. Sosyalist örgütlerden birine bağlı bir isim olarak Millerand, Waldeck Rousseau’nun radikal hükümetinde bulunması yönünde yapılan teklifi kabul etti. Devrimci eğilim, Millerand’ın özür dilemesini ve ileride sosyalistlerin bakanlıkta yer almamasını talep etti. Açıktan Millerand’da destek sunmayan işbirlikçi eğilim, eski tezini yeniden gündeme getirdi ve belirli koşullarda bakanlıkta bir koltuk sahibi olma fikrine destek sundu. Kısa bir süre sora Millerand’ın yolundan giden Briand, bakanlık konusunda yeni bir maceraya atılmak istediği için, kapıları kapatmamak adına, hamle yapma ihtiyacı duydu. Öte yandan Fransa’da süreç içerisinde yaşanan ilerleme dâhilinde sosyalist hareket, sadeleşti. Artık dokuz ayrı eğilimden değil, iki eğilimden söz edilmekteydi.

Birlik, 1904 yılında gerçekleşti. Aynı yılın Ağustos ayı içerisinde bakanlıkta görev alma meselesi, Enternasyonal’in Amsterdam kongresinde incelemeye tabi tutuldu ve konuda bir hükme varıldı. Söz konusu kongre, işbirlikçilerin tezini redde tabi tuttu. O ana dek ilgili tezi samimiyetle savunmuş olan Jaurès, sorumluluk ve görev bilinci gereği disipline uydu ve Enternasyonal’de oylamaya tabi tutulan karara göre hareket etti. Amsterdam’da alınan kararın sonucunda Jaurès’in başını çektiği akım ile Guesde ve Vaillant’ın liderliğini yaptığı akım arasında varılacak anlaşmanın ilkeleri, müteakip süreçte yürütülen müzakereler dâhilinde belirlendi. Örgütler arası kaynaşma ise Nisan 1905’teki Paris Kongresi’nde kabul edilip onaylandı. Ertesi yıl Briand’dan kurtulmuş olan Sosyalist Parti, bir süreliğine burjuva siyasetinde önemli bir çekim merkezi olarak varlığını sürdürdü ve kabinede belirli görevlerde söz sahibi oldu.

Neticede birlik sürecinin doğurduğu parti, devrimci bir yoldan ilerlemedi. Birlik, esasen Fransız sosyalizmindeki iki akım arasında gerçekleşen uzlaşmanın ve tavizlerin bir sonucuydu. İşbirlikçi hareket, Üçüncü Cumhuriyet hükümetine doğrudan dâhil olunması fikrinden vazgeçti. Öte yandan sınıfçı akımın kendisini yutmasına izin vermedi. Hatta eskiye nazaran daha fazla uzlaşmaz bir örgüt hâline geldi.

Batı’daki diğer demokrasilerde olduğu gibi Fransa’da da sosyalizmin devrimci ruhu, parlamento çalışmaları dâhilinde zayıfladı ve ketlendi. Sosyalizme verilen oylar arttıkça mecliste alınan kararlarda sahip olunan ağırlık da arttı. Sosyalist Parti, burjuva siyasetinin iç çelişkileri ve çatışmaları dâhilinde belirli bir rol oynadı. Parlamento sahasında burjuvazinin en gelişkin partileriyle işbirliği siyaseti güttü. Jaurès, güçlü bir sima olarak yaptığı o nazik konuşmaları ile söz konusu işbirliği siyasetine idealizmin mührünü vurdu. Batı Avrupa’daki diğer sosyalist partiler gibi Sosyalist Parti de ilgili siyasete devrimci bir anlam kazandıramadı.

Zamanla Fransa’da devrimci ruh, sendikalizme huruç etti. Devrimin en önemli ideologu, Sosyalist Parti’nin yazarları arasından veya yayınları içerisinden çıkmadı. O ideolog, sosyalizmin parlamentarizm ile yozlaşmasını eleştiren, devrimci sendikalizmi yaratıp ona öncülük eden Goerge Sorel’den başkası değildi.

1905-1914 arası dönemde Fransız Sosyalist Partisi, seçim ve parlamento sahasında faaliyet yürüttü. Bu çalışmalar dâhilinde parti üye sayısını arttırdı, daha fazla insanı örgütledi. Küçük burjuvazinin belirli bir kısmını kendisine çekti. Birçok aydını saflarına kattı. İlkelerini onlara öğretti.

1914 seçimlerinde parti bir milyon yüz bin oy aldı. Meclise üç vekil soktu. Savaşın patlak vermesi ile partideki bu büyüme süreci sekteye uğradı. Avrupa sosyal demokrasisindeki hümanist ve barış yanlısı tutum karşısında savaş olgusunun o dinamik ve zalim gerçekliğini buldu. Seferberlik sürecinin başladığı dönemde Jaurès’in ölümü partiye ciddi zarar verdi. Büyük liderinin kaybıyla ümitsizliğe kapılan parti, fırtınaya saçlarını kaptırdı ve sürüklenmeye başladı. Fransız sosyalistleri savaşa karşı koyamadılar. Barış için hazırlık yapma imkânı da bulamadılar. Neticede hükümetle işbirliğine gitmek zorunda kaldılar. Guesde ve Sembat bakan oldu.

Sosyalizmin ve sendikal hareketin liderleri, kutsal birliğin siyasetini sürdürdüler. Bazı sendikacılar ve devrimciler savaşa karşı çıktılar, yalnızlaştırıldılar, katliama tek başlarına karşı koymaya çalıştılar.

Sosyalist Parti ve Genel İşçi Konfederasyonu, olayların kendilerini belirli bir yöne doğru sürüklemesine izin verdiler. Bazı Avrupalı sosyalistlerin Enternasyonal’i yeniden inşa etme çabaları, Fransız sosyalistlerinden ve sendikalarından gerekli desteği göremedi.

Sürpriz bir biçimde imzalanan ateşkes, partiyi daha da zayıflattı. Savaş süresince kendisinin belirlediği bir yoldan ilerlemeyen parti, burjuvazinin güdümüne girdi ve onun sürüklediği yere gitti. Ama burjuvazi, zaferin politik sahada getirdiği ganimeti Sosyalist Parti ile bölüşmedi. 1919 seçimlerinde, savaşın yol açtığı devrimci kabarış hoşnutsuz ve hüsrana uğramış halk kitlelerini sosyalizm safına doğru itmesine karşın, sosyalistler meclisteki koltuklarını da yitirdiler, ülke genelinde ciddi oy kaybına uğradılar.

Ardından parti bölündü. Parti ve sendika konfederasyonundaki bürokrasi devrimci niteliğini yitirdi. Bu sebeple yeni Enternasyonal’e alınmadı. Savaşın yol açtığı sersemlikten henüz çıkamamış olan gazetelerin yayın kurullarının, yazarların, memurların ve avukatların devrimin genelkurmay kadrosu içerisinde yer almaları mümkün değildi. Bu kesim, ister istemez, tehlikeden uzak, retoriği esas alan, savaşın tüm o acımasızlığıyla yol açtığı fırtına ile kesintiye uğrattığı demagojinin rahat ve kibirli dünyasına geri döndü.

Tüm bu insanlar normalleştiler, devrimci duygularını yitirdiler. Buna karşın yeni sosyalist kuşak yüzünü devrime çevirdi. Bu eğilim, kitlelerin desteğini aldı. 1920’deki Tours Kongresi’nde partinin büyük bir çoğunluğu “Komünist Partisi” isminin alınması ile ilgili öneriden yana saf tuttu. “Sosyalist Parti” isminden yana duranlarsa azınlıkta kaldılar. Eskiden olduğu gibi İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu olarak varlığını sürdürmek istediler.

Çoğunluk ise Komünist Partisi’ni kurdu. Jaurés’in gazetesi L'Humanité komünist partisinin yayın organı hâline geldi. Sosyalist partinin en önemli isimleri ve vekilleri Sosyalist Parti içinde kaldı ve Leon Blum, Paul Boncour ve Jean Longuet ile birlikte hareket etti.

Komünistler kitleler, sosyalistler meclis içerisinde güçlü hâle geldiler.

Sonrasında Avrupa’da yaşanan süreç ve olaylar eski sosyalizmin yeniden dirilmesine katkıda bulundu. Devrimci dalga dindi. Proletaryanın saldırıya geçtiği dönem yerini burjuvazinin saldırısına tanıklık eden döneme bıraktı. Kısa sürede dünya devriminin gerçekleşeceğine dair umut yitip gitti. Eskiden olduğu gibi kitleler, bu sefer de eskinin efendilerine inanmaya ve bağlılık duymaya başladılar.

Ulusal Blok hükümeti döneminde sosyalizm Fransa’da birçok destekçi kazandı. Eskiden radikalizme yönelen insanlar ılımlı ve parlamentarist sosyalizme çevirdiler yüzlerini. İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu sosyalist radikallerle birleşip Sol Blok’u meydana getirdi. Mayıs 1924 seçimlerinde bu blok 1919’da yitirdiği vekilleri geri kazandı, hatta bunlara yenilerini ekledi.

Bir süre sonra Sol Blok iktidar oldu. Sosyalistler, bunu kabinenin belirli bir bölümünü ele geçirme fırsatı olarak değerlendiremediler. Henüz işbirlikçi koalisyon karşıtı eğilimle ayrışmanın vakti değildi. Asıl önemli olan, Mayıs seçimlerinde sosyalist seçmenlere sunduğu vaatlerini yerine getirdiği sürece Herriot’ya destek sunmaktı.

Şubat ayında Grenoble’da yapılan kongrede İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu üyesi sosyalistler radikallerle ilişkilerini gözden geçirdiler. Yapılan bir toplantıda Longuet, Ziromsky ve Braque, programını uygulayamadığı için Éduard Herriot’yu suçladı, ayrıca parlamentodaki sosyalist grubunu yumuşak bir siyaset uyguladığı ve bakanlıktan feragat ettiği için azarladı. Bu üç sözcüsü üzerinden sosyalistler, sınıfsal taktiklere bağlı kalma iradesini ortaya koydular. Ama öte yandan Millerand ve Briand ile birlikte partiden kovulan ve bakanlık koltuğuna oturmakla neticelenen işbirlikçi tutum Fransız sosyalizmi içerisinde yeniden açığa çıktı. Bakanlık koltuklarının rahatlığını, kayıtsızlığını ve sıcaklığını bilen ve bir dönem Marcel Sembat’nın yardımcılığını yapan Leon Blum, işbirlikçi kesimin temsilcilerinden biraz daha sabır göstermelerini istedi. Onlara bakan olmanın risk ve sorumluluk içermediğini anımsattı. Blum’a göre sosyalistler, hükümete radikallerin işbirlikçisi olarak dâhil olmamalılardı. Blum, esasen iktidarı tek başına ele alacakları koşulların olgunlaşacağı ana dek beklemeleri gerektiğini düşünüyordu. O, Sol Blok hükümetinin istim üzerinde olduğu dönemde Sosyalistlerin müttefiklerin elindeki iktidarı alacak gücü elde edeceklerini ümit ediyordu.

Bu ümitle hareket eden Sosyalist Parti, Grenoble’daki kongrede sol bloktan yana olduğunu, gericiliğe ve Bolşevizme karşı durduğunu beyan etti. Böylece tüm dürüstlüğüyle demokrasi yanlısı olduğunu söylemiş oldu.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

06 Aralık 2021

,

Kesik


Dünyanın hâkimiyeti, hâlen daha emperyalizmin elinde. Toprağı ele geçiren, kültürleri ve toplulukları yok eden o. İnsanlık ve doğa, onun ayakları altında. İkisi de emperyalizmin bitmek bilmeyen kâr arayışının çilesini çekiyor.

Emperyalizm, üzerine yeşil bir gömlek geçirerek eleştirilerden kurtulacağını düşünüyor. Yıkıcılığını, “doğayı koruma” bahanesi ardına gizliyor.

Bu yalanlara inanır, şirketlerin doğadan yana olamayacağını unutur isek tıpkı Fanon’un sözünü ettiği, akılları sömürgeleştirilmiş yerli halkların durumuna düşeriz.

Statüko bünyesinde kalıp onun için çalışmamız gerektiğini söyleyen çağrılara kulak kesilir, o statükonun liderlerine ve mekanizmalarına güven duyarsak, statükonun terimleriyle tartışıp onun “şiddet dışı yol” ve “uyum” gibi zokalarını yutarsak, o vakit tam da Fanon’un ifade ettiği biçimiyle, “daha işin başında mağlup edilmiş oluruz.”

Sömürgeci, Fanon’un Cezayir’de bulunduğu günlerden beri pek değişmedi. Kapitalizm, emperyalizm, endüstriyalizm ve Batı diye adlandırdığımız sistem, tüm karmaşıklığı ile varlığını sürdürüyor.

Eğer onu yere sermek, boynumuza, bileklerimize doladığı zincirlerden kurtulmak zorunda isek zihnimizi sömürgelikten çıkartıp, tüm zihin dünyasından tam anlamıyla kopmanın, tüm cümlelerinden, önermelerinden uzaklaşmanın yolunu bulmalıyız.

Gerçek bir radikal proje, tam da bununla ilgilidir. Bizim amacımız, uzun zamandır esareti, zafiyeti ve teslimiyeti dayatan, bizi fiziksel gerçeklikten, doğadan ve kolektif potansiyelimizden uzak tutan zincirleri kırmaları konusunda insanları teşvik etmektir.

Walter Benjamin’in ifadesiyle bizim “tarihin sürekliliğinde bir kesik açmamız” gerekmektedir.

Organic Radicals

12 Ekim 2019

Kaynak

05 Aralık 2021

,

Mandela’nın İktisadî Mirası


Nelson Mandela’nın ölümü bize, Güney Afrika’nın siyah kitlelerinin, ilk olarak Britanya emperyalizmi tarafından teşvik edilen, sonrasında Güney Afrika’nın gerici ve ırkçı beyaz hâkim sınıfı tarafından küçük bir azınlığın ayrıcalıklarını korumak amacıyla benimsenen acımasız, zalim ve gerici Apartheid [ırk ayrımcılığı] rejimi karşısında kazandıkları büyük zaferi hatırlatıyor. Mandela, hayatının yirmi yedi yılını hapishanede geçirdi ve onun temsil ettiği halk, ABD’nin de içinde bulunduğu büyük emperyalist güçler tarafından desteklenen tuhaf rejimi devirmek için onlarca yıl süren uzun ve zorlu bir mücadele verdi.
Özellikle Margaret Thatcher önderliğindeki İngiliz muhafazakârlarının ve diğer emperyalist liderlerin çabalarına karşın rejim, milyonlarca siyah Güney Afrikalının (madenlerdeki emekçilerin, okullardaki çocukların, varoşlardaki halkın) büyük fedakârlıklarıyla yıkıldı. Güney Afrika halkı, büyük ülkelerdeki işçilerin ve halkın boykotlar, grevler ve politik kampanyalar düzenleyerek gösterdiği dayanışmanın desteğini gördü. Bu, Britanya’daki ve Amerika’daki gerici güçler için büyük bir mağlubiyetti.
Fakat bunun yanında, zamanlaması bakımından Apartheid rejiminin sonu, Güney Afrika’daki beyaz hâkim sınıfın ve büyük kapitalist ülkelerdeki hâkim sınıfların tavırlarındaki bir değişimden de kaynaklanıyordu. Mandela’yı artık “terörist” olarak değerlendirmeme ve siyah bir devlet başkanının kaçınılmaz, hatta gerekli olduğunu kabullenme yönünde alınan soğukkanlı ve gerçekçi bir karar söz konusuydu. Peki bu karar neden alınmıştı?
Güney Afrika’nın kapitalist ekonomisi, çok kötü durumdaydı. Nedeni yalnızca boykot değildi, zira madenlerdeki ve fabrikalardaki siyah emeğinin üretkenliği de azalmıştı. Sanayideki yatırımların niteliğinde ve dış yatırımların kullanılabilirliğinde keskin bir düşüş yaşanmıştı. Bu durum, 1980’lerin ilk yıllarındaki küresel ekonomik durgunluk döneminde sermayenin kârlılığının savaş sonrası dönemin düzeyine düşmesinde ifadesini buldu. Ve diğer kapitalist ekonomilerden farklı olarak, Güney Afrika emek gücünü sömürerek işleri yoluna koymanın bir yolunu bulamadı.
Yönetici sınıf, stratejisini değiştirmek zorundaydı. F.W. De Klerk himayesindeki beyaz liderler, geçen on yıllarda izlediği politikayı terk ettiler; Mandela’yı serbest bırakma tercihinde bulunarak siyahların çoğunlukta oldukları, emek disiplinini yeniden tesis edebilecek ve kârlılığı canlandırabilecek bir hükümetten yana oldular. De Klerk, yaptıklarının karşılığı olarak, Nobel Barış Ödülü’nü 76 yaşında devlet başkanı olan Mandela ile birlikte aldı! Gerçekten de ilk Mandela yönetiminde kârlılık, işgücünün sömürülme oranlarındaki ani ve büyük yükselişe bağlı olarak önemli ölçüde arttı.
2000’lerin başında kârlılık oranları, sermayenin organik bileşiminde makineleşmenin hızlı bir şekilde artması dolayısıyla, sömürü oranlarındaki daha büyük artışa rağmen, azalan bir seyir izledi. Güney Afrika sanayisi, şimdilerde zor durumda, işsizlik ve suç, küresel oranların çok üzerinde ve ekonomik büyüme çöküşün eşiğinde.
Mandela ve sonrasında Thabo Mbeki yönetimindeki Güney Afrika, tam anlamıyla berbat durumda olan siyah çoğunluğun yaşam koşullarında, Apartheid rejiminin acımasız ve keyfi denetimine ve eşitsizliğine son vererek sağlığın korunması, konut sorunu, elektrik, eğitim vb. alanlarda belirli gelişmeler kaydetti. Fakat Güney Afrika, hâlâ dünyada en yüksek gelir ve servet eşitsizliğine sahip ve ekonomideki eşitsizlik, hiçbir zaman siyah kapitalistlerin beyaz olanlara katıldığı durumdakinden daha yüksek olmadı. ANC (Afrika Ulusal Konseyi), açıkça ilân edilmiş sosyalist ideolojisine rağmen, madenlerde ve kaynak sanayilerinde bile hiçbir zaman kapitalist üretim biçimini ortak mülkiyetle değiştirmeye yönelmedi.
OECD, gelişmekte olan ülkelerde gelir eşitsizliği hakkındaki raporunda şunları söylüyor:
“Bir uçta, geçtiğimiz iki on yılda üretimdeki güçlü büyüme iki ülkede (Brezilya ve Endonezya) gelir eşitsizliğinin azalmasıyla el ele gitti. Diğer uçta ise, aynı dönemde dört ülke (Çin, Hindistan, Rusya Federasyonu ve Güney Afrika) ekonomilerindeki güçlü genişlemeye rağmen, eşitsizlik seviyelerinde dik bir artış kaydetti.”
Güney Afrika’nın genellikle varlıklı olan küçük beyaz azınlığı Apartheid rejiminin sonlanmasından pek etkilenmeden konumunu sürdürdü. Yine, OECD raporundan şu tespiti aktaralım:
“Bu özellikle coğrafî ayrımların ırklar arasındaki eşitsizliği yansıttığı Güney Afrika için zorlu bir sorun. Apartheid’ın sonlanmasının ardından gerçek gelirin bütün toplumsal gruplar için yükselmesine rağmen, pek çok Afrikalı hâlâ yoksulluk içinde yaşıyor. Afrikalılar, herhangi bir yoksulluk ölçütünde, kendileri beyazlardan daha yoksul olan Hintlilerden / Asyalılardan daha fazla yoksul olan beyaz olmayan ırklardan da çok daha fazla yoksullar.”
Ve şimdi iş dünyasına egemen olan ve iktidardaki ANC partisinin siyah önderliğinin üzerindeki karşı konması güç nüfuzlarını kullanan zengin siyahlar, zengin beyazlara katılıyorlar. ANC, işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturan siyahlar ile gelişen küçük siyah hâkim sınıf arasındaki keskin ayrımları dışavuruyor. Bu çatlaklar, şimdiye dek kararlı bir kırılma yaşanmadan, zaman zaman patlamalara yol açıyor (yakın zamanlarda greve giden madencilerin siyah bir hükümetin emrindeki polis tarafından kurşunlanması olayında gördüğümüz gibi). Mandela’nın mirası Apartheid’ın sonuydu; eşitlik ve daha iyi bir yaşam için mücadele ise halkının gelecek kuşakları için devam ediyor.
Michael Roberts
6 Aralık 2013