Fransa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fransa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2024

,

Sol Fransa’da Müslümanları Nasıl Yüzüstü Bıraktı?


Bir Ürkeklik ve Vazgeçiş Hikâyesi

Charlie Hebdo’ya ve Paris’teki Yahudi süpermarketine yönelik saldırıların ardından, Almanya, Belçika ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinde teröristler için insan avı başlatıldı. Arama çalışmaları, bilhassa Belçika’da yoğunlaştı. Yetkililer, ülkede yeni terörist saldırılar düzenlemesi muhtemel, uykuda olan mücahid hücreleri olduğunu söylüyorlar.

Burada daha çok Avrupa’dan çıkıp Kaide ve IŞİD’den eğitim aldığı, eylem için Avrupa’ya döndüğü varsayılan kişilere odaklanılıyor. Burada kimse, bu insanları üreten genel zemini izaha yanaşmıyor.

Bu türden şiddet eylemlerine yönelen kişilerin ideolojik düzeyde yetiştiği zemin, esasen Avrupa’da göçmenlere yönelik muamele. Irk, etnisite ve din temelli ayrımcılık genç göçmenleri radikal hareketlere yönlendiriyor. Bu gençler, işsizliğin, kötü eğitim koşullarının, geri kalmış mahallelerin, saygı görmezliğin, sık sık hapse atılmalarının çaresini bu yönelimde buluyorlar. İşin tuhafı şu ki bu saldırılar sonrasında gene gidip bu göçmen topluluklarına saldırılacak, gene onlar ezilecek, bu da sorunu daha da derinleştirecek.

Teröristlerin ülke dışında eğitim gördüğü gerçeğine bu kadar fazla vurgu yapmak yerine Avrupa devletleri, ülke içerisinde göçmen karşıtı hareketlerin önünü alacak, solu sadece geleneksel işçi sınıfını değil göçmenleri de örgütlemeye teşvik edecek adımlar atabilirler.

Ateşi Körüklemek

Korkunun halk içinde dolaşması, devlet yetkililerini belirli konularda motive etmesi, hiç de şaşırtıcı bir gelişme değil.

Her şeyden önce batı medyası, Kaide ve IŞİD bünyesinde Yemen, Irak ve Suriye’de askeri eğitim aldıktan sonra terör estirmek üzere Avrupa’ya dönen, buradaki ülkelerde yetişmiş binlerce mücahid olduğu izlenimini yaratmak için elinden geleni yaptı. Sansasyonel haber konusunda kimsenin eline su dökemediği bir yayın kuruluşu olarak CNN, tüm dünyada kendisini izleyen kitleyi Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda’da 120 ilâ 180 civarında insandan oluşan yirmi kadar uyuyan hücre olduğu konusunda uyardı. Bu hikâyeye göre, Avrupa’daki güvenlik kurumları bu kişileri takip etmekten aciz.

İstisnai bir döneme girdiğimiz konusunda genel bir izlenim yaratmak adına önemli medya kuruluşları, ABD’li senatör John McCain, Interpol başkanı Jürgen Stock ve eski CIA başkanı Leon Panetta gibi isimleri ekranlara çıkarttılar.

McCain, “Batı’nın yüzleştiği tehdit o kadar büyük ki Amerika’nın Irak ve Suriye’de IŞİD’le mücadele etmek için sahaya inmesiyle birlikte Batı’da daha büyük bir terörizm dalgasına tanık olunacak” dedi. Interpol başkanı Stock, “bu teröristler size vurmadan onları vurun” deme gereği duydu. Panetta ise terörist saldırıların ABD ve Avrupa’daki güvenlik güçlerinin gözetleme faaliyetlerini ve eylemlerini koordineli kılmalarını gerektirecek ölçüde tehlikeli bir aşamaya geçtiğini söylüyordu. Panetta, ayrıca IŞİD ve Kaide’nin sadece Avrupa’da değil, ABD’de de şiddet eylemleri gerçekleştirmenin eşiğinde olduğu uyarısında bulundu.

Gerçek Tehdit

Bu uykudaki hücreler, ne kadar gerçek ne kadar hayal, kimse bilmiyor. Gerçek tehdit aranıyorsa, Avrupa’daki göçmen topluluklarına yönelik yaklaşımın ve muamelenin, Panetta’nın ifadesini ödünç alırsak, yeni ve daha tehlikeli bir aşamaya geçmiş olması üzerinde durulmalı.

Paris’teki olaylara verdiği tepkide Batı Avrupa hükümetleri, göçmenlerin ve Müslümanların içerilmesini ve asimile edilmesini istediler. Alman şansölyesi Angela Merkel’in Müslümanlarla dayanışma yürüyüşü öncesi yaptığı açıklamada da dile getirdiği biçimiyle, kendisi “tüm Almanların şansölyesiydi.” O, neticede “geçmişine veya kökenine bakmaksızın, bu ülkede sürekli yaşayan herkesi kucaklıyordu.” Alman cumhurbaşkanı Joachim Gauck da söz konusu yürüyüşte benzer bir ifade kullandı: “Hepimiz Almanya’yız.”

Fakat tüm bu kucaklayıcı ifadelere rağmen kıta genelinde göçmenler, Macar başbakanı Orban’ın önerdiği, Beyaz Avrupalıların giderek daha fazla destek verdiği çözüm önerisinin uygulanmasından korkuyorlar. Orban, lafını esirgemeden, şunları söylüyor:

“Ekonomik göç meselesine bir faydası olan bir şeymiş gibi yaklaşamayız, zira bu göç, Avrupalılar için daha fazla belâ ve tehditten başka bir anlama sahip değil. Bu sebeple, göç durdurulmak zorunda. Macaristan’ın konuyla ilgili duruşu bu şekilde.”

İşin tuhafı, Orban bu cümleleri 11 Ocak’ta Paris’te düzenlenen, herkesin “Hepimiz Charlie’yiz” diye bağırdığı, binlerce Müslüman göçmenin de katıldığı “Birlik Yürüyüşü”nde dile getirdi.

Bu göçmen karşıtı dinamik kıta genelinde güçlü. Fakat Fransa’nın göçle mücadelenin merkezi hâline geldiğini söylemek gerek. 4 milyondan fazla Müslüman göçmenin yaşadığı ülke, kıtanın en büyük Müslüman nüfusuna ev sahipliği yapıyor. Göçmen karşıtlığının sesi hâline gelmiş olan Marine Le Pen, New York Times’da çıkan yazısında, sadece göçün sınırlandırılması çağrısında bulunmuyor, ayrıca mücahidlerden Fransız vatandaşlığının alınmasını istiyor. Bu önerinin sınırı belirsiz. Önerinin, bir süre sonra aktif mücahidlerin de ötesine uzanacak uygulamalara kapı aralayacağı açık. Öte yandan, Le Pen ve partisi bu süreçte güçleniyor. Mayıs 2014’te yapılan Avrupa Parlamentosu seçiminde 4,1 milyon kişiden aldığı destekle oy oranını yüzde 26’ya çıkarttı. Başbakan Manuel Valls, bu gelişmeyi “şok edici bir deprem” olarak tarif etti. Le Pen, süreçte nüfuzunu koruyacakmış gibi görünüyor. Anketler, 2017’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başa güreşeceğini söylüyor.

Kaçırılmış Fırsatlar

Charlie Hebdo saldırılarına yol açan zemin uzun zamandır oluşuyordu zaten. Mesele, daha önce ele alınmış olsaydı bu kadar hasarla yüzleşilmezdi.

On yıl önce Fransa şehirlerinin yoksul varoşlarında büyük bir ayaklanmaya tanık olundu. 2005’teki isyan süreci 20 gün sürdü. 9.000 araç ateşe verildi, 80 okul ve birçok iş yeri tahrip edildi. Bu isyan sayesinde dünya ve Fransa, varoşlarda yaşayan göçmenlerin sefaletiyle ve o varoşlardaki gençlerin öfkesiyle tanıştı.

Independent gazetesinden Mary Dejevsky’nin de dediği gibi bu isyanlar, “ülkenin köyle kent arasına sıkıştığını, yüksek çirkin duvarlarla çevrelendiğini, içi çürümüş kulelerle korunduğunu, Fransa’nın bu süreçte başarısız olduğunu gözler önüne serdi.”

Charlie Hebdo’ya saldıran eylemciler, Şerif Kuaşi ile Said Kuaşi, tam da bu varoşlarda doğdular, büyüdüler, çalıştılar.

Her şey çok daha farklı olabilirdi. İsyanlar, geçmişte başka Fransızlara sunulan fırsatlardan mahrum kalan, ama bir yandan da Fransız görülen toplulukların gerçek manada entegre edilmesi için bir tür fırsat olarak görülebilirdi. Buna karşın, bu göçmenlerin asimilasyon sürecini hızlandırıp yaşam koşullarını iyileştirecek hiçbir somut adım atılmadı.

Bu reformların yapılamamasının nedeni, çelişkili bir tespit olacak ama, tam da Fransız Devrimi’nden miras kalan ideolojiydi. Bir Fransız göç uzmanının ifadesiyle, “entegrasyon meselesine yönelik benimsenen ve herkesi eşit gören anlayış, sorunun önemli bir parçası aslında. Zira herkesin eşit olduğu fikri, kurgudan ibaret. Etnik azınlıklara ‘siz yoksunuz’dan gayrı bir şey söylenmiyor.”

Fransız resmi ideolojisi, toplumsal kesimlerin özgül yanlarını silme üzerine kurulu. Hükümet, istatistik çalışmalarında insanların din veya etnisiteye göre tasnif edilmesine bile izin vermiyor. Guy Arnold, Migration: Changing the World [“Göç Dünyayı Değiştiriyor”] isimli kitabında, bu ideolojik planda belirli gerçeklerin üzerini örten yaklaşımların, sonuçta Fransız hükümetlerinin tanımak bile istemediği, ülkenin başkentinin göbeğinde yetişmiş, eşit oldukları söylenen Fransız yurttaşlarında öfkeye sebebiyet verdiğini söylüyor.

Laiklik denilen ve Fransız Devrimi’nin miras bıraktığı diğer bir ilke üzerinden göçmenlere yönelik yaklaşım meselesi, daha da içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Kilise ve devletin ayrışması ilkesi Fransa’da her zaman katı bir biçimde uygulanmıştır. Fakat son yıllarda bu uygulama hoşgörüsüzlük boyutuna ulaşmış, Müslümanlarla hâkim toplum arasındaki ilişkileri tahrip etmiştir.

2004’te soldan ve sağdan destek gören ve laiklik fikrine vurgu yapan bir hareket, başörtüsünün okullarda yasaklanmasını öngören bir yasanın çıkartılmasını sağladı. Ardından, 2011 yılında gene farklı ideolojilerden destek gören başka bir yasa ile kamusal alanda yüzün kapatılması suç ilân edildi. Bu yasa ile birlikte ayrıca Müslüman kadınların geleneksel kıyafetleri anlamında peçe (nikap) ve çarşaf (burka) da yasaklandı.

Bazı isimler, asıl kusurun laiklik ideolojisinde olmadığını söylediler. Bu kişiler, meselenin kontrolden çıkmasına izin veren, sadece kendi çıkarını düşünen siyasetçileri ve doktriner ideologları suçladılar. Bu türden kamuoyuna mal olmuş isimler, Müslüman kadınların giydikleri böylesi kıyafetlere hoşgörü göstermediler, onları ABD ve İngiltere’de olduğu gibi çeşitliliğin bir parçası olarak görmediler.

Fransız Asimilasyon Modelinin Başarısızlığı

Reform eksikliğinin bir nedeni, kendini beğenmiş teknokratlar arasında hüküm süren şu kanaatti: “Fransız asimilasyon modeli” bütün olarak işliyor; 2005 ayaklanmaları ise yol üzerinde karşılarına çıkan basit bir engeldi.

Francois Dubet’ye göre, Fransız modelinde “göç süreci, üç aşamada ilerlemeli ve ‘mükemmel Fransız halkı’nın oluşumuna yol açmalı. İlkin zorla sömürünün ana niteliğini teşkil ettiği, göçmenler için tahsis edilmiş belirli faaliyetlerin ekonomiye entegre edilmesi gerekli. İkinci aşama, sendikalar ve politik partiler aracılığıyla gerçekleşecek politik katılım ile ilgili. Üçüncü aşama ise ulusal Fransız varlığına kültürel manada asimile edilme ve onun içinde erime aşaması. Bu aşamada özgün varlığa ait kültür, zaman içerisinde özel alanda tek başına muhafaza ediliyor.”

Teknokratların anlamadığı ise şu: doksanlarla birlikte bu modelin yaşamasını sağlayan mekanizma paramparça oldu. Neoliberal politikaların baskın olduğu kapitalist ekonomik sistem, ilk kuşak göçmenler nezdinde işçi sınıfıyla bütünleşme aracı olarak iş gören yarı vasıflı ve vasıfsız işler üretebilme becerisini yitirdi. Varoşlarda gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde kırka ulaştı ki bu oran, ulusal ortalamanın iki katıydı. Düzenli iş imkânlarının bulunmadığı koşullarda genç göçmenler sendikalara, politik partilere ve kültür kurumlarına dâhil olma imkânı sunan zeminden mahrum kaldılar.

Eşitsizliğe ideolojik manada kör bakmanın getirdiği engelle Müslümanların giyinmesi meselesi politik açıdan yanlış ele alındı, bu aşamada teknokratlar, neoliberalizmin “göçmen sorunu” ile başa çıkmak için devletin baskıcı tedbirleri giderek daha fazla kullanmasıyla, entegrasyona uzanan ekonomik merdivenin ayaklarını kestiğini fark edemedi. Bu teknokratlar, varoşlara daha fazla polis takviyesi yaptılar, genç erkekleri kontrol edilmesi, hatta gerekirse sınır dışı edilmesi zorunlu unsurlar olarak gördüler.

2007’de Nicolas Sarkozy cumhurbaşkanı olunca sınır dışı etme, göçmenlerle ilgili olarak en fazla tercih edilen yöntem hâline geldi. Tam yetkiyle donattığı içişleri bakanı, 2011 yılında 32.912 kişiyi sınır dışı etti ki bu rakam, önceki yılda ulaşılan rakamın yüzde 17 fazlasıydı. Bakan Claude Gueant, göçmen ve İslam karşıtı retoriğe başvuran bir isim olarak, Müslüman göçmenleri sürekli suç ve uyuşturucuyla ilişkilendiriyor, Müslümanların sokakta namaz kılması konusunda “Artık Fransızlar kendilerini evdeymiş gibi hissedemiyorlar” diyordu.

2012 cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Müslüman ve göçmen karşıtlığı Sarkozy’nin başvurduğu bir araç hâline geldi, sağcı Marine Le Pen’in yükselişini durdurmaya dönük bu hamle başarısız oldu ve sonuçta seçimi Francois Hollande kazandı.

Peki Bu Arada Sol Neredeydi?

Sol, göçmen politikasının nihai manada biçimlendirilmesi sürecinde eksik olan güçtü.

Bunun kısmî nedeni, solun kendi kendisini marjinalleştirmiş olmasıydı. Sosyalistler, büyük ölçüde teknokratların asimilasyon modeline meyletmişlerdi, Fransız Komünist Partisi ise göçmenlere düşmanlık ile rahatsız edici bir kabul arasında salınıp duruyordu. Kapitalizmin yeni bir marjinalleştirilmiş işçiler katmanı yarattığını anlayamayan komünistler, aslolarak kendi geleneksel endüstriyel işçi sınıfı tabanını temsil etmek, onun için çalışmak ve bu sınıfı korumakla ilgili kararına sadık kaldı. Esasında komünist parti, ilk başta göçmenlere düşmanlıkla yaklaştı; parti liderliği, 1980’de göçü sınırlama lehinde oy kullandı, partinin hâkim olduğu yereldeki hükümetler, göçmenlerin barınma projelerine dâhil edilmesine karşı çıktılar. Bugün her ne kadar parti, belgesiz göçmenlerin belirli bir düzene kavuşturulması kararını desteklese de komünistler ve göçmen topluluğu birbirlerine şüpheyle yaklaşıyor.

Elbette bu, militan solun göçmenleri örgütlemek için hiçbir çaba harcamadığı anlamına gelmiyor. Küçük kimi Maoist gruplar, yetmişlerde ve seksenlerde göçmenlerin örgütlenmesi meselesine amatörce de olsa eğildiler. Ama Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist projenin çöküşüyle birlikte birçok ilerici eylemci, işçi sınıfının örgütsüz kesimleri içinde çalışma yürütmekten kaçındı ve bunları değişimin başarısız failleri olarak gördü.

Bu esnada diğer eski eylemciler sendika bürokratı oldular. Belirli sayıda militan, küreselleşme karşıtı harekete dayanan orta sınıf taban dâhilinde faaliyet yürütmeye başladı, bir kısmı da (kendisi göçmenleri sınıf bilinçli işçilerle birlikte örgütlemeye çalışan Marksist Leninist Fransız Komünist Birliği’nin kurucusu) ünlü Alain Badiou gibi, birer ilerici aydın olarak politikadan felsefe alanına geçti.

Son on yıl içerisinde bilhassa bir mesele, Müslüman göçmen toplumu ile sol arasındaki zaten incelmiş olan bağı iyiden iyiye koparttı. Tüm sektörler, ırkçılık ve İslamofobi aleyhine birleşebilecekken, başörtüsü ile ilgili hareketi zaafa uğratan tartışma, saflarda ciddi ayrışmalara yol açtı. Kimileri başörtüsünün kamusal alanda kullanılmasını laikliğin ihlali olarak görürken kimileri de kadınların örtünme hakkını savundu.

Sınıf politikası kemikleştikçe, etnik, kültürel, ulusal ve ırksal temalar da hem varoşların içerisinde hem dışında süren kamusal tartışmaya hâkim olmaya başladı. Varoşlardaki gençler için, solun yokluğu nedeniyle oluşan boşluk önemli sonuçlara yol açtı. Dubet’nin tespitiyle, “Halkın kolektif tepkisine destek olan solcu eylemciye ait geleneksel karakter, kirli olarak görülen bir toplumdan korunan toplumda, ‘gerçek dünya dışındaki bir şehirde haysiyetli ve ahlâklı bir hayat’ için alternatif bir yol içeren dinî bir sima ardında gözden kayboluyor”du.

Yürüdükleri yola dair değerlendirmeler okunduğunda, Şerif ve Said Kuaşi kardeşlerin başka koşullarda ilerici bir harekete devşirilebilme ihtimali bulunduğu görülecektir. Ama seküler soldan hiç kimse, onlardaki adaletsizlikle ilgili gelişen duygulara ve idealizme gerekli kılavuzluğu yapmadı ve var olan boşluğu başkaları doldurdu.

Şerif örneğinde bu kılavuzluğu yapan Ferid Benyettu oldu. Aslen Cezayirli dindar bir Müslüman olan bu kişi, hassas gençlerle tartışma grupları kuruyor ve yorulmak nedir bilmeksizin çalışmalar yürütüyor, onları cihada iştirak etme konusunda yüreklendiriyor ve bir soruşturma raporuna göre, Irak’ta Ebu Musab Zerkavi’ye bağlı Kaide şebekesine katılmak isteyen genç Fransız Müslümanlar için gerekli hattı oluşturuyordu.

Bundan sonrası, tıpkı anlattıkları gibi yaşandı ve tarih oldu.

Bu Nüfuz Kaçınılmaz mı?

Fransa ve daha geniş manada Avrupa’da gerçek tehdit, bin kadar uykuya yatmış ve toplumu mahvedecek mücahid hücresine dair fantezi değil. Gerçek tehdit, ulusal güvenlik devletleri eliyle göçmen topluluklarının ezilmesi. Bunlara bir de sağcı güçlerce seferber edilmiş geniş halk kesiminin önemli bir kısmından gelen destek eşlik ediyor.

Bu güçler, bugün kendi gerici projesini popülerleştirme konusunda giderek daha fazla tecrübe ediniyor. New York Times’da çıkan son makalesinde Marine Le Pen, liberal ikon Albert Camus’nün ismini hatırlatıyor ve cumhuriyetçi söyleme başvuruyor:

“Biz Fransızlar laikliğe, egemenliğimize, bağımsızlığımıza ve değerlerimize duygusal manada bağlıyızdır. Dünya, Fransa ne vakit saldırıya uğrasa, asıl saldırıya uğrayanın özgürlük olduğunu biliyor. […] Ülkemizin ismi, Fransa, hâlâ özgürlük kelimesi gibi çınlıyor.”

Kimi yorumcular, bu yeni tarzı “hâkim eğilim”e dâhil olmaya dönük bir hamle olarak yorumladılar. Ama bence hatalılar. Bu yaklaşım, seküler cumhuriyetçi söylem içerisinde maskelenmiş aşırıcı bir niyeti yansıtıyor. Le Pen, bugün Batı’ya güvenle hitap ediyor. Bu güven, onun iktidarın bekleme odasında oturduğunu düşünmesiyle ilgili.

Le Pen’in ve aynı şekilde diğer sağcı liderlerin elindeki nüfuz kaçınılmaz mı?

Fransa’da ve tüm Avrupa’da hâkim toplum ile göçmen topluluğu arasındaki ilişki, kayıp fırsatlar, ürkek teşebbüsler ve liderlik konusunda yapılan yanlışlardan oluşan bir hikâye. Bu ilişki aynı zamanda bir vazgeçiş hikâyesi. İlk dönem mazlum ve sömürülen toplulukların entegrasyonu ve koşullarının iyileştirilmesi konusunda merkezî bir aktör olarak önemli bir rol oynayan örgütlü sol, sahneyi terk etti ve sahayı ırkçı ve dindar köktencilere bıraktı.

Walden Bello
5 Şubat 2015
Kaynak

29 Mayıs 2024

,

Yeni Kaledonya’ya Sürgün

Yargılama süreci, mahkûmiyet ve sürgün kararının ardından Yeni Kaledonya, Louis Michel için altı yılı aşkın bir süre boyunca yaşayacağı vatanı oldu.

Louise Michel, sürgünde hem Fransız yerleşimcilere, hem de yerli Kanak halkına dersler verdi. İnsanî koşulları yüceltmek adına akılda, bilimde ve sanatta aydınlanmanın kendisine yüklediği görevi yerine getirdi. Tüm hayatı boyunca bilimsel deneyler, botanik, biyoloji ve beslenme gibi konularla amatörce ilgilendi. Sürgünde eline geçen boş zamanlarda yeni Pasifik’teki bitki ve hayvan türleri üzerine kapsamlı kayıtlar tuttu ve kavunağaçlarının sarılığa karşı aşılanması ile ilgili çeşitli deneyler yaptı.

1878’de yaşanan Kanak isyanı boyunca Yeni Kaledonya’da sürgünde bulunan birçok Komünarın aksine Louis Michel, devletin değil, isyancıların safını tuttu. Hatırat’ında ırkçılık karşıtı duygularının altını çizerek, Avrupa’nın üstünlüğü üzerine kurulu fikirleri aşağılayan sözlere yer verdi. Aşağıda Hatırat’ından bir bölüme yer veriliyor.

*  *  *

Kanaklar, Komün’de bizim de peşinden koştuğumuz hürriyeti arıyorlardı.

Kanakların yüreğinde olan, hürriyet ve ekmek umududur. Onlar 1878.de hürriyet ve itibar arayışıyla isyan ettiler. Hiçbir yoldaşım, bu isyanı benim kadar tasvip etmedi. Bir gün Bauer’le, Ducos yarımadasındaki en yakıcı sorun olan Kanak isyanı hakkında sohbet ediyordum. Tartışmada sesimizin yükseldiği bir ânda, asilerden birinin kaçtığını zanneden bekçi, postaneden dışarı fırladı. Yanımıza geldiğinde, bizden başka kimsenin olmadığını görünce altüst oldu.

Yapılan tartışma, esasen sadece Kanaklar ile değil, bir Kanak oyunu ile ilgiliydi. Bauer, bir Kanak oyunu sahneye koyacağımı duyup beni suçlayınca inkâr etmedim. 

Sürgündeki insanların Numbo’nun yukarısındaki tepenin üstünde bir tiyatro salonu vardı. Kendi yönetmenlerine, aktörlerine, sahne görevlilerine ve dekorlarına ve yönetmen yardımcılarına sahipti. Bu tiyatro, yaşadığımız koşullar içinde bizim için bir şaheserdi. Orada her şeyi sahneliyorduk: operetler, vodviller, dramalar. Tüm partisyonları bilmememize rağmen İblis Robert gibi opera şarkılarını söylüyorduk.

Evet, önder kadınların genelde derin, gür sesleri vardır ve elleri eteklerinin ceplerinde puro arıyormuş gibidir. Benim ayak bileklerime kadar uzanan, o oldukça uzun askerî mahkeme elbisem bile birçok önder kadın için fazla uzundu. Sonuçta eteklerini uzatıyorlardı ve kostüm anlamında eksik kalmıyordu. Wolowski koroyu çalıştırıyordu.

Noumea’ya gitmek için yarımadayı terk ettiğimde, onlar orkestra hakkında konuşuyorlardı. Orkestra ile ilgili benim kendimce fikirlerim vardı: hurma dallarını sarsmak, bambuları kırmak, deniz kabuklarından kornalar yapmak ve yaprakların hışırtısında oluşan tonları kullanmak istiyordum.

Kısacası ben, tümüyle çeyrek tonlardan oluşan bir Kanak orkestrası istiyordum. Daoumi’nin bana verdiği bilgiye ve malzemeleri getiren Kanak’a teşekkür etmeliydim ve denemek için yeterli bilgiye sahip olduğuma artık inanıyordum. Fakat bu planım, Hafif Klasik Tiyatro Komitesi’nce engellendi. Esasında beni vahşi olmakla suçladılar.

Kimi yoldaşlarıma göre ben, Kanaklardan daha fazla Kanak gibi görünüyordum. Tartışmaların ilginç hâle geldiği bir ânda cebindeki metni onlara gösterdim. Oyunun siyah taytlar içinde oynanmasını ve insanları kızdıracak biçimde düzenlenmesini talep ettim: olay, normal akışında gelişti ve hasımlarımı kızdırırken beni oldukça eğlendirdi.

Kabilelerin isyanı ciddi bir düzeye ulaştı, ancak bu konu hakkında daha az şey yazmak hayırlı olacak. Kanaklar, bizim de Komün’de peşinden koştuğumuz hürriyeti arıyorlardı. Sadece şunu söyleyebilirim ki başımdaki o kızıl fular, bin bir zahmetle her aramada sakladığım Komün’ün kızıl fuları, bir gecede iki parçaya bölündü. İki Kanak, beyazlara karşı başlatılan isyana katılmadan önce yanıma gelip benimle vedalaşmaları ardından, kısa bir süre sonra okyanusa atlayıp gözden kayboldular. Deniz berbattı ve belki de koya hiç mi hiç ulaşamayacaklardı ya da belki de savaşırken ölüp gideceklerdi.

Onları bir daha hiç görmedim ve hangi iki ölümün onları alıp götürdüğünü de bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, hem beyaz, hem de siyahî insanda olan yiğitlikle birlikte bu iki insan, gerçekten cesurdu. […]

Kanak İsyanı, 1878’de yenilgiye uğradı. İnsanların kalplerindeki kuvvet ve hasret, bir kez daha kendisini gösterdi, ancak beyazlar asileri, Bastion 37 önlerinde bizi toplu katliama tâbi tuttukları gibi, Satory düzlüklerinde katlettiler. Atai’nin kesik başını Paris’e gönderdiklerinde ben, gerçek kafatası avcılarının kim olduğunu anladım. Henri Rochefort’un bana yazdığı mektupta yer alan ifade, her şeyi açıklıyordu: “Versailles Hükümeti, yerlilere yamyamlık konusunda ders verebilir.” […]

1879’un başlarında yetkililer, benim Ducos Yarımadası’nı terk edip Noumea’ya gitmeme izin verdiler.

Meslek sahibi olanlara ve kendi geçimini sağlayabilenlere sınırlı bir hürriyet bahşediliyordu; bu sayede ben, eğitmenlik görevimi sürdürmek için Noumea’ya gittim. Orada sadece beyaz sömürgecilerin çocuklarına değil, ayrıca aralarında Daoumi’nin erkek kardeşinin de bulunduğu Kanaklara da ders verdim.

Daoumi, benim Yeni Kaledonya’da tanıdığım ilk Kanak’tı, dolayısıyla, en uygunu, onu benim eğitmemdi. Daoumi ile yaptığımız ilk dersten sonra onu birçok kez görme fırsatı buldum.

Avrupalıların hayatıyla ilgili olarak tecrübe kazanmak amacıyla Ducos Yarımadası’nda bulunan bir kantinde iş buldu ve onunla konuştuğumda, kendisinden bana Kanak efsanelerinden bahsetmesini istedim ve o da bana sözcüklerin bir listesini verdi. Benim payıma ise, bilmem gerektiğine inandığım önemli şeyleri anlatmak düştü. Daoumi ve erkek kardeşi, bana birçok Kanak efsanesi anlattı.

Ayrıca Daoumi’nin kardeşi ve ben, bizim açgözlülüğümüz ve sayısız yıkım aracımızla yüzleşen silâhsız, eğitimsiz ırkının yakın geleceği hakkında da konuştuk. Daoumi’nin kardeşindeki o yüce ve azimli aklı, cesur ve müşfik kalbi gördükten sonra hangimizin kendi ırkı uğruna binlerce zorluğu aşarak yabancıların sunduğu bilgiyi asimile edenin mi, yoksa gelişkin silâhlara sahip olup da böylesi silâhlardan mahrum olanları imha eden beyazların mı üstün ırk olduğunu merak ettim. Diğer ırkları bizim önümüzde eğdiren silâhlar, bizim üstünlüğümüzün ispatı olamazlar. Eğer aslanlar, kaplanlar ve filler ansızın Avrupa’yı işgal edip bize saldırsalardı, yıkıcı bir tufanın ardından bize üstün olduğu görülürdü.

Louise Michel

[Kaynak: Rebel Lives: Louise Michel, Yayına Hz.: Nic Maclellan, Ocean Press, 2004, s. 93-96.]

17 Mayıs 2024

, , ,

Hacı Ali Abdülkadir: 20'lerden Bir Müslüman Komünist

Müslümanlarla devrimci sosyalistlerin ilişkisi hep sorunlu olagelmiştir. Fransa’da birkaç yıl önce başörtülü bir Müslüman kadın, bölgesinde yapılan seçimlerde aday olunca Yeni Antikapitalist Parti’de ciddi bir tartışma yaşandı.[1] Oysa yirmilerin başında Komünist Enternasyonal, Müslümanlar konusunda çok farklı bir yaklaşıma sahipti. 1920’de düzenlenen Bakû Doğu Halkları Kurultayı’na yüzlerce Müslüman delege katıldı.[2] 1922’de Willem van Ravesteyn, Komünist Enternasyonal’in dördüncü kongresine sunduğu “Doğu Sorunu” ile ilgili raporunda şunları söylüyordu:

“Müslüman halklar, İngiliz emperyalizminin hayatta kalmasını sağlayan köprüyü havaya uçuracak güce sahipler. Bu köprü yıkılacak olursa o vakit İngiliz emperyalizmi de çöker. Köprünün yıkılırken yol açacağı gümbürtü, tüm İslam âleminde ve Doğu’da yankılanır. Böylece Fransız İmparatorluğu da alacağı bu darbe üzerine ayakta kalamaz. İslam âleminin, özellikle Yakındoğu’daki ülkelerin Avrupalıların politik hâkimiyetinin aldığı her türlü biçimden kurtulmaları, sadece bu bölgedeki halkların değil, ayrıca henüz kapitalizmin boyunduruğu altında olmayan Doğu’daki işçi ve köylülerin de çıkarınadır. Bu yıkım, Batı Avrupa ve dünya proletaryasının da çıkarınadır.”[3]

Ertesi yıl Trotskiy, Büyük Rusya ve Müslüman milliyetçiliğine yönelik tek biçimli olmayan yaklaşım konusunda şunu söylüyordu:

“Büyük Rus milliyetçiliğine karşı acımasız bir mücadele yürütülmeli, bu milliyetçiliğin saldırıları sert bir biçimde püskürtülmeli, bilhassa idare ve yönetim sahasında bu milliyetçilik biçimi ezilmeli; Müslüman milliyetçiliği konusunda ise sabırlı, dikkatli, titiz bir eğitim çalışması yürütülmeli.”[4]

Peki ama bu açıklamalar, yeni gelişen komünist hareket içerisindeki Müslüman eylemciler için ne ifade ediyordu? Bugün büyük ölçüde unutulmuş bir isim olarak Hacı Ali Abdülkadir’in hikâyesine bakmak bu açıdan ilginç olabilir. Kendisi hakkında tek bir biyografi çalışması[5] bulunan Abdülkadir, Fransız Komünist Partisi’nin ilk yıllarında ve Cezayir’in bağımsızlığı için verilen mücadelede önemli bir rol oynadı.

Hacı Ali, 1883’te Cezayir’in Relizane kentinin 23 kilometre dışındaki Duvar Ulid Sidi Veys köyünde dünyaya geldi. 1830’lu yıllarda Fransızlar tarafından sömürgeleştirilmiş olan Cezayir, 1848’de anayasal düzenleme uyarınca, Fransa’nın toprağı hâline geldi. Fakat ülkedeki halk, hukuken Fransız yurttaşı değil Fransız tebaası olarak kabul ediliyordu. Bu insanlar, özel kanun ve mevzuatın yürürlüğe girmesine neden olan ve en ufak itaatsizlik örneğini bile suç ilân eden o ünlü Code de l’indigénat’ya [“Yerli Halk Kanunu”] tabiydiler.

Kanun, yetkili kişi görev başında bulunmasa bile ona karşı her türden saygısızlığı ve otoriteye saygıyı zayıflatabilecek, halk içerisinde yapılan açıklamaları yasaklıyordu.[6] Fransız yurttaşlarının imtiyaz ve haklarına Cezayir’deki çok küçük bir kesim sahipti.

Haci Ali, bölgede itibar gören zengin bir toprak sahibinin oğlu olarak dünya geldi. Babasının kutsal kabul edilen bir kişinin soyundan geldiğine inanılıyordu. Muhtemelen kendisine, Hacı Ali doğmadan kısa bir süre önce ölmüş olan ve Fransız idaresine karşı yürütülmüş direnişe öncülük eden emirin adı verilmişti.

O dönemde Müslüman halk eğitim imkânlarından pek faydalanamıyordu. Her fırsatta “medenileştirme misyonlarından” dem vuran Fransızlar, pratikte sömürgeleştirilmeden önce halkın önemli bir kısmının okur-yazar olmasını sağlayan eski Kur’an okullarının büyük bir kısmını kapattılar.[7] Bir tahmine göre, 1870’te okul yüzü gören Cezayirli çocukların oranı yüzde 5’ten azdı.[8]

Bu anlamda Hacı Ali, şanslı azınlığa mensup bir kişi olarak eğitim alma imkânı buldu. Köyündeki Kur’an okuluna giden Hacı Ali, okuma yazma öğrendi. Denildiğine göre on yaşında tüm Kur’an’ı hatmetmişti. Kırsal bir bölgede yetiştiği için çiftçilik pratiğinin farklı yönlerini gözlemleme ve bu pratiklerin parçası olma imkânı buldu. El emeği konusunda insanların saygısını kazandı.[9]

Fakat hayat, ailesi için giderek zorlaştı. Önce babası öldü. Sorumluluğunu büyükbabası üstlendi. Ardından Avrupalı yerleşimcilerden yana olan kanun uyarınca 391 hektarlık arazi, tefeciden alınan borcun karşılığında ailenin elinden alındı. Aile birden fakirleşti. Hacı Ali’nin büyükbabası torununun tarım işçisi olmasını istemiyordu, bu sebeple, kendisine Maskara şehrindeki bir nalbur dükkânında iş ayarladı. On dördüne geldiğinde evden ayrılan Hacı Ali, bu büyük şehirde kendisine bir hayat kurdu.[10]

Patronu kendisine çok az para verse de herkese örnek olarak gösterilecek bir işçi hâline geldi. Hırslı bir isim olan Hacı Ali, bir gün patron olma umuduyla birçok fedakârlıkta bulunmaya hazırdı. Birkaç yıl içerisinde bir ev kiralayacak parayı biriktirdi ve kendi nalbur dükkânını açtı. Başarılı olan Hacı Ali, epey müşteri kazandı. Avrupalılara sunduğu hizmet sayesinde Fransızca öğrendi, bu konuda ustalaşmak için çok çaba sarf etti.

Henüz sınıf bilincine sahip değildi. Ama gene de ailesinin yaşadığı talihsizlikler ve büyük şehirde başına gelenler sayesinde ulusuna yönelik zulmün bilincine vardı. Fransız idaresine, özellikle Yerli Kanunu dâhilinde uygulanan zulme karşı epey öfkeliydi.[11]

Hayatının bundan sonraki kısmı konusunda pek bir şey bilmiyoruz. 1904’te, yirmi yaşında iken Maskaralı genç bir kadınla evlendi. Kadın hamile kaldı. Mağniye isminde bir kızı oldu. Sonrasında ailesini ve dükkânını geride bırakıp Fransa’ya gitti. Kızını bir daha hiç görmedi, hatta onunla bir araya gelmek için bir uğraş içine bile girmedi. Evliliğin neden bu kadar kısa sürdüğünü veya neden Fransa’ya taşınmaya karar verdiğini bilmiyoruz.[12]

Cezayirli Müslümanlar, Fransa’ya seyahat edebilmek için bir izin almak zorundalardı. Hacı Ali, bu noktada gerekli izinleri almış olan tüccarların seyahatlerde kontrollerden muaf tutulmasını sağlayan 1905 tarihli kanundan yararlandı. Akdeniz’i kırk sekiz saatlik bir yolculuğun ardından geçen Hacı Ali Marsilya’ya vardı, oradan da bir trene binip Paris’e gitti. Böylelikle hayatının yeni dönemi başlamış oldu. Politik çalışmalarını yürüteceği kalan ömrünü Fransa’da geçiren Hacı Ali, Cezayirli ve Müslüman kimliğini hiçbir vakit unutmadı.

1914’ten önce Fransa’da çok az Cezayirli vardı. Hızla iş bulan Hacı Ali, öncesinde kısa süreliğine işportacılık yaptı. Bu sayede Paris şehrini detaylı bir biçimde öğrenme imkânı buldu. Sonrasında Maskara’da edindiği beceriden yeniden istifade etmeye karar veren Hacı Ali, bir nalbur dükkânında satış elemanı olarak çalışmaya başladı. Cezayirlilerin sahibi olduğu otellerde kaldı, Cezayirlilere ait lokantalarda karnını doyurdu, kendi hemşehrileriyle temasını hiç kopartmadı.

1911’de Fransız vatandaşlığı için başvuruda bulundu. Bunun için gerekli prosedürleri yerine getirdi. Neden bu kararı verdiğini bilmiyoruz. Aslında bu karar kendi fikirleriyle çelişmekteydi, zira Hacı Ali, o dönemde Fransız Sosyalist Partisi’nde hâkim olan, “Cezayirliler ancak Fransız nüfusuna asimile edilebildiği takdirde kurtulabilirler” fikrine tümüyle karşıydı. Ona göre, bu tür bir asimilasyon neticesinde Cezayir ulusu ortadan kaybolacaktı.

Yerli Kanunu’na göre bir kişi Fransız yurttaşı değilse politik örgütlerde veya sendikalarda faaliyette bulunamıyordu. Dolayısıyla, politikayla giderek daha fazla ilgilenmeye başlayan Hacı Ali’nin Fransız vatandaşlığı için başvuruda bulunmasının sebebi, politikaya yönelik bu ilgisiydi.[13]

Nisan 1912’de Hacı Ali, ikinci evliliğini yaptı. Normandiya bölgesindeki Rouen şehrinde doğmuş olan Adrienne Caroline Leblanc isimli bir kadınla evlendi. Hacı Ali’ye sadık bir yoldaş olan Leblanc’ın desteği sayesinde Hacı Ali, politik faaliyetler içine girebildi.[14]. Gelgelelim, Fransa hâlen daha imparatorluğundan mahrum kalmak istemeyen ırkçı bir toplumdu. Vatandaş kimliğine ve Fransız bir kadınla evli olmasına rağmen Fransız toplumu, Hacı Ali’yi hiç benimsemedi.

Jamaikalı yazar Claude McKay, yirmilerde Marsilya’da Senegalli bir bar sahibi ile Senegalli komünist örgütçü Lamine Senghor arasındaki sohbeti aktarır: Bar sahibi komüniste, “Beyaz bir kadınla evli olmana karşın büyük bir Zenci lideri olabilmeni hiç anlamıyorum” der. Senghor, “Beyaz bir kadınla evli olduğum için Zencilerin koşullarının yol açtığı acıyı daha derinden hissediyorum” cevabını verir.[15] Muhtemelen Hacı Ali de aynı şeyi hissetmiş olmalı.

Evliliği ardından Hacı Ali, kendisine başka bir hedef belirledi. Yıllarca biriktirdiği parayla ve eşinden gelen destekle kendi nalbur dükkânını satın aldı. Paris Birinci Semt’te bulunan Rue de l’Arbre Sec No. 39 adresindeki dükkân, Louvre ve Les Halles’in yakınlarındaydı.

Ekonomik açıdan başarılı olan Hacı Ali belirli bir refaha kavuştu. Dükkânın bir odası, Hacı Ali’nin Cezayirli dostlarıyla buluştuğu, onlarla politik tartışmalar yürüttüğü mekân hâline geldi. Bu isimlerden biri de sonrasında önemli bir isim hâline gelecek olan Mahmud Ben Lehal’di. Hacı Ali, kendisiyle devrimci parti fikrini tartışıyordu.[16]

Fransa’ya adım attığı günden itibaren politik meselelere olan ilgisi giderek arttı. Her ne kadar dükkânıyla meşgul olsa da bir süre sonra sendikacı olmaya ülkenin en büyük sendika federasyonu CGT’ye (Genel İşçi Konfederasyonu’na) girmeye karar verdi. Sendikaya sınıf mücadelesinin iyice yoğunlaştığı, ordunun grevci işçilere saldırmak için sık sık devreye sokulduğu bir dönemde üye oldu. 1907’de askerler, ülkenin güneyindeki Narbonne kentinde eylem yapan bağcılara saldırdılar. Saldırıda bazı işçiler öldü, bazıları yaralandı. Bu saldırı esnasında ordudaki bir alay, işçilere ateş etmeyip başkaldırdı.[17] CGT, bu süreçte ordu karşıtı yoğun bir kampanya yürütüyordu.[18]

CGT faaliyeti yürüten insanların önemli bir kısmı, sendikaların işçi sınıfının politik ifadesi olduğuna inanan, politik partilerin gereksiz olduğunu düşünen isimlerden oluşuyordu. Görebildiğimiz kadarıyla Hacı Ali, bu argümana ikna olmuş bir isim değildi. Bu tavrı üzerinden Hacı Ali, Jean Jaurès ve Jules Guesde gibi önemli liderlere sahip olan Fransız Sosyalist Partisi’ne (SFIO) üye oldu. Partideki Marksist kanadın başını Guesde ve Paul Lafargue çekiyordu.

Hacı Ali’yi partide en çok etkileyen şey, partinin toplumsal ve ekonomik programıydı. Ama sömürgecilikle ilgili tavrı konusunda bu söylenemezdi. Söz konusu dönemde parti ve partinin bağlı olduğu İkinci Enternasyonal içerisinde sömürgelerin bağımsızlık talebi konusunda sert tartışmalar yaşanıyordu. Cezayir konusunda parti üyelerinin büyük bir kısmı, sömürge halkın asimile edilmesi yoluyla ilerleme fikrinden yana duruyordu.

Ağustos 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Eylül ayında Hacı Ali askere alındı. Savaşın amacı, Fransa’nın elindeki sömürgeci imparatorluğu savunmaktı. Bu sebeple Hacı Ali, Fransa’nın ulusal davasına hiçbir şekilde destek vermiyordu ama başka seçeneği de yoktu. Savaş yılları boyunca başına ne geldiği konusunda elimizde çok az bilgi var. Görebildiğimiz kadarıyla Hacı Ali, Bordo’da yaralanması sonrası hastaneye yatırılıyor, savaşın geri kalan kısmını burada geçiriyor.[20] Bordo, savaş hattına çok uzak olduğu için buradan onun eğitim esnasında veya kazara yaralandığı sonucuna ulaşabiliyoruz.

Askerlik hizmeti Hacı Ali’yi iyice radikalleştirdi. Orduda Afrikalı askerlerle diğer sömürgelerden gelen askerlere yapılan ayrımcılığa bizzat şahit oldu. Daha az ücret ödenen bu askerlerin tayını da diğer Fransız askerlerine göre daha kötüydü. Nadiren terfi alıyorlardı (Birinci Dünya Savaşı’nda 197.000 Kuzey Afrikalı asker savaşırken teğmenden daha üst bir rütbeye kavuşan Kuzey Afrikalı asker sayısı sıfırdı.[21] Yaralandıklarında tedavi için Cezayir’e gönderilmelerine izin verilmiyor, öldürüldüklerinde ise n’aşları memleketlerine gönderilmiyordu.[22]) Sömürge askerlerine askerlik hizmeti sunmalarına rağmen gerekli saygı gösterilmiyordu. Askerlik yapan Madagaskarlı Jean Raliamongo, savaş sonrasında demiryolu şirketine iş başvurusu yaptığında, kendisine “Fransız ordusunda askerlik yapmış olman senin Fransız olduğun anlamına gelmiyor” denildiğini aktarıyor.[23]

Savaştan sonra Hacı Ali, politik faaliyetlerine ve sendika çalışmalarına geri döndü. Cezayir toplumu içerisinde de çalışmalar yürütmeye başladı. Gerektiğinde Cezayirlileri savunacak avukatların tutulması, işsizlere yardım edilmesi, hastanelerdeki hastaların ziyareti için gerekli parayı toplamak için gayriresmi birlikler oluşturuldu.[24] Fransız toplumunun doğasından kaynaklanan ırkçılığa tepki olarak yürütülen bu türden faaliyetler, siyasi faaliyetten çok yardım faaliyetini andırıyordu. Ama gene de Fransa’daki Kuzey Afrikalıların ihtiyaçlarına dokunan bu çalışmalar, ulusal bağımsızlık denilen uzak ihtimale kıyasla daha somut adımlar olarak görülüyordu.

Savaşla birlikte ülkede geri döndürülemez değişikliklere tanık olundu. Savaşın sonunda ABD Başkanı Wilson, kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili çağrısıyla halklar nezdinde büyük bir coşkuya yol açtı. Sömürgeler dünyasındaki birçok insan, bu ilkenin kendilerine tatbik edilmesi gerektiğini söylediler. Ama eski düzenden kopma ihtimalini gündeme getiren Rus Devrimi, çok daha büyük bir etkiye yol açtı. 1920 Bakû Kurultayı, sömürgelerdeki ezilenlere Avrupa proletaryasıyla güçlerini birleştirme çağrısında bulunuyordu. Komünist Enternasyonal’in başkanı Zinovyev, daha da ileri giderek, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki ifadenin revize edilmesini, “Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!” sloganının “Tüm ülkelerin işçileri ve tüm dünyanın ezilen halkları, birleşin!” olarak değiştirilmesini öneriyordu.[25]

Aralık 1920’de Fransız Sosyalist Partisi Kongresi, Komintern’e bağlanma kararını oyladı. Muhalefet, salonu terk etti. Kongre neticesinde partinin adı Fransız Komünist Partisi (FKP) oldu. Kongrede ele alınan ana meselelerden biri de Komintern’e bağlanmak için gerekli “yirmi bir koşul”un kabulü meselesiydi. Sekizinci koşulda şu söyleniyordu:

“Üçüncü Enternasyonal’e katılmak isteyen parti, kendi ülkesindeki emperyalistlerin sömürgecilik konusunda çevirdiği dolapları acımasız bir dille ifşa etmeli, her bir sömürgedeki kurtuluş hareketini sadece sözde değil, eylemiyle de destekleyebilmeli, kendi ülkesine mensup emperyalistlerin sömürgelerden kovulmasını talep etmeli, ülkesindeki işçilere sömürgelerdeki ve ezilen uluslardaki emekçi halkla gerçek kardeşlik bağlarının kurulmasını telkin etmeli, sömürge halklara yönelik zulme karşı silâhlı kuvvetler içerisinde sistematik ajitasyon çalışması yürütmelidir.”[26]

Kongrede Hintçini’nden gelmiş olan genç delege Nguyn Ái Quc (H Chí Minh) vatanının arsızca sömürüldüğünü ve zulüm gördüğünü söyledi, partiden tüm sömürgelerde sosyalist propaganda yürütmesini istedi.[27]

Hacı Ali için her şey zaten çok netti. 1921 yılının başında yeni kurulan FKP’ye üye oldu. Parti, Rus Devrimi’nin dünyaya sunduğu umuttan beslenen genç bir partiydi. Ama farklı eğilimleri içinde barındıran parti, yeterince Komintern kontrolünde değildi.

1920’lerde Paris, antiemperyalist faaliyet yürüten insanlar için uygun bir zemin sunuyordu. Şehir, giderek, farklı milletlerden insanların yer aldığı bir panayır yerini andırmaya başlamıştı. Savaşın yol açtığı korkunç kayıpların ardından ülkedeki sanayi göçmen işçileri istihdam etmeye başladı. 1924 yılı itibarıyla Fransa’da yüz ilâ yüz elli bin civarında Kuzey Afrikalı işçi çalışıyordu, bunların 75.000’i Paris bölgesindeydi.

Bu işçiler, maden, demir-çelik ve kimya sektöründeki berbat, sağlıksız ve tehlikeli işlerde çalışıyorlardı.[28] Birçok yerde Mağripli kafeleri açıldı. Kuzey Afrikalıların yemek yediği bu yerler, Cezayirli işçiler tarafından, çalışma koşullarına dair şikâyetlerini dillendirdikleri, siyaset tartıştıkları mekânlara dönüştü. Sonrasında uluslararası planda önemli etkiler yaratacak olan Zhou Enlai, Deng Xiaoping, Haya de la Torre ve Perulu Marksist Mariátegui gibi birçok Afrikalı, Asyalı ve Latin Amerikalı öğrenci de bu mekânlara geliyordu. Bir dizi kıtada antiemperyalist dayanışma fikrinin somut hâli olarak “Üçüncü Dünyacılık”, ilkin yirmilerde Paris’te gelişti. Michael Goebel’in ifadesiyle, Paris o dönemde “antiemperyalizmin başkenti”ne dönüşmüştü.[29]

Yeni oluşan fırsatlardan istifade etmek adına, FKP 1921’de sonrasında Union Intercoloniale [“Sömürgelerarası Birlik”] olarak bilinecek olan örgütü kurdu. Örgüt, teknik açıdan sömürge olmayan ama aslında gerçekte sömürge olan Cezayir dâhil tüm Fransız sömürgelerindeki halkları bir araya getirmeyi, bu halkları politik ve sendikal faaliyetlere katmayı ve onları sömürgecilik karşıtı mücadeleye hazırlamayı amaçlıyordu.

Guadeluplu avukat Max Clainville-Bloncourt’nun girişimiyle kurulan örgüt, yola küçük bir yapı olarak çıktı. 1921 yılının sonunda sadece iki yüz üyesi vardı. Bu üyelerin büyük bir kısmı da Madagaskarlı ve Vietnamlıydı. Aralarında az sayıda Cezayirli vardı. Bu isimlerden biri de kısa zaman içerisinde örgüt içerinde öncü konumuna yükselen ve Cezayirli hemşehrilerini örgüte katan Hacı Ali’ydi.

Örgütte ilk başta hâkim isim Nguyn Ái Quc’tu. 1923’te onun Moskova’ya gitmesi üzerine Hacı Ali, örgütün lideri hâline geldi. Hacı Ali, Fransız İmparatorluğu genelinde yürütülecek olan sömürgecilik karşıtı mücadelelerin temellerini atan ilk çekirdek grubun üyesiydi.[30]

Sömürgelerarası Birlik’in yürüttüğü faaliyetler dâhilinde Le Paria [“Parya”] isminde bir gazete çıkarttı.[31] Muhtemelen bu adım, tüm FKP liderlerince hoş karşılanmamıştı. Dolayısıyla, gazetenin parasal kaynakları kıttı. 1923’te FKP Sömürgeler Komisyonu örgüte 100 frank verdi. Bu para, bugünün parasıyla 50 sterlinden fazla değildi. (O dönemde Komintern’de para vardı. Örneğin Alman Komünist Partisi yirmi gazete çıkartacak paraya sahipti. Hatta öyle ki parti, gazetelere yayın yönetmeni bulamıyordu. Gelgelelim, Le Paria bu tür imkânlardan mahrumdu.[34])

Üç bin civarında dağıtılan Le Paria’nın nüshalarının önemli bir bölümü sömürgelere kaçak yollardan sokuluyordu. Fransa’daki öğrencilere ve işçilere sadece 500 nüsha satılıyordu.[35] Gazetenin ilk sorumlusu Nguyn Ái Quc’tu, fakat Quc, 1923’te Komintern için çalışmak üzere Moskova’ya gitti. Gazete, Fransız emperyalizminin eleştirildiği, canlı bir propaganda faaliyeti yürüten önemli bir yayın organıydı.

Hacı Ali, gazeteye düzenli yazılar yazdı. Yazılarını “Ali Baba” ve “Hacı Bicot” müstear adlarıyla kaleme alıyordu. “Keçi yavrusu, çebiş” anlamına gelen “Bicot”, esasında Kuzey Afrikalılara hakaret etmek için kullanılan ırkçı bir ifadeydi. Bu anlamda Hacı Ali, ırkçıların dilini tersyüz edip onu gerisin geri o dilin sahiplerine çevirme tekniğinin öncülerinden biriydi.

“Işığın Şehri Paris” gibi güçlü yazılar yazıyordu. Bu yazısının konusu, Paris’teki göçmen işçilerin durumuydu:

“Evet Paris’te Cezayirliler var. Fabrikalarda ölümüne çalışan bu insanların sayısı on binleri buluyor, Grenelle bölgesinde, Boulevard de la Gare ve de la Villette gecekondu mahallerinde bir bir çürüyorlar.

[…] Cezayirliler yapayalnız yaşıyorlar, eşleri yok hiçbirisinin, erkeklere has alışkanlıklar içerisinde debelenip duruyorlar. Ülkelerinde bıraktıkları kadınlarını buraya getiremiyorlar. Aza kanaat ediyorlar, ihtiyaçlarını azami düzeyde kısıyorlar, biriktirdikleri parayı sömürgeciliğin ezip durduğu çocuklarına ve yaşlı anne-babalarına gönderiyorlar.”[36]

Gelgelelim, Hacı Ali, sadece Kuzey Afrikalı işçilerin çilesini anlatmakla yetinmiyordu. Ayrıca hemşehrilerini sendikalı yapma yönünde adımlar atıyordu. 1921’de CGT bölündü. Bu bölünme neticesinde Confédération Générale du Travail Unitaire [Genel Birleşik İşçi Konfederasyonu -CGTU] kuruldu. Muhtemelen Hacı Ali’nin yazdığı, Le Paria’da çıkan makalede göçmen işçiler bu sendikaya katılmaya teşvik ediliyorlardı:

“Fransa’daki fabrikalarda maddi durumun Fransız işçi kardeşlerinizin durumundan hiç de farklı olmadığını öğrendiniz. Hangi ırka mensup olursa olsun, proleterlerin aynı sömürünün ağırlığı altında ezildiğini, aynı sefalete mahkûm edildiğini gördünüz. […] Bu eylemsizlik hâlinden kurtulmanın, patronların saldırılarıyla alakadar olmanın ve onların darbelerini kurbanlık koyun gibi kabullenmeye karşı çıkmanın vaktidir. Fransız işçi yoldaşlarınızla birlikte örgütlenin; ücretlerinizi savunmak ve haklarınızı talep etmek amacıyla kitleler hâlinde sendikalara üye olun.”[37]

Hacı Ali, FKP’nin diğer yayınlarına da katkı sunuyordu. 1922’de daha çok Avrupalı yerleşimcilerin katıldığı İkinci Kuzey Afrika Komünist Birlikleri Kongresi’nin kabul ettiği raporda, “Yerli halkları asıl tanımlayan şey, onlardaki cehalet. Cehalet, onların özgürleşmeleri önündeki en büyük engel”[38] deniliyordu. Hacı Ali, Bulletin Communiste [“Komünist Bülten”] için yazdığı yazıda, bu tespite şu sert eleştiri yöneltti:

“Bugün yüzleştiğimiz en net tehlike, sömürgelerdeki proletaryanın burjuvazinin nüfuzuna terk edilmesi, ordunun ve emperyalizmin ellerine teslim edilmesidir. Oysa asıl mesele, onu kendisinin devrimci durum oluştuğu vakit gelip devrimi ezmek için sahaya sürülmesine izin vermemesini sağlamak, bunun için proletaryayı hazırlamaktır.

İnanın bana yoldaşlar, bu meseleyle ilgilenmediğiniz takdirde Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde devrim, ölümcül bir tehlikeyle yüzleşir.

Rus Devrimi sayesinde sömürgelerdeki işçilerin uyandığı, toplaşmaya başladığı, birlikte zincirleri kırmak için ileri atılmanın yollarını aradığı görülmelidir.

İnanın bana yoldaşlar, sömürgelerdeki işçiler, modası geçmiş demokrasi propagandasından ve bu demokrasiye dair fikirlerden çok bizim propagandamıza ve fikirlerimize açık durumdadırlar. Bu işçiler, savaş süresince burjuva partilerinin hukuk düzeni ve medeniyete dair yalandan vaatlerini ve kendilerini bu vaatler uğruna kıyımdan geçirilmiş olduğunu hiç unutmadılar.

Gerçekten devrim yapmak istiyorsanız, sömürgelerdeki proleterlerin tarafsız kalmasını sağlayacak adımları atmakla, onların sevgilerini kazanmaya çalışmakla yetinmemeli, yöntemsel açıdan gerçek manada komünist olan propaganda faaliyetleriyle onların içinden, ihtiyaç hâsıl olduğunda, yani devrim gerçekleştiğinde, o devrimi koruyacak devrimci muhafızları çıkartmak için hazırlık çalışması yürütmelisiniz.

Bunu yapabilirsiniz, çünkü aydınından en ilkeline tüm sömürge insanları, Rus Devrimi’nin çarlığın boyunduruğu altında olan birçok halkı özgürleştirdiğini biliyor.

Peki biz bugün ne istiyoruz?

1. Parti, sömürgelerdeki militanları ve birlikleri ile ilgili olarak bir tutum belirlemeli;

2. Parti, bu militanlara ve birliklere net bir dille ulaşılması istenen hedefi bildirmeli;

3. Yerli halk içerisinde propaganda faaliyeti yürütüp insan örgütlemeli;

4. Bu doğrultuda, yerli halkın acil taleplerini dillendiren bir program hazırlamalı. Acil talepler şu hususları içeriyor olmalı:

a. Yerli Kanunu yürürlükten kaldırılmalı;

b. Herkese Fransız vatandaşlığı verilmeli;

c. Halka baskı uygulayan mahkemeler lağv edilmeli;

d. Hukuk önünde herkes eşit olmalı;

e. Sömürgelerdeki işçi ve köylülerin zorunlu çalıştırılmasını öngören, medeniyet düzeyine yakışmayan kısıtlamalar getiren keyfi idari tedbirlerin kaldırılması.

Bu adımların atılması durumunda, çok kısa zamanda sonuç alınacaktır.

Bugün bize ulaşan milyonlarca sömürge proleterini göz ardı ettiğimiz koşullarda, komünist faaliyet, sömürgelerdeki bir avuç Avrupalıyla sınırlı tutulamaz.”[39]

Hacı Ali’nin aktardığı “acil talepler” listesi, Cezayirlilerin hayatını doğrudan etkileyen meselelere odaklanıyordu. Bu metinde Hacı Ali, herkese Fransız vatandaşlığı verilmesini istiyordu ama bir şekilde ulusal bağımsızlıktan söz etmiyordu.

Sömürgelerarası Birlik ve Le Paria, ilk sınavını 1923 yılında verdi. Savaş tazminatlarının ödenmemesi üzerine, Fransız hükümeti Almanya’ya ait Ruhr bölgesini işgal etti. Bu işgal harekâtında ağırlıklı olarak Kuzey Afrikalı ve Senegalli askerler kullanıldı. Bu da Alman milliyetçilerinin ırkçı muhalefetini tetikledi. Bu süreçte FKP, Fransız askerleri arasında yoğun bir kampanya yürüttü ve Alman işçileriyle kardeş olunduğu üzerinde durdu. FKP, o dönemde askerlere yönelik Caserne [“Kışla”] isminde bir gazete çıkartıyordu. Gazete, esas olarak antimilitarist propaganda dâhilinde kullanılıyordu. İlgili dönemde parti, gazeteyi Kazirna ismiyle, hem Arapça hem de Fransızca olarak yayımlamaya ve Ruhr’daki Kuzey Afrikalı askerlere dağıtmaya başladı. Bu çalışmanın örgütlenmesinde asıl rolü Mahmud Ben Lehal üstlenmiş olsa da Hacı Ali de çalışmalarda aktif olarak yer alıyordu. Sonrasında Ben Lehal tutuklandı, Haziran 1924’te Mainz’deki mahkemenin ardından beş yıl ağır hapse çarptırıldı. FKP, onun serbest bırakılması için büyük bir kampanya başlattı. Hacı Ali liderliğinde düzenlenen mitingle beslenen bu kampanya neticesinde Ben Lehal serbest bırakıldı.[40]


Süreç içerisinde FKP legal ve illegal faaliyetleri birleştirdi. Ruhr’da yürütülen kampanyadaki çalışmaları ardından Hacı Ali, Mayıs 1924’te FKP tarafından Paris’in ikinci bölgesinde vekil adayı gösterildi. (Partideki az sayıda Fransız vatandaşlığına sahip Cezayirliden biri olması sayesinde seçimlere katılma imkânı bulabildi). FKP, günlük gazetesi L’Humanité’de [“Beşeriyet”] amaçlarını şu şekilde aktarıyordu:

“Tüm yoldaşlarımız, işçinin deri rengi veya kökeni ne olursa olsun, her şeyden önce işçi sınıfına ait olduğuna kanidir. Irkçı önyargılar, her bilinçli işçinin tümüyle reddetmesi gereken bir husustur. Sömürgelerden gelen işçiyi sırf farklı alışkanlıkları var diye görmezden gelen, daha da kötüsü hor gören bir Fransız işçisi sömürücünün dümen suyunda hareket ediyordur.

Kapitalizm, esas olarak işçilerin sınıfsal eylemini pratikte daha etkin bir biçimde bölmek adına bu türden ırksal çelişkileri keskinleştirmeye çalışmaktadır.

Fransız kapitalizmi sömürgelerdeki tebaasını, gerektiğinde Fransız işçilerine karşı kullanılacak asker veya grev kırıcısı olarak yedeğinde tutmaktadır.”[41]

Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla her ne kadar ırkçılıkla mücadele konusunda FKP üyeleri netse de bazı kişilerde belirli önyargılar mevcuttu. Claude Liauzu’nun iddiasına göre Hacı Ali’nin adaylığını az sayıda marjinal partili dayatmış, ikinci bölgedeki komünistler bu karara onay vermeye yanaşmamışlardı.[42]

Elimizde Liauzu’nun iddiasını destekleyen kimi kanıtlar mevcut. İkinci bölge için belirlenen vekil adaylarının listesi yayınlandığında görüldü ki orada Hacı Ali’nin adı yoktu.[43] İlk başta listenin başına katılmadıkları mahkemece ölüm cezasına çarptırılmış olan Jacques Sadoul ve Henri Guilbeaux’nun adlarının yazılması düşünülmüştü. Ancak yetkililer bu isimlerin vekillik başvurusu yapamayacağına kanaat getirince liste revize edildi ve Hacı Ali’nin ismi listeye eklendi. L’Humanité’de çıkan, yeni listeye dair haberde Hacı Ali’nin listeye neden eklendiğiyle ilgili bir açıklama yapılmamakta, kendisinden sendikalı nalburcuların temsilcisi” olarak bahsedilmekte, etnik kökenine hiç değinilmemekteydi.[44] 1 Mayıs günü, yani seçimden iki hafta önce FKP Paris’te aynı anda on altı miting yapılacağını, bu mitinglerde altı kadar konuşmacının konuşma yapacağını duyurdu ama bu konuşma yapacak kişiler arasında nedense Hacı Ali yer almıyordu. Hacı Ali, kendi seçim bölgesindeki mitinglerde konuşma imkânına ancak kampanyanın son haftası kavuşabildi.[45] Hacı Ali, kampanya çalışmalarına her daim Kuzey Afrikalı kıyafetleriyle, Cezayirlilere has, kukuletalı peleriniyle ve başındaki fesiyle katıldı.[46]

Aslında Hacı Ali aday gösterildiği için o kadar da heyecanlı değildi. Daha öncesinde Cezayirliler cemaatiyle bir Cezayirlinin aday gösterilmesi meselesini tartışmış, bu tartışmalarda böylesi bir adaylığın Fransız meclisinin meşruiyetine ve Cezayir’in Fransa’nın parçası olmakla ilgili hukuki statüsüne onay vermek anlamına geleceğine dair tespitler dillendirilmişti. Görünen o ki Hacı Ali, o dönemde FKP liderlerinden daha antiemperyalist olan Komintern’in müdahalesine de maruz kaldı. Baskılarla yüzleşen Hacı Ali, adaylık teklifini kabul etti.

Hayat hikâyesini kaleme alan Abdullah Rigi’nin dediğine göre ki bu tespit herhangi bir delile dayanmamakla birlikte muhtemelen yazarın yorumundan ibaret, Hacı Ali FKP liderleriyle bir tür anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre kendisi seçimde aday olacaktı ama parti de kendisinin Kuzey Afrikalılara yönelik faaliyet yürütecek politik örgüte destek sunacaktı.[47]

On bir vekil için yarışılan seçimde iki komünist meclise girdi. Hacı Ali listedeki adaylar içerisinde en az oy alan isimdi. O dönemde oy kullanımı karmaşık bir liste sistemine dayanıyordu. Her bir parti birden fazla vekil çıkartılan bölgenin her biri için liste hazırlıyordu. Seçmenler kişi oy veriyor, dilerlerse birden fazla listeye oy kullanabiliyorlardı. Meclis koltukları, listenin aldığı ortalama oy temeline göre dağıtılıyor, en çok oyu alan kişiler ait oldukları listeyi temsil ediyorlardı.

Bahsini ettiğimiz iki komünistten biri 41.601, diğeri 40.805 oy aldı. Ait oldukları listenin aldığı ortalama oy ise 40.781’di. Hacı Ali’nin aldığı oy sayısı ise 40.569’du.[48] Bu noktada şu hususu unutmamak gerek: Kuzey Afrikalıların büyük bir çoğunluğunun vatandaşlığı olmadığı için Hacı Ali’nin aldığı oyların çok azı Kuzey Afrikalılardan gelmişti.

Elde edilen sonuç bir başarı olarak kaydedildi. En fazla başarı gösteren FKP adayı olarak Garchery listedeki herkesten 800 daha fazla oy almıştı. Muhtemelen burada kişisel destekçilerinin rolü büyüktü. Buna karşın, Hacı Ali, Garchery’ye giden oyların yüzde 97,52’sini, listenin ortalamasını ifade eden oy sayısının yüzde 99,48’ini aldı. Benjamin Stora’nın ifadesiyle Fransa’daki Cezayirliler açısından asıl önemli olan Hacı Ali’nin iyi bir iş çıkartmış olmasıydı.[49] Bu seçim sonucuyla birlikte, Fransız işçilerinin desteğiyle meclise bir Cezayirliyi sokabilmenin mümkün olduğu görüldü.

Seçim kampanyasının önemli bir başka sonucu daha oldu. Bu sonuç sadece Hacı Ali değil Cezayir’in bağımsızlığı mücadelesinin tüm tarihi için de önemliydi. Kampanya sayesinde Tlemcen şehrinden gelmiş olan genç Cezayirli Messali Hacı’nın örgütlenmiş olmasıydı. Messali Hacı, Hatırat’ında bu süreci şekilde aktarıyor:

“Bir gün işten çıkarken durup seçim afişlerini okudum. Afişlerin üzerinde miting ve toplantı tarihleri, konuşmacıların isimleri ve politik örgütleri yazılıydı. Birden listede bir Arap’ın ismini fark ettim. Hacı Ali, FKP adayı olmuştu. Şaşırdım. Mutlu oldum. Çalıştığım fabrikanın yakınında olan Place de la Réunion’daki bir okulda düzenlenen toplantıya gittim. Hacı Ali’yi dinledim. Partisinin politik programını aktardı. Adaylık için ihtiyaç duyulandan çok daha fazlası vardı onda. Onu dinledikçe içimi kendisiyle gurur duydum, içimi neşe kapladı. Tüm yüreğimle alkışladım kendisini. Toplantının sonunda yanına gittim, Arapça selam verdim. Adaletsizlikleri ve yerli kanununu eleştirdiği konuşması sebebiyle kendisini tebrik ettim. Biraz sohbet ettik, iyi dileklerimizi birbirimize ilettik, sonrasında buluşmak için bir tarih belirleyip ayrıldık.”[50]

Hacı Ali ve Messali Hacı, bunun yanında, eşleri sıkı dost oldular sonra. İlk başta Hacı Ali öğretmen, kendisinden on beş yaş küçük olan Messali Hacı öğrenci rolündeydi. Birçok kez Lenin ve Üçüncü Enternasyonal üzerine tartışma yürüttüler. 1924 yılının sonlarına doğru gerçekleştirdikleri bir tartışma tüm öğleden sonralarını alıp götürdü.[51] Messali’yi en çok da Hacı Ali’nin büyük bir ustalıkla hâkim olduğu komünist ideolojiyi” kavrayışından etkiledi.[52]

Hacı Ali, FKP’nin önde gelen isimlerinden biriydi artık. 1924’te partinin Sömürgeler Komisyonu üyesi olarak atandı. (Komisyonun diğer bir üyesi, Tunus’ta Arapça ilk günlük komünist gazeteyi çıkarttıktan sonra ülkesinden kovulmuş olan Robert Louzon’du.) Komintern’in beşinci kongresi ardından örgütlenen komisyona Jacques Doriot liderlik ediyordu. Sonrasında bu Doriot, Nazi yanlısı bir isme dönüştü, ama daha öncesinde FKP içerisinde yıldızı parlayan bir kişiydi, ayrıca sömürgecilik karşıtı kampanyalarda aktif rol alıyordu. 12 Eylül 1924’te düzenlenen Rif savaşı karşıtı bir toplantıda Hacı Ali’yle birlikte konuşmacılar arasında bulunan bir isim de Doriot’ydu. Hacı Ali o konuşmasında hangi ırka mensup olursa olsun tüm sömürülenlerin sömürücülere karşı birleşmesi çağrısı yaptı.[53]

Hacı Ali ile Doriot arasında sık sık anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Hacı Ali, sömürgelerdeki halklar için özerk ve ayrı bir parti kurulması fikrini savunuyor, Komintern’in Kuzey Afrika devrimci milliyetçi partisi kurulmasını öngören stratejisine karşı çıkıyordu. 1926’da komisyondan alındı.[54]

Ocak 1924’teki parti kongresinde Hacı Ali, merkez komiteye seçildi ve bir yıl bu görevde kaldı. 1925’te Moskova’ya gitti. Gördükleri karşısında epey etkilendi. Olumlu izlenimlerle Fransa’ya döndü. Messali Hacı o günleri şu şekilde aktarıyor:

“Paris’e döndüğünde gördük ki Moskova’da gördükleri de Sovyet Rusya liderleriyle yürüttüğü tartışmalar da kendisini epey etkilemiş. Dediğine göre her şey yepyeni, her şey muazzam, her şey kusursuzmuş, bırakalım eleştiriyi yoruma bile gerek yokmuş. Hacı Ali o günlerde gözümüze cebine koyduğu felsefeci taşıyla Kutsal Mekânlar’dan dönmüş hacı gibi görünüyordu.”[56]

Bu dönem boyunca Hacı Ali dininin gerektirdiği ibadetleri aksatmadı. Kendi ülkesinin dinini ve kültürel geleneklerini savunmanın Cezayirlilerin haklarını savunmanın önemli bir parçası olduğunu düşünüyordu. Fransız emperyalizmine yönelttiği en önemli suçlamalardan birisi, onun İslam’ı okulları kapatmak, diğer dinleri sahaya sürmek ve alkolü teşvik etmek suretiyle İslam’ı zayıflatmasıydı.[57] Messali Hacı’nın tespit ettiği gibi, “Fransa’da kaldığı, komünist parti üyesi olduğu o uzun dönem boyunca hiçbir şey onu Arap kimliğinden ve İslam inancından kopartamadı.”[58]

1924’te Hacı Ali, Le Paria için yazdığı makalede, komünistlerin İslam’la tartışma yürütmeyi esas alan bir konumdan uzak durması gerektiğini söylüyordu.[59] Partisi FKP Fransız solu için hayli önemli olan laikliğin damgasını ağır bir biçimde taşıyor olmasına karşın Hacı Ali, dini mirasını reddetmesi veya dinin hayatındaki önemini azaltması yönünde hiçbir baskıyla karşılaşmadı. FKP o dönemde dini inancın kişisel tercih meselesi olduğunu düşünüyordu. Ama öte yandan Hacı Ali de dine bağlılık konusunda dogmatik bir isim de değildi. Evini ziyarete gelen Cezayirli dostlarının bir değerlendirmede sert tartışmaların yaşandığında, hatta kimi dostlarının masaya ardı ardına yumrukla vurunca Hacı Ali’nin eşinin tabaklardan korktuğundan, Hacı Ali’nin dostlarını fikirlerin kişiye özel olduğuna inandırmaya çalıştığından söz ediliyor.[61] Bir seferinde de Hacı Ali, Messali’ye konuşmalarında dine ve Arap imparatorluğunun tarihine fazla vurgu yapmamasını tavsiye ediyor.[62]

1925’te FKP’nin sömürge meselesiyle ilgili konumu değişmeye başladı. Lenin ölmüş, Stalin “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle sahneye çıkmaktaydı. Bu teorinin sonuçlarının alınması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı.

Le Paria gazetesi Nisan 1926’da yayın hayatına son verdi. Sömürgecilik karşıtı örgüt yerine artık Hacı Ali, Kuzey Afrikalı işçileri hedefleyen bir örgütü kurmak için kolları sıvadı. Bu örgüt Étoile Nord-Africaine’den (“Kuzey Afrika Yıldızı” veya ENA) başkası değildi.

ENA’nın ne zaman kurulduğu konusunda tartışmalar hâlen daha sürüyor. Muhtemelen daha önce kurulmuş olan ENA, kamuoyunun gündemine ilkin Haziran 1926’da geliyor.[63] Örgüt içerisinde Tunuslu, Faslı, aynı zamanda Cezayirli işçiler vardı.[64] (Artık Fransa’ya daha fazla sayıda Tunuslu ve Faslı öğrenci geliyordu. Bu isimlerden biri de sonrasında bağımsız Tunus’un ilk cumhurbaşkanı olacak olan Habip Burgiba’ydı.[65])

ENA’nın ilk çekirdek ekibi, Fransa’da o dönemde yaklaşık yüz bin Kuzey Afrikalı işçiyi örgütlemiş olan CGTU’ya bağlı sekiz bin kadar Kuzey Afrikalı işçiden oluşuyordu. Ulaşılan bu yüksek sendikalaşma düzeyi, takip eden üç yıl boyunca Hacı Ali ve yoldaşlarının ortaya koyduğu yoğun çalışmanın neticesiydi.[66]

1926 ve 1927 yıllarında ENA Paris bölgesinde azami birkaç yüz kişinin katıldığı bir dizi toplantı düzenledi. Ayrıca örgüt öğrencilere yemek de veriyordu. Yerli kanununun yürürlükten kaldırılması, Cezayir-Fransa arası geçişlerin serbest oluşu, basın ve toplanma hürriyeti gibi konularda kampanya yürüttü. 1928’de ENA’nın FKP’yle bağlarını kopartmasıyla birlikte toplantılara katılım sayısı düştü ve örgüt daha çok Kuzey Afrikalılara hitap eder hâle geldi.[67]

Messali Hacı da ENA ile bağlantılı bir isimdi. Kendisi uzun yıllar örgüte ve ondan sonra kurulan diğer örgütlere liderlik etti. Dolayısıyla, örgütün esasından Messali Hacı tarafından kurulduğu iddia edilir. Hacı Ali’nin ismi ise tarihten silinir. Oysa örgütün kurulduğu dönemde kuruluşta en önemli rolü oynayan isim Hacı Ali’dir. İlk yıllarında ona liderlik eden odur. 1948’de La République Algérienne ölüm döşeğinde olan Hacı Ali’nin bir mektubunu yayımlar. Hacı Ali orada örgütün kuruluşundaki tarihsel rolünden bahseder:

“Tüzüğü hazırlayan, dile getirilir getirilmez kabul edilen ismi öneren benim. […] Messali, ilk militanlar gibi bizim örgütlediğimiz bir isimdi. Çalışmalarımıza ilgisi yüzeyseldi. Toplantılarımıza düzenli olarak katılmazdı, geldiğinde de hep geç dâhil olurdu. Gene de onun samimi bir milliyetçi olduğunu düşünüyordum. […] Derneğe 1928’e dek ben liderlik ettim. 1924-1926 arası dönemde Messali, halkın karşısına çıkıp tek bir konuşma bile yapmadı.”[68]

Burada açık ki Hacı Ali, itibarını koruyor. Hikâyeyi kim nasıl anlatırsa anlatsın, onun ENA’nın kuruluşunda önemli bir rol oynadığına kimse itiraz edemez. Zira o dönemde Hacı Ali, Messali’den hem daha deneyimli hem de politik açıdan daha gelişkin bir isimdi.

ENA, FKP’nin desteği ve teşvikiyle kuruldu. FKP arşivlerindeki belgelerden ve tutanaklardan yararlanan Michael Goebel’in dediğine göre ilk başta Hacı Ali ve Messali, ulusal egemenlikten çok insan hakları meselesiyle ilgilendi. Bu isimler, Cezayir’in bağımsızlığı talebini ancak FKP’nin baskısıyla dillendirdiler:

“Temmuz 1926’da Hacı Ali, ‘topyekûn özgürleşme’den dem vurmayı tercih ediyordu. ‘Bağımsızlık’ terimini kullanmanın ‘burjuva milliyetçileri’ni partiden uzaklaştıracağını düşünüyordu. […] Ekim gibi geç bir tarihte ENA’nın iki kurucusu kararsızlığa düşerek, ‘bağımsızlık’ teriminin emperyalist Fransız devletinden kopması gereken, Cezayir’in egemenliğinden ziyade insan haklarını dert edinmiş seçmen kitlesini, yani Paris’teki Kuzey Afrikalı işçileri partiden kopartacağını düşündü.”[69]

FKP’nin Kuzey Afrika ile ilgili stratejisi büyük ölçüde Komintern’in benimsediği konumların etkisi altındaydı. Çin’de yeni kurulan Çin Komünist Partisi’ne Komintern milliyetçi Komintang’a tabi olmaları talimatı verildi. Bu ittifak, Nisan 1927’de Şangay’da komünistlerin Komintang güçlerince katledilmesine dek sürdü.[70] 1925 yılı boyunca FKP içerisinde Kuzey Afrika Komintang’ının kurulması konusunda tartışmalar yürütüldü. Bu tartışmaların neticesinde ENA kuruldu.[71]

Örgütün kuruluş çalışmasında saf anlamıyla Cezayir milliyetçisi olan Emir Halid de yer aldı. Halid, Fransız devletinin Müslüman halk için kurduğu seçimle alakalı kurumlar içerisinde çalışmak suretiyle belirli bir destekçi kitlesine kavuştu. İlk başta Hacı Ali ve FKP, Halid’e düşmandı. 1922’de Hacı Ali, Le Paria’daki yazısında, gazetesinin Cezayir halkının meclise girmesi önerisine neden karşı çıktığını şu şekilde izah ediyordu:

“Çünkü biz halkımızın ayrı temsilcilere sahip olmasını istemiyoruz. Çünkü biz, yerli halkın iki üç şakşakçı veya Halid gibi tutkularının esiri olan bir ajitatör tarafından temsil edildiğinde, arzuladıkları, bizim de ulaşılsın diye tüm gücümüzle talep ettiğimiz adalete ulaştıklarına inanmalarını sağlamanın bir aldatmaca olduğunu düşünüyoruz.”[72]

Fakat 1924’te Hacı Ali, birleşik cephe anlayışı uyarınca Halid’le işbirliği kurmanın zaruri olduğunu gördü. Temmuz 1924’te FKP ve Sömürgelerarası Birlik, Paris’te Hacı Ali ve Halid’in birlikte konuşma yaptıkları iki büyük toplantı organize etti.[73] Halid örgütte hiçbir aktif rolü bulunmamasına karşın, ENA’nın onursal başkanı yapıldı.[74]

Şubat 1927’de Hacı Ali ve Messali Komintern’in desteklediği, Emperyalizme ve Sömürgeci Zulme Karşı Birlik’in örgütlediği, Brüksel’de düzenlenen dünya ezilen halklar kongresine katıldı. Messali, Fransız emperyalizminin Cezayir’de oynadığı rolü mahkûm eden güçlü bir konuşma yapmak suretiyle, politik lider olarak kariyerine başlamış oldu:

“Ülkeyi kalkındıracak yardımı vermek şöyle dursun Fransız emperyalizmi sömürü ve mülksüzleştirme pratiğini en gerici politik hâkimiyet pratiğiyle birleştirdi, yerli halkı her türlü özgürlükten veya teşkilâttan, politik ve hukuki haklardan mahrum kıldı, bu tür hakları sadece parayla satın alınmış yerlilerden oluşan küçük bir azınlığa bahşetti.

Buna ek olarak Fransız emperyalizmi alkol, yeni dinleri sahaya sürme ve sömürgecilik öncesi varolan Arapça eğitim veren okulları kapatma suretiyle halka zulmetti. Nihayetinde yürüttüğü çalışmayı taçlandırmak adına emperyalizm bugün yerli halktan insanları sömürgecilik pratiğini sürdürmek, emperyalist savaşlarda kullanmak, sömürgelerle Fransa’da devrimci hareketleri ezmek için kullanmak için askere alıyor.

Bu sömürgeci siyasetine, bu zulme karşı Kuzey Afrikalı emekçi halk, ulusal bağımsızlık denilen, bugünkü arzularını gerçekleştireceği hedefe ulaşmak için elindeki tüm araçlarla sürekli eylemlilik içerisinde oldu, olmaya da devam ediyor.”[75]

Sonrasında Hacı Ali, konuşma metninin kendisi tarafından yazıldığını söylüyor, ama Messali konuyla ilgili farklı bir değerlendirmede bulunuyor.[76] Gerçek ne olursa olsun görünen o ki Hacı Ali hâlen daha önde duran bir isim ve Messali’yi lider olarak geliştirmeye ve ön plana çıkartmaya çalışıyor.

1926’da Hacı Ali ile FKP arasına kara kedi girdi. Hacı Ali, Marksizmi milliyetçi ve dini fikirleriyle cem etmeyi bilmiş, FKP’ye sadık, güvenilir bir partiliydi. Ama son tahlilde onu asıl harekete geçiren şey, Cezayir meselesiydi. Ayrıca ilk başlarda sömürgelere mensup eylemcilerin ayrı örgütler kurmasını teşvik eden FKP, bu eylemcileri yönlendirmeye daha fazla hevesli olan, tek derdi tüm örgütleri kendi yörüngesinde tutmak olan bir yapıya evrildi.

Ayrıca Komintern içerisinde de önemli değişimler yaşanıyordu. Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” teorisinin Çin gibi yerlerde çözülmeye yol açtığı dönemde hâlen daha Komintern’in belirlediği politika 1922’de yürürlüğe konulmuş olan birleşik cephe geleneği dâhilinde uygulanmayı sürdürüyordu.[77] Fakat 1928 yılında Komintern birleşik cephe anlayışını terk edip “üçüncü dönem” denilen, sekter ve felâketlere yol açacak analize yöneldi. Bunun neticesinde sosyal demokratların “sosyal faşistler” oldukları tespiti öne çıktı. ENA liderleri, sekter ve yönlendirici bir güç hâline gelen Komintern’den kopmaya başladılar.

FKP ile ENA liderleri arasındaki gerilim iyice derinleşti. Hacı Ali, Messali’nin ENA’ya girmesini isteyen, onun tam zamanlı çalışan bir örgütçü olması için uğraşan isimdi.[78] Maaşını FKP ödüyordu. Ama 1927’de Hacı Ali, dostu ve himayesindeki kişi olarak Messali’ye partinin artık para vermeyeceği bilgisini iletti. Messali bir dükkânda işe girmek zorunda kaldı. Kararı kabullenen Messali, FKP’de kaldı.[79]

Komünizme bağlılığını açık bir dille ifade eden Hacı Ali, o dönemde ENA’nın FKP kontrolünde olmayan özerk bir örgüt olması gerektiğini düşünüyordu. FKP içinde yapılan 1926 tarihli toplantının tutanaklarına göre Hacı Ali, kendisine sorulduğu vakit “ben komünistim, ama aynı zamanda Müslümanım, bu yüzden ENA’ya katıldım” diyordu.[80] Hacı Ali, Fransa’da özek bir komünist partinin, en azından Kuzey Afrika Komünist Partisi’nin, Cezayir’de ise devrimci milliyetçi bir partinin kurulması fikrini savunmayı sürdürdü. Fakat kendisi parti içerisinde parti kurmak istemekle suçlandı. Bu süreçte FKP liderleri arasındaki farklılıklar daha da keskinleşti.

Banuni Akli isimli bir Renault işçisinin aktardığına göre söz konusu dönemde ENA içinde hararetli tartışmalar yaşanıyordu:

“Kasım 1927’de rue des Gracieuses’de saat 11’de yeni bir toplantı yapıldı. Tartışmalar esnasında milliyetçi eğilime mensup kişilerin varlığı daha da görünür hâle geldi. Cezayir’in bağımsızlığı çağrısında bulunan bir önerge büyük bir çoğunlukla kabul edildi, Hacı Ali Abdülkadir gibi Cezayirlilerin Fransız Komünist Partisi’ne hizmet eden bir tür ihtiyat kuvvetler olarak kullanılabileceğini düşünenler tepki koyup salonu terk ettiler. ENA’ya destek olan Fransızlar onlarla birlikte hareket etti. Bu olayın ardından komünistler ENA’dan uzak durmaya başladılar.”[81]

Asıl meselelerin ne olduğu tam anlamıyla açık değil. Görülüyor ki bu dönemde Hacı Ali hâlen daha parti disiplinine bağlı bir üye gibi hareket ediyor. Ama derinlerde bir şeylerin yanlış gittiği açık.

Kuzey Afrikalı militanlar ve işçiler 1928’de bir toplantı daha yaptılar. Orada katılımcılara “FKP’ye bağlı kalmaya devam etmek mi yoksa ulus temelinde bağımsız bir örgüt kurmak mı istiyorsunuz?” sorusu yöneltildi. Bağımsız örgüt seçeneğine herkes destek sundu.[82]

1928’de Hacı Ali, 1921’den beri ömrünü tüketen politik faaliyet alanından çekilmeye dönük adımlar atmaya başladı. Halefi olarak gördüğü Messali’ye ENA’nın liderliğini verdi.[83] FKP ENA’ya desteğini geri çekince Hacı Ali de partiden uzaklaştı. Nihayetinde, muhtemelen 1930 senesinde, partinin izni olmamasına rağmen belediye seçimlerinde aday olduğu için partiden kovuldu.[84] Bu dönemin ayrıntılarına pek vakıf değilsek de bir süredir işleyen kopuş sürecinin bu noktada tamama erdiğini söyleyebiliriz.

Hacı Ali, devlet baskısı ve FKP’nin desteğini çekmesi neticesinde ciddi güçlüklerle yüzleşen ENA içerisindeki faaliyetlerini sürdürdü. Ocak 1929’da bir ENA toplantısına başkanlık etti. Toplantıya 1.200 kişi katıldı. Bu insanların önemli bir bölümü, salona Emir Halid’in konuşacağı bilgisini aktaran bildiriyi okuyup gelmişti. Ne var ki Halid toplantıya katılmadı.[85]


1930’a dek ENA tek bir gazete bile çıkartmadı. Politikalarını kitlelere broşürler ve toplantılar aracılığıyla iletmeyi tercih etti. Ekim 1930’da Hacı Ali’nin öncülüğünde Ümmet ismindeki gazete çıkartıldı. İlk yayın yönetmeni Hacı Ali’ydi. Gelgelelim, Hacı Ali, 1932 başlarında bu görevden ayrıldı.[86] 1931’de kendisi hâlen daha ENA lider kadrosunun bir üyesiydi.

1930’da Hacı Ali’nin hayatı birçok yönden değişmeye başladı. Politik alanda yoğun bir çalışma içerisinde olmasına rağmen nalbur dükkânı işi epey büyüdü. Bu, muhtemelen politik işler sebebiyle dükkânda durmadığı vakit kocasının yerine dükkâna bakan eşinin marifetiydi. Hacı Ali’nin eşi aynı zamanda dükkânı ziyarete gelen siyasi isimlere mekân sahibi olarak hizmet veriyordu. Doğrudan politikayla bir alakası olmasa da kocasının düşüncelerini paylaşıyor, politik faaliyetlerine önemli katkılar sunuyordu. Kadın olmasaydı Hacı Ali için bir politik kariyerden muhtemelen söz edilemezdi.[88]

1928’de Hacı Ali, Paris’in yaklaşık otuz kilometre uzağındaki Brunoy köyüne ev inşa etti. 1930’da bu eve taşınan Hacı Ali, köy ortamından büyük bir zevk aldığını fark etti. Muhtemelen köy, kendisine büyüdüğü köyü anımsatıyordu. Messali Hacı, bu yeni evi biraz da alaycı ifadeyle, “çiftlik” olarak anıyor.[89]

Hacı Ali, iyi para getiren dükkânını sattı ve yeni yatırım alanlarına yöneldi. Brunoy köyüne yakın bir komün olan Montgeron’da bir mülk satın aldı. O, elinde bir kafe, kiralık daireler, otobüs şirketi, büyük bir garaj ve bir sinema olan biriydi. Doğal olarak bazı politik hasımları onu “burjuva” olarak tarif ediyorlardı. Oysa para konusunda eli açık olan Hacı Ali, yardım kuruluşlarına ve politik çalışmalara yardım yapan bir isimdi.[90]

Siyaset alanından uzaklaştıkça Messali’yle dostluk ilişkisi de zayıfladı. 1930 civarı Messali ve eşi hafta sonlarını Hacı Ali’nin Brunoy’daki evinde geçiriyordu. Ama Messali’nin aktardığına göre “Hacı Ali, nezaketini bozmasa da eski dostunun ve öğrencisinin karşısında mahcubiyet yaşıyor, bir miktar rahatsız oluyordu.”[91]

Messali’nin liderliğinde ENA epey ilerleme kaydetti. Fransa’nın çeşitli şehirlerinde yüksek katılımlı toplantılar düzenlendi. 1934’te Ümmet’in tirajı 40.000’i buldu.[92] Kasım 1934-Mayıs 1935 arası dönemi Messali hapiste geçirdi. Bu, esasen devletin Messali’nin faaliyetlerini ve ait olduğu hareketi gerçek bir tehdit olarak gördüğünün deliliydi.[93] Haziran 1936’da, Halk Cephesi hükümetinin kurulmasından hemen sonra ENA büyük bir miting düzenledi. Messali ve Hacı Ali bir süre görüşmediler, ama birbirlerine içten selamlarını iletmekten de hiç geri durmadılar.[94]

Ocak 1937’de komünistlerin desteklediği Halk Cephesi hükümeti ENA’yı dağıtma kararını aldı. Birkaç gün sonra L’Humanité, ENA’nın partiye ve Halk Cephesi’ne düşmanlığı” meselesini eleştiren uzun bir makale yayımladı. Gazete, ENA’nın dağıtılması işlemine yönelik tek bir eleştiri bile yapmadı.[95]

11 Şubat’ta Paris’te ENA’nın yasaklanmasını protesto eden bir toplantı düzenlendi. Salonda yaklaşık 3.500 kişi vardı. Messali ve Hacı Ali söz aldılar.[96] Bir ay sonra, Paris’in banliyösü Nanterre’de yeni örgütü kurmak amacıyla başka bir toplantı yapıldı. Parti du Peuple Algérien [“Cezayir Halk Partisi”] ismini alacak olan örgüt ENA’nın çalışmalarını yürütecekti. Toplantıda Hacı Ali de yer aldı. CHP’nin kurucuları arasında o da vardı.[97] Artık politik faaliyet yürütmese de Hacı Ali inandığı düşüncelerden vazgeçmemişti.

FKP, Messali’yi de Hacı Ali’yi de hayal kırıklığına uğratmıştı. Pierre Monatte ve La Révolution prolétarienne etrafında toplaşan solcular, Troçkistler, Sosyalist Parti içerisinde başını Marceau Pivert’in çektiği sol akım gibi FKP’nin solunda duran başka ekipler de vardı. Messali bu ekiplerle temas kurdu.[98] Ama Hacı Ali onlara hiç bakmadı. “Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer”, onun duygularını özetleyen bir ifadeydi. 1935’te Hacı Ali İkinci Dünya Savaşı patlak verene dek yazmayı sürdüreceği Le Peuple algérien gazetesinin yayın yönetmenliği görevini üstlendi.[99]

Almanların Fransa’yı işgal altında tuttuğu dönem boyunca (1940–1944), Hacı Ali hiçbir şey yapmadı. Fransız emperyalizmini ana düşman olarak gören az sayıda Cezayirli milliyetçi Nazilerle işbirliği içine girerlerse kimi avantajlar elde edeceğine dair yanlış bir fikre kapıldı. Hacı Ali’nin bu isimlerden biri olduğu konusunda elimizde hiçbir delil bulunmuyor.[100]

Hacı Ali’nin son yılları yoksullukla geçti. Nazilerden kurtulduktan sonra iki restoran satın aldı ama ikisi de başarısız oldu. Ticari kariyeri sağlığının ciddi biçimde bozulmasıyla sona erdi. Çok sigara içen Hacı Ali ağır bir akciğer hastalığına yakalandı. 1947’de hastaneye yatırılan Hacı Ali Mayıs 1949’da ölene dek orada kaldı.[101]

Hasta yatağında son mektubunu yazdı. Bir tür vasiyetname olarak kaleme aldığı mektubu, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, La République algérienne [“Cezayir Cumhuriyeti”] gazetesine gönderdi. Orada ENA’yı kendisinin kurduğunu dile getiriyordu. Bu gazete, Ferhat Abbas’ın başını çektiği Union Démocratique du Manifeste Algérien [“Cezayirlilerin Demokratik Birlik Manifestosu -UDMA] isimli çalışmanın yayın organıydı. Abbas o dönemde Fransızlarla işbirliği içerisinde bir Cezayir devletinin kurulmasını isteyen ılımlı bir milliyetçiydi. Sonrasında Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne katıldı.

Aynı mektupta Hacı Ali, UDMA’nın öğretisini ve taktiklerini tümüyle benimsediğini söylüyordu.[102] Fakat görünen o ki aynı zamanda geçmiş sicilini de savunmaktan geri durmuyor, Cezayir’in bağımsızlığına yönelik desteğini hâlen daha sürdürüyordu.

Hacı Ali’nin tarihten büyük ölçüde silinmiş olması asla şaşırtıcı bir olay değil. FKP’nin ilk yıllarında öncü roller üstlenmiş olan birçok isim 1930 itibarıyla tarih sayfalarından silindi. Parti tarihini anlatan çalışmalarda bu kişilerden hiç bahsedilmedi.[103]

Messali örgütleme çalışmalarını farklı isimler altında sürdürdü.[104] Neticede ellilerin başında Ulusal Kurtuluş Cephesi içinde bir ayrışma yaşandı. Bu örgüt içi çatışmada Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele eden örgüt bir yandan da Messali’nin örgütü Mouvement National Algérien’le [“Ulusal Cezayir Hareketi”] mücadele etti. Bu mücadelede binlerce insan öldü.[105] Uzun süre Messali’nin adı anılmadı. Cezayir milliyetçiliğinin tarihinde oynadığı rol sonradan kabul edildi. Bugün Messali’nin doğduğu yer olan Tlemcen’deki havalimanının adı “Messali Hacı Havalimanı”. Buna karşın akıl hocası Hacı Ali’nin adı tarihten büyük ölçüde silinmiş durumda.

Hacı, kendi nesline mensup diğer birçok isim gibi Komintern’deki yozlaşma ve Stalinizmin yükselişiyle birlikte umutlarını yitiren, isteklerine ulaşamayan o mahir ve davaya adanmış bir devrimciydi. Harekete önemli katkılarda bulunmuş olan bu insan, hatırlanmayı illaki hak ediyor.

Ian Birchall
Yaz 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] J. Wolfreys, “After the Paris Attacks: An Islamophobic Spiral,” International Socialism 146 (2015), ISJ.

[2] Bkz.: Yayına Hz.: John Riddell, To See the Dawn: Baku, 1920, First Congress of the Peoples of the East (New York: Pathfinder Press, 1993).

[3] Yayına Hz.: John Riddell, Toward the United Front: Proceedings of the Fourth Congress of the Communist International 1922 (Şikago: Haymarket Books, 2012), s. 685.

[4] Leon Trotsky, “On the National Question,” Pravda, 1 Mayıs 1923; In Defence of the Russian Revolution içinde, Yayına Hz.: Al Richardson, (Londra: Porcupine Press, 1995), s. 181.

[5] Abdellah Righi, Hadj-Ali Abdelkader (Cezayir: Casbah Publishers, 2006).

[6] Bkz.: Ian Birchall, “À bas l’indigénat,” Parti des Indigènes de la République, 3 Aralık 2001, Indigenes.

[7] Roger Murray ve Tom Wengraf, “The Algerian Revolution—1”, New Left Review 1, Sayı. 22 (Aralık 1963), s. 25. NLR.

[8] Malika Rebai Maamri, The State of Algeria: The Politics of a Post-Colonial Legacy (Londra: I. B. Tauris, 2015), s. 3.

[9] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 37.

[10] A.g.e., s. 39–40.

[11] A.g.e., s. 41–43.

[12] A.g.e., s. 45–46.

[13] A.g.e., s. 48–50.

[14] A.g.e., s. 50.

[15] M Goebel, Anti-Imperial Metropolis (Londra, New York: Cambridge University Press, 2015), s. 97.

[16] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 51.

[17] Paul B. Miller, From Revolutionaries to Citizens (Durham, NC, Duke University Press, 2002), s. 77.

[18] Bkz.: Ian Birchall, “Le Sou du soldat”, Grimanddim.

[19] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 68, 77–80.

[20] A.g.e., s. 52.

[21] M Kaddache, Histoire du nationalisme algérien, (Cezayir: Casbah Publishers, 1981), s. 89.

[22] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 80–81.

[23] Le Paria, Sayı. 2 (Mayıs 1922,), s. 1.

[24] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 65–66.

[25] Baku: Congress of the Peoples of the East (Stenografi Raporu), Londra, 1977, s. 161.

[26] “Terms of Admission into Communist International”: MIA.

[27] Aktaran: Ho’s Écrits (Hanoi: Editions En Langues Etrangeres, 1971), s. 121–22. Konuşmanın diğer bir hali şurada yayımlandı: La Vie ouvrière, 31 Aralık 1920), s. 3.

[28] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 63, 73.

[29] M Goebel, Anti-Imperial Metropolis, s. 279.

[30] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 86–88.

[31] Bkz.: Ian Birchall, “‘Le Paria’. Le Parti communiste français, les travailleurs immigrés, et l’anti-impérialisme (1920-24),” Contretemps.

[32] Claude Liauzu, Aux Origines des tiers-mondismes (Paris: Parcourir les Collections, 1982), s. 109.

[33] Isaac Deutscher, “Record of a Discussion with Heinrich Brandler,” New Left Review 1, Sayı. 105 (1977).

[34] Komintern’in antiemperyalist faaliyetlere aktarılacak para konusunda sergilediği cimrilik konusunda bkz.: Hakim Adi, Pan-Africanism and Communism (Trenton, NJ: African World Press, 2013).

[35] Liauzu, Aux Origines des tiers-mondismes, s. 110.

[36] Le Paria, Sayı. 22 (Ocak 1924): s. 1.

[37] Le Paria, Sayı. 21 (Aralık 1923), aktaran: Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 70–71.

[38] Bulletin communiste, 7 Aralık 1922. İngilizce çevirisi: Revolutionary History 10, Sayı. 4 (2012).

[39] Bulletin communiste, 14 Aralık 1922. İngilizce çevirisi: Revolutionary History 10, Sayı. 4 (2012).

[40] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 163–64.

[41] L’Humanité, 28 Nisan 1924, s. 2.

[42] Liauzu, Aux Origines des tiers-mondismes, s. 18.

[43] L’Humanité, 5 Nisan 1924, s. 4.

[44] A.g.e., 25 Nisan 1924, s. 2.

[45] A.g.e., 28, 29 Nisan, 7, 8, 9 Mayıs 1924.

[46] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 104.

[47] A.g.e., s. 100–103.

[48] L’Humanité, 13 Mayıs 1924, s. 1; Le Temps, 13 Mayıs 1924, s. 8.

[49] Benjamin Stora, Messali Hadj (Paris: Parcourir les Collections, 1986), s. 52–55.

[50] Les Mémoires de Messali Hadj (Paris: Parcourir les Collections, 1982), s. 136. Messali’nin Hatırat’ı henüz tamamlanmamış olan elyazmalarının kısaltılmış hâli üzerinden yayına hazırlandı. Gene de bu çalışma kıymetli bir kaynak olarak görülmeli. Bkz.: J. Simon, L’Étoile Nord-Africaine (Paris: Parcourir les Collections, 2003), s. 292–93.

[51] Les Mémoires de Messali Hadj, s. 138.

[52] A.g.e., s. 137.

[53] A.g.e., s. 2.

[54] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 92–93.

[55] A.g.e., s. 97.

[56] Les Mémoires de Messali Hadj, s. 146.

[57] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 206.

[58] Les Mémoires de Messali Hadj, s. 137.

[59] Le Paria, Sayı. 25, Nisan-Mayıs 1924.

[60] Bkz.: Ian Birchall, “From the Schoolroom to the Trenches: Laïcité and Its Critics,” Grimanddim.

[61] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 212.

[62] A.g.e., s. 185.

[63] A.g.e., s. 132–34, 142–46.

[64] A.g.e., s. 142.

[65] Goebel, Anti-Imperial Metropolis, s. 144–45.

[66] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 73.

[67] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 251–52.

[68] La République Algérienne, 24 Aralık 1948, aktaran: Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 130–32.

[69] Goebel, Anti-Imperial Metropolis, s. 203.

[70] Bkz.: H R Isaacs, The Tragedy of the Chinese Revolution (Şikago: Haymarket Books, 2010).

[71] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 64.

[72] Le Paria, Sayı. 9, 1 Aralık 1922.

[73] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 67.

[74] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 240.

[75] A.g.e., s. 95.

[76] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 188–89.

[77] Bkz.: Yayına Hz.: Riddell, Toward the United Front: Proceedings of the Fourth Congress of the Communist International 1922.

[78] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, 186.

[79] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 106.

[80] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 58.

[81] Kaddache, Histoire du nationalisme algérien, s. 188.

[82] A.g.e., s. 230.

[83] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 190.

[84] A.g.e., s. 97–98.

[85] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 131.

[86] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 120–23.

[87] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 253.

[88] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 198.

[89] Les Mémoires de Messali Hadj, s. 141.

[90] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 53–55.

[91] Les Mémoires de Messali Hadj, s. 161, 168.

[92] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 161.

[93] A.g.e., s. 162–64.

[94] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 192–93.

[95] J. Moneta, Le PCF et la question coloniale (Paris: Parcourir les Collections, 1971), s. 113–16.

[96] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 221.

[97] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 193.

[98] Simon, L’Étoile Nord-Africaine, s. 308.

[99] Righi, Hadj-Ali Abdelkader, s. 124–25.

[100] A.g.e., s. 126–28.

[101] A.g.e., s. 55–56. Benjamin Stora, Dictionnaire biographique de militants nationalistes algériens (Paris: Parcourir les Collections, 1985), s. 51. Burada Stora Hacı Ali’nin ölüm tarihi olarak 1957 yılını veriyor.

[102] Stora, Dictionnaire biographique de militants nationalistes algériens, s. 55.

[103] Bkz.: Ian Birchall, “PCF: The Missing Founders,” Grimanddim.

[104] Le Parti du Peuple Algérien (“Cezayir Halk Partisi”, legal kanadı Le Mouvement pour le triomphe des libertés démocratiques –“Demokratik Özgürlüklerin Zaferi Hareketi”) ve sonrasında Le Mouvement National Algérien [“Ulusal Cezayir Hareketi”].

[105] Bkz.: B Stora, Messali Hadj (1898–1974), Ian Birchall, “A Note on the MNA,” Revolutionary History 10, Sayı. 4 (2012).