31 Mart 2015
Serbest
Torso
Bir tespite göre, Osmanlı İstanbul’unda pazar
Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindedir. Anadolu’dan birinin gelip mal
satabilmesi, onun devletten bir belge almasına bağlıdır. Buna “serbest belgesi”
denilir. Farsçada “serbest”, başı bağlı anlamına gelir. Bir diğer tespit ise “serbest”
sözcüğünün evli kadınların başını bağlaması ile ilgisini kurar. Bir açıdan
serbestiyet, “yukarısıyla” kurulan rabıtayla mümkündür.
12 Eylül’de falakaya yatırılmış olan kuşak,
serbestiyeti rahat gezme olarak anladı, tıpkı kafa kesme görüntüleri karşısında
serbest düşüncenin tavan yapması gibi... Doksanlarla birlikte lügate giren
küreselleşme, tek bir köy hâline gelmiş dünya hikâyelerinin iğvasına kapılan
aydınlar, “sermayenin dolaşımı serbest, emeğin de dolaşımı serbest olsun”
dediler. Bunun şampiyonluğunu ÖDP yaptı. Bu yaklaşımla emeğe sermayenin fiilî
liberalliği önerildi. Eskiden kötü manada kullanılan “liberal” sözcüğü, iyi
anlamını Aydınlanma’ya borçluydu. Aydınlanma’ya biat, liberalizmle taçlanmak
zorundaydı.
Baş ve ayak, altla üst arasında ayrım, mühim. Sol-sağ
ayrımına kilitlenmek, bu ayrımı perdeliyor. Söz konusu ayrım, siyaseten ve
ideolojik açıdan küçük burjuvazinin kalın duvarını parçalamaya meyyal oysa.
Ayrımın yapılamaması, burayla ilgili. Baş ve ayak arasında gövde (torso)
duruyor. Bugün beden ve biyopolitika diye torsoculuk yapılıyor. İşe karşı
sürünen ayak, işten çekilen el, bunu emrediyor.
Genel sermayenin taşeronluğunu yapan kesimler,
iktisaden belirli yol ve yordamın taşıyıcılığını ve aktarıcılığını yapıyorlar.
Bu anlamda Rum, Ermeni ve Yahudi’nin hâkim olduğu pazara girmek için belgeye
muhtaç olanlar, sonrasında devlete ancak biraz Hıristiyanlaşarak, biraz da
Yahudileşerek yerleşiyorlar, yerleştiklerini zannediyorlar. Başlar hâlâ bağlı.
Müneccim
Bir taksici dostum anlatmıştı. Devletin bir oyunu
olarak, paraların birbirine benzer renkte olmalarına dayalı bir hileye
başvuruyorlar. Özellikle sarhoşları avlıyorlar. Zulaya bir beş lira
saklıyorlar, taksiye binen müşteri elli lira uzatıyor, taksici onu hemen yere
atıyor, “Abi, dalga mı geçiyorsun, beş lira verdin” diyor ve zuladan çıkarttığı
parayı uzatıyor. Müşteri de “affedersin” deyip, yeniden para veriyor.
“Emekli taksi şoförü” ve “haymatlos” olduğunu söyleyen
bir kişi olarak Demir Küçükaydın, sanırım bu hileyi biliyor olmalı.
Copy-paste’le şişirdiği ve her yere yolladığı yazılarında esasta bu yöntemi
uyguluyor. Örneğin her fırsatta “Marksizm öngörüdür” diyen Küçükaydın, Gezi’den
üç ay önce, Newroz mektubu ardından, şu öngörüde bulunuyor: “Öcalan AKP ile
anlaştı, İmralı’dan çıkacak, bir yıl içerisinde Meclis’e girecek, hatta
cumhurbaşkanı olursa şaşırmayın!” Ama üç ay sonra Gezi’ye tanık olunca, aynı
yazar, “CHP iktidara gelecek, Öcalan CHP’yle anlaşacak, Meclis’e girecek.”
Demek ki şu söz doğru: “Müneccim yıldızlara bakarken, önündeki çukuru
görmezmiş.”
Bu tip yazarlar, serbestiyet adına, kafalarının
içerisinde bir dünya kuruyorlar ve tüm hakikati o kafanın önünde diz çöktürmek
istiyorlar, buna da “Marksizm, siyaset veya devrimcilik” diyorlar. Esasında
Öcalan vurgusu, onun etkisini hafifletmekle ilgili. O, bu isimlerin eliyle,
serbestiyete dair basit bir imge olmaya indirgeniyor, buradan istismar
ediliyor.
Serbestiyet, “özgürlük” sözcüğüyle yağlanıyor,
meshediliyor ve ulus-devlete itiraz üzerinden, devletin genişleme istidadına
eklemleniliyor. Mevcut sınırlara karşıtlık, her türlü sınır çekme pratiğini
geçersizleştirmek için tercih ediliyor. Bu, teorik manada, cehaletin sınırsızlığını,
Marksizmle örtbas etmeyi beraberinde getiriyor.
Çete
(Güya) Komintern imgesi üzerinden “Marksizmin devleti”
olmak istediler. Her örgütü kendi yapısına bağlamaya niyetlendiler. “Marksizmin
bölünmez bir bütün olduğunu” söylediler. Küçük grupların akıl hocası olmaya
çalıştılar. “Kriz” diyerek kimilerini bu devlete bağlanmaya ikna etmeye
yöneldiler. Sonra küçük gördükleri, aşağıladıkları ezilenleri keşfettiler.
Gelinen noktada “ezilenlerin tarihüstü tarihi”ni yazanlar, ezilenlere ezen
kesimlerin bir kanadıyla birlikte yürümeyi öğütlüyorlar.[1]
Tüm o çaba, zaten bunun içindi. Tahrir’deki
eylemcileri “çeteler” olarak aşağılayanların “çete” kavramını küçümseyici bir
terim olarak kullanmaları, içlerindeki devletçilikle ilgili. Bu, AKP’li
Süleyman Çobanoğlu’nun “bizi Libya’daki çetelerle karıştırmasınlar, biz güçlü
bir devletiz” ifadesiyle aynı mantığı paylaşıyor. Devletin siyaset bilimi
bölümlerinde Marksizm bir edebiyat olarak ediniliyor, bu ise, devletçi
ideolojinin sol içerisine sızması için bir araç olarak örgütleniyor.
Bugün aynı şahıs, kafasının içerisindeki soyutlamayı,
tasnifi hakikat zannediyor. Solun “oligarşi” vurgusuyla bir bütün olarak
karşıya aldığı burjuva devlet, bu tasnifte iki kanada ayrılıyor. Göz, akla
hâkim oluyor; sözkonusu şahıs, kendisini önemsediği için gördüklerini de
yüceltiyor. Görülen, görmek istenilen oysa.
Bugün bu türden eşhasa göre, iki kanat çatışma
hâlinde. “Ezilenler bir kanadın altına girip Tayyip’in gitmesi için
çalışmalıdırlar” deniliyor. Bu apolitik politika, ezilenlerin içerisinde
devletin yerleşikleşmesi talebidir. Her şeyi söyleyip hiçbir şey dememeyi
maharet sanıyorlar: bir yandan “Tayyip devletini görmemek suçtur. Ezilenler iki
kanattan birini desteklemelidir, bu kanat TÜSİAD, Fethullah, CHP kanadıdır”
diyorlar, bir yandan da kendi kendilerini tekzip ediyorlar: “Her ikisinin de
politik gericiliği kuşkusuz. Bu kanatların arasında tercih yapmak, devrimci
niyetli solu misyon anlamında bitiren bir tutumdu ve bu halen geçerlidir.”
Burada da aynı taksici numarası devrede.
Kasetçalar
Esasında hükümetle Tayyip, Arınç’la Gökçek arasında
süren tartışma, başkanlık meselesini daha da güncelleyip pekiştirmiştir. Bugün
AKP’li gazeteciler, “AKP aday adayları arasında Fethullahçılar var” diyerek,
Tayyip’in merkezî müdahalesini meşrulaştırmaktadırlar. Tayyip ise “görüyorsunuz
işte, bu kadar çok başlılık iyi değil, tek çözüm başkanlıktır.” diyerek gerekli
zemini döşemektedir. Yani kanatlar arasında çatışma değil, gerilimli bir
işbirliği söz konusudur. Aynı durum, solun da çok güvendiği, geçen yılki kaset
furyası için de geçerlidir. Onca kasetin ardından Tayyip MİT eliyle bir kaseti
çıkartmış, “işte gördünüz mü, bu adamlar, devletin gizli bilgilerini ifşa
ediyorlar, ihanet içerisindeler” demişti. Bu dil, önümüzdeki seçimde de
kullanılacakmış gibi görünüyor. Böylece umutsuz vak’a olarak görülen AKP
kitlesinin pekişmesine, devletle eklemlenmesine ses edilmeyecek, zaten
istenilen de bu.
Kanatlı Kapının Demir Sürgüsü
Solcuların ve sağcıların 12 Eylül hikâyesini anlatan Bizim
Hikâye filmine özel olarak giden Erdoğan, çıkışta “o insanların özgürlük
mücadelelerini destekliyoruz.” demektedir. Buradaki tahkimat da seçimler ve
başkanlıkla alakalıdır. Tahkimatın kadîm Kemalist devletle ilgili olduğu
açıktır. Solun tutumu ise, yukarıda bahsedilen yazarlar şahsında, 12 Eylül’den
çok önce darbenin olacağı bilgisini alıp “ses etmeyin, Kemalist darbe olacak,
biz işimize bakalım” diyen örgütlerin şeflerinin tutumuyla aynıdır. Bu konuda
değişen bir şey yoktur.
“İki kanat” lafı üzerinden bir tasnif işlemi
gerçekleştirip, bunların mutlak, sabit, değişmez ve metafizik olgular olarak
ele alınması sorunludur. Genel olarak fukara Müslüman’ın sermayeye bağlanma
sürecinden, CHP ve türevleri memnundur. Ses çıkarttıkları yer, Müslüman’ın daha
fazla görünür olması, toplumda laik kesimler nezdinde gerilim yaşanmasıdır.
Solun işi, bu gerilimi hafifletmek, gazı almakla ilgilidir. Buradaki rol
dağılımında görev, CHP ve sosyalistlere düşmektedir. CHP, AKP’nin Müslüman
yoksulları düzene entegre etme operasyonunun yarattığı gerilimin tasfiyesi için
gereklidir. Düzen, CHP ve AKP ile birlikte ilerler.
Başkanlık: Laik Hilafet
Aslında başkanlık tartışması, laik hilâfet
meselesidir. Laik hilâfetse, İslamî usulle kesilmiş domuz etidir.
Hilâfet tartışmaları üzerinden Tayyip’e işaret
ediliyor. Fukara Müslüman’a “sünepe” diyerek karşı tarafa atanların rol
istedikleri yerse burası: CHP ve ideolojik Kemalistler. Bu kesimler, meseleyi
Tayyip’in şahsî kaprislerine indirgeyerek, suça ortak oluşlarını gizliyorlar.
Fukara Müslüman’ın o domuz etini yemesini ve susmasını istiyorlar. “Çeteler”in
tasfiyesi ve devletin bekası için çalışma noktasında kimi sosyalistin,
marksistin, liberalin, muhafazakârın arasında fark bulunmuyor.
Aynalı Çarşı
Ülke egemenleri batıya karşı bir sınır çekmek
istediklerinde Çanakkale Savaşı’nı; doğuya karşı bir sınır çekmek
istediklerinde ise Sarıkamış’ı epikleştiriyorlar. Ama bu sınır çekmede daha
fazla teslimiyet var. Her ikisinde büyüdüğünü düşündükleri gövdeye ayar
çekilmiş oluyor, aynı zamanda kitleler mevcut devlet ilişkilerine kul
ediliyorlar.
Çanakkale’nin gündeme getiriliş biçimi ile başkanlık
tartışmaları alakalı. AKP, örtük olarak “hilâfet talebi var, ben bunu mas
edebilirim, o nedenle başkanlık meselesine ses etmeyin” diyor. Başkanlık
meselesinin örtük olarak hilâfet meselesiyle birlikte tartışılması, sermayenin
işlerinin artık daha fazla atik ve çabuk bir biçimde halledilmesi gerekliliğini
gizliyor. Cambaza bakarken, cepler boşalıyor. Başkanlık, Erdoğan’ın şahsi bir
kaprisi, öznel bir talebi, ideolojik bir merakı değil. Devletin zaruri
yönelimi.
Ayaktakımı
Tayyip, tipik faşist biyopolitik kurgu üzerinden,
ülkeyle kendi gövdesi arasında ilişki kuruyor. “Bu gövde irileşti, parlamenter
sistem gömleği buna artık dar geliyor” diyor. Eczacıbaşı da buna onay veriyor:
“Bizim için sorun değil, önemli olan sermayenin güvenliği.”
Bu bağlamda bir yazar[2] da uzun uzun kapitalizm
anlattıktan sonra, ağzına sınıflar mücadelesini almaksızın, “somuta inip
devletle mücadele etmek gerek. Bugün ideolojik manada tek mücadele etmemiz
gereken kapitalizm değil, dindir” diyor. Din düşmanlığını merkeze koymalarının
nedeni, Müslümanların devlete bağlanmalarına ses etmemeleriyle ilgili. Onların
kapitalizme karşı ses çıkarma ihtimallerini ortadan kaldırmak, böylelikle
devlete eklemlenme sürecinin bozulması imkânını silmek istiyorlar. Baştakilerle
girdikleri gizli anlaşma, bunu gerektiriyor.
Bugün sol, devletin terbiyesinden, burjuvazinin
disiplininden yoksun bir kitle görmek istemiyor. Tüm hesaplarını bu nedenle
baştakilere göre yapıyorlar, ayaktakımını küçümsemeyi siyaset olarak yutturmaya
çalışıyorlar. Son günlerde “sosyalist demokrasi” kavramı üzerinden kopan
mülkiyet kavgası da bununla ilgili.
Ağızlarına sınıflar mücadelesini asla almayan,
herkesin zihninden onu silmeye yemin etmiş aydınlar, kitlelerin sınıflar
mücadelesi dâhilinde, din üzerinden politik-ideolojik mücadele içerisine
girebileceğine; dinin egemenlerin kontrolünden çıkabileceğine asla
inanmıyorlar. İnanmadıkları için esas olarak başlarla ilgililer. Ayaktakımını
horgörüyorlar. Devrimi Tayyip Erdoğan’ın gidişine indirgiyorlar. Meseleleri
kendi varlıkları üzerinden, şahsî olana kapatıyorlar. Buna mecburlar.
İştirakçi İsmail
İsmail Saymaz’ın yeni dönemin Mehmet Baransu’su
olduğuna dair kimi emareler mevcut. Devletin gerekli gördüğü yerde kendisine
videolar, belgeler teslim ettiği bu şahıs, Baransu gibi gazeteciliği aşan bir
icraat içerisinde.
Her TV’ye çıkışında yukarıda bahsi geçen yazara benzer
bir biçimde, “kanat” analizleri yapıyor ve “bu ülkede İttihatçılar ve
İtilafçılar var. Ama bir de İştirakçiler var!” diyor. Yalan söylüyor. Biz de
doğal olarak ne diyecek diye merak ediyoruz ve bu gazeteci, illüzyonist
edasıyla, hamlesini yapıveriyor ve iştirakçiliği CHP kanalına bağlıyor.
Saymaz’ın bu vurgusu, hileli. Zira iştirakçilerin
mecliste ve parti kuruluşunda ittifak yaptığı isimleri bilse, bugün bu kadar
din düşmanı bir faaliyet içerisinde olmazdı. Hile ise şurada: Saymaz, söz
konusu ayrımı yapıp iştirakçileri kendisi gibi kapalı, özel bir bütünlük,
müşahhas bir olgu olarak takdim ediyor. Oysa iştirakçilik, tüm bahis konusu
yazarların inkâr ettikleri verili sınıflar mücadelesinde itilafçıların ve ittihatçıların
tabanındaki fukaraya seslenmeyi anlatıyor. Saymaz, sık sık bu cümleyi
sarfederek, işte bu gerçeği karartmak ve onu kendi mülkiyetine kapatmak
niyetinde. Onun gibilerin amacı, devlete ve sermayeye yönelik her türden
tehdidi ortadan kaldırmak.
Hâsılı
Yapılması gereken şu: egemenlerin, başların
tahkimatına destek olunmayacak, onların oyunları ifşa edilecek, aralarındaki
laf dalaşından umut devşirilmeyecek, umut, kolektif mücadelenin kendisine ait
olacak, ayaktakımının aklına-kalbine nüfuz edilecek, her türden
politik-ideolojik tepki örgütlenecek, baştakilere öykünenlerin öyküleri unutulacak,
buradan da, Allah’ın inayetiyle, egemenlerin başları kesilip o taçlar yere
çalınacak!
Eren Balkır
30 Mart 2015
Dipnotlar:
[1] Metin Kayaoğlu, “Tayyip Erdoğan ‘Kurumsal Kemalizm’e Meftun Değil Ama
Mecbur”, 25 Mart 2015, TP.
[2] Metin Çulhaoğlu, “Demirtaş Haklı mı?”, 28 Mart
2015,
İleri.
30 Mart 2015
Devrim İşçiliği
Hapiste bir grup gencin eline bir metin geçer.
Yazarına, “bunlar kimin düşünceleri?” diye sorarlar. Yazar da soruyu, “benim,
ben geliştirdim” diye cevaplar. Gençlerse yazara, “tamam, artık önderimiz
sensin” derler ve yola koyulurlar. Tabii, o yolu “devrimci” olarak nitelemekten
de geri durmazlar. Devyol böyle kurulur.
Söz konusu metnin “program”, yazarının “önder” kabul
edilmesinin nedeni, ikisindeki Mahir Çayan’ı aşma iradesidir. Asıl soru, o aşma
emrini kimin verdiği, aşma ihtiyacını neyin duyduğudur. “Çayan neden aşılıyor?”
sorusu küçük burjuva heyecanlar karşısında manasızdır.
Çayan, kırda, kentte, üniversitelerde ve fabrikalarda mevcut olan müşterek mücadeleye aittir ve onun bir dışavurumudur. Aşılmak istenen, küçük burjuvayı rahatsız etmekte olan bu bağlardır.
Aşma pratiği ve
pratiğin sahibi, her şeyi otuz yıl boyunca “parti” olabilme gayretine
indirgemiştir. Çayan ve yoldaşları ise müşterek mücadelenin dışında, onun
üzerinde, özel bireyler olarak arındırılıp mülk edinilmişlerdir. Bu bireylerin
Çayan’la ilişkisi, ancak onun bireyliği ve bireysel pratiği ile sınırlıdır. Söz
konusu sınır, hareketi daraltmakta; Çayan’ı önceleyen ve içeren müşterek
mücadeleyi dağıtmaktadır.
Özel bireyler üzerine kurulu siyaset, müşterek
mücadeleyi kendi ölçü ve ölçeğinde bölüp parçalamaya mecburdur. Belirli bir
toplam vardır; dükkân hesabı ile örgütler, bu birikim içerisinden kendi
dişlerine uygun olan özel bireyleri bulmaya çalışırlar. Artık Çayan, bu
pratikte basit bir oltadan başka bir şey değildir. Çayan resimleri
gösterilerek, kuru kalabalık ve yığınlar içerisinden başları özgür, özel
bireyler çağrılmak istenir. Muzaffer olan Çayan’ın iradesi değil, küçük burjuva
bireyin iradesidir.
Fukara halk, Çayan’ın çatal yürekli bir yiğit olduğuna
inanır. Bu iman, o özel bireyler için gericidir. Aşılan, işte bu gericiliktir.
Oysa Çayanlar, halkın hafızasında dağların fermanını yazan eşkıyaların tarihine
aittir. O fermanla ilişki yoksa “Çayanizm” de yoktur.
Ortada müşterek bir yük, yani ancak başkalarıyla omuzlanabilecek
bir yük varsa, kişinin tek başına o yükün altına girmesi imkânsızdır. Doğal
olarak bu kişi, etrafına bakacak, o yükün altına başkalarıyla girme ihtiyacını
duyacaktır. İhtiyaç her şeyin anası ise bu yükü tek başına omuzlayıp mülk
edinmek isteyen dükkân sahipleri asla etrafına bakmayacak, başkalarıyla iş
pratiğine girmeyecek, mevcut mevzileri şahsî birer mevkie dönüştürmek için
gayret edeceklerdir. Onların özel ihtiyaçları, müşterek mücadelenin
zorunluluğunu ister istemez perdeleyecektir.
* * *
Bugün sol-sosyalist siyaset, Haziran Kıyamı’nın da
etkisiyle, kendi öznel sınırlarına kapanmış durumdadır. Örgütlerdeki söz konusu
küçük burjuva direnç güçlü olduğu için, halkın müşterek hurucunun şiddeti
düşmüştür. İki gün içinde Gezi Parkı’na domates-biber ekmeye başlayanlar,
Taksim’in öfkesini tasfiye etmişlerdir. Taksim’se ara sokaklardaki varlığımıza
doğru parçalanmıştır.
Bugün siyaset, özel kişilerin özel bilgi ve eylem
dünyalarına doğru daralmış durumdadır. Eskiden çok önemsenmeyen seçim
sohbetlerinin, özel kişinin özel edimi olarak sandığa pusula atma işinin bu
denli yoğun gündeme gelmesinin nedeni de buradadır. Sandık başında eline aldığı
mühürle bilgisayar başında elinde tuttuğu fare, siyasetin kapandığı hücredir.
“Komün” ve “cemaat” ile ilgili tartışma da bu
minvaldedir. Bu iki kelime kötü anlamlar yüklense de yüklenmese de, esas olarak
bireylerin varlığına işaret etmektedir. Bu iki pratik, ister içe kapalı olsun
ister dışa dönük, bireyin ihtiraslarına ve hırslarına dairdir. İkisi de kitleyi
değil, bireyi çağırır. Herkes, bireyin sırtı sıvazlanmazsa, gönlü hoş
tutulmazsa yol yürünmez zannetmektedir. Bu zan kana karışmış, kanıksanmıştır.
* * *
Kızıldere’de ne özel bir komün ne de özel bir
arkadaşlık cemaati mevcuttur. Mahir’e söylenen, “seni yurtdışına kaçıralım” ya
da “bizim örgütün güvenliğine göre hareket et” sözlerinin terslenmesinin sebebi
buradadır. Başta anlatılan örgüt şefinin aşmak istediği, esas olarak
Kızıldere’deki bu müşterek iradedir. O şeflerin bireysel varlığı için
Kızıldere’nin tasfiye edilmesi zorunludur. Zira o köyde “birbirine rakip
örgütler”in müşterekliği söz konusudur. Bu gericiliğin aşılmasının önemli bir
yöntemi, yelkenleri dışarıdan esen rüzgârlara açmaktır.
Halkın coşkun akan seli durulduğunda gerçekleşen her
aşma pratiği, geriye doğrudur. Dolayısıyla, Kızıldere’deki iradede esas olarak
parlamentarizmin sınırladığı pratiğe itiraz varsa, ondan sonraki aşma pratiği,
kendi ölçüsünde bu parlamentarizmi güncellemekten başka bir şey yapmaz.
Çayanlar, halkın “burjuvazinin ahırı”na bağlanmama iradesidir.
Ama “Çayancılık”, süreç içerisinde belediyelerin,
meclisin, AB’ye bağlı STK’ların, düşünce kuruluşlarının, yoz sendikaların
koridorlarında söz konusu parlamentarizmin güncel biçimlerine kul edilmiştir.
Müşterek mücadele çok boyutludur.
Parlamentarizm eleştirisinde dert, parlamentonun
mücadelenin tüm boyutlarını teke indirgemesi, mücadele içerisindeki kitleleri
genel siyasete müdahale etme imkân ve araçlarından yoksun bırakması ile
ilgilidir. Siyasî kariyerini merkeze alanların Çayan’ı ve diğer tarihsel
isimleri istismar pratiği, yaralı gerçeğimizdir.
Çayan, “sol oportünizm düşmanı güçsüz, dostları güçlü;
sağ oportünizm düşmanı güçlü, dostları güçsüz görür” der. Burada belirgin bir
ölçü mevcuttur. Söz konusu ölçünün kişisel hesaplarda değil, müşterek
mücadelede aranması gerekir. Oysa şefler, bu konumu mevkie dönüştürüp onu
rakiplerini bertaraf etmek için kullanmışlardır. Aşılmak istenen bir diğer
engel de bu ölçüdür; birileri, sağ veya sol oportünist olabilmek için Çayan’dan
kurtulmak zorundadır. Artık bu oportünizmde merkeze parlamentonun konulup
konulmadığının bir önemi yoktur.
Dükkân sahipleri için her şey, vitrine dizilecek mal
statüsündedir. Müşterek mücadele görülmediği için, teorik, ideolojik ve politik
düzeylerde de müşterek bir tartışmaya tanık olunamamaktadır. Dolayısıyla bu
düzeyler, vitrinin güvenliği için öznel manada sınırlandırılmaktadırlar. Hayat
içerisinde önemli, can alıcı, geriye dönülmez olaylar yaşanmakta, ama herkes,
hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmektedir. Dükkân sahipleri, başta
duranın teorik, ideolojik ve politik basıncını yumuşatmakta, bu basınç,
baştakilerin düşünce ve eylemlerinin kitlelere nüfuz etmesini sağlamaktadır.
Egemenlerin aklı-ruhu, bu dükkânlar üzerinden halka sirayet etmektedir.
Mülkiyetçilik ve rekabetçilik, bu süreci pratikte kolaylaştırmaktadır.
* * *
Suphi Nejat ile ilgili son tartışma, hepimizin acıyla
ve kahırla dikkate almamız gereken bir olaydır. Nejat’ın tezinden bir bölümünü
çevirip yayınladığımız için bize demediğini bırakmayan arkadaşlar, yaşanan
tartışmadan ders çıkartmak zorundadırlar. O bağlamda, bize gönderilen
mesajların birinde bizim “Ethem Sarısülük Partisi” vurgumuza laf söyleyenler, o
sözdeki hakikati tartışmaya mecburdurlar. Zira biz o vurguyla, esasta,
Ankara’da müşterek mücadelenin tüm bileşenlerinin dükkânlardan çıkıp meydanda
ortaklaşmasının gerekliliğine işaret etmiştik. Bu vurguyu kendisindeki
mülkiyetçiliğin muadili olarak okuyanların, o söz ve çağrıdaki isimsiz-adressiz
müşterekleşme iradesini görmeleri mümkün değildir. Kara Panterler örgütünün
militanlarından Fred Hampton’ın “kitlelerin ihtiyaçlarını görmeyenleri dövmek
gerek”[1] tespiti, yerindedir.
Kalıcı, yerleşik, anlamlı bir tartışma zemininin
oluşması, bu koşullarda mümkün değildir. Bir örgüt, yıllardır Kürd hareketiyle
kurduğu ilişki biçimini mutlaklaştırıp asli ölçü olarak belirlemişse, tüm
teorik, ideolojik ve politik üretim de buna göre biçimlenecektir. Bir örgüt
Mahir’i mülk edinmişse, bugün yapacağı laik mitinge katılmanın “asıl, gerçek
Mahir’cilik” olduğunu söyleyecektir. Gezi’deki ve Taksim Dayanışması’ndaki
varlığını yücelten, ama ikinci gün Taksim’deki on binlerce insana “eylemimiz bitmiştir,
dağılabilirsiniz” diyen özne, başa, başlangıca, kendi başına yüce anlamlar
yükleyecek, herkesi oradan eleştirecek, “komün” gibi “jan janlı” kelimelerle
kendince ava çıkacak, kendi dışındakileri “kafasız” görüp kenara itecektir.
* * *
Lenin’in ölümünün beşinci yılında Gürcüstan’da bir
köyde halk, Lenin’in büstünü yaptırmak için para toplar. Bir genç çıkar ve
“köyün altındaki dereyi ıslah etmek lazım, çocuklarımız, insanımız sıtmadan
kırılıyor. Hazır bu parayı toplamışken, onu dereyi ıslah etmek için kullanalım”
der. Bu hikâyeyi aktaran Bertolt Brecht, hikâyenin sonunu şöyle bağlar: “Tek
gerçek Leninist, işte o gençti.”
Ortada bir devrim işi var, ama o devrimin işçilerini
küçük burjuvalaştırmakla meşgulüz. Ortada altına gireceğimiz bir yük var, ama
kaçacak kovuklarımızı düşünüyoruz. Mahir’den Suphi Nejat’a uzanan sürece dair
hatırda tutmamız gereken hakikat, işte bu devrim işçiliğidir.
Eren Balkır
29 Mart 2015
Dipnot:
[1] Fred Hampton, “Sözler”, 29 Mart 2015, İştirakî.
29 Mart 2015
İncil ve Sovyet Anayasası
25 Mart 2015