31 Mart 2015

,

Yemen'e Saldırı


Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, 29 Mart tarihi itibarıyla kaleme aldığı bildirisinde, Yemen’e yönelik ABD destekli saldırıyı kınayarak, yaşanan gelişmelerle ve bu gelişmelerin tüm düzeylerde yol açacağı risklerle ilgili endişelerini dile getirdi.
FHKC, bildiri aracılığıyla:
1. Yemen’e yönelik ABD destekli saldırıyı kınadı ve ülkenin içişlerine her türden müdahaleye karşı olduğunu ifade etti.
2. İç meselelerin çözüm aracı olarak diyalogun benimsenmesi, demokratik ve barışçıl değişim yolunun gene Yemen halkınca tayin edilmesi gerekliliğine vurgu yaptı.
3. Aksine Arap milletinin ve Arap Birliği’nin görevinin, Yemen’e demokratik yönetim, herkesin özgürlüğünün muhafaza edilmesi ve mezhepçi ya da kabilevî çatışmadan Yemen halkının korunması ile ilgili halkın arzularının gerçekleşmesi için, mevcut krizin çözülmesine yardım etmek olduğunu söyledi.
Şehidler Günü anması için yapılan Ramallah’taki kitlesel yürüyüşte konuşan Yoldaş Halide Cerrar, Cephe’nin Yemen halkını selamladığını, onun için Körfez’deki ABD destekli savaşta sabır ve zafer dilediğini ifade ederek, şunu söyledi: “Sonunda kazanan halk olacaktır, Yemen, istilacıları mağlup edecektir.”
FHKC
,

Serbest

Torso

Bir tespite göre, Osmanlı İstanbul’unda pazar Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindedir. Anadolu’dan birinin gelip mal satabilmesi, onun devletten bir belge almasına bağlıdır. Buna “serbest belgesi” denilir. Farsçada “serbest”, başı bağlı anlamına gelir. Bir diğer tespit ise “serbest” sözcüğünün evli kadınların başını bağlaması ile ilgisini kurar. Bir açıdan serbestiyet, “yukarısıyla” kurulan rabıtayla mümkündür.

12 Eylül’de falakaya yatırılmış olan kuşak, serbestiyeti rahat gezme olarak anladı, tıpkı kafa kesme görüntüleri karşısında serbest düşüncenin tavan yapması gibi... Doksanlarla birlikte lügate giren küreselleşme, tek bir köy hâline gelmiş dünya hikâyelerinin iğvasına kapılan aydınlar, “sermayenin dolaşımı serbest, emeğin de dolaşımı serbest olsun” dediler. Bunun şampiyonluğunu ÖDP yaptı. Bu yaklaşımla emeğe sermayenin fiilî liberalliği önerildi. Eskiden kötü manada kullanılan “liberal” sözcüğü, iyi anlamını Aydınlanma’ya borçluydu. Aydınlanma’ya biat, liberalizmle taçlanmak zorundaydı.

Baş ve ayak, altla üst arasında ayrım, mühim. Sol-sağ ayrımına kilitlenmek, bu ayrımı perdeliyor. Söz konusu ayrım, siyaseten ve ideolojik açıdan küçük burjuvazinin kalın duvarını parçalamaya meyyal oysa. Ayrımın yapılamaması, burayla ilgili. Baş ve ayak arasında gövde (torso) duruyor. Bugün beden ve biyopolitika diye torsoculuk yapılıyor. İşe karşı sürünen ayak, işten çekilen el, bunu emrediyor.

Genel sermayenin taşeronluğunu yapan kesimler, iktisaden belirli yol ve yordamın taşıyıcılığını ve aktarıcılığını yapıyorlar. Bu anlamda Rum, Ermeni ve Yahudi’nin hâkim olduğu pazara girmek için belgeye muhtaç olanlar, sonrasında devlete ancak biraz Hıristiyanlaşarak, biraz da Yahudileşerek yerleşiyorlar, yerleştiklerini zannediyorlar. Başlar hâlâ bağlı.

Müneccim

Bir taksici dostum anlatmıştı. Devletin bir oyunu olarak, paraların birbirine benzer renkte olmalarına dayalı bir hileye başvuruyorlar. Özellikle sarhoşları avlıyorlar. Zulaya bir beş lira saklıyorlar, taksiye binen müşteri elli lira uzatıyor, taksici onu hemen yere atıyor, “Abi, dalga mı geçiyorsun, beş lira verdin” diyor ve zuladan çıkarttığı parayı uzatıyor. Müşteri de “affedersin” deyip, yeniden para veriyor.

“Emekli taksi şoförü” ve “haymatlos” olduğunu söyleyen bir kişi olarak Demir Küçükaydın, sanırım bu hileyi biliyor olmalı. Copy-paste’le şişirdiği ve her yere yolladığı yazılarında esasta bu yöntemi uyguluyor. Örneğin her fırsatta “Marksizm öngörüdür” diyen Küçükaydın, Gezi’den üç ay önce, Newroz mektubu ardından, şu öngörüde bulunuyor: “Öcalan AKP ile anlaştı, İmralı’dan çıkacak, bir yıl içerisinde Meclis’e girecek, hatta cumhurbaşkanı olursa şaşırmayın!” Ama üç ay sonra Gezi’ye tanık olunca, aynı yazar, “CHP iktidara gelecek, Öcalan CHP’yle anlaşacak, Meclis’e girecek.” Demek ki şu söz doğru: “Müneccim yıldızlara bakarken, önündeki çukuru görmezmiş.”

Bu tip yazarlar, serbestiyet adına, kafalarının içerisinde bir dünya kuruyorlar ve tüm hakikati o kafanın önünde diz çöktürmek istiyorlar, buna da “Marksizm, siyaset veya devrimcilik” diyorlar. Esasında Öcalan vurgusu, onun etkisini hafifletmekle ilgili. O, bu isimlerin eliyle, serbestiyete dair basit bir imge olmaya indirgeniyor, buradan istismar ediliyor.

Serbestiyet, “özgürlük” sözcüğüyle yağlanıyor, meshediliyor ve ulus-devlete itiraz üzerinden, devletin genişleme istidadına eklemleniliyor. Mevcut sınırlara karşıtlık, her türlü sınır çekme pratiğini geçersizleştirmek için tercih ediliyor. Bu, teorik manada, cehaletin sınırsızlığını, Marksizmle örtbas etmeyi beraberinde getiriyor.

Çete

(Güya) Komintern imgesi üzerinden “Marksizmin devleti” olmak istediler. Her örgütü kendi yapısına bağlamaya niyetlendiler. “Marksizmin bölünmez bir bütün olduğunu” söylediler. Küçük grupların akıl hocası olmaya çalıştılar. “Kriz” diyerek kimilerini bu devlete bağlanmaya ikna etmeye yöneldiler. Sonra küçük gördükleri, aşağıladıkları ezilenleri keşfettiler. Gelinen noktada “ezilenlerin tarihüstü tarihi”ni yazanlar, ezilenlere ezen kesimlerin bir kanadıyla birlikte yürümeyi öğütlüyorlar.[1]

Tüm o çaba, zaten bunun içindi. Tahrir’deki eylemcileri “çeteler” olarak aşağılayanların “çete” kavramını küçümseyici bir terim olarak kullanmaları, içlerindeki devletçilikle ilgili. Bu, AKP’li Süleyman Çobanoğlu’nun “bizi Libya’daki çetelerle karıştırmasınlar, biz güçlü bir devletiz” ifadesiyle aynı mantığı paylaşıyor. Devletin siyaset bilimi bölümlerinde Marksizm bir edebiyat olarak ediniliyor, bu ise, devletçi ideolojinin sol içerisine sızması için bir araç olarak örgütleniyor.

Bugün aynı şahıs, kafasının içerisindeki soyutlamayı, tasnifi hakikat zannediyor. Solun “oligarşi” vurgusuyla bir bütün olarak karşıya aldığı burjuva devlet, bu tasnifte iki kanada ayrılıyor. Göz, akla hâkim oluyor; sözkonusu şahıs, kendisini önemsediği için gördüklerini de yüceltiyor. Görülen, görmek istenilen oysa.

Bugün bu türden eşhasa göre, iki kanat çatışma hâlinde. “Ezilenler bir kanadın altına girip Tayyip’in gitmesi için çalışmalıdırlar” deniliyor. Bu apolitik politika, ezilenlerin içerisinde devletin yerleşikleşmesi talebidir. Her şeyi söyleyip hiçbir şey dememeyi maharet sanıyorlar: bir yandan “Tayyip devletini görmemek suçtur. Ezilenler iki kanattan birini desteklemelidir, bu kanat TÜSİAD, Fethullah, CHP kanadıdır” diyorlar, bir yandan da kendi kendilerini tekzip ediyorlar: “Her ikisinin de politik gericiliği kuşkusuz. Bu kanatların arasında tercih yapmak, devrimci niyetli solu misyon anlamında bitiren bir tutumdu ve bu halen geçerlidir.” Burada da aynı taksici numarası devrede.

Kasetçalar

Esasında hükümetle Tayyip, Arınç’la Gökçek arasında süren tartışma, başkanlık meselesini daha da güncelleyip pekiştirmiştir. Bugün AKP’li gazeteciler, “AKP aday adayları arasında Fethullahçılar var” diyerek, Tayyip’in merkezî müdahalesini meşrulaştırmaktadırlar. Tayyip ise “görüyorsunuz işte, bu kadar çok başlılık iyi değil, tek çözüm başkanlıktır.” diyerek gerekli zemini döşemektedir. Yani kanatlar arasında çatışma değil, gerilimli bir işbirliği söz konusudur. Aynı durum, solun da çok güvendiği, geçen yılki kaset furyası için de geçerlidir. Onca kasetin ardından Tayyip MİT eliyle bir kaseti çıkartmış, “işte gördünüz mü, bu adamlar, devletin gizli bilgilerini ifşa ediyorlar, ihanet içerisindeler” demişti. Bu dil, önümüzdeki seçimde de kullanılacakmış gibi görünüyor. Böylece umutsuz vak’a olarak görülen AKP kitlesinin pekişmesine, devletle eklemlenmesine ses edilmeyecek, zaten istenilen de bu.

Kanatlı Kapının Demir Sürgüsü

Solcuların ve sağcıların 12 Eylül hikâyesini anlatan Bizim Hikâye filmine özel olarak giden Erdoğan, çıkışta “o insanların özgürlük mücadelelerini destekliyoruz.” demektedir. Buradaki tahkimat da seçimler ve başkanlıkla alakalıdır. Tahkimatın kadîm Kemalist devletle ilgili olduğu açıktır. Solun tutumu ise, yukarıda bahsedilen yazarlar şahsında, 12 Eylül’den çok önce darbenin olacağı bilgisini alıp “ses etmeyin, Kemalist darbe olacak, biz işimize bakalım” diyen örgütlerin şeflerinin tutumuyla aynıdır. Bu konuda değişen bir şey yoktur.

“İki kanat” lafı üzerinden bir tasnif işlemi gerçekleştirip, bunların mutlak, sabit, değişmez ve metafizik olgular olarak ele alınması sorunludur. Genel olarak fukara Müslüman’ın sermayeye bağlanma sürecinden, CHP ve türevleri memnundur. Ses çıkarttıkları yer, Müslüman’ın daha fazla görünür olması, toplumda laik kesimler nezdinde gerilim yaşanmasıdır. Solun işi, bu gerilimi hafifletmek, gazı almakla ilgilidir. Buradaki rol dağılımında görev, CHP ve sosyalistlere düşmektedir. CHP, AKP’nin Müslüman yoksulları düzene entegre etme operasyonunun yarattığı gerilimin tasfiyesi için gereklidir. Düzen, CHP ve AKP ile birlikte ilerler.

Başkanlık: Laik Hilafet

Aslında başkanlık tartışması, laik hilâfet meselesidir. Laik hilâfetse, İslamî usulle kesilmiş domuz etidir.

Hilâfet tartışmaları üzerinden Tayyip’e işaret ediliyor. Fukara Müslüman’a “sünepe” diyerek karşı tarafa atanların rol istedikleri yerse burası: CHP ve ideolojik Kemalistler. Bu kesimler, meseleyi Tayyip’in şahsî kaprislerine indirgeyerek, suça ortak oluşlarını gizliyorlar. Fukara Müslüman’ın o domuz etini yemesini ve susmasını istiyorlar. “Çeteler”in tasfiyesi ve devletin bekası için çalışma noktasında kimi sosyalistin, marksistin, liberalin, muhafazakârın arasında fark bulunmuyor.

Aynalı Çarşı

Ülke egemenleri batıya karşı bir sınır çekmek istediklerinde Çanakkale Savaşı’nı; doğuya karşı bir sınır çekmek istediklerinde ise Sarıkamış’ı epikleştiriyorlar. Ama bu sınır çekmede daha fazla teslimiyet var. Her ikisinde büyüdüğünü düşündükleri gövdeye ayar çekilmiş oluyor, aynı zamanda kitleler mevcut devlet ilişkilerine kul ediliyorlar.

Çanakkale’nin gündeme getiriliş biçimi ile başkanlık tartışmaları alakalı. AKP, örtük olarak “hilâfet talebi var, ben bunu mas edebilirim, o nedenle başkanlık meselesine ses etmeyin” diyor. Başkanlık meselesinin örtük olarak hilâfet meselesiyle birlikte tartışılması, sermayenin işlerinin artık daha fazla atik ve çabuk bir biçimde halledilmesi gerekliliğini gizliyor. Cambaza bakarken, cepler boşalıyor. Başkanlık, Erdoğan’ın şahsi bir kaprisi, öznel bir talebi, ideolojik bir merakı değil. Devletin zaruri yönelimi.

Ayaktakımı

Tayyip, tipik faşist biyopolitik kurgu üzerinden, ülkeyle kendi gövdesi arasında ilişki kuruyor. “Bu gövde irileşti, parlamenter sistem gömleği buna artık dar geliyor” diyor. Eczacıbaşı da buna onay veriyor: “Bizim için sorun değil, önemli olan sermayenin güvenliği.”

Bu bağlamda bir yazar[2] da uzun uzun kapitalizm anlattıktan sonra, ağzına sınıflar mücadelesini almaksızın, “somuta inip devletle mücadele etmek gerek. Bugün ideolojik manada tek mücadele etmemiz gereken kapitalizm değil, dindir” diyor. Din düşmanlığını merkeze koymalarının nedeni, Müslümanların devlete bağlanmalarına ses etmemeleriyle ilgili. Onların kapitalizme karşı ses çıkarma ihtimallerini ortadan kaldırmak, böylelikle devlete eklemlenme sürecinin bozulması imkânını silmek istiyorlar. Baştakilerle girdikleri gizli anlaşma, bunu gerektiriyor.

Bugün sol, devletin terbiyesinden, burjuvazinin disiplininden yoksun bir kitle görmek istemiyor. Tüm hesaplarını bu nedenle baştakilere göre yapıyorlar, ayaktakımını küçümsemeyi siyaset olarak yutturmaya çalışıyorlar. Son günlerde “sosyalist demokrasi” kavramı üzerinden kopan mülkiyet kavgası da bununla ilgili.

Ağızlarına sınıflar mücadelesini asla almayan, herkesin zihninden onu silmeye yemin etmiş aydınlar, kitlelerin sınıflar mücadelesi dâhilinde, din üzerinden politik-ideolojik mücadele içerisine girebileceğine; dinin egemenlerin kontrolünden çıkabileceğine asla inanmıyorlar. İnanmadıkları için esas olarak başlarla ilgililer. Ayaktakımını horgörüyorlar. Devrimi Tayyip Erdoğan’ın gidişine indirgiyorlar. Meseleleri kendi varlıkları üzerinden, şahsî olana kapatıyorlar. Buna mecburlar.

İştirakçi İsmail

İsmail Saymaz’ın yeni dönemin Mehmet Baransu’su olduğuna dair kimi emareler mevcut. Devletin gerekli gördüğü yerde kendisine videolar, belgeler teslim ettiği bu şahıs, Baransu gibi gazeteciliği aşan bir icraat içerisinde.

Her TV’ye çıkışında yukarıda bahsi geçen yazara benzer bir biçimde, “kanat” analizleri yapıyor ve “bu ülkede İttihatçılar ve İtilafçılar var. Ama bir de İştirakçiler var!” diyor. Yalan söylüyor. Biz de doğal olarak ne diyecek diye merak ediyoruz ve bu gazeteci, illüzyonist edasıyla, hamlesini yapıveriyor ve iştirakçiliği CHP kanalına bağlıyor.

Saymaz’ın bu vurgusu, hileli. Zira iştirakçilerin mecliste ve parti kuruluşunda ittifak yaptığı isimleri bilse, bugün bu kadar din düşmanı bir faaliyet içerisinde olmazdı. Hile ise şurada: Saymaz, söz konusu ayrımı yapıp iştirakçileri kendisi gibi kapalı, özel bir bütünlük, müşahhas bir olgu olarak takdim ediyor. Oysa iştirakçilik, tüm bahis konusu yazarların inkâr ettikleri verili sınıflar mücadelesinde itilafçıların ve ittihatçıların tabanındaki fukaraya seslenmeyi anlatıyor. Saymaz, sık sık bu cümleyi sarfederek, işte bu gerçeği karartmak ve onu kendi mülkiyetine kapatmak niyetinde. Onun gibilerin amacı, devlete ve sermayeye yönelik her türden tehdidi ortadan kaldırmak.

Hâsılı

Yapılması gereken şu: egemenlerin, başların tahkimatına destek olunmayacak, onların oyunları ifşa edilecek, aralarındaki laf dalaşından umut devşirilmeyecek, umut, kolektif mücadelenin kendisine ait olacak, ayaktakımının aklına-kalbine nüfuz edilecek, her türden politik-ideolojik tepki örgütlenecek, baştakilere öykünenlerin öyküleri unutulacak, buradan da, Allah’ın inayetiyle, egemenlerin başları kesilip o taçlar yere çalınacak!

Eren Balkır
30 Mart 2015

Dipnotlar:
[1] Metin Kayaoğlu, “Tayyip Erdoğan ‘Kurumsal Kemalizm’e Meftun Değil Ama Mecbur”, 25 Mart 2015,
TP.

[2] Metin Çulhaoğlu, “Demirtaş Haklı mı?”, 28 Mart 2015, İleri.

30 Mart 2015

,

Devrim İşçiliği

Hapiste bir grup gencin eline bir metin geçer. Yazarına, “bunlar kimin düşünceleri?” diye sorarlar. Yazar da soruyu, “benim, ben geliştirdim” diye cevaplar. Gençlerse yazara, “tamam, artık önderimiz sensin” derler ve yola koyulurlar. Tabii, o yolu “devrimci” olarak nitelemekten de geri durmazlar. Devyol böyle kurulur.

Söz konusu metnin “program”, yazarının “önder” kabul edilmesinin nedeni, ikisindeki Mahir Çayan’ı aşma iradesidir. Asıl soru, o aşma emrini kimin verdiği, aşma ihtiyacını neyin duyduğudur. “Çayan neden aşılıyor?” sorusu küçük burjuva heyecanlar karşısında manasızdır.

Çayan, kırda, kentte, üniversitelerde ve fabrikalarda mevcut olan müşterek mücadeleye aittir ve onun bir dışavurumudur. Aşılmak istenen, küçük burjuvayı rahatsız etmekte olan bu bağlardır. 

Aşma pratiği ve pratiğin sahibi, her şeyi otuz yıl boyunca “parti” olabilme gayretine indirgemiştir. Çayan ve yoldaşları ise müşterek mücadelenin dışında, onun üzerinde, özel bireyler olarak arındırılıp mülk edinilmişlerdir. Bu bireylerin Çayan’la ilişkisi, ancak onun bireyliği ve bireysel pratiği ile sınırlıdır. Söz konusu sınır, hareketi daraltmakta; Çayan’ı önceleyen ve içeren müşterek mücadeleyi dağıtmaktadır.

Özel bireyler üzerine kurulu siyaset, müşterek mücadeleyi kendi ölçü ve ölçeğinde bölüp parçalamaya mecburdur. Belirli bir toplam vardır; dükkân hesabı ile örgütler, bu birikim içerisinden kendi dişlerine uygun olan özel bireyleri bulmaya çalışırlar. Artık Çayan, bu pratikte basit bir oltadan başka bir şey değildir. Çayan resimleri gösterilerek, kuru kalabalık ve yığınlar içerisinden başları özgür, özel bireyler çağrılmak istenir. Muzaffer olan Çayan’ın iradesi değil, küçük burjuva bireyin iradesidir.

Fukara halk, Çayan’ın çatal yürekli bir yiğit olduğuna inanır. Bu iman, o özel bireyler için gericidir. Aşılan, işte bu gericiliktir. Oysa Çayanlar, halkın hafızasında dağların fermanını yazan eşkıyaların tarihine aittir. O fermanla ilişki yoksa “Çayanizm” de yoktur.

Ortada müşterek bir yük, yani ancak başkalarıyla omuzlanabilecek bir yük varsa, kişinin tek başına o yükün altına girmesi imkânsızdır. Doğal olarak bu kişi, etrafına bakacak, o yükün altına başkalarıyla girme ihtiyacını duyacaktır. İhtiyaç her şeyin anası ise bu yükü tek başına omuzlayıp mülk edinmek isteyen dükkân sahipleri asla etrafına bakmayacak, başkalarıyla iş pratiğine girmeyecek, mevcut mevzileri şahsî birer mevkie dönüştürmek için gayret edeceklerdir. Onların özel ihtiyaçları, müşterek mücadelenin zorunluluğunu ister istemez perdeleyecektir.

* * *

Bugün sol-sosyalist siyaset, Haziran Kıyamı’nın da etkisiyle, kendi öznel sınırlarına kapanmış durumdadır. Örgütlerdeki söz konusu küçük burjuva direnç güçlü olduğu için, halkın müşterek hurucunun şiddeti düşmüştür. İki gün içinde Gezi Parkı’na domates-biber ekmeye başlayanlar, Taksim’in öfkesini tasfiye etmişlerdir. Taksim’se ara sokaklardaki varlığımıza doğru parçalanmıştır.

Bugün siyaset, özel kişilerin özel bilgi ve eylem dünyalarına doğru daralmış durumdadır. Eskiden çok önemsenmeyen seçim sohbetlerinin, özel kişinin özel edimi olarak sandığa pusula atma işinin bu denli yoğun gündeme gelmesinin nedeni de buradadır. Sandık başında eline aldığı mühürle bilgisayar başında elinde tuttuğu fare, siyasetin kapandığı hücredir.

“Komün” ve “cemaat” ile ilgili tartışma da bu minvaldedir. Bu iki kelime kötü anlamlar yüklense de yüklenmese de, esas olarak bireylerin varlığına işaret etmektedir. Bu iki pratik, ister içe kapalı olsun ister dışa dönük, bireyin ihtiraslarına ve hırslarına dairdir. İkisi de kitleyi değil, bireyi çağırır. Herkes, bireyin sırtı sıvazlanmazsa, gönlü hoş tutulmazsa yol yürünmez zannetmektedir. Bu zan kana karışmış, kanıksanmıştır.

* * *

Kızıldere’de ne özel bir komün ne de özel bir arkadaşlık cemaati mevcuttur. Mahir’e söylenen, “seni yurtdışına kaçıralım” ya da “bizim örgütün güvenliğine göre hareket et” sözlerinin terslenmesinin sebebi buradadır. Başta anlatılan örgüt şefinin aşmak istediği, esas olarak Kızıldere’deki bu müşterek iradedir. O şeflerin bireysel varlığı için Kızıldere’nin tasfiye edilmesi zorunludur. Zira o köyde “birbirine rakip örgütler”in müşterekliği söz konusudur. Bu gericiliğin aşılmasının önemli bir yöntemi, yelkenleri dışarıdan esen rüzgârlara açmaktır.

Halkın coşkun akan seli durulduğunda gerçekleşen her aşma pratiği, geriye doğrudur. Dolayısıyla, Kızıldere’deki iradede esas olarak parlamentarizmin sınırladığı pratiğe itiraz varsa, ondan sonraki aşma pratiği, kendi ölçüsünde bu parlamentarizmi güncellemekten başka bir şey yapmaz. Çayanlar, halkın “burjuvazinin ahırı”na bağlanmama iradesidir.

Ama “Çayancılık”, süreç içerisinde belediyelerin, meclisin, AB’ye bağlı STK’ların, düşünce kuruluşlarının, yoz sendikaların koridorlarında söz konusu parlamentarizmin güncel biçimlerine kul edilmiştir. Müşterek mücadele çok boyutludur.

Parlamentarizm eleştirisinde dert, parlamentonun mücadelenin tüm boyutlarını teke indirgemesi, mücadele içerisindeki kitleleri genel siyasete müdahale etme imkân ve araçlarından yoksun bırakması ile ilgilidir. Siyasî kariyerini merkeze alanların Çayan’ı ve diğer tarihsel isimleri istismar pratiği, yaralı gerçeğimizdir.

Çayan, “sol oportünizm düşmanı güçsüz, dostları güçlü; sağ oportünizm düşmanı güçlü, dostları güçsüz görür” der. Burada belirgin bir ölçü mevcuttur. Söz konusu ölçünün kişisel hesaplarda değil, müşterek mücadelede aranması gerekir. Oysa şefler, bu konumu mevkie dönüştürüp onu rakiplerini bertaraf etmek için kullanmışlardır. Aşılmak istenen bir diğer engel de bu ölçüdür; birileri, sağ veya sol oportünist olabilmek için Çayan’dan kurtulmak zorundadır. Artık bu oportünizmde merkeze parlamentonun konulup konulmadığının bir önemi yoktur.

Dükkân sahipleri için her şey, vitrine dizilecek mal statüsündedir. Müşterek mücadele görülmediği için, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde de müşterek bir tartışmaya tanık olunamamaktadır. Dolayısıyla bu düzeyler, vitrinin güvenliği için öznel manada sınırlandırılmaktadırlar. Hayat içerisinde önemli, can alıcı, geriye dönülmez olaylar yaşanmakta, ama herkes, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmektedir. Dükkân sahipleri, başta duranın teorik, ideolojik ve politik basıncını yumuşatmakta, bu basınç, baştakilerin düşünce ve eylemlerinin kitlelere nüfuz etmesini sağlamaktadır. Egemenlerin aklı-ruhu, bu dükkânlar üzerinden halka sirayet etmektedir. Mülkiyetçilik ve rekabetçilik, bu süreci pratikte kolaylaştırmaktadır.

* * *

Suphi Nejat ile ilgili son tartışma, hepimizin acıyla ve kahırla dikkate almamız gereken bir olaydır. Nejat’ın tezinden bir bölümünü çevirip yayınladığımız için bize demediğini bırakmayan arkadaşlar, yaşanan tartışmadan ders çıkartmak zorundadırlar. O bağlamda, bize gönderilen mesajların birinde bizim “Ethem Sarısülük Partisi” vurgumuza laf söyleyenler, o sözdeki hakikati tartışmaya mecburdurlar. Zira biz o vurguyla, esasta, Ankara’da müşterek mücadelenin tüm bileşenlerinin dükkânlardan çıkıp meydanda ortaklaşmasının gerekliliğine işaret etmiştik. Bu vurguyu kendisindeki mülkiyetçiliğin muadili olarak okuyanların, o söz ve çağrıdaki isimsiz-adressiz müşterekleşme iradesini görmeleri mümkün değildir. Kara Panterler örgütünün militanlarından Fred Hampton’ın “kitlelerin ihtiyaçlarını görmeyenleri dövmek gerek”[1] tespiti, yerindedir.

Kalıcı, yerleşik, anlamlı bir tartışma zemininin oluşması, bu koşullarda mümkün değildir. Bir örgüt, yıllardır Kürd hareketiyle kurduğu ilişki biçimini mutlaklaştırıp asli ölçü olarak belirlemişse, tüm teorik, ideolojik ve politik üretim de buna göre biçimlenecektir. Bir örgüt Mahir’i mülk edinmişse, bugün yapacağı laik mitinge katılmanın “asıl, gerçek Mahir’cilik” olduğunu söyleyecektir. Gezi’deki ve Taksim Dayanışması’ndaki varlığını yücelten, ama ikinci gün Taksim’deki on binlerce insana “eylemimiz bitmiştir, dağılabilirsiniz” diyen özne, başa, başlangıca, kendi başına yüce anlamlar yükleyecek, herkesi oradan eleştirecek, “komün” gibi “jan janlı” kelimelerle kendince ava çıkacak, kendi dışındakileri “kafasız” görüp kenara itecektir.

* * *

Lenin’in ölümünün beşinci yılında Gürcüstan’da bir köyde halk, Lenin’in büstünü yaptırmak için para toplar. Bir genç çıkar ve “köyün altındaki dereyi ıslah etmek lazım, çocuklarımız, insanımız sıtmadan kırılıyor. Hazır bu parayı toplamışken, onu dereyi ıslah etmek için kullanalım” der. Bu hikâyeyi aktaran Bertolt Brecht, hikâyenin sonunu şöyle bağlar: “Tek gerçek Leninist, işte o gençti.”

Ortada bir devrim işi var, ama o devrimin işçilerini küçük burjuvalaştırmakla meşgulüz. Ortada altına gireceğimiz bir yük var, ama kaçacak kovuklarımızı düşünüyoruz. Mahir’den Suphi Nejat’a uzanan sürece dair hatırda tutmamız gereken hakikat, işte bu devrim işçiliğidir.

Eren Balkır
29 Mart 2015

Dipnot:
[1] Fred Hampton, “Sözler”, 29 Mart 2015, İştirakî.

29 Mart 2015

,

İncil ve Sovyet Anayasası

İncil ve Sovyet Anayasası: Stalin’in 2. Selanikliler
ve Elçilerin İşleri 4. Bölüm’ü Yeniden Yorumlaması

1936 tarihli SSCB Anayasası İncil’den iki ayet içerir:
“Çalışmayan yemek de yiyemez.”
“Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre.”
İlkinin 2. Selanikliler 3:10’dan alındığı açık. Ama ikincisi, özgün manada Elçilerin İşleri 4:35’ten geliyor olmasına karşın, biraz daha fazla muğlâk. Anayasa’da bu türden metinlerin karşımıza çıkıyor olması tesadüfî değil. O vakit bu sözler o anayasaya nasıl oldu da düştü?
Bu konuda gerekli bir ipucu, ikinci metnin kökenlerindeki az da olsa mevcut olan muğlâklıkta bulunabilir, zira bu metin Elçilerin İşleri 4:35’teki metinle tam olarak aynı değil. Bu ipucu, İncil’den gelip Lenin ve SSCB’deki ilk dönem Bolşevik hükümetinin sloganları üzerinden sadece Joseph Stalin’e ulaşan bir özgül tefsir güzergâhı olduğunu varsayıyor.
2. Selanikliler’deki metinle başlayalım: “Çalışmayan yemek de yiyemez.” Bolşevikler arasında bu sözü kullanan ilk kişi, Lenin’dir. Söz 1918’de, Birinci Dünya Savaşı ve İç Savaş’taki Beyaz Ordular yüzünden demiryolu ulaşımının aksaması üzerinden tahıl yokluğunun sebep olduğu kıtlık esnasında sarf edildi. Tahıl yokluğu, vurguncuların yaygın spekülasyonuna yol açtı. Bu vurguncular taşradaki kulaklar, şehirlerde de işletme sahipleriydi. Bu bağlamda Lenin Petrograd’da bir grup işçiye şunları söylüyordu:
“Çalışmayan yemek de yiyemez. Her emekçi bunu anlar. Her işçi, her fakir, hatta orta düzey köylülük, ömründe çile çekmiş herkes, kendi emeğiyle geçinmiş her insan bu tespiti kabul eder. Rusya nüfusunun onda dokuzu bu hakikati asla reddetmeyecektir. Bu basit, temel ve apaçık hakikat sosyalizmin temelini, iptal edilemeyecek kaynağını, onun nihai zafere dönük yok edilemez vaadini teşkil eder.”
[Toplu Eserler, Cilt 27, s. 391-2]
İç Savaş yoğunlaşıp yokluk sürdükçe 2. Selanikliler’den alıntılanan metin ajitpropun ana niteliği hâline geldi. Bu söz köylere ve şehirlere asılan afişlere yansıdı. Moskova metropolitanı Aleksandr Vvedenski’ye şu sözleri ettiren de bu cümleydi:
“Çalışma ilkesine bağlı olduğunuzu söylediğinizde size ‘çalışmayan yemek de yiyemez’ sloganını anımsatırım. Bu sözü birçok farklı şehirde asılı olan devrimci afişlerde gördüm. Bu sloganın alındığı, Havari Paul’un Selaniklilere yazdığı mektubuna hiçbir atıfta bulunulmamış olması beni üzdü.”
[Vvedensky, Lunacharsky, Religia i prosveshchenie içinde, 1985, s. 193]
Öyleyse Stalin’in bu cümleyi Lenin’in onayıyla bu kadar çok kullanması, hatta ilgili sözün 1936 tarihli Sovyet Anayasası’nda karşımıza çıkması pek şaşırtıcı olmamalı.
Peki, Anayasa’dan alınan ikinci cümleye ne demeli? “Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre.”
Bence bu söz Elçilerin İşleri 4:35’in 2. Selanikliler 3:10’un ışığında yeniden yorumlanmasından ibaret. Bu yeniden yorumu bir zamanların teoloji eğitimi almış, hevesli bir İncil talebesi Joseph Stalin yapıyor. O hâlde işe önce Elçilerin İşleri ile başlayalım:
“Aralarında yoksul olan yoktu. Çünkü toprak ya da ev sahibi olanlar bunları satar, sattıklarının bedelini getirip elçilerin buyruğuna verirlerdi; bu da herkese ihtiyacına göre dağıtılırdı. Onu havarilerin buyruğuna verirler, o herkese ihtiyacına göre dağıtılırdı.”
[Elçilerin İşleri 4:34-35]
Buradaki bağlam, ilk dönem Hıristiyan komünizminin kısa bir değerlendirmesiyle ilgili. İlk dönem Hıristiyan komünizminde her şey ortaktı ve kimsenin özel mülkiyeti yoktu (ayrıca bakınız: Elçilerin İşleri 2). Herkes elindeki her türden serveti ortak mülkiyete verir, ardından bunlar ihtiyaca göre dağıtılırdı. Bu pasajın muhtelif yorumlarına dair o uzun tarihin içine dalmak arzusunda değilim ama gene de Elçilerin İşleri 4:35’in nihayetinde “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” şeklinde ifade edilen o sosyalist slogana dönüştüğünü ifade etmek gerek. Engels’in devrimci Hıristiyanlık ile ilgili yürüttüğü tartışmanın burada belirli bir tesiri söz konusu, zira onu Marx da kullanıyor.
Ama 1936 tarihli Sovyet Anayasası sloganın bu versiyonunu kullanmıyor. Bunun yerine “herkese çalışmasına göre” diyor. Burada sorumluluk Stalin’in tefsir çalışmasına ait. 1924 tarihli anayasanın bir revizyonu olan 1936 tarihli anayasanın oluşumuna katkı sunan metinlerde Stalin, cümleyi o günlerde sosyalizm ve komünizm arasında gayet iyi belirlenmiş bir ayrımın ışığında yorumluyor. Burada sosyalizm komünizmin ilk aşamasıdır ve nihayetinde belirli bir zamansal çerçeveden yoksun olsa da, tam manasıyla gelişmiş olan bir komünizme dönüşür. Esasında yirmilerin sonunda ve otuzlarda ekonomik ve sosyal hayatın endüstrileştirilmesi, kolektifleştirilmesi ve toplumsallaştırılmasına dönük coşkulu ve alabildiğine bozucu dürtülerin ardından, hükümet, sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiş olduğunu ilân eder. Ama komünizm henüz gelmemiştir.
Bu sebeple Stalin iki slogan arasında ayrım yapar. Biri sosyalizm, diğeri de komünizm için uygundur. Sosyalizm koşullarında uygun slogan “herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre”dir. komünizm koşullarında ise bu slogan “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”ye dönüşür. İlk slogan, açık biçimde 2. Selanikliler ile Elçilerin İşleri 4’ün bir birleşiminden ibarettir. Bir insan, sadece yaşamak için çalışmaya ihtiyaç duymakla kalmaz (burada hedefte kapitalistler ve tembel zenginler durmaktadır) ama aynı zamanda yeteneğine göre çalışır ve yaptığı işe göre hakkını alır.
İyi ama bu söz pratikte ne anlam ifade eder? İnsanlara ücretleri, sundukları emek kadar yapılacaktır. Yani yetenekler bakımından, emek tipi açısından ve sosyalist projenin toplam iyiliğine yaptığı katkı üzerinden (makul) farklı ödeme ölçekleri mevcuttur. Bu söz, aynı zamanda bir insanın kendi emeğinin sorumluluğunu alması ve aynı işte bir süre kalması gerektiğini anlatır. Bu, “herkesin aynı ücreti aldığı, eline eş miktarda et ve ekmek geçtiği, herkesin aynı kıyafetleri giydiği ve aynı miktarlarda mal temin ettiği ‘eşitlikçilik’ fikrine uzak olan bir yaklaşımdır ki bu tür bir sosyalizm Marksizme yabancıdır.” [Stalin, Eserler, Cilt 13, s. 120]
Komünizm farklı mı? Bir açıdan, evet. Zira komünizm, “emeğin geçimlik bir araç olmaktan çıkıp insanın asli gereksinimi hâline geldiği, toplum için gönüllü emeğe dönüştüğü dönemdir.” (s. 121). Ama komünizm, emekle ilişki noktasında, bireyci eşitlikçiliğin tuzağına düşmeme bağlamında, sosyalizme benzer. İnsan, yeteneğine göre belirli bir emek sunar ve ona ihtiyaçları verilir. Yeteneklerin de ihtiyaçlar gibi farklılık arz edeceği açıktır. Zira hayatın mevcut aşamasına bağlı olarak bir insanın çocukları olabilir de olmayabilir de, o kişi hasta olabilir de olmayabilir de.
İncil’deki iki cümlenin sosyalist versiyonu o güne dek yürürlükte kalmıştır:
“Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre.”
Roland Boer
25 Mart 2015
,

Fred Hampton


Burjuva cemaatin içerisine doğdum ve hayatım dâhilinde iyi şeylerin bazılarına sahip oldum ama yemek yiyen insandan daha fazla sayıda açlıktan ölen insan olduğunu, kıyafeti olanlardan daha fazla insanın kıyafete sahip olamadığını anladım ve o azınlıktan biri olduğumu gördüm. O vakit tüm o insanlar özgür olana dek yaptığım şeye son veremeyeceğimi idrak ettim.
§
Konuşmaktan daha fazlasını yapmak zorunda kalacağız. Dinlemekten daha fazlasını yapmak zorunda kalacağız. Öğrenmekten daha fazlasını yapmak zorunda kalacağız. Gayet zor olan o pratiğe girmek zorunda kalacağız. O yola halkla birlikte çıkmak zorunda kalacağız. Bazen halktan daha iyi olduğumuzu düşünüyoruz, bu nedenle önümüzde çok sayıda zor iş var zannediyoruz.
§
Ateşe karşı ateşle mücadele edemezsiniz. Ateşe karşı suyla mücadele edersiniz. Irkçılığa karşı dayanışma ile mücadele edeceğiz. Kapitalizme karşı siyah kapitalizmi ile mücadele etmeyeceğiz. Kapitalizme karşı sosyalizmle mücadele edeceğiz. Sosyalizm halktır. Eğer sosyalizmden korkuyorsanız, siz kendinizden korkuyorsunuz demektir.
§
Eğitim olmaksızın halk hiçbir şeyi kabul etmez. Eğitim olmaksızın, elinizde şimdikine benzer bir sömürgecilik yerine yeni sömürgecilik kalır. Eğitim olmaksızın halk yaptıklarını neden yaptığını bilmez, ne demek istiyorum, anlıyor musunuz? Halkın aşırı duygusal ve heyecana kapılan bir hareketin tuzağına düştüğüne tanık olabilirsiniz, bunun nedeni, onun fakir olması ve bir şeyler istemesidir, eğer eğitimli değilse, daha fazlasını ister ve siz onu tanımazsanız elinizde bir tek siyah emperyalizmi kalır.
§
Halkın barış için gerekli bedeli ödemesi gerektiğini anlamanız şart. Eğer mücadele etme cüretiniz yoksa, kazanma cüretiniz de yoktur. Eğer mücadeleye cüret etmiyorsanız, o vakit kazanmayı da hak etmiyorsunuz demektir. Eğer onun için dövüşmek muradında iseniz, dilerseniz size “Barış”tan söz edeyim.
§
Faşizmi durdurmaktan daha önemli hiçbir şey yok, çünkü o hepimizi durduracak. Biz beyazlardan nefret etmiyoruz. Biz, ister beyaz, ister siyah, ister esmer isterse sarı olsun, tüm zalimlerden nefret ediyoruz. Biz zihninde devrim olan herkesle çalışacağız, bütünleşeceğiz. Ama bizim cemaatimize katılıp kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamayan bir şeyi yerleştirmek isteyen kim varsa onu boğazından tutup bir Kara Panter gazetesiyle öldüresiye döveceğim.
§
Ben işimi yapacağım, inanıyorum ki ben bir otomobil enkazının altında ölüp gitmek için doğmadım. Bir parça buzun üzerinde kayıp ölmeyeceğim. Kalp rahatsızlığı yüzünden ölmek için de doğmadım ben. Akciğer kanserinden ölmek için doğduğuma da inanmıyorum. Yapmakta olduğum şeyi yapabileceğime inanıyorum. Halkın içinde öleceğime inanıyorum. Uluslararası devrimci proletaryanın mücadelesi içinde bir devrimci olarak öleceğime inanıyorum. Ve umuyorum ki her biriniz böylesi bir hayat yaşayacaksınız. Bence bu türden mücadeleler bir gün gelip kapımızı çalacak. O vakit neden halk için yaşamıyorsunuz? Neden mücadele için yaşamıyorsunuz? Neden mücadele için ölmüyorsunuz?
§
Eğer devrimci bir eylem içerisine girmeyecekseniz, unutun gitsin beni. Halk için çalışmıyorsanız, silin beni defterden.
§
Geri dönemeyebilirim. Hapse girebilirim. Herhangi bir yerde olabilirim. Ama inanın, dudaklarımdaki son kelimeler “Ben devrimciyim” olacak.
§
Bir devrimciyi öldürebilirsiniz ama devrimi öldüremezsiniz.
Fred Hampton
, ,

Likud-Cumhuriyetçi İttifakı


Likud-Cumhuriyetçi İttifakının Arkasında Ne Var?
Dünya petrol ve gazla dolu. Fiyatlar yere çakılıyor. Kanada-ABD arasında uzanan Keystone XL boru hattı çöktü. Hidrolik kırılmaya ve katranlı kuma yapılan yatırımlardan trilyonlarca dolar toplama rüyası dağıldı. Continental Resources’un başındaki petrol kodamanı Harry Hamm altı ay içinde 9,6 milyar dolar kaybetti. En büyük petrol sahası hizmet şirketi Schlumberger, Ocak ayında 9.000 işçiyi işten attı.
Hiç varolmayan bir bomba programına dönük herhangi bir korku içermeyen bu olgular, ABD ile İran arasındaki nükleer müzakereleri konusunda Cumhuriyetçi kanun yapıcılarının neden ümitsiz olduğunu izah ediyor. Geçen yaz Gazze’de 514 Filistinli çocuğu katletmiş olan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, yardım konusunda gayet hevesli. Irkçı İsrail devleti, mevcut haklar üzerinden Filistin halkına ait olan denizaşırı gaz sahalarını sömürmek istiyor.
13 Mart’ta Washington Post’un manşeti Cumhuriyetçilerin ve Netanyahu’nun Likud partisinin gerçek gündemini ele veriyor: “İran’la Savaş Önümüzdeki En iyi Seçenektir”. Yazıyı yazan, Uluslararası Güvenlik İşleri dergisinden Joshua Muravchik. Washington Post ise temelde Pentagon’un yayın organı.
9 Mart’ta 47 Cumhuriyetçi senatör “İran İslam Cumhuriyeti liderlerine bir açık mektup yazdı.” Görünüşe göre bu senatörler, İran’ın dinî lideri Ali Hameney’in veya seçilmiş Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin isimlerini ya bilmiyor ya da ağızlarına almak istemiyorlardı. Kibirli ve küçümseyici bir dile sahip mektup, İranlı liderlere ABD anayasası hakkında vaaz veriyordu. Ama mektup, Cumhuriyetçi Parti, ABD ile İran arasındaki her türden anlaşmanın altını oyacağını söylediğinde, o bahsini ettikleri anayasayı ihlal etmiş oluyordu.
John McCain, Lindsay Graham ve Rand Paul gibi isimler bu mektubun imzacıları arasında bulunuyor ve bu kişiler, Senato’daki multimilyonerler kulübünde en berbat ırkçılar, cinsiyetçiler ve işçi düşmanları olarak biliniyorlar. Söz konusu kişiler, ayrıca petrol ve gaz endüstrisinden en büyük bağışları alıyorlar. Mektubu kaleme alan Tom Cotton, Senato’ya girebilmek için geçmişte enerji şirketlerinden 540.000 dolar almıştı. McCain ise kariyeri boyunca diğer tüm senato üyelerinden daha fazla petrol parasını cebine indirmiş bir isim.
Altı gün önce 299 Cumhuriyetçi kanun yapıcı, ABD-İran müzakerelerini kınadığı konuşmasını dinlemek için Netanyahu’nun konuştuğu Capitol’ü tıka basa doldurdu. Kongre sözcüsü John Boehner, Başkan Obama’ya bile iletmeden, İsrail başbakanını konuşması için Kongre’ye davet etti. Obama, başkan yardımcısı Joe Biden ve Kongre’deki siyahlar oturumu boykot ettiler. Cumhuriyetçiler Kongre’ye gelmekle kalmadılar, ayrıca Gazze Kasabı’nı 29 kez ayakta alkışladılar.
Aralarında Senato’daki azınlık lideri Harry Reid gibi isimlerin bulunduğu birçok Demokrat isim de Netanyahu’yu alkışlamak için Kongre’ye geldi. Şurası açık: Demokratlar barışın partisi değil. İsrail’in savaş makinesi, tutsak Gazzeli Filistinlilerin üzerine fosfor bombaları, misket bombaları, havada yanıp patlayan patlayıcılar, yoğun ağırlaştırılmış metal patlayıcılar ve diğer ABD yapımı kitlesel imha silâhları yağdırdığında, Beyaz Saray ve Kongre’nin Demokrat üyeleri bunların masraflarını gayet mutlu bir biçimde karşılamışlardı. Beyaz Saray ise, ırkçı devletin Pentagon’dan kendi topçu mermilerini ikmal etmesine izin vermişti.
Ama İran’la savaş başka bir mesele. Gazze’nin çocuklarının elinde ABD uçak gemilerini vuracak füzeler yok. Savaşa başladıklarında Cumhuriyetçilerin bir sonraki seçimi kazanacağını Demokratlar da biliyor.
ABD’nin Petrol Arzını Sınırlamak İçin Yürüttüğü Savaş
Kongre’deki koridorun iki yanı da 2003’te Bush rejiminin Irak’ı işgal etmesini destekledi. O savaş, Irak’ın devletin elindeki petrol endüstrisini imha etti. Dört yıl içerisinde petrolün varil fiyatı 30 dolardan 147 dolara çıktı. Petrol şirketlerinin kârları yaklaşık yüzde 300 yükseldi. Savaş, hidrolik kırılmadaki patlamayı epey kârlı hâle getirdi, bu da ABD’yi dünyanın en büyük petrol ve gaz üreticisi hâline getirdi.
Ama kapitalistler gene aynı şeyi yapacaklar. Kârlar ve fiyatlar tavan yaptığında, kapitalistler “piyasanın kaldırabileceğinden daha fazlası”nı üretirler. 2008’in üçüncü çeyreğinde küresel kapitalist ekonomik krize ve petrol fiyatlarının düşmesine neden olan budur.
Önceki Bush rejimi gibi Obama yönetimi de bağımsız üreticileri eleştirdi. Libya’nın 2011’de bombalanması, Suriye ve Ukrayna’da ABD’nin finanse ettiği savaşlar, Venezüella’nın istikrarsızlaştırılması ve İran ile Rusya’ya karşı yürürlüğe konulan yaptırımlar düşüşü yavaşlattı ama kesinlikle terse çevirmedi.
Geçen Eylül ayında Rusya ve Çin, dünyanın en büyük boru hattı olması planlanan projenin açılışını yaptı. Boru hattı Çin’e Sibirya doğal gazını temin edecek.
ABD petrol fiyatlarındaki düşüşü, İran, Rusya, Venezuela, Ekvador ve diğer birçok ülkenin ekonomilerine karşı bir tür ekonomik enkaz güllesi olarak kullanıyor. Cumhuriyetçi Parti görece daha fazla savaş yanlısı ama her iki kapitalist parti de ABD’deki tekelci sermayenin dünya ekonomisinin merkezini hızla kemiren konumunu muhafaza etmeye çalışıyor. Bu ise ancak daha fazla sayıda yıkıcı savaşla mümkün.
Ayrıca buradaki işçi sınıfının en mazlum kesimlerine karşı yürütülen ırkçı savaş, daha fazla sayıda siyah ve esmer insanın polis eliyle katledilmesine yol açıyor.
Patronların saldırısını ancak kitlesel ve militan bir halk hareketi durdurabilir. 21 Mart’ta ABD’nin Irak’ı işgalinin 12. yıldönümünde, birçok şehirde savaş karşıtı gösteriler yapılacak.
Yağmacı tekelci kapitalizmin ülke içinde ve dışında yol açtığı savaşları durdurun!
Bill Dores

27 Mart 2015

Yemen'de Mesele


Yemen'de Mesele Sünni-Şii Çatışması Değil
Geçen hafta ikinci sınıftaki küçük kuzenim pencereleri sarsan bir patlamanın ardından koşarak içeri daldı. “Evin sallanması umurumda değil, onun içinde ölmek istemiyorum” dedi nefes nefese. “Ölmeyeceksin” diyerek rahatlatmaya çalıştım onu. Sonra dışarı çıkıp oyununa geri döndü. Peşinden gittim. Bir grup çocuk politik bir oyun oynuyorlardı: Cumhurbaşkanı Hadi’ye Karşı Abdulmelik Husi. Görevleri rehin tutulan kedileri kurtarmaktı. Yanlarına oturup oyunlarını izledim, demokrasi, adalet, ulusal diyalog konferansı gibi kelimeler çalındı kulağıma. Sünni veya Şii kelimeleri hiç dillendirilmedi.
Yemen’de sohbetlerde bir mezhebe bağlılığın nadiren gündeme geldiği gerçeği düşünüldüğünde, bu, pek de şaşırtıcı değil. Ama bu gerçek yavaş yavaş değişiyor, birçok insan, ülkedeki tarihsel çeşitliliğin ve hoşgörünün artık geçmişe ait bir şeye dönüşmesinden korkuyor.
Yemen’de mezhepsel eğilimlerin veya yarılmaların olmadığını söylemek elbette doğru değil (seksenlerde bu gerçeği Dr. Şelag Veyr izah etmişti) ama mevcut güç mücadelesini Sünnilerle Şiiler arasındaki tarihsel teolojik farklılıklar üzerinden izah etmedeki aşırı basitleştirici tutum da alabildiğine yanlış.
Söz konusu tespitin doğru olmaması, burada özetleyeceğim çeşitli sebeplere bağlı:
İlk neden, yaygın biçimde Husiler olarak bilinen Ensarullah’ın bileşimine dair elde toplanmış herhangi bir istatistik yok ise de genel kanaate göre örgüt üyelerinin önemli bir bölümünün Zeydi ama aynı zamanda aralarında İsmailîlerin, Şafîlerin ve Caferîlerin bulunduğu, Şiilik ve Sünnilik dairesinde duran muhtelif din okullarından geliyor oluşu. Birçok Sünni kabile üyesi ve asker de Husilere katıldı ve onlarla birlikte savaşıyor. Esasında Taiz Müftüsü Saad Bin Âkil gibi önde gelen kimi Şafî liderler de Husi liderleri arasında ve bugün başkente ilerlemelerinden önce yapılan oturma eylemlerinden birinde bu müftü Cuma vaazı vermişti.
İkinci neden, Zeydilerin Sünni âlimlerle benzer öğretileri ve fıkhî görüşleri paylaşıyor olması. “Yemen Neden Önemli?” isimli kitabın yazarı Helen Lackner’ın ifadesiyle, “meselenin dinî görüş farklılıkları ve Sünni-Şii ayrımıyla, varsa da çok az bir alakası var. Mesele, aşiret bağlılığı, güç, kontrol ile kalkınma (eksikliği) ve giderek fakirleşip acı çeken nüfusa ayrılan sosyal güvenlik harcamalarını içeren sosyal bütünlük temeline dayanıyor.
Üçüncü olarak, toplumdan bahsedersek, Yemenliler, uzun süre ırksal ayrım gözetmeden yaşadılar ve yaşıyorlar. Yemen’de farklı mezheplerden ve dinî okullardan birçok kişi, camilerde omuz omuza saf tutuyor ve farklı mezheplerden insanlar ‘dönüşüm’ ya da özel usullere başvurmadan evlenebiliyorlar, mezhepsel bağlılık kökenli cinayetlerse oldukça nadir.
Dördüncü olarak, Husiler’e göre amaçları Zeydîler’e özel veya Zeydî düşüncelerini temel alan bir “Zeydî rejimi” kurmak değil. “İslamcılar ve Devlet: Yemen ve Lübnan’da Meşruiyet ve Kurumlar” isimli çalışmanın yazarı Doçent Doktor Stacey Phillbrick Yadav’in tespitiyle, “Aynı şekilde Islah Partisi’nin üyeleri ağırlıklı olarak Sünni ama bu, partinin hilâfeti yeniden tesis etmek için çalıştığı anlamına gelmiyor.”
Beşinci olarak, bütün Zeydîler Husi değiller. Çokça tanınan Zeydî âlimlerin ve dinî merkezlerin Husilere bakışı, kendi öz duruşlarına göre şekilleniyor.
Altıncı neden, kırsalın yaşadığı mahrumiyetle kapsamlı politik mücadeleler ve çatışmalar arasındaki bağın analiz edilmemesi. Geçiş hükümeti insanların dertlerini görmezden geldikçe memnuniyetsizlerin sayısı çoğaldı. Bardağı taşıran son damla da, 29 Temmuz 2014’te yönetimin akaryakıt sübvansiyonlarını yüzde 60-90 oranında kesmesi oldu. Toplu protestolar yaşandı ve Husiler bu sorunlar üzerinden saflarına birçok kesimden (sadece Zeydî olmayan) farklı ve yeni insanlar kattılar.
Yedinci olarak, mezhepsel yarılmalar Husilerin yükselişini “Sünniler”i savunmak için daha fazla insanı saflarına katmak amacıyla kullanan El-Kaide gibi kimi gruplar tarafından istismar edilse de, bugün El Kaide ile savaşan herkesin Şii ya da Husi olmadığını hatırlamak lazım.
Sekizinci olarak, eğer bu, bir mezhep meselesi olsaydı, teknik olarak bir Zeydî olan Ali Abdullah Salih (Arap Baharı döneminde ülkeden kovulan eski lider) 2004-2010 yılları arasında Husilere altı kez savaş açmazdı. Görünüşe göre, geçmişin eski düşmanları bugün geçici bir ittifak kurdular. Bu da çatışmanın doğası gereği politik olduğunu gösteriyor.
Dokuzuncu olarak, yakın zamanda yapılan gösterilerde eylemcilerin veya gazetecilerin tutuklanmaları türünden Husilerin yaptığı hak ihlallerinin sebep olduğu mağduriyetin mezhepsel bir boyutu mevcut değil.
Son olarak, (dünyadaki) farklı siyasî kesimler arasındaki jeopolitik gerilimler meydanlarda olup biteni hâliyle etkilerken, ülkenin siyasî dinamiklerini sadece dış müdahale etkisiyle açıklamak yanlış olur. Ayrıca meseleyi ifade ederken süregiden meseleyi mezhepsel olana dair dar bir çerçeveye oturtmak, geçiş hükümetinin sorumluluklarını yok ediyor ve onların Yemen’in tamamına yayılmış yerel sıkıntılarla ilgili sorumluluklarını hatırlatmak yerine, hükümetin tüm sorumluluğu dış güçlere yıkmasına yardımcı oluyor. Ayrıca ülkedeki hak ihlallerinde Husileri mevcut ihlalleri siyasî emelleri nedeniyle değil de dinî farklılıkları sebebiyle yapmakla suçlamak, onların yol açtıkları hak ihlallerini aklıyor.
Bu on noktanın da gösterdiği üzere, mesele, dinî savaşa indirgenemez. Yemen’deki siyasî dinamikleri anlamak için analizler bu nüanslara dikkat etmelidirler. Doğru bir algı olmadan hazırlanan politikalar kusurlu olmayı sürdürürler ve herhangi bir çözüm de formüle edemezler. Çözümsüzlük ise şiddet sarmalının devam etmesine neden olur.
Atyaf Elvezir

Yemen’de Şiddet ve Kaos


Yemen, kanunsuz ABD müdahalesini müteakip olan bitene dair birçok örnekten biridir.
Obama, görev süresince Yemen’e insansız hava araçlarıyla bir savaş gerçekleştirdi. Bu saldırılarda yüzlerce savunmasız insan ayrım gözetilmeksizin katledildi.
Tıpkı Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Filistin gibi Yemen de tümüyle kontrolden çıkma tehlikesi içeren bir şiddet ve istikrarsızlık kazanı.
Ocak’ta Husiler, ABD destekli Ebu Rabu Mansur Hadi rejimini devirdiler ve cumhurbaşkanlığı sarayını ele geçirdiler.
Husiler, kontrol ettikleri alanı ülkenin diğer kısımlarına doğru genişlettiler. Oysa geçen yıl Obama komik bir biçimde Yemen’i başarılı bir hikâye olarak takdir etmişti.
ABD stratejisi, onun tabiriyle, “bizi tehdit eden teröristleri kovup, ön cephedeki ortaklarımızı desteklemektir. Bu strateji yıllardır Yemen’de ve Somali’de başarıyla tatbik edilmiştir.”
ABD’nin müdahaleci stratejisi, tıpkı Washington’ın kanunsuz bir biçimde müdahale ettiği diğer ülkelerde olduğu gibi, her iki ülkede de istikrarsızlığa, şiddete ve kaosa yol açtı.
Başkent Sanâ, (Yemen’in üçüncü en büyük kenti olan) Taiz ve diğer bölgeler Husilerin kontrolünde. Husiler yüzünü Aden’e çevirmiş durumdalar.
Şubat’ta Hadi, Sanâ’dan Aden’e kaçtı ve kendisini cumhurbaşkanı ilân etti.
Gelen haberlere göre Hadi, Husi güçleri Aden’e yaklaşınca, ülkeden kaçtı.
Husiler, Aden’in altmış kilometre uzağındaki Lahic yakınlarında bulunan el-Annad hava üssünü ele geçirdiler. Hadi burayı geçici başkent ilân etmişti.
ABD personeli ülkeden çıkartıldı. Tanıkların ifadesine göre, Hadi’nin Umman Denizi’ne bakan malikânesini bir araç konvoyu terk etti.
Haberlere göre, Hadi, Husilerin ilerlemesi üzerine gemiyle kaçtı. AP’nin bildirdiği kadarıyla Hadi civarındaki yardımcılarıyla birlikte Çarşamba günü yerel saatle gece 3:30’da ağır güvenlikle yüklenmiş iki gemiyle kaçtı.
Varış yeri belirsizdi. Programına göre Mısır’da bu hafta sonu düzenlenecek Arap zirvesine katılacaktı.
AP’nin haberine göre, “Husiler Aden’e yaklaşıyorlar, şehir Çarşamba gün ortasında muhtemelen düşecek.”
Yemen bir iç savaşa sürükleniyor. IŞİD savaşçılarının da dâhil olduğu süreçte ABD’nin vekilleri Washington’ın kontrolü yeniden ele geçirmesine katkı sunuyorlar.
Eğer süreç Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de olduğu gibi terse dönecek olursa, bizi uzun yıllar sürecek bir çatışma süreci bekliyor.
Hadi, BM yetkililerinden dış ülkelerin askerî müdahale yapması için yetki vermesini istedi.
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Saud Faysal uyarıda bulunarak, “eğer Husiler sorunları barışçıl yoldan çözmezlerse, Riyad’ın gerekli tedbirleri alacağını” söyledi.
Hadi’nin Körfez’deki müttefikleri Aden’deki diplomatik personelini boşalttılar. Bu ülkeler Sanâ’yı kısa süre önce terk etmişlerdi.
Husiler, geçen Ağustos’ta Yemen’in başkentini ele geçirmişlerdi. Ocak’ta da cumhurbaşkanlığı sarayını ele geçirip Hadi’yi istifaya zorladılar.
Husi lideri Abdulmelik Husi’nin kuzeni Muhammed Ali Husi yeni cumhurbaşkanı ilân edildi.
Hadi ev hapsine mahkûm edildi. Hadi kurtulup Aden’e kaçtı, burada kendisini destekleyen askerî güçleri örgütledi, bugünse bu güçlerle birlikte ülkeyi terk etmiş görünüyor.
Husilerin Yüksek Devrimci Komitesi, güvenlik güçlerine ve sivillere “ülke genelindeki terörist güçler”le savaşmaları çağrısında bulundu.
Yemen’deki kaosun tüm sorumluluğu Obama’ya ait. El-Mecan Köyü’ne yönelik Aralık 2009’da insansız hava aracıyla düzenlenen saldırıdan ötürü sorumluluğu onda bulmak gerekiyor.
Bu saldırıda, aralarında kadınların ve çocukların bulunduğu onlarca sivil katledildi.
BM’nin özel Yemen danışmanı Cemal Binömer video konferans üzerinden Yemen ile ilgili olarak acil toplanan Güvenlik Konseyi’ne hitap etti.
Binömer’e göre, “her şey hızla aşağı doğru ilerleyen bir sarmala kapılmış” durumda.
“Çözüm bulunmadıkça insanlardaki duygular alabildiğine yoğunlaşacak, ülke şiddetli çatışmalarla yüzleşecek.”
“Yemen’deki olaylar, ülkeyi politik çözümden uzaklaştırıyor ve iç savaşın eşiğine getirip bırakıyor.”
İnsanî kriz koşulları halkın yüzde altmışından fazlasını etkiliyor. BM kaynakları Yemen’i “için için kaynayan kan davalarından oluşan bir yamalı bohça” olarak nitelendiriyor.
20 Mart’ta Cuma namazı esnasında intihar bombacıları Sana camilerini hedef almışlardı. Bu saldırılarda en az 126 kişi öldürüldü, çok sayıda insan yaralandı.
Yemen’deki şiddet ve kaos giderek yoğunlaşıyor. Hiçbir anlam ifade etmeyen bir Güvenlik Konseyi bildirisine göre:
“Yemen’deki duruma yönelik çözüm, barışçıl değişim ve anlamlı bir politik, ekonomik ve sosyal reforma dönük Yemenlilerin meşru talep ve arzularını karşılayan, Yemenlilerin öncülüğünde ilerleyecek barışçıl, kapsayıcı, nizamî bir politik geçiş sürecidir.”
Şiddet, yoğunluğu hiç düşmeksizin devam ediyor. Geçen hafta sonu, Suudiler ve diğer Körfez ülkeleri Hadi rejimini destekleyen bir bildiri kaleme aldılar.
Bu ülkeler, Hadi rejimini savunmak için “tüm gayret”i göstermeye niyetli olduklarını ilân ettiler.
Suudi Arabistan, Yemen sınırı boyunca ağır silâhlar konuşlandırdı. İki ülkeyi delik deşik olmuş 1.800 kilometrelik bir sınır ayırıyor.
Mevcut koşullar kaotik niteliğini muhafaza ediyor. Husiler, Aden’i ele geçirdiklerini iddia ediyorlar. Reuters’in haberine göre, Hadi’nin savunma bakanı tutuklandı.
Şu ana kadar Suudi güçleri henüz sınıra yönelmiş değil. Hava saldırıları planlanıyor. Muhtemelen bu saldırılar Washington ile birlikte yürütülecek.
Hadi, Güvenlik Konseyi’nin Husileri saldırganlıktan caydırmak, Yemeni korumak için tüm araç ve tedbirlerin devreye sokulması ile ilgili olarak, meşru bir otoriteye acil destek sunulması amacıyla, gerekli gücün kullanılma yetkisini vermesini istiyor.
Yemen ordu yetkilileri kendilerini dış müdahaleye karşı çıkıyor ve kendilerini Yüksek Silâhlı Güçleri ve Güvenliği Koruma Komitesi olarak adlandırıyor:
“Herhangi bir bahaneyle, herhangi bir biçim dâhilinde, herhangi bir taraftan Yemen’in iç işlerine dışarıdan gerçekleşecek her türden müdahaleye tümüyle ve kat’i surette karşı çıktığımızı ifade ediyoruz.”
“Silâhlı güçlerin ve güvenliğin tüm üyeleri ile bütün bileşenleri ile Yemen’in o mağrur halkının tüm evlatları anavatanın saf toprağına, bağımsızlığına veya egemenliğine halel getirecek ya da ülkenin birliğini, topraksal bütünlüğünü tehdit edecek her türden çabaya tüm güçleri ve yiğitlikleriyle karşı koyacaklardır.”
Geçen ay Husilerin lideri Abdulmelik Husi, Suudi Arabistan’ı Yemen’i mezhepsel açıdan bölmek istemekle suçladı:
“Ağabeyimiz Suudi krallığı Yemenlilere saygı duymuyor, buraya Libya’da yaşanan olayların ve ayrışmanın bir benzerini dayatmak istiyor.”
Suudilerin Yemen’e saldırıp saldırmayacağını göreceğiz. Burada asıl mesele, Obama’nın aklında neyin olduğu.
Bölgenin önemli bir bölümünü çatışma ve kaos içerisine sürükleyen bizatihi Obama’nın kendisi. Muhtemelen Yemen’e müdahale ederek bu süreci daha da şiddetlendirecek.
Stephen Lendman