08 Temmuz 2011

, ,

Frantz Fanon


6 Aralık 2011 tarihinde Frantz Fanon’un ellinci ölüm yıldönümü anılacak. Günümüzde dünya genelinde, üniversitelerde, sendikalarda, gecekondu mahallerinde, kiliselerde ve başka mekânlarda insanlar biraraya gelip bugün, burada yürütmekte olduğumuz mücadelemiz ve bizler için olağanüstü nitelikteki bu şahıs üzerine ortaklaşa fikir yürütüyorlar.

Fanon, Fransızların elindeki Karayip Adaları’ndan biri olan Martinik’te, 1925’te dünyaya geldi. Ada, yerli halkı imha edip, şekerkamışı yetiştirmeleri için Afrika’dan köle, Hindistan’dan sözleşmeli işçiler getiren Fransızların sömürgesiydi. Fanon’un politik bilinçlenme süreci, 1939’da, on dört yaşında başladı. Bu dönemde sömürge karşıtı bir şair, aydın ve bir öğretmen olan, Aimé Césaire ile tanışma şansına nail oldu.

Bir sonraki yıl Nazi yandaşı Vichy rejimine sadık beş bin Fransız gemici adaya çıkış yaptı ve o güne dek genelde kendilerini Fransız olarak kabul eden siyahî Martinikliler, bu gemicilerin saldırgan, ahmak ve sarhoş saldırılarına maruz kaldılar. Kendi memleketlisinin bir Fransız gemici tarafından dövüldüğünü gören genç Fanon, gemicinin karşısına dikildi. Aynı Fanon, on yedisinde, faşizme karşı mücadele etmek için Hür Fransız Güçleri’ne katıldı. Fanon’un öğretmenlerinden biri, beyazlar arasındaki bir kavganın siyahların kavgası olmadığı hususunda öğrencilerini uyardığı gün, Fanon, arkadaşlarına bu lafı eden öğretmenin “puştun teki” olduğunu söyleyip, onlara “hürriyet, her nerede ve ne vakit tehdit altında ise ben kendimi ona adayacağım” dedi.

Ancak Hür Fransız Güçleri, siyahî askerlere aynı gönüldaşlıkla yaklaşmadılar. Fanon, savaşta gösterdiği kahramanlıktan ötürü Croix de Guerre [“Savaş Haçı”] nişanı ile ödüllendirildi, ancak bu, siyahî askerlerin her daim ikinci sınıf muameleye maruz kaldıkları, hatta nihaî zaferde bu askerlerin konumlarının bile inkâr edildiği gerçeğini değiştirmiyordu.

Savaş sonrası Fanon, Fransa’da tıp okur ve psikiyatri alanında uzmanlaştı. İlk kitabı Kara Deri, Beyaz Maskeler’i 1952’de, yirmi yedi yaşında iken yayımladı. Kitap, siyahî karşıtı dünyada siyahî olmanın canlı tanıklığını aktarıyordu. Martinik’ten çıkış alıp yolculuğuna Fransa’da devam eden kitap, toplumsal gerçeklik ışığında, buradaki dili, cinsel arzuyu, dünyaya iliştirilmiş mevcudiyeti ve siyahların ırkçı bir toplumda varsaydıkları takdir politikasını ve psikolojisini inceliyordu. Muazzam bir çalışma olarak kitap, hürriyet fikrine sadakatle bağlıydı.

Fanon, kitabı üniversiteye takdim etti, ancak genelde akademi, gençlerin zekâlarını örgütlü olarak aptallaştıran ve onların özgür çalışmalarını baltalayan bir kurum olduğu için sözkonusu çalışma kabul edilmedi. Kitabın yayımcıları, kitabın şiirsel ve bildirimsel diliyle ilgilendiler. Belli bir noktada takıldıklarında Fanon, onlara şu cevabı verdi: “Oradaki ifadeyi tam anlamıyla izah edemem sizlere. Bu tarz şeyler yazarken okurun sinirlerine dokunmaya çalışıyorum. Yani yazdıklarım aslında akıl dışı ve fazlasıyla hissîdir.”

Bugün artık ırkçılığın modern dünyanın teşekkülünde esaslı bir rol oynadığı ve Kara Deri, Beyaz Maskeler’in modern dünyanın en önemli kitaplarından biri olduğu ciddi akademilerce kabul ediliyor.

1953’te Fanon, Cezayir’deki bir psikiyatri kliniğinden mektup aldı. Yoldaşı ve ileride onun biyografisini kaleme alacak olan meslektaşı Alice Cherki, beyaz Cezayir ırkçılığını “mutat” bir süreç olarak kabul ediyordu:

“(Beyaz Cezayir ırkçılığı) tümüyle doğal ve soğukkanlı karşılanmakta, o şekilde kavranıp gösterilmektedir.”

Klinik, insanları iyileştiren bir hastaneden çok bir hapishane olarak işliyordu. Fanon, gelir gelmez sürece müdahale etti, hastaların zincirlerini çıkarttı ve hastaneyi terapi cemaati olarak örgütlemeye çalıştı. Kasım 1954’te sömürge karşıtı isyan patlak verdiğinde Fanon, gizlice Cezayir millî kurtuluş hareketi (FLN) ile birlikte çalışmaya başladı. İki yıl sonra sömürge toplumunun kendi hastalarından daha deli olduğunu söyleyerek hastaneden istifa etti. Ülkeyi terk etmesi için kendisine 48 saat süre verildi. O da Tunus’a geçer ve burada Cezayir direnişi adına bir gazete çıkartmaya başladı. 1959’da mücadelenin kültürel bir dinamiği koşulladığı süreci irdeleyen Geberen Sömürgecilik isimli çalışmasını kaleme aldı. Kitabın en dikkat çeken bölümü, peçenin sömürgeciliğe karşı verilen mücadeledeki değişen rolünü incelediği bölümdü.

1960’ta Fanon, FLN tarafından Gana’ya büyükelçi olarak atandı. Bu görevi esnasında Cezayir hareketini temsilen, yeni bağımsız olmuş bir dizi güney Sahra ülkesini ziyaret imkânı buldu. Aynı yılın sonunda Fanon’a lösemi teşhisi konuldu. Bu haber üzerine hızla yeni ve son kitabının çalışmalarına başladı.

Yeryüzünün Lanetlileri on haftada tamamlandı.

Kitap, “ikiye bölünmüş bir dünya” olarak sömürge şehrine ilişkin bir değerlendirme ile başlar. Ardından sömürgeciliğe karşı verilen mücadeleler biçiminde ortaya çıkan bilinç değişimleri ele alınır. Devamında, sömürge sonrası devletlerde yeni rejimleri iktidara taşıyan halkların aktif politik hayattan dışlandığı, eski kurtuluş hareketlerinin halkların arzularını zapt etmenin bir aracına dönüştüğü ve kurtarıcı olmaktan çok yağmacı olan yeni seçkinler grubunun hilelerini meşrulaştırıp bu hileleri örgütleyen bir nitelik arz ettiğine ilişkin derinlikli analizler sunulur.

Fanon’un kanaatine göre, millî kurtuluş hareketlerinin sundukları vaat, millî bilincin yerini toplumsal bilince bırakmadığı takdirde, gerçekleşme imkânı bulamaz. O, esas kabul ettiği ve insanî murad olarak nitelediği şeyi gerçek kılacak ikinci bir mücadeleye işaret eder. İlk kitabında olduğu gibi son kitabında da Fanon, insan özgürlüğüne yönelik sadakatini sürdürür.

Yeryüzünün Lanetlileri’nin basılmasından birkaç hafta sonra Fanon vefat etti. Tunus’u Cezayir’den ayıran dağlarda, bir ormana, Cezayir savaşında şehit düşenlerin yanına defnedildi.

Fanon’un eserleri, Güney Afrika’daki siyah hareketine, Amerika’daki tutsak aydınlara ve ırkçılıkla sömürgecilik karşıtı mücadele vermeye niyetlenen ama aynı zamanda, bu mücadeleleri kendi dar ufuklarına hapsedip onları yozlaştırmaya çalışan yeni seçkinlere karşı direniş geliştirmek zorunda kalan tüm insanlara ilham verir.

Fanon, yazdıklarının ve verdiği mücadelenin genel bağlamı dışında bir yetke olarak ilahlaştırılmak istemeyen bir insandı. Bilâkis, onun da ilk kitabından sonuncusuna kadar, ısrarla vurguladığı üzere, belli bir fikri yaşamak, daima oluşan her özel duruma karşı sorumluluk duyabilmeyi gerektirir.

Ancak Fanon’un vefatından elli yıl sonra dünyamız, hem onun yaşadığı dünyaya fazlasıyla benzemekte hem de o dünyadan oldukça farklı bir seyir içinde ilerlemektedir. Onun Irak petrollerine ilişkin “(Irak petrolü) tüm yasakları ortadan kaldırıyor ve hakiki meseleleri somuta taşıyor” ya da “Haiti’ye yeniden nizam vermek için periyodik olarak bahriyeliler gönderiliyor” türünden cümleler, sanki bugünü anlatıyor. Onun millî kurtuluş hareketlerinin zamanla çapulculuğa doğru evrildiğine ilişkin tespitleri Güney Afrika’daki okurlar tarafından kâhince bulunuyor.

Bugünlerde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki politik bahar ve yakın geçmişte Latin Amerika’daki ayaklanmalar, otuz yıldır sessizlikle savuşturulan küresel mevzuları su yüzüne taşımış görünüyor. Ancak bu Afrika’nın Fanon’un yazılarını koşullayan Afrika olmadığını söylemek gerekiyor. Fanon ve Patrice Lumumba gibi isimlerin yeni Afrika’nın vücuda getirilmesi amacıyla verilen o büyük mücadelenin birer parçası olmak istemeleri gayet anlaşılır görünüyor. Bugün ise Güney Afrika’da bizim o büyük kuşağımız yerini daha fazla şiddete başvuran, yağmacı bir devletin ve kendilerini hürriyete değil de siyaset eleştiriciliğine adamış duyarsız teknokratların yanında saf tutan, şaklabanlar sürüsü bir kuşağa bırakıyor.

Ancak mücadele devam ediyor ve Fanon, elli yıl sonra bile, hâlâ bizi mücadele içinde, gerçek politik faaliyetin gücünü ve aklını öne çıkartan, her şeyi sorgulayan sıradan insanların mevcut olduğu toplumsal alanda yaşamaya çağırıyor.

Bu yıl Şubat ayında Édouard Glissant’ın vefatı ardından şu tespiti yapmak gerekiyor: yaratıcı bir roman yazarı olan Patrick Chamoiseau, günümüzde saygın bir Martinikli aydın olarak göze çarpıyor. Texaco isimli kitabında “fabrikasız, atölyesiz, patronsuz, sıradan işlerde debelenen, hayat gailesi içinde boğulan, alevleri delen patikaları yol bellemiş bir işçi sınıfı”ndan bahsediyor.

Alevlerin ve kurşunların, devletin sıktığı kurşunların eşlik ettiği bu yol, Fanon'un insanlığa, tüm insanlığa bağlılığını yeni kuşaklara acilen yeniden hatırlatmayı emrediyor.

Frank Pithouse
18 Haziran 2011
Kaynak

07 Temmuz 2011

, ,

İsrail’in Türk Postalları


Pazartesi günü gece geç saatlerde yatmaya hazırlanıyordum ki, Taksim Meydanı’na doğru ilerleyen kalabalığın öfkeli sloganlarını duydum. Büyük bir gösteri olduğuna kanaat getirip, merakla balkona çıktım. "Allahuekber" nidaları ile yürüyen eylemcileri görünce Türklerin de asi Arap Baharı’nın coşkusu ile kendi hükümetlerini devirmek için alanlara çıktıklarını düşündüm ilk ânda.

Türk oda arkadaşım, kısa bir süre sonra yanıma geldi ve önemli bir bölümü Müslüman köktencilerden müteşekkil binlerce göstericinin meşalelerle yürüyerek, Mavi Marmara gemisinde 9 Türk’ün İsrail askerlerince katledilişinin yıldönümünü andıklarını söyledi.

Bilindiği gibi bu gemi, Gazze Şeridi’ndeki ablukayı delmek amacıyla diğer on beş gemiyle birlikte, geçen sene Haziran sonunda İnsanî Yardım Vakfı organizasyonu ile bölgeye tıp, okul ve inşaat malzemesi götürmeyi planlamaktaydı.

Bir sonraki gün gösteride otuz bin Türk’ün yer aldığını, bunların çoğunun ise “Siyonist ablukaya karşı İslamî dayanışma” ya da “İsrail’le işbirliği insanlığa karşı suçtur” türünden pankart ve sloganlarla yürüdüğünü öğrendim.

Geçen seneki Mavi Marmara baskını ardından Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “İsrail zihniyetini değiştirmez ise Ortadoğu’daki en yakın müttefikini kaybedecek” demişti.

Ancak gösterinin olduğu sırada eylemcilerin iki ülke arasındaki iş ilişkilerinde yaşanan patlamadan haberdar olup olmadıklarını merak ettim. Türkiye, bugün itibariyle İsrail’in bölgedeki en büyük, ABD’nin ardından, dünyadaki ikinci en büyük ticarî ortağı. 2011’in ilk üç ayında Türkiye, İsrail’e 579,3 milyon dolar değerinde mal ihraç ederken, bu ülkeden 397,3 milyon dolarlık ithalat yaptı.

Türkiye, İsrail’den ileri teknoloji ürünü savunma sanayi ekipmanı alırken, bu ülkeye kamuflaj ve postal gibi askerî ürünler sattı.

İşgal altındaki toprakları çiğneyen ve Filistinli ailelerin evlerinin kapılarını tekmeleyen postalların “Türk Malı” olduğunu bilmek, Pazartesi gecesi eylem yapan iyi niyetli göstericileri ürkütüp utandırır mı acaba?

İsrail hükümetinin uyguladığı ırkçı, ayrımcı ve seçkinci rejimini değiştirmesi için ona karşı alınabilecek en etkin tedbirin ticarî müeyyideler ve boykotlar olduğu açık. Bu noktada Türkiye, zalimlere terzilik ve ayakkabıcılık yapmaktan vazgeçmeli. Dolayısıyla, Pazartesi günkü gösteride eylemcilerin attıkları sloganlara İsrail ile kurulan işbirliklerine son verilmesi talebini içeren şu yeni slogan da eklenmeli:

“Ortaklık yıkılsın! Postallar yırtılsın!”

Michael Dickinson
3 Haziran 2011
Kaynak