16 Mart 2009

, ,

Legalizm ve Meşruiyet


Legalizm ve meşruiyet arasındaki gerilim, bugün solun genelinde hissediliyor. Kimi sol örgütler, yasal alanın daraltıcı etkisini görmezden gelerek hareket ediyorlar, kimileri de bu etkiyi görseler de ondan uzakta durmak adına farklı meşrulukların peşine düşüyorlar. Neticede, bu örgütler, bilerek ya da bilmeyerek, düşmanın arazisinde kayboluyorlar.

Siyaset, güç dolayımında tanımlandığı ölçüde “Legalizm” ve “Meşruiyet” sözcükleri ile birlikte ilerliyor. Düşmanın gücüne denk ya da ondan daha fazla güç için yola çıkanlar, ya düşmanın izin verdiği ölçü ve ölçeğe teslim oluyorlar ya da simetrik bir ölçü ve ölçek dâhilinde ilerlemeye çalışıyorlar.

Oysa yaşanan onca yılın birikiminin de ortaya koyduğu biçimiyle, mesele, temel perspektifi değiştirmektir. Sola genel bir bakış, böylesi bir değişimin sancısının nesnel olarak yaşandığını, ancak öznel-iradî bir çabanın ortaya konmadığını gösteriyor.

* * *

Düşmanın zayıf noktalarını belirlemek için öncelikle bütünlüklü bir düşman tasavvuruna ve bilgisine ihtiyaç vardır. Düşmanın zayıf noktaları, ancak bütünlüklü bir tasavvur/bilgi ışığında görülebilir ve bu noktalara yoğunlaşma sağlanabilir. Asıl sorun da buradadır: bütünlüklü bir düşman tasavvuruna/bilgisine hiçbir siyasî özne, sınırlı imkânları dâhilinde ulaşamaz. Gördüğü/bildiği, ancak düşmanın belli bir dönem/durum dâhilindeki hâlidir.

Kapitalizm eleştirisi bu anlayış üzerine oturtulduğunda, her özne, daha kapsamlı bir teorik bütünlüğe ulaşmak için çabalar. Ama kapitalizm, sosyalizm sözcüğünün ortaya çıktığı dönemdeki gibi gerçek bir muadil üretmez. Herkes, kendi tasavvurunu/bilgisini kapitalizmin simetrik karşıtı, ezici gücü olarak inşa eder ve buna uygun maddî silâhları aramaya koyulur. Her arayış, aslında fiilî maddî oluşun sunduğu imkânlar dâhilinde somut sonuçlar üretir.

Anti-kapitalist bir siyaset, eni sonu ekonomizme batmaktan kurtulamaz. İşçi sınıfını sermaye güçlerinin muadil kontrsavaşçısı olarak resmeden bir kişi, ya gerçek savaş alanından kaçıyordur ya da işçi sınıfını sıradan bir emek-hak mücadelesine mahkûm etmek istiyordur.

* * *

Burjuvazinin siyasî alanda çizdiği yasal sınırları ezelî-ebedî kabul eden ve kendisini orada tanımlayan bir özne, legalisttir. Ama tüm silâhlarını kuşanarak, bile isteye bu alana giren ve savaşı buraya doğru genişletme gereği duyan bir özne, devrimci niteliğini korur.

Kapitalizm eleştirisi, siyasî çizginin turnusol kâğıdıdır. Salt ekonomik bir olgu olarak alınan kapitalizmin eleştirisi, doğal olarak, ona simetrik karşıt unsur şeklinde tanımlanan olgunun teorik ve pratik mücadelesini de ekonomik alana hapseder.

Özetle şu söylenebilir: teorik-bilimsel düzlemde kapitalizmin kendisi meşrudur ve doğal bir sürecin ürünüdür. Siyasî partiler de aynı şekilde meşrudurlar. Ama iş pratiğe geldiğinde, kapitalizmin teorik meşruluğu politik planda aranamaz. Politik alanda kapitalizm başkalaşır ve salt politik değerlere indirgenir. “Burjuva siyaseti”, “burjuva diktatörlüğü”, “oligarşi” gibi kavramlar üzerinden kapitalizm eleştirisi biçimlenir. Kapitalizm, siyasetin işleyeceği bir özerk alana imkân verir ve o alanda/sahnede rol alacak aktörlere rol dağıtımı yapar.

* * *

Süreç içinde siyaseti aydınlanmacı bir anlayışa indirgeyen bir özne, felsefeyi ve çeşitli ideolojik-teolojik yönelimleri faal hâle getirir. Mesele, artık somut durumun somut tahlili ya da somut düşmana karşı somut silâhlarla dövüşmek değil, düşman da dâhil herkese hitap eden laflar söylemektir. Anlatılan konunun herkes tarafından anlaşılması için dil ve yazın, bildirilere sığdırılıp basitleştirilir. Bu pedagojik yaklaşım, sol özneleri sistemin vicdanının sesine dönüştürür. Burada meşruiyet bulmak kolaydır.

Meşruiyet “şeriata uygunluk”; şeriat ise hukuk demektir. Kendi tekil, çoğu zaman bireysel varlığını egemen güce tanıtlama, kabul ettirme derdiyle siyasetle meşgul olan öznenin bu pedagojik çabası, bir biçimde genel toplumsal hukukî dönüşüme bağlanır. Sese sesle cevap verildiği sürece özne yaşamasını sürdürür. Oyuncular alkışla yaşarlar.

Sansasyonel olaylar, ses getiren eylemler böylesi bir çabanın ürünleridir. Kimse, sahneden inip, sahneyi sahnedekilerle birlikte parçalamayı düşünmez. Legalizm ve legal alanda devrimci faaliyet arasındaki fark da buradadır. Meşruiyetini hâlihazırda kurulu olan sahnenin ve oyunun kurallarına göre oluşturmaya çalışan her özne, legalizm batağında boğulmaktan kurtulamaz.

* * *

İşçi sınıfını ya da genelde halkı bir meşruiyet aracı olarak gören yaklaşımlar, bu iki dinamiğin ayrı ayrı ya da birlikte öncülüğünü elde edemezler. Sahnede kendi yalnızlığı ve egosantrizmi arasında salınıp duran bir ruh hâline sahip öznenin o sahnede olduğu kesiti sonsuzlaştırması ya da "trak” gelip tıkanması kaçınılmazdır. Ya yalnızlık sebebiyle oradaki meşru çoğulluğu ebedîleştirecektir ya da kendisini tanrı görerek, basit kulların kendisini anlamasına izin vermeyecektir. Onlar o denli küçülmüşlerdir ki zaten o ulvî şahsı alkışlayacak kadar akıllı da olamazlar.

Legalizme karşı olarak bir tür illegalizm üretmek de hatalıdır. Legalizme verilecek cevap, her türlü yasal alanın ve yasanın reddi değildir. Türkiye solunun illegalizme bağlanmış kanalları, geçmişte silâhlı mücadelenin belli bir meşruiyet bulduğu zaman kesitini süreklileştirmek istemektedirler. Oysa bu, tarihsel diyalektiğe aykırı bir tutumdur. Sınıfın silâha yakın ya da uzak oluşu, halkın devrime sıcak ya da soğuk oluşuna göre legal-illegal arasında tercih belirlenemez. Sınıf soğuksa “legalizm”; sıcaksa “silâh” denemez.

Seksen sonrasında kütlesel açıdan büyük olan illegal örgütlerin önemli bir bölümü, bu gerilimi yaşamıştır. Örneğin TDKP, sınıfın geriliğine ayak uydurmanın, ona sosyalizm masalları anlatmanın hayırlı olduğunu düşünmüştür. Örneğin “Birlik devrimi”nden sonra MLKP, önderlik için partiyi, parti olmayı anlatmak gerektiğini düşünmektedir.

“Herkes sosyalist ya da partili, hattâ sosyalist-partili olacak, dünya kurtulacak” anlayışı, legalde ya da illegalde meşruiyet arayışının düzen içi kanallara kilitlenmesine neden olur. Legalizm ile meşruiyet birlikte tanımlandığı, anlamlandırıldığı ölçüde benzer sorunlar gelecekte de yaşanacaktır. Meşruluk görecelidir, arkasından gelecek soru, “kimin için meşru?” olmalıdır.

* * *

Bakunin, “biz devleti takmazsak, o yok olur gider” diyen bir siyasetin sürdürücüsüdür. Marx’ın devrimci siyaset üzerine yazıları, temelde bunun eleştirisine dayanır. Meşruluk peşinde olanlar da belirledikleri düşmana, (bütünlüklü düşman figürüne) aynı işlemi yapmaktadırlar.

Bugün bazı devrimciler, “boş ver devleti, asıl önemli olan derin devlettir” diyebilmektedirler. Bugün sosyalistler, “boş ver Sabancı’yı, tekellere bak” demektedirler. Bugün komünistler, “boş ver kemâlist diktatörlüğü, ABD’nin tek dünya diktatörlüğüne bak” demektedirler.

Her bir çevre de kendince legal ya da meşru zeminler kurgulamaktadır. Söylemlerine göre ölçü ve ölçekler belirlenmektedir, ama düşman, ahir zamana kadar netleşmeyeceği için, üzerinde durulan ölçü ve ölçekler hep (fiilî somut) düşman arazisine mahkûm olmaktadır.

Legalizmin sigortası, illegal alanla kurulan diyalektik ilişkidir. Süreç içinde legal ve illegal alanlar, birbirine karşıt, antagonist unsurlar olarak tanımlanamazlar. Aynı ölçüde, her iki alan, birbirinin belirsiz bir gelecekte tamamlayıcısı olarak da tasavvur edilemez.

* * *

Legal ve illegal alandaki faaliyetlerden söz edilebilir. Legal illegali legalize; illegal legali illegalize edebilmelidir. Toplam kolektif faaliyet, bu ilişkinin bütünlüğünde ilerlemelidir. Her iki alanın birbirini görecek, etkileyecek ve dönüştürecek müdahaleler yapmasına cevaz verilmelidir. İllegal faaliyet, kendi legal faaliyetinden yasal anlamda düşmüş(!) unsurları dağa yollamak olmadığı gibi, legal faaliyet de uyduruk bir seçimde sıkı sert laflar etmek değildir. Mesele, burjuvazinin evrensel insanî hukuk teranelerine kanmamak, böylesi bir metafizik kurguya göre teoriyi ve pratiği ikiye bölüp dilimleri karşı karşıya getirmemektir. Mesele, burjuvazinin hukukuna karşı daha ulvi bir hukuk icat etmemek, kitlelerin mücadele içinde ördükleri hukuka ve ahlâka tabi olarak ilerlemektir.

Legal alanla meşruiyet birbirine indirgendiği sürece illegalin etkisi sıfırlanır ve onun somut devrimci imkânları ortadan kaldırılır. Benzer durum, illegal alan için de geçerlidir. Kendi başına meşrulaşan illegalin kendi bütünlüğünde legal alana hiçbir etkisi olmaz. Silâh elde patlar ve sonuçta büyük bir zayiat yaşanır. Hukukî mücadele, sınırları netleştirme çabasıdır ve bu yönüyle öznenin sınırlarını netleştirme çabası, onu var eden toplumsal ve tarihsel ilişkilerin de bir şekliyle kopartılmasını beraberinde getirir. Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olunur ve özne, hayatta kalmak için tek çareyi soyut bir burjuvazinin, kimi zaman da soyut bir devletin meşru zeminini kendi zemini olarak belirlemek durumunda kalır. Aslolan milletle devletin; halkla egemenlerin; işçi sınıfı ile burjuvazinin fiilî hukukunu bozmaktır.

* * *

Bu noktada legalite-illegalite bağlamında geçmişe ait kimi örneklere bakılabilir: Dev-Yol, illegalin meşruluğuna kapanmış, legal alanda açılım yapmak istediğinde sıradan bir Demokrat Partiliye dönüşmüştür. İllegalin meşruluğunu kıramadığından, legalizm sahnesinde kendisine koltuk bulma yoluna gitmiştir.

TİP-TSİP-TKP çizgisi, legalizmi meşrulaştırmak dışında bir çaba içinde olmamış, illegalin devrimci sonuçlarından kaçınmıştır.

TKP-ML çizgisi, tüm türevleriyle, kızıl bölgeci meşrulukta sıkışıp kalan illegalizmin legal alandaki sonuçlarını takip etmemiş, belli etnisite ve halk kümelerinin sınırı dışına çıkamamıştır.

Dev-Sol çizgisi, illegalin meşruluğunu kırma denemesidir. Ama bu sefer de illegalizme düşmüştür. Güce karşı güç çıkartırken, bunun somut kitlesel dayanakları ve ilişki zeminleri olmayınca, meşruluğunu tarihsel indirgemecilikte bulmaya çalışmıştır.

* * *

Sonuç olarak legal(izm)-meşruiyet-illegal(izm) arasında gidip gelen siyasetler, tarihsel süreç üzerinden farklı noktalarda kendi varlıklarını bulmuş, bu noktaların verdiği cevaz ölçüsünde teorik ve politik faaliyet yürütmüşlerdir. Bugün de bu faaliyetler içindeki nüanslar/farklar temelinde, düşmana değil, birbirlerine karşı fark koymak dışında bir şey yapmamaktadır.

“Düşman kimdir/nedir?” sorusu, birlikte yürümenin, birlikte kolektif düzlemde belli mevzileri oluşturmanın görülmediği gerçekte, cevapsız kalmaktadır. Bu soru cevapsız kaldığı ölçüde de düşmanın müphemliği/göreceliği katmerlenmekte, çeşitlenmekte ve giderek daha fazla parçalanmaktadır.

Her parçalanma, toplam sol kitlede ciddî kadro ve emek kaybına neden olmaktadır. Düşmanın müphemliği/göreceliği, birlikte yürüyüşü/inşayı önlemektedir. Karşılıklı etkileşimin belirlediği bu süreç, önemli durum ve dönemlerde devrimci müdahale ve mücadeleleri gereksiz/geçersiz kılmaktadır. Ara yollarda kaybolanlar, devrimin yolunu bulma konusunda gene birlikte kolektif bir çalışmaya muhtaçtırlar.

Eren Balkır
16 Mart 2009

02 Mart 2009

,

Ret ve Teslimiyet


Diyalektik ve Madde

Marksizmi Marx öncesi sosyalizm akımlarından ayıran çizgi, teorisine ve pratiğine Lenin’de kavuşur. Lenin’in politik teorik mücadelesinde bu ayrım önemli bir yer tutar. Bu ayırma çabası, burjuva teorisinden, ideolojisinden ve politikasından kopuşun, onlarla hesaplaşma zorunluluğunun bir sonucudur. Mücadele biçimleri konusunda farklı bir yaklaşım geliştirmesi bu çabanın, kopuşun ve zorunluluğun bir yansımasıdır:

“İlk olarak marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden, hareketi tek bir özel mücadele biçimine bağlamamak noktasında ayrışır. Mücadelenin her türlü biçimini kabul eder ve onları ‘tertip etmez’, ancak hareketin genel gidişatında açığa çıkan devrimci sınıfların bu mücadele biçimlerini yalnızca genelleştirir, örgütler ve onlara bilinçli bir ifade kazandırır.”[1]

Lenin, bu sözlere bağlı olarak, kitlesel mücadelelerin genel seyri ile irtibat hâlinde olmak gerektiği üzerinde durur. Hangi mücadele yöntem ve tarzının uygulanılacağının bu irtibat üzerinden anlaşılması gerektiğini vurgular. Somut durumun somut tahlili, kitleler, halk sınıfları ve güçler dengesi Leninizm açısından önemli bir yerde durur. Onda kendince mutlak kabul ettiği sistem etrafında dönüp duran küçük burjuva iradeye yer yoktur:

“Bu nedenle marksizm, herhangi bir mücadele biçimini mutlak mânâda reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum tüm kaçınılmazlığıyla değiştiğinde, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o ânda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu hususta marksizm, eğer bu şekilde ifade etmemiz mümkünse, kitlesel pratikten öğrenir ve ‘sistemleştiriciler’in münzevi gerçekliklerinde icat ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere öğretme tarzlarını hiçbir şekilde sahiplenmez.”[2]

Lenin’in üzerinde ısrarla durduğu ikinci nokta ise tarihsel analizdir.

Genelde solun hatası, bu iki noktanın sağlıklı bir değerlendirmesini yapamayışıdır. En baştan sol, kendisinin, kitlenin tarihsel ve verili politik ifade biçimi olduğunu unutmaktadır. Yetkin bilimsel-teorik birikimle kitlenin kendiliğinden ilerleyişinin dışında olduğunu önkabul etmektedir. Ona verilen görev, kara kalabalıkları uysallaştırmak ve evcilleştirmek, böylelikle yola getirmek olduğu için, her zaman kendisini o kitlenin dışında görecektir. Böylece o, kendi varoluşunu koşullayan zincirleme işlemden kendisini bağımsızlaştırır. Buradaki gayesi, kitlenin kontrolsüz aktivasyonuna kapılmamak ve onu kendi bildiği yöne doğru hareket ettirmektir. Burada madde olmak lehine diyalektik heba edilir; bazen de diyalektik, maddesiz olarak yüceltilmektedir.

Sistemleştiriciler

Politik hareketlilik, değişim ve dönüşüm momentleriyle ilgilidir. Gündelik pratik dâhilinde, varoluşu itibarıyla içinde olduğu gerçeğin mutlak, verili olarak politik olduğu düşüncesi, bir yanılsamadır. Sol özneler, politik mevzular hakkında bilgi sahibi olmakla önsel, önceden kendisinin politik olduğunu zannetmektedirler. Bu hâl, onun nesnel değişim ve dönüşümlere karşı körleşmesini beraberinde getirmektedir. Sol şahsında politika öze değil, kabuğa, biçime göre şekil almaktadır.

Marksist toplum ve tarih analizi, kitlesel oluşun durağan olmadığı gerçeği üzerine kuruludur. Analizin temel anlamı ve içeriği, kitlesel hareketin yönünü, şiddetini, hacmini ve niteliğini belirleme yönündedir. Kitlenin baştan atalet içinde olduğu önkabul edildiğinde, analiz, sadece analizi yapan öznenin kendi oluşuna indirgenmiş olur.

Sol, bu anlamda ülkeyi ve toplumu analiz ederken, yalnız kendisini ve kendi pratik etkisini analiz etmektedir. Böylesi analizler de, Lenin’in eleştirisine haklı olarak muhatap olur. “Sistemleştiriciler”, ıssız odalarında yaptıkları masa başı mücadele yöntemlerini kitlelere öğretmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Yani, özne oluşunu merkeze koyup masa başında inşa edilen sistemlerin politikada bir karşılığı yoktur. Öznenin politikanın her türlü incelikleriyle, tüm bilgisiyle ve hatta eylemselliğiyle yüklü olması bir önemi haiz değildir.

Kolektif

Lenin’in uyarısı üzerinde dikkatle durmakta yarar vardır: icat etmemek, var olan biçimleri genelleştirmek, örgütlemek ve kolektivize etmek. Bu noktalar üzerinde istişarede bulunmak suretiyle marksist devrimci öznenin ne yapması konusunda genel bir çerçeveye ulaşılabilir.

Verili bir gerçeklikte yaşanan olayların kitlesel mi yoksa bireysel ve tali mi olduğunun analizi de gereklidir. Lâkin bu analiz, önsel bir nitelik arz edemez. Bir marksistin üzerinde durması gereken nokta, olayın gelişmesini koşullayan geçmiş olaylar zincirinin bağımsız bir üslupla soyutlanması değildir. Olayın toplumsal ve tarihsel etki planı, en geniş biçimiyle tespit edilmelidir. Etkinin neden dar ya da geniş olduğunu anlamak ise tümüyle stratejik bir mevzudur. Öznel ve bireysel olanın yüceltildiği yerde nesnel ve kolektif olan, tasfiye edilecektir.

Teorinin özne ve insan dışı bir yerden kurgulanması şarttır. Ancak bu sayede politik öznenin zorunlu müdahaleleri ve o müdahalelerin yer ve zamanı tespit edilebilir. Öznesiz teorinin pratiğe dayatılması reformizm, teorinin sırf özne merkezli olarak inşası ise volontarizmdir. Özne, kendisini kolektivize etmeye ve nesnelleştirmeye mecburdur.

Özne

Lenin’in tarih vurgusu dikey boyutu verir. Mücadele biçiminin tarihsel boyutunun olup olmadığını anlamak her zaman gereklidir. Mücadele yöntemlerinin sürekliliğini test edebilmek için bu tarihsel analiz yapılmalıdır.

Kitlesel hareketliliğin, kendi aktivasyonu içinde, kendisini yok etme eğilimi her zaman mündemiçtir. Kitlesel hareketin kendi ivmesi, yönü ve şiddeti kendi varlığını yok etme noktasına varabilir. Kitlesel bir dalganın sırtına binen bir özne, o dalganın altında kalabilir, belini kırabilir. Bu noktada, dalganın daima teorik ve politik bileşenlerine ayrıştırılması zorunludur. Özne, bu ayrıştırma işlemini kendi öznel çıkar hesaplarına göre yapmamalıdır. İçinde somut maddî bir varlık olarak bulunduğu politik gerçekliğin gereklerine uygun bir ayrıştırma işlemi yapılmalıdır.

Marx’ın “proletarya” vurgusu, bu biçimde anlaşılmalıdır. İşçi sınıfı, toplumu ve tarihi tümüyle kucaklayan bir kolektif özne değil, politik gerçekliğin içinde faal olan toplumsallığı ve tarihselliği parçalayan, parçaları kendi faaliyeti ölçüsünde ve ölçeğinde örgütleyen temel kolektif devrimci öznedir.

Avrupa’nın sosyal, iktisadî ve politik açıdan parçalandığı bir dönemde işçi sınıfı, Marx’a göre, parçalanmayı durduracak ilâhî kudret değil, hâlihazırda ortada duran parçaları kendi öznel kolektif hareketi için örgütleyen, bu sayede fiilî parçalanmayı hızlandırarak bu süreci kendi iktidarı için kullanacak olan bir öznedir.

Avrupa’da yaşanan parçalanma süreciyle yaşadığı organik ilişkide Rusya işçi sınıfı da Lenin için böylesi bir anlama sahiptir. Lâkin burada sınıfın bütünselliğinin de yaşanan sürecin bir zorlaması olarak parçalanması gerekmektedir. Bu noktada, devreye sokulması gereken özne, partidir.

Lenin, kendi öznel politik faaliyetinde bu perspektifi sürekli işletmiştir. Öyle ki, parti belli temel yanılsamalar içinde boğulduğu noktada partinin parçalanmasından da geri durmamıştır. Sınıf ve partide yaşanan toplam süreçte Lenin, parçalanmanın ortaya çıkardığı “yeni” gerçekliği örgütlemenin ve hedefe yöneltmenin mücadelesini sürekli olarak vermiştir.

Sığınak

Sınıf, parti ve farklı örgütsel biçimlerin, solun kendi ataletini gizlemesi dışında bir anlamı yoktur. Her durum ve dönemde ortaya çıkan kitlesel çıkışların ve patlamaların kendi iç doğasıyla buluşmayı gözetmeyen bir sınıf ya da sınıfçı, yaşanan patlamanın belirlediği etki alanı ve dönemi boyunca, gizlenecek yer arayacaktır. Bu sığınak, elde hazır tutulan, daima ideolojik haznelerdir. Sınıfa giydirdiği anlam dışında oluşan her şey ya çöpe atılır ya da etkisizleştirmek için bunlarla mücadele edilir.

“Ayaklanma şehirlerde muhtaç olduğu mızrak ucunu gecekondu halkında, lümpen proletaryada bulur. Çünkü kabile ve klanlarıyla bağlarını kesmiş olan lümpen proletarya, bu açlık çeken insanlar sürüsü, sömürgeleştirilmiş bir halkın kendiliğinden ve radikal bir tarzla ortaya çıkmış en devrimci güçlerinden birini teşkil etmektedir.”[3]

Fanon’un bahsini ettiği bu lümpen proletarya ayaklandığında, bir sınıfçının, “sistemleştirici”nin refleksi ne olur? Bir grup tinerci çocuk polis bıçakladığında onlar için ne der?

Böylesi insanlar, öfkelerini örgütleyen İslâmcılara ya da ülkücülere meylediyorlarsa, suç onlarda mı yoksa Lenin’in de belirttiğinin aksine, onların mücadele biçimlerini örgütlemeyen, horgören ve onları sınıfın kiniyle buluşturmayan solda mı?

Devrimciliğin varlık zemini de burası olmalıdır. Var olan yapısal durumların ve kurumsal yapıların yıkılmasını öngören bir hareketin, toplumsal ve tarihsel düzlemde cereyan eden eylemlere bakmaması beklenemez.

Solun büyük bir bölümü, bir zaman devrimcilikle flört etmiş olmanın gönül rahatlığı ile bugünü, yıkmak değil, dönüştürmek fiilî ile karşılamaktadır. Onlar devrimciliklerini, kendi içlerinde bir giz gibi saklamaktadırlar. Bu da devrimin bilinmez bir geleceğe havale edilmesini getirmektedir. Devrimci teorinin ve pratiğin yerini kuru bir devrim savunusu ve talebi, yani devrim’cilik almaktadır.

Saflaşma

Devrimci politika için safların netleşmesi zorunludur. Saflaşma, tüm eylem programını belirler. Taktik ve stratejinin çerçevesini çizer. Bu durum süreklilik arz eder. Dünyanın dönüştürülmesi için dünyanın bölünmesi, saflaştırılması zorunludur.

Genelde sol, 1991 Körfez Savaşı ve özellikle 11 Eylül sonrasında yaşanan saflaşmayı karşılayacak gerekli teorik ve politik tahkimatı yapamamıştır. Çoğunluk, eski Soğuk Savaş gerçeğini ve SSCB-ABD çatışmasını çıkış noktası almaya devam etmiştir. Yaşanan fiilî saflaşmanın tarafı olmamak, kendi özne tanımını sıkıştırmış, boğmuş ve kendi içine kapanmasına neden olmuştur. Sol, İslâmî hareketin temel dayanaklarını ya geçmiş döneme ait kalıplara oturtarak anlamış ya da onu teori ve politika dışı bularak dışlamıştır.

Fanon’un uyarısı bu noktada hatırlanmalıdır. Lümpen proletarya da o gün için bu bağlamda değerlendirilmektedir. Daha geriye gidildiğinde, Marx’ın yaşadığı dönemde proletaryanın da aynı tarzda ele alındığı görülür. İşçi sınıfının desteğiyle yürüyen burjuvazi, Fransız Devrimi sonrası tüm demokrasi ve eşitlik söylemini kendi sınıfsal çıkarlarına kurban etmiştir. Bunun nedeni, kendi mutlak iktidarı için işçi sınıfının kontrolsüz, akıl dışı ve zararlı oluşudur.

Tarihte kurulan hiçbir devlet, özellikle Ortadoğu’da, kendi kurucu unsurlarının iktidarını tanımamıştır. Her devlet, kendisini kuran öğeleri ya tarih ya da toplum dışına atmıştır. Emevilere karşı mücadele eden peygamber nesebi, bölgenin ezilen halk mücadelelerini iktidara geldikten sonra kılıçtan geçirmiştir. Aynı işlemin Safevi Devleti’nde de uygulandığı görülmektedir. Sol ise sanki olacakları şimdiden kestirmekte ve buna uygun hareket etmektedir. Her solcunun kafasında şu cümle dolanmaktadır: “Devrimler kendi evlâtlarını yerler.”

Bu fikirle hareket eden sol, masa başında devlet olmaya yönelik yaptığı planlarda bu noktayı merkeze koymaktadır. Eksiksiz, zararsız, ziyansız ve tam bir iktidar modeli oluşturma yönünde verili gerçekliğe yaklaşmaktadır. Hangi güçlerle iktidara ilerleyeceğini hesaplamaktadır; mesele sınıfsa, sınıfın o günde sahip olacağı niteliği ve niceliği şimdiden belirlemeye çalışmaktadır.

Ölçü ve Ölçek

Politik öznelerin iktidar hesapları yapması doğaldır; lâkin gelecekte sosyalizm adına kurulacak iktidarın niteliklerini soyut ve farazî düzlemde icat etmeye çalışmak anlaşılır şey değildir. Bu tür hesaplar pratikte somut sonuçlar adına yapılmalıyken, geleceğin iktidarını (aslında kendi öznelliğini) muhafaza ve müdafaa etmek adına yapılmaktadır. Hesapların koşulladığı refleksler de verili politik durum ve dönem dâhilinde, ayrıştırıcı değil, ayıklayıcı bir işlemi güncelleştirir. Yaşanan tarihsel ve toplumsal olaylar içindeki kitleselliğin politik niteliği ayrıştırma ve saflaştırma için değil, ayıklama için kullanılır. İşine gelene bakar, onu destekler ve öne çıkartır ya da geri atar. Yapılan işlemin üzerinde durduğu zemin, teorinin post festum (şenlik dağıldıktan sonra oluşuna ait) özelliğidir. Burada işlem, kendisi gibi bağlam dışıdır; bu bağlam dışılık kendi iç bağlamını oluşturmalıdır ve bu da genel teorik sürecin işleyişi dâhilinde yapılır. Böyleleri için teori ve pratik karşıt kutuplardır. Politikanın teoriyi belli bir ölçek; teorinin politikayı belli bir ölçü dâhilinde daralttığı görülmez.

Yaşanan olaylara geleceğe atfedilmiş çıkar mekanizmaları ışığında bakan her özne, ayıklama işlemine başvurur. Bu işlem üzerinden olaya ait öğeleri kendi doğal maddî bağlamından çıkartarak, onları teorinin kendi iç işleyişine ait bağlama oturtur. Buradan sûdur eden teorik bilgi birikiminin her şeyi hâlledeceği gibi bir yanılsama ise kapıdadır. Bu yanılsama, geleceğe ait ütopyalardan, bazen de geçmişe ait nostaljik kurgulardan beslenir. Somut maddî dünya gerçekliğinden bir kaçış yöntemi olarak işletilen teorik faaliyet, ya dünyanın reddini ya da dünyaya teslimiyeti telkin eder.

Ret

Dünyanın reddine dayalı teori ve pratiklerin, politikanın dünyayı saflaştırma ve ayrıştırma yönünde bir çabası yoktur, olamaz. Onlar, dünyayı total olarak alırlar, belli bir sistem tasavvuruna ve tahayyülüne bağlayıp aklîleştirirler. Ardından da aklî düzlemde cisimleşen dünyanın yerine geçmişe ya da geleceğe ait dünya tasavvurunu ikame etmeye çalışırlar.

Politik her özne, dünya bütünlüğünü parçalamanın aracıdır. Daha doğrusu, süreç içinde yaşanan parçalanmanın kendi iç dolayımıdır. Mao’nun köylü hareketi, Che’nin gerilla hareketleri, Lenin ve Marx’ın işçi hareketleri içinde olma çabası, ilgili isimlerin bu gerçeği görerek parçalanmanın dolayımı olabilmenin zorunlu olduğunu görmeleriyle bağlantılıdır. Köylüler, toplumu ve tarihi parçalayıp ayrıştırıyorsa, orada olmak marksist devrimcilerin birincil görevidir. Benzer bir durum diğer sınıf ve tabaka hareketlenmelerinde de geçerlidir. Bu işlemin geriye doğru yapılmaya çalışılması, tarihin çarklarını ters yönde zorlama çabasıdır. Yani; köylü hareketi, işçi hareketi ya da gençlik hareketi verili bir durum ve dönemde toplumsal ve tarihsel ‘bütün’ü parçalıyorsa, ters yönde, parçalanmış yapının yeniden bütünleştirilmesine çalışmak büyük bir hatadır.

Teslimiyet

Dünyanın reddi tarihselliğe; dünyaya teslimiyet toplumsallığa vurgu yapar. İlkine yönelen bir özne, tarihsel planda cereyan etmiş tüm dünyayı ret biçimleriyle bir buluşma noktası bulacaktır. Bu noktada, verili toplumsal ilişkileri buna göre algılayacaktır. Ardından da bu faaliyetin politik olduğunu iddia edecektir. Verili politik cephesel konumlanışları dünyanın reddine göre belirleyecektir. Bu, ancak ekonomik ve toplumsal yaşamın dışındaki unsurları politikleştirdiği ölçüde anlamlıdır.

Fanon’un tespit ettiği gibi, eğer köy şehirden dışsallaşmışsa ve orada cisimleşmiş iktidar araçlarına karşı bir nefreti kendi içinde örgütlüyorsa, köy devrimci politik faaliyetin fiilî alanı hâline gelir. Bu noktada, şehir hayatını kendi özgün dünyası gören unsurların bir tür dünyayı ret biçiminde yürüttükleri isyankâr tutum, devrimcilik için talidir. Şehirler, iktidarla ve iktisadî yaşamla ilgili bazı konular açısından bölünmüş ve birbirine karşı olacak şekilde mekânsal bir yarılmaya uğramışsa, benzer durum şehirlerde de yaşanabilir. Buradaki mesele, yaşanan yarılmada ortaya çıkan sonuçları politik olarak nitelemek değil, sözkonusu yarılmanın bizatihi politik olduğuna dönük öntespit üzerinden, tüm sonuçların politikanın konusu hâline geldiğini görmektir.

Yarılma nesnel bir veridir ve politik özne, elini tam da bu noktada ateşin içine sokmalıdır. Politik öznenin müdahalesi tam da bu noktada gerçekleşir. Kitlelerin çeşitli biçimlerde, verili iktidar alanlarına dönük yürüttükleri saldırıları, dünyayı ret biçiminden kendilerine ait bir dünya kurma niyetindeki unsurları öne çıkartır. Lenin'deki “öncü işçiler” böyledir. Ayrıca bu tip unsurlar, kitlenin kontrolsüz kendiliğinden mücadelesinin politik öznenin belini kırmasını, onu sürecin dışına atmasını engeller. (Türkiye'de sol, Kürt hareketinin politik öznesi dışında, böylesi unsurlara sahip olamadığından, tarihsel politik sürecin dışına düşmüştür. Varlığını toplumsal alana yatay genişlemeyle güvence altına almaya çalışmaktadır.)

Dünyayı reddeden hareketlerin tarihsel dayanakları, toplumun zaafları üzerinden belirlenir. İçinde bulunulan toplumsal bütünlüğün ezilmesi için tarihsel süreklilik devreye sokulur. Bu, büyük ölçüde Darwin’in doğal seleksiyonuna benzer. Doğanın maddî hareketliliği ile eşleştirilen tarihsel oluş ve bu oluşun “mutlak” öznesi, toplumu parçalamalı ve ezmelidir. Verili toplumsal bütünlüğün tarihselliği retçilere göre, tarihdışıdır. Tarihin hükmünü koyması için toplum bir anlamda ölmeli ve yeniden doğmalıdır.

Üç büyük dinde görülen hareketlerin politik niteliği bu bağlam dâhilinde görülmelidir. Thomas Aquinos’un “yalancılık mutlak günahtır, ancak insan öldürmek değildir” demesi, onun müritlerinden birer savaşçı olarak örgütlenmelerini istemesiyle ilgilidir. Bedenin kirlenmiş olması ve arınması için ölümün tek kurtuluş olarak görülmesi, savaşın mutlak bir gerekliliğidir.

Beden ve Dünya

Kendi bedenini ve dünyayı ayıran; yani, kendi bedenini politik ve teorik anlamda verili dünyadan ayıklayan bir özne, dünyaya teslim olma noktasında ilk adımı atmış demektir. Kendi bedenini dünyanın bir uzantısı ya da görünümü olarak algılayan bir özne, ruh temelinde, dünyayı redde tabi tutacaktır.

Teslimiyete yönelen özne, verili toplumsal bütünü kendi tarihselliği içinde, olduğu gibi kabul eder. Ona uyum sağlar. Mücadelesi, sadece ya toplumu tarihsel akışa karşı muhafaza etmek ya da onu rahatsız etmeyecek bir sürecin başlamasını sağlamak içindir.

Redde yönelen özne ise, toplumsal bütünü kendi tarihselliğinden ayırır ve kendi varlığını tarihsel oluşa havale eder. Ona uyum sağlar. Mücadelesi, ya tarihin önünü tıkayan toplumu ezmek ya da tarihin kendi doğallığında işleyecek bir mecranın hâkim olması içindir.

Toplumsal Politika vs. Tarihsel Politika

Toplumsal politika ya da tarihsel politika peşinde koşanların dünyayı ret ve dünyaya teslimiyet biçimlerine yaklaşımlarının devrimci politika ve devrimci teorinin konusu yapılması zorunludur.

Bütün olarak toplumu ya da toplumu bütün olarak görenler, çoğu zaman benzeşirler ve tarihi merkeze alan özneleri eleştirme noktasında aynılaşırlar. Bütün olarak tarihi ya da tarihi bütün olarak görenler, benzeşirler ve toplumu merkeze alan özneleri eleştirme noktasında aynılaşırlar.

Oysa başlarken Lenin’den yapılan alıntıyı hatırlamak gerekir: tek bir mücadele biçimine bağlanmak hatadır; herhangi bir mücadele biçimi icat etmek için uğraşılmamalıdır. Sadece fiiliyatta, somut maddî gerçeklikte işleyen biçimler genelleştirilmeli, örgütlenmeli ve devrimci sınıfların (Lenin tek bir sınıftan söz etmiyor!) mücadele biçimlerine bilinçli ifadeler kazandırılmalıdır.

Burada üzerinde durulması gereken temel nokta, mücadele biçimlerinin toplumsal ve tarihsel boyutudur. Marksist devrimciler, her iki boyutu, kendi devrimci kolektif faaliyeti dolayımıyla görebilmelidirler. Salt toplumsal hareketlerin eksen olarak alındığı pratikleri tarihsel olanla; tarihsel hareketleri toplumsal olanla ayrıştırabilmelidirler. Eldeki sonuç, devrimciliğin nesnel zeminini verecektir. Bu zemin, her politik durum ve dönemde gözetilmelidir.

Politik durumun ve politik dönemin tespiti, yüce bir toplum analizine ya da tarih bilgisine dayandırılmamalı; işlem tersten yapılmalıdır: yani, politikleşen bir durumun/dönemin maddî gerçekliği tarih/toplum tasavvuruna doğru kapatılmamalı; aksine, durum/dönem, verili gerçekte hangi mücadele biçimi varsa ve hareketin ekseni ne ise onunla belirlenmelidir. Tersi yönde gelişen yöntem teorisizm, felsefî açıdan idealizmdir. Atı arabanın önüne koymak gerekir ama atın arabanın aklı olduğunu sanmak da bir o kadar yanlıştır.

Eren Balkır
2006

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “Gerilla Savaşı”, 30 Eylül 1906, İştirakî.

[2] A.g.m.

[3] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth, Fransızcadan çeviren: Richard Philcox, 2004, Grove Press, s. 81.