31 Mayıs 2023

,

Reddiye


Türk devleti, Erdoğan’ı ve ona bağlı olarak Kılıçdaroğlu’nu memur kıldığı yönelimi terk edemez, yürüdüğü yoldan ayrılamaz. O yol, bir kez çizilmiştir. Kendi kadrolarını ve memurlarını imal ederek ilerler.

Kılıçdaroğlu, “tavşan atlet”tir. Sosyalist sol, o atletin peşinden koşmuş, ona bekçilik etmiş, bunu içine sindirebilmiştir. Dün araba farı gören tavşan gibi seçime kilitlenenlerin, bugün “Kılıçdaroğlu da seçim de yenilgi de önemli değil. Önemli olan, bizim mücadelemiz” diye yalanlar sıralamalarının bir önemi yoktur. O mücadele, boş ve değersizdir.

Bu anlamda, TKP’nin açıklamalarını tersten okumak gerekmektedir. “Boyun eğme” diyorsa boyun eğmiştir; “sürüden ayrıl” diyorsa, bir sürüye dâhil olmuştur; “Karamsar olma” diyorsa, içi kapkaradır.[1] Dolayısıyla, “Bu halkın mücadelesini sandığa sıkıştırmaya çalışanlar artık sussun!” diyen TKP, susmalıdır. Kılıçdaroğlu’nu aday olsun diye aylardır onun reklâmını yapan TKP gibi yapıların, ona destek vermeyeni eleştirenlerin, CHP projesine sosyalizm mücadelesini peşkeş çekenlerin bugün ettikleri lafların bir anlamı yoktur. “Bu halkın mücadelesini sandığa sıkıştırmaya çalışanlar artık sussun!” diyen TKP, o sandığa, “utanmadan sıkılmadan” oy verdiği kişiyle birlikte gömülmüştür.

Devlet ve sermaye, ekonomi-politik, jeopolitik ve biyopolitik düzlemde girdiği yoldan geri dönemezdi. Dönmemiştir. Kapitalizm, emperyalizm ve faşizm bağlamında özne ve nesne, belirli zorunluluklar üzerinden tanımlanmıştır. Burada tarihsel olarak İngilizlerin sahip olduğu ağırlık, bölge ve ülke gerçekliğinde kendisini tekrar hissettirmiştir. Bu açıdan, Almanya dolayımıyla ABD’ye bağlı olan Millet İttifakı projesi, yenilmiştir. Almanya yenildiği için “Osmanlı” da, yani sosyalistler de yenildi sayılmalıdır.

* * *

Mevcut ekonomi-politik, jeopolitik ve biyopolitik dönüşümde eskiyle bağ muhafaza edilmelidir. İktidar dönüştürülürken muhalefet de dönüştürülür. Pürüzler alınır, çapaklar temizlenir, uygun kıvama getirilir. İktidar, kendisine göre bir muhalefet ister. Yüksel Taşkın gibilerin bir yerlerden aşırdığı “Kılıçdaroğlu Doktrini” ile dönüştürdüğü CHP, iktidarın projesidir. Bu proje kapsamında, seksenlerde Özal imajı, doksanlarda imal edilen “Cem Boyner” imajı, İsmail Cem-Hüsamettin Özkan üzerinden geleceğe taşınmış, sonrasında yerini Demirtaş’a ve Kılıçdaroğlu’na bırakmıştır.

Kılıçdaroğlu’nun sevgi pıtırcığı hâli, yaptığı kalp işareti, sınıfsaldır. Özal’ın baş üstünde birleşen elleridir. Sınıfsal politik uzlaşmanın ve teslimiyetin manifestosudur. Sosyalist hareketi bu manifestoya kul köle edenler, haindir.

Bu ihanetin izlerini seksenlerde ve doksanlarda aramak gerekmektedir. Doksanlarda, özü itibarıyla bir CHP çıktısı ve uzantısı olarak formüle edilmiş olan, devrimci bir özne olmaktan uzak duran Devyol idaresi, Boyner’de “umut patlaması” görmüştür. Bu büyülenme hâli, eski TKP'lileri de içermektedir.

Doksanların başında izinle ve talimatla hapisten salınan şefler, sosyalist hareketi “update” etmişlerdir. Aynı geleneğin bugün Kılıçdaroğlu’nda umut görmesi, gayet doğaldır. Bu sol örgütlerin şefleri, bu şeflerin sınıfsal nitelikleri ve politik yönelimleri, hiç değişmemektedir. Bunlar, her daim “proleter” olanla mücadele etmeye mecburdurlar. “Burjuvaziye haset, proletaryaya düşmanlık”, bu solcuların programlarının ana maddesidir.


Yukarıdaki dergi kapağında da görüldüğü üzere, Devyol özelinde formatlanan, programlanan sol muhalefet, aynı doksanlarda Fethullah’ı “Cumhuriyet’in şeyhülislamı”[2] olarak kucaklamaktadır. 

Söz konusu geleneğin aydınları doksanlarda “porno dergiciliğini eleştiren yazılar” yazarken, o dergileri seksenlerden itibaren bizatihi kendi yoldaşları çıkarttı, dergilerin dağıtımını ise Fethullah üstlendi. O dergiler, hep sahibinin sesini dinledi.

O gün Fethullah’ı “Cumhuriyet’in şeyhülislamı” olarak görenler, “onu yufka yürekli, tevazu sahibi ve hoşgörülü” bir kişi olarak niteleyenler, kendi istihbarat teşkilâtlarını polise teslim ettiler, Gezi’den sonra tüm istihbaratı Fethullah kaynaklarından aldılar. Bu teslimiyet, 14-28 Mayıs’ta yenilmiştir.

Devyol’a dışarıdan akıl fikir vermek için kurulan, devletin derinleriyle rabıtalı Birikim dergisi, doksanlarda “bu Müslümanları anlamak gerek” diye söze başladı, bu sözü Fethullah güzellemeleri takip etti, soluk, Abant toplantılarında alındı.

Doksanların sonunda Suriye’ye yönelik yağmanın işaretleri verildi, Ahmet Necdet Sezer dönemiyle birlikte ilk sortiler gerçekleştirildi, ardından sol ve liberal Müslüman aydınlardan müteşekkil bir heyet, (ne tesadüf ki!) sonrasında Arap Baharı’nın yaşanacağı coğrafyaya “turistik” gezi düzenledi. Bu misyonerler, ait oldukları “Doğu Konferansı” çalışması ile solu bölgesel yağma pratiğine ısındırdılar. O dönem geziye katılan Aydın Çubukçu’nun örgütü, sonrasında Suriye’ye ve Libya’ya taşınan mücahitlere övgüler dizdi. O günlerde Ömer Laçiner, Suriye gezisinde “Ali Şeriati’nin mezarını ziyaretinde vücudunun esriyip titrediğini” söylüyordu. Sol, Müslüman ile liberal arasındaki yakınlaşmadan kendisine düşen payı almak istedi.

* * *

Kıvama getirme çalışmalarının önemli bir ayağı, elbette ki Kürt hareketidir. Sovyetler’in dağıldığı koşullarda kitleye umut aşılayan gücün tasfiyesi şarttır.

Yetmişlerde Devyol, “Kürdistan’a Kemalizmle giremeyiz, özel bir Maoizm uydurmalıyız” der ve Maoizmi Kemalizmin liberal yüzüne örgütler. Çünkü örgüt şefleri başka bir şey bilmemektedir.

Doksanlarda çıkarttığı Express dergisinde yayımlanan Ertuğrul Kürkçü röportajı ve Filiz Koçali haberi, Kürt’e kıvam verme çabasının bir parçasıdır. Dergi ve yazarları, Özal’ın ağzındaki Kürt çözümünü güncelleyen Cem Boyner’i yere göğe sığdıramamaktadır. Bu solcuların desteğini alan Boyner, “Kürt sorununu sivil çözümlerle altı ayda çözme” sözü vermektedir.[3] Sol, akşam yemeği sonrası “üniter yapının savunucusu” Cem Boyner ve eşi, Asaf Savaş Akat, Ali Bayramoğlu ile birlikte halaya durmakta, sahnede “Cane Cane”yi söyleyen Cengiz Çandar’a eşlik etmektedir. Yıllar sonra aynı Koçali, parti başkanı ve HDP MYK üyesi olmuş, Kürkçü de HDP’nin başına getirilmiştir. Çandar, elindeki mikrofonla, o halayla birlikte, yıllar sonra meclise sokulmuştur.

Dergideki röportajdan, Kürkçü’nün, Kemal Derviş’in de kurucuları arasında olduğu Yeni Demokrasi Hareketi’nin reklâm çalışmalarında görevlendirildiğini anlıyoruz. Orada Boyner’in Kılıçdaroğlu gibi bir seçim işareti benimsediğinden, bu el hareketinin Kürt çocuklarına öğretilmeye çalışıldığından söz ediyor. Kürkçü, YDH’nin taşları yerli yerine oturtacağını söylüyor. “DEP’liler ve solcular, Boyner’in söylediklerine itiraz etmiyorlar. Demokratik retoriğe itiraz etmiyorlar”[4] diyor. Kürt hareketinin ve ordunun Boyner’le anlaşmasını istiyor. “Dağlı kaba Kürt”ün yontulmasını talep ediyor.

Kürkçü, röportajında ordunun belli ölçüde YDH’ye alan açtığından bahsediyor. Askerin açtığı yoldan, onun verdiği izinle ilerleyen Kürkçü, röportajın bir yerinde, HDP’ye atıfta bulunan, geleceğe yönelik bir işaret anlamında, kendi önerisini örtük olarak dillendiriyor: “Keşke YDH, DEP ile birlikte kurulsaydı!” PKK’nin taleplerinin YDH’nin iddialarıyla örtüştüğünü söyleyen Kürkçü’nün övdüğü parti, ilk girdiği seçimde ancak yüzde 0,47 oy alıp siliniyor. Mirasını sonraki girişimlere bırakıyor. Kürkçü, eskiden “milliyetçi” dediği hareketin kurduğu yeni partinin başına geçiyor. Doksanlardaki ideolojik çizgi, hiç kırılmadan, geleceğe taşınıyor.

* * *

Sol örgütlerin önemli bir bölümü, işçi-köylünün, ezilenin iradesince değil, sivil ve askeri bürokrasinin elinde oyuncak olmuş, “emir eri” hâline gelmiş kişilerce yönetiliyor. Bunların Erdoğan’a, faşizme ve zulme karşı mücadele örgütlemeleri mümkün değil.

Onlardan değil, biraz da Erdoğan’dan ve onun siyasi pratiğinden bir şeyler öğrenmek gerekiyor. AKP’nin kadro ağı, disiplinli faaliyeti, kılcallara inen çalışmaları, kitleleri seferber etme becerisi, rakiplerini içerip aşması gibi vasıfları incelenmeyi bekliyor.[5]

“Onlar, yüzde 1, biz yüzde 99’uz” lafı, Amerikalı liberal solculara ait, dolayısıyla, onlardan öğrenilenler unutulmalı. Bu açıdan, DİP’in bu nicelikçi siyaseti, onun TKH ve boykot siyasetini açıklıyor.[5] “Doktor dövme imkânı” bulduğuna sevinen emekçi kadının tepkisi, hastane emekçisi adamın seçim sonrası yaşadığı sevinç, anlaşılmayı bekliyor. Bu, %1/%99 tasnifleriyle, ilerici-gerici itişmeleriyle, “iyiler-kötüler” kavgası türünden çizgi film senaryolarıyla bilince çıkartılıp yapılabilecek bir iş değil. CHP ve Fethullah’ın herkese kabul ettirdiği gözlük de pencere de kırılıp atılmalı.

Öte yandan “Devrim yapacakken sandık müşahidi olduk” türü esprilerle geçiştirilecek bir dönemden geçilmiyor.[6] Lafa “dinci faşist iktidar” diye başlayanlar, daha çok müşahitlik yaparlar, bu görülmüyor. Solun kendinden başkasına hayrı olmayan, kendisini tatmin etmek dışında bir işe yaramayan, hayal âlemi ve fikriyatı çürümüştür, bu tespit edilmeli. Lenin öncesi Marksizm, Marx öncesi solculuk, birleşerek hâkimiyet kurmuştur, bu görülmeli.

Seksenlerden doksanlara, oradan bugüne gelen burjuva siyaset tarzı, sosyalist harekete nüfuz etmiş, onun iliklerine işlemiştir. Teori de pratik de küçük burjuvanın siyasetini anlatan “Burjuvaziye haset, proletaryaya düşmanlık” sloganının hâkimiyeti altındadır.

CHP ve Fethullah aklı birleşmiş, iç içe geçmiş, birlikte sosyalist hareketi ele geçirmiştir. Hareket, tüm teorik ve politik mevzilerini CHP’ye ve Fethullahçılara teslim etmiştir. Her türden gelişme, olay, olgu, Sedat Peker videosu veya haber, onların gözüyle okunmaktadır, asıl sorun budur. Onlar büyüdükçe, sosyalist hareket küçülmüştür. Muhtemelen onlara bahşedilen bir görev de budur.

CHP ve Fethullah, düşmanı tek kişiye, düşmanlığı tek adama indirgemiş, sınıfsal maddi gerçeklik algısı-bilgisi silinmiştir. CHP, küçük burjuvazideki “proletaryaya düşmanlığı”, Erdoğan düşmanlığına tercüme etmiş, onunla giydirmiş, “vizyonsuz, avam” görülen halka yönelik öfke, Erdoğan’da somutluk kazanmış; Fethullah, küçük burjuvazideki “burjuvaziye yönelik haset”i Erdoğan ve iktidarına yönlendirmiş, sürekli ondan pay alamadığı için hayıflananları örgütlemiş, Erdoğan yüzünden büyüyemediği, zenginleşemediği için üzülenlere seslenmiştir. Sosyalist hareket, ikisinden de uzaklaşmadan, ikisiyle dövüşmeden, iktidarla mücadele edemez, bu görülmelidir.

“Burjuvaziye haset, proletaryaya düşmanlık”, Erdoğan şahsında somutlanmış, herkes oraya kilitlenmiş, bu hasede ve düşmanlığa göre bir kitle inşa edilmiştir. Bugün bu kitledeki psikolojik yıkım, sosyalist hareketi de mahvetmektedir. Bu küçük burjuva teori ve politika, iktidarın inşa ettiği bir şeydir, onunla mücadele edilmelidir.

Sosyalist hareketteki sınıftan, devrimden ve iktidardan kaçan hâl, kıyasıya eleştirilmelidir. Burjuva partisine akıl fikir verenlerin, seçim süresinde kahinlik yapanların yenilmiş olmaları, hayırlıdır ve ümit vericidir.

Eren Balkır
30 Mayıs 2023

Dipnotlar:
[1] “TKP’den Seçim Açıklaması”, 28 Mayıs 2023, Sol.

[2] “İkinci Cumhuriyetin Şeyhülislamı”, 28 Ocak 1995, Express, s. 8. 1+1.

[3] Filiz Koçali, “Alkışlar ‘Dağ’a, Oylar Boyner’e”, 28 Ocak 1995, Express, s. 2. 1+1.

[4] Ertuğrul Kürkçü, “YDH Bölgede Birinci Parti Olabilir”, 28 Ocak 1995, Express, s. 4. 1+1.

[5] @anten, “AKP Nasıl Bu Kadar Oy Aldı?”, 16 Mayıs 2023, JustPaste.

[6] Devrimci İşçi Partisi, 28 Mayıs 2023, Twitter.

[7] “Devrim Yapacaktık, Sandık Müşahidi Olduk”, 24 Mayıs 2023, Mücadelebirliği.

29 Mayıs 2023

,

Umut Sosyalizm


Kısaca bir iki sözüm olacak.

Yenilgiyi sahiplenen “sosyalistler”, hızlıca CHP’ye üye olarak yollarına devam etmeliler diye düşünüyorum. İşçi sınıfından ve sosyalizmden uzak durarak, yerel seçimlere rıza üretmeye başlamak için gün sayanlar, en azından kendilerine karşı dürüst olsunlar.

Kaybeden, her hâlükârda biz olacaktık. Bizim için kazanımlar, sermayenin sandıklarıyla, adaylarıyla ortaya çıkmıyor. Bu kadar basit bir sosyalizm anlayışını dahi terk etmiş olanların, hangi partiye-adaya oy vermiş olursa olsun, yenilgiyi emekçilere fatura etme hakkı yok, hiç olmadı.

Yenilen, sermayenin sandıklarından Türkiye işçi sınıfı için hayırlı bir şeyler bekleyen akıl tutulmasıdır.

Yenilen, Erdoğan’dan kurtulmak isteyen emekçilerin iradesi değildir. O irade, sınıf kardeşleriyle buluşup yoksulluğa, zulme, baskıya karşı mücadele potansiyeli barındırıyor.

Yenilen Bilal Atan, Turan Aktaş ve direnen sayısız işçi değildir. Onlar, yenilen burjuva siyasetinin malum kanadına karşı ekmekleri için mücadele ediyorlardı, fakat herkese mavi boncuk dağıtan CHP, göstermelik dahi olsa onların taleplerini kabul etmedi bu süreçte.

Emekçilere, sınıf siyasetine yönelmek yerine, kapitalizmin temsilcilerinde keramet aramaya devam edecek olanlarla yolları ayırmak gerekiyor. Yoksa ilk seçimde çürümüş siyasetçiler, bize umut olarak satılmaya devam edilecek. Bağımsız bir sınıf siyasetine çok acil ihtiyacımız var.

Bugün kutlama yapan ya da evinde kahırla oturan iki işçi de yarın karanlık bir ülkeye uyanacak. Sonuç ne olursa olsun, kazanan, hayatımızı korkunç bir döngüde esir alan kapitalizm olacaktı. Kazanan zenginlerdir, kaybeden açlığa ve sefalete mahkûm edilen tüm emekçiler.

Bu düzenden kendisine en ufak bir fayda, iyilik geleceğini düşünenin karanlıktan çıkması da mümkün değil. Kapitalist karanlık, temsilcisi kim olursa olsun, mücadele ile dağıtılır. Emekçilere karşı aynı tahammülsüzlüğe sahip zengin partilerinden kurtulup, sosyalizme yüzümüzü dönelim.

Seçime günler kala iş cinayetlerinde katledilen işçilerin üzülmeye ya da sevinmeye fırsatı olmadı. Her kimlikten işçi, tüm düzen partilerinin programında ortaklaştığı kapitalizm tarafından öldürüldü. Hayatta kalmayı başarmış her işçinin anlaması gereken en önemli gerçek bu.

Bizim için ekmek gibi su gibi acil olan tek şey, sınıf siyaseti ve sosyalizm. İçine hapsedildiğimiz emek cehenneminde bir damla umut arıyorsak, umut sosyalizmdir. Bu kardeşiniz 25 yıldır seçim görüyor, “artık bu gösteriden bize hayır gelmediğini anlayalım” derim naçizane.

Entfremdung
28 Mayıs 2023
Kaynak

27 Mayıs 2023

,

Thomas Münzer


15-16. yüzyıllarda Almanya, en zengin ülkelerden biriydi. Daha 13.yüzyılda Nürmberg, Augsborg ve Ulm tacirleri Hanse teşkilâtında toplanmışlardı. Bunlar, Kuzey Denizi’nin bütün ticaretine hâkim durumdaydılar.

Ferdinand’ın torunu Charles I. evlenmeler ve politik anlaşmalar dolayısıyla hem İspanya Kralı, hem de Charles-Quint adı altında, Almanya İmparatoru olmuştu. Böylece 1516-1556 yılları arasında İspanya ile Almanya arasında sıkı bir bağ kurulmuş oldu. Charles Quint, Hanse teşkilâtındaki Tefeci-Bezirgânların mali kontrolü altındaydı. Büyük toprak sahipleri, Tefeci-Bezirgânlar ve din adamları baskısı gittikçe artmıştı. Köylüler, küçük zanaatkârlar, yoksullaşmış asiller, işini kaybetmiş askerler hayat pahalılığı ve ağır vergiler yüzünden tedirgin bir durumdaydılar. Köylüler: tohumun “büyük aşar”ı, hayvanların “küçük aşar”ı ve “üçüncü demet” etin aşarı gibi vergiler altında inliyorlardı.

Bu durum karşısında mal ve mülkün ortaklaşa olmasını isteyenler çıktı. Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde; 1525 yıllarında ve bu fikirler etrafında doğan, gelişen harekete Anabaptist hareket denildi.

Alman Anabaptist hareketinin lideri Thomas Münzer; daima zenginlerin, senyörlerin ve ılımlı reformcuları karşısına çıkarak, ezilen yığınların yanında yer almıştır. Stolberg’de doğmuş, Leipzig’de ve Frankfurt’da teoloji okumuştu. Luther’in reformcu, teslimiyetçi tutumundan ve Frack’ın mistik, pasif davranışlarından sıyrılan Thomas Münzer, ateşli bir aksiyon adamıydı. Almanya’nın güney batısında “İncilin Düşmanları” adı altında bir teşkilât kurmuştu. İşçi ve Köylü yığınlarına: “yakında dünya değişecek ve iktidar halka geçecektir.” diye haykırıyordu.

1525 yılının Mart ayında ayaklanma başladı. Ayaklananlar; kilisenin demokratik olarak yönetilmesi, İncil’e dayanmayan bütün vergilerin kaldırılması, toprak köleliğinin lağvedilmesi, haksız yere alınan toprakların geri verilmesi, sular ve ormanlara köy toplulukların hizmetinde olması, tarafsız mahkemeler kurulması gibi isteklerini 12 maddede açıkladılar.

Başlangıçta büyük başarı elde edildi. Fakat asiller, köylüleri, müzakerelerle oyalayıp asker topladılar. Köylüler; teşkilâtsız olmaları, birlikte ve tek bir yönetimden idare edilmemeleri yüzünden 130.000 ölü vererek yenildiler. Hâkim sınıflar, Anabaptist hareketini tamamen durdurmak için her türlü çareye başvurdu. Liderler idam edildi. İkinci bir ayaklanmayı da bastıran zenginler, Anabaptist hareketini tamamen ortadan kaldırdılar.

Hikmet Kıvılcımlı
5 Ocak 1971

26 Mayıs 2023

,

Sınıf Mücadelesi ve Keynesçiliğin Krizi


Başında Edward Heath’in bulunduğu Muhafazakâr Parti hükümeti [1970-1974] uyguladığı politikalarla işçi sınıfının büyük bir kısmını birleştirmeyi ve radikalleştirmeyi başardı. Kitlesel muhalefeti tetikleyen sendika yasası, grevdeki işçileri devletle karşı karşıya getirdi. Kamu sektöründe birçok işçi, ilk kez greve çıkıyordu. Sadece daha fazla ücret veya hükümet harcaması talep etmekle yetinmeyen, ayrıca kapitalist iktidarın bürokratik ve otoriter biçimlerine meydan okuyan sendikalar, kiracı örgütleri, cemaat birlikleri, sosyal yardım hakları için mücadele eden gruplar, siyahlar ve kadın örgütleri bir araya gelmeye başladılar. Artık bu itirazların kitlelerin siyasete katılımı yönünde kanalize edilmesine dönük boş çabalarla savuşturulması mümkün değildi. Başbakan Heath, 1974’te eylem içerisinde olan madencilerin grevini boşa düşürmek için çabalasa da madenciler, sınıfın hükümete karşı verdiği kavganın somut simgesi hâline gelmeyi bildiler.

Ortada somut herhangi bir seçeneğin bulunmadığı koşullarda, bu sembolik birliğe gerekli politik biçimi vermek, esas olarak İşçi Partisi’ne düştü. Gelgelelim İşçi Partisi, bürokratik, kesimsel çıkarları gözeten, ekonomist sendika liderlerinin, ayrıca oportünist vekillerin elindeydi ve bu insanlar, devletin ve sektörlerdeki ilişkilerin mevcut hâlini korumak için uğraşıyorlardı. Bu insanlar da taban hareketliliğinin açığa çıkarttığı enerjiyi, coşkulu hâli ve hayal gücünü tehdit olarak görüyorlardı.

Esasında kadın ve siyahi işçiler gibi üretim sahasında çalışan işçilerin önündeki en önemli engel, erkeklerin hâkimiyetinde olan sendika bürokrasisiydi. Aynı şekilde, birçok kiracı örgütünün ve cemaat birliklerinin arzularının gerçekleşmesi önündeki başlıca engel de İşçi Partisi mensubu bürokratik isimlerdi.

İşçi Partisi, giderek güçlenen sınıf mücadelesine halktaki militanlığı eylemsiz kılmaya ve halkın arzularını Keynesçi refah devleti çerçevesi içerisinde boğmaya çalışarak cevap verdi. Önerdiği radikal Keynesçi program, hem servetin ve gücün yeniden dağıtılmasını hem de devletin sanayiye yoğun olarak müdahale etmesini öngörüyordu.

Bu süreçte sendikalar, resmi bir gelir politikası belirlemeksizin, ücretleri kısıtlama hamlesiyle uzlaşmak durumunda kaldılar. Bu, yayılmacılık ve yeniden dağıtım esasına göre hareket ettiğini söyleyen hükümetin hazırladığı “toplum sözleşmesi”nin zorunlu bir sonucuydu.

Planlama anlaşmaları ve belirli kurumların millileştirilmesi üzerinden işçi sınıfının yatırımın yön verdiği reflasyon için desteğinin alınması düşünüldü. Bu anlayışa göre, yatırım temelli ekonomik canlanma hamlesi, para arzının çoğaltılmasına dönük reflasyoncu adım, önceki talebin yön verdiği reflasyonları zora sokmayacaktı.

Sola göre, bu türden bir sanayi politikası, şirketçi politik çerçeve içerisinde sivil toplumu demokratikleştirecekti. Oysa mevcut İşçi Partisi’nin lider kadrosunun bu tür bir gelişmeye izin verme niyeti bulunmamaktaydı.

Esasında İşçi Partisi’nin sanayi stratejisi, özü itibarıyla radikal değildi, hatta devletin müdahale düzeyine dair değerlendirmeler, diğer birçok kapitalist ülkede de yapılmaktaydı. Buradaki model Sovyetler Birliği değil, Avusturya, İsveç, Almanya ve Japonya gibi dinamik kapitalist ülkelerdi. Devletin ilgili stratejiyi yürürlüğe koymak için ihtiyaç duyulan politika enstrümanlarından, yetkilerinden ve uzmanlıktan yoksun olduğu koşullarda, bu politikanın uygulamada teknik sorunlarla yüzleşmesi kaçınılmazdı. Buna karşılık, ana sorunlar, aslında teknik değil, politikti.

Aslında sanayi stratejisi, ona karşı gönülsüz olan İşçi Partisi liderlerine sol tarafından dayatılmıştı. Strateji, temelde sosyalist olan millileştirme ve işçi katılımıyla ilgili talepleri içeriyordu. Burada esas olarak devlet müdahalesinin kapsamının genişlemesinden, bunun neticesinde, daha radikal taleplerin dillendirilmesinden, buna cevap olarak, sermayenin devlete karşı yoğun bir politik harekât düzenlemesinden, hatta bir yatırım grevi yapmasından korkuluyordu.

Aslına bakılırsa, sermayenin bu türden bir baskı uygulamasına bile gerek yoktu. Hükümet, ödemeler dengesinin bozulduğu, dünyadaki resesyona bağlı olarak ihracat rakamlarının düştüğü, kârların ve yatırımların azaldığı, enflasyonunsa yükseldiği, büyük bir ekonomik krize tanık olan dönemde işbaşına gelmişti. Üstelik hükümet, çoğunluğa da sahip değildi. Bu sebeple, dile getirilen sanayi stratejisi, hükümetin ilk önceliği ekonomik krizi halledip, yapılacak ikinci seçim için gerekli desteği toplamak olduğu için ertelendi.

Sanayi stratejisi ve yatırımın öncülük ettiği ekonomik canlanma hamlesi yerine hükümet, oy peşine düştü ve destekçilerinin militanlık düzeyinden istifade etmeye çalıştı. Bu amaç doğrultusunda bütçeyi herkesi kucaklayacak şekilde kullandı, böylelikle geliri yeniden dağıtma vaadini yerine getirdi ve kamu sektöründe ücret artışı yapılması önerisini kabul etti. Bunun sonucunda yatırım ve üretimde artış yaşandı, fakat enflasyon da arttı, kârlar ve yatırım oranları düştü, güçler dengesi bozuldu. Ücretleri ve kamu harcamalarını artırmakla hükümet, ortaya çıkmaya başlayan halk hareketini susturmayı bildi. Bu türden artışların enflasyonun yüksek olduğu koşullarda finanse edilebilmesi için sermayenin değil, enflasyon karşısında gelirleri eriyen insanların bedel ödemesi gerekiyordu. Böylelikle enflasyon, yeni ayrışmaları tetikledi, yeni politik güçlerin açığa çıkmasını sağladı. Bu sayede, krizin derinleştiği koşullarda, devlet ve sermaye, saldırıya geçme imkânı buldu. İkinci seçimin ardından hükümet, sermayeye vergi konusunda önemli tavizlerde bulundu, kârları ve yatırım imkânlarını artırmak amacıyla, fiyatlar üzerindeki kontrolleri belli ölçüde kaldırdı. Avrupa Ekonomi Topluluğu’na katılımın oylandığı referandum, İşçi Partisi’nin lider kadrosuna sanayi stratejisini sosyalist zeminde değil, ulusun yeniden dirilmesi için gerekli bir strateji olarak gören dar şovenizm temelinde savunan sol kesimi nihai olarak mağlup edecek hamleyi yapma imkânı sundu.

İngiliz hükümetinin ekonomiyi büyütmeye çalıştığı koşullarda başka ülkelerdeki hükümetler, enflasyonu düşürme gayreti dâhilinde belirli politikalar uyguluyorlardı. İngiltere’de enflasyondaki artış, içteki üretimin ulaştığı rekabet edebilirlik seviyesini geriye çekti, kârların, yatırım rakamlarının ve üretimin düşmesine neden oldu, işsizliği artırdı, ödemeler dengesi hızla bozuldu. Bu süreçte hükümetin dış finansman konusunda yüzleştiği güçlüğe, artan kamu harcamalarının finanse edilememesi sorunu eşlik etti. Kamu harcamalarının iki kattan fazla arttığı üç yıl içerisinde zaten sıkıntıda olan finans piyasalarındaki durum karşısında fiyatlar yüzde 70 civarında arttı. İç borçtaki artış, faiz oranlarını yukarı çekti ve para arzını bollaştırdı, öte yandan sterlin giderek artan bir baskıyla yüzleşti.

1975 bütçesi, Keynesçi genişleme politikasının kapı dışarı edilmesine tanıklık etti. İşsizliğin arttığı koşullarda talep iyice daraldı. Bütçe, işsizlik düzeyinden çok para arzıyla ilgili hedefler belirlemekteydi. Para politikasına ve kamu harcamalarının kontrolüne daha fazla ağırlık veren hükümet, bir yandan da bu tür politikaların yürürlüğe konulması için gerekli olan araçları geliştirmeye dönük bir gayret ortaya koydu. Bir yandan, Muhafazakâr Parti hükümetinin para ve kredi artışlarını kontrol edememesi ve artan kamu borcunu finanse etme ihtiyacıyla yüzleşmesi sebebiyle, İngiltere Merkez Bankası, paranın kontrolü ve borçların yönetilmesi için daha gelişkin yöntemler geliştirmek zorunda kaldı. Bir yandan da kamu harcamalarını kamunun kazançlarının mevcut sınırları içerisinde tutamaması sebebiyle genel harcamalara getirilen sınırlamayı esas alan bir sistem geliştirildi. Ancak bu türden yöntemler, büyüyen krizin ağırlığını taşıyamadı. Durum kötüleştikçe hükümet, 1975 yılının sonunda gelir politikasını devreye soktu, Sendikalar Kongresi ile anlaşmaya vardı, buna karşılık, sterlinin değeri hızla düştü, enflasyonun baskısı daha da arttı, neticede borç ihtiyacını azaltmak için kamu harcamalarında kesintiye gidildi. 1976 bütçesinde artık ana gündem maddesi, para arzının kontrolü meselesiydi.

Bu süreçte sterlin, IMF’ten ve yabancı merkez bankalarından alınan kredilere rağmen değer kaybetmeye devam etti. Kısa süreliğine sermaye dışarı kaçtı. IMF’le yeni bir kredi anlaşması imzalama karşılığında hükümet, 1976 tarihli niyet mektubunda para akışının kısıtlanmasını ve harcama kalemlerini içeren bir paketi kabul etmek durumunda kaldı.

1974-1979 arası dönem, İşçi Partisi iktidarına tanıklık etti. Partinin yabancı bankaların taleplerine teslim olmasıyla birlikte hükümetin stratejisinde büyük bir değişikliğe gidildi. IMF kredisi, tam da bu dönemde gündeme geldi. Aslında kredi şartları arasında hükümetin zaten gönüllü olarak kabullendiği kısıtlamalar gibi hususlar yer alıyordu. 1975 bütçesi, genişlemeci çözümleri kapı dışarı etti, 1976 yılının başında kamu harcamalarında kesintiyi öngören nakit sınırlaması (genel harcamaların sınırlanması) politikası gündeme geldi. Aynı bütçede para arzıyla ilgili hedefler belirlendi, Temmuz 1976’da kamu sektörünün borç ihtiyacının azaltılması için kamu harcamalarında kesintiye gidildi.

Her ne kadar bakanlar kurulu, krizle başa çıkabilmek için ithalat alanını kontrol altına almayı düşünse de bu türden tedbirler için aslında çok geç kalınmıştı, zira sterlindeki değer kaybı, ancak IMF’ten alınacak krediye bağlıydı. Fakat öte yandan IMF’ten borç almak, belirli sektörler arasında ayrımcılık yapan ticari tedbirlerin benimsenmesiyle çelişen bir adımdı.

Borç konusunda isteksiz olan hükümete enflasyonu düşürecek politikaları dayatan IMF’in vereceği kredi, bir yandan da hükümete politik muhalefeti etkisizleştirme imkânı ve eleştirilerin yabancılara ve bankacılara yöneltilmesini sağlayacak bir bahane sunuyor, onun eline kriz üzerinden sterlini destekleyecek araçları temin ediyor, böylelikle hükümetin enflasyonu düşürecek ama yıkıcı sonuçlara yol açacak ekonomi paketinin yükünden kurtulmasını sağlıyordu.

Alınan kredi, sterline güveni tazeledi, finans piyasalarını istikrara kavuşturdu, hükümetin borç ihtiyacını karşıladı, böylece bütçede belirlenen para arzı hedefine ulaşılmasını sağladı. Sonuçta IMF’ten alınan kredi, hükümetin ekonomi politikasını pratikte kısıtlayacak bir sonuca yol açmadı. İşçi Partisi’nin genişlemeci stratejisini temelsiz bırakan IMF değil, partinin dünyadaki resesyon karşısında içte enflasyona yol açacak politikalar uygulamak suretiyle radikal itirazı savuşturmaya çalıştığı koşullarda, giderek olumsuz yönde gelişen uluslararası ekonomik durumdu.

1974-1976, Britanya’da Keynesçi sınıf işbirliği stratejisinin ölüm sancılarıyla kıvrandığı dönemdi. 1974-1975’te ekonomiyi canlandırma hamlesi (reflasyon), esas olarak politik baskıların bir sonucuydu, ama bu hamle, nihayetinde “yatırım düzeyini içteki talep düzeyi belirler, bu sebeple engellerin aşılmasını sağlayan talep yönetimi politikaları, birikime yol açar” fikrini temelsiz bıraktı.

İşçi Partili Callaghan’ın partisinin 1976’daki konferansında yaptığı konuşmayla başlayan sürece damgasını vuran “yeni gerçekçilik”, esasında birikimin ana itici gücünün talep değil, kâr olduğu görüşünün kabul edildiğini ortaya koyuyordu. Bu görüşe göre, artık işçi sınıfının ücretlerde ve devlet yardımlarında artışla ilgili istekleri sermayenin sınırları dâhilinde kısıtlanmalıydı. Bu, sadece ekonomi politikasındaki bir değişikliği değil, aynı zamanda Keynesçi refah devletine ait kurumların yeniden yapılanmasını ifade etmekteydi.

Keynesçilik ülkede zeminini, uluslararası ödemeler dengesindeki bozulmayla bağlantılı olarak yaşanan finansal krizlerin ördüğü duvara içte uygulanan genişlemeci politikaların toslaması ile birlikte yitirdi. İşçi Partisi içindeki solculara göre, bu krizler, temelde sermayenin para gücü ile ulus devletin politik gücü arasındaki kapışmanın bir neticesiydi ve bu çelişki, partinin radikal sanayi politikasının uygulanması, bunun yanında ticaret ve uluslararası sermaye akışlarının kontrol altına alınması üzerinden, sermayenin devlete tabi kılınması ile, ancak politik düzlemde çözüme kavuşturulabilirdi.

Fakat solun bu teşhisi, devletin biçimi denilen o kritik meselenin çözümü konusunda bir deva sunmadı. Devletin politik gücünün sermayenin para gücünün karşısına çıkartılabileceğini düşünen, iki güç biçiminin arasında esasen kopmaz bağlar olduğunu görmeyen sol, kapitalist devletin, sermayenin gücü dışında başka bir güce sırtını yaslayabileceğini sandı.

Keynesçi refah devleti, doğası gereği, devletin sınıfsal niteliği ile sınıfsal işbirliğini esas alan, konsensüsü teşkil etme amacı güden mekanizmalar arasındaki çelişkiyle maluldür. Dolayısıyla, ardı ardına yaşanan krizler, sermayenin gücüyle devletin gücü arasındaki kapışmanın birer sonucu ve tezahürü değildir.

O dönem İşçi Partisi’nin lider kadrosu, yalnızca sermayenin gücüne saldırmak suretiyle devletin kendi temellerini ortadan kaldıracağını düşünüyordu. Solun radikal stratejisini uygulamaya yönelik her türden adım, sermayenin yatırım grevi yanında, içte ve uluslararası planda yaşanan finansal kriz karşısında başarısız olmaya mahkûmdu. Krizin sermayenin şartları uyarınca çözüme kavuşturulması karşısında savunulabilecek yegâne seçenek, devletin devrimci manada dönüştürülmesi, böylelikle devletle sivil toplumu 1974’te başlamış olan, ama 1976 yılına gelindiğinde sadece aşırı solcuların hayal dünyalarında kendisine yer bulabilen, birleşik işçi sınıfının demokratik arzularını dile dökebilecek örgütlü bir halk hareketi temelinde yeniden bütünleştirilmesiydi.

Simon Clarke

[Kaynak: Keynesianism, Monetarism and the Crisis of the State, Edward Elgar Publishing, 1988, s. 311-316.]

25 Mayıs 2023

,

NATO Avrupa Solunu Nasıl Baştan Çıkardı?

“Savaşa da NATO’ya da Hayır”

Ocak 2018’de NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Angelina Jolie ile eşi benzeri görülmemiş bir basın toplantısı düzenledi. InStyle, Jolie’nin “omzu açık siyah bir kılıf elbise, ona uygun bir pelerin ve klasik topuklu ayakkabılar (yine siyah) giydiğini” bildirirken, bu toplantının daha derin bir amacı vardı: savaşta cinsel şiddet. İkili, Guardian için “NATO neden kadın haklarını savunmalı” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Zamanlama önemliydi. MeToo hareketinin doruğa ulaştığı bir dönemde, dünyanın en güçlü askeri ittifakı, feministlerin müttefiki hâline gelmişti. “Cinsiyete dayalı şiddetin sona erdirilmesi, barış ve güvenliğin yanı sıra sosyal adalet açısından da hayati bir konudur,” diye yazdılar. “NATO bu çabada bir lider olabilir.” diye eklediler.

Bu, NATO için yeni ve ilerici bir yüzdü ve o zamandan beri Avrupa solunun çoğunu baştan çıkarmak için kullandığı yüzle aynıydı. Daha önce, İskandinav ülkelerinde Atlantikçiler, büyük ölçüde pasifist olan halklara savaş ve militarizm satmak zorunda kalmışlardı. Bu, kısmen NATO’yu açgözlü, savaş yanlısı bir askeri ittifak değil de aydınlanmış, “ilerici” bir barış ittifakı olarak sunarak başarılmıştı. Timothy Garton Ash’in 2002 yılında Guardian’da dile getirdiği gibi, “NATO, John Lennon ile George Bush’un buluşmasını” izleyebileceğiniz bir “Avrupa barış hareketi” haline geldi. Buna karşın bugün, Rusya’nın Ukrayna’yı geniş çaplı işgalinin ardından İsveç ve Finlandiya, uzun süredir devam eden tarafsızlık geleneklerini terk ederek üyeliği tercih etti. NATO, eski barış yanlılarının bile arkasında durabileceği bir askeri ittifak olarak tasvir ediliyor, Ukrayna’da sürdürülen savaş o barış yanlılarının dahi destek sunabileceği bir savaş olarak resmediliyor. Görebildiğimiz kadarıyla NATO’nun tüm destekçileri bugün “Savaşa Bir Şans Verin” şarkısını söylüyor.

Jolie’nin kampanyası, Katharine A.M. Wright ve Annika Bergman Rosamond’un deyimiyle, “NATO’nun stratejik anlatısında” birkaç açıdan dramatik bir dönüşe işaret ediyordu. İlk olarak, ittifak, ilk kez ünlü yıldızların gücünü kuşandı ve dikkat çekici olmayan markasına elit bir cazibe ve güzellik kattı. Jolie’nin yıldız olarak sahip olduğu güç, etkinliğin çekici görüntülerinin NATO hakkında çok az bilgisi olan apolitik kitlelere ulaşması anlamına geliyordu. İkinci olarak, bu ortaklık, kadın hakları, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve feminizmin NATO söyleminde daha belirgin bir rol üstleneceği bir dönemin habercisi gibiydi. O zamandan bu yana ve özellikle de son 12 ayda, Finlandiya Başbakanı Sanna Marin, Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Estonya Başbakanı Kaja Kallas gibi “telejenik”, ekranlara yakıştığı söylenen kadın liderler, Avrupa’da aydınlanmış militarizmin sözcüleri olarak giderek daha fazla görev aldılar. İttifak, aynı zamanda popüler kültür, yeni teknolojiler ve gençleri etkileyen unsurlarla olan ilişkilerini de yoğunlaştırdı.

Elbette NATO, her daim halkla ilişkilerin öneminin bilincinde ola gelmiştir, uzun zamandır da kültür, eğlence ve sanatla ilgilenmektedir. Elektronik müzik yapan ve Alexander Perls ile Simon Break tarafından kurulan Icebreaker International grubunun feshedilen ‘NATOarts’ fonuyla kaydedilen ve NATO’yu yaklaşan bir Sovyet nükleer saldırısına karşı uyarmak için Alaska ve Kanada’nın kuzey çevresi boyunca inşa edilen radar istasyonlarından esinlenen 1999 tarihli Distant Early Warning albümünü kim unutabilir? Ya da NATO’nun kamu diplomasisi bölümü tarafından üretilen ve ittifak içindeki yaşamı ve kurgusal Seismania eyaletindeki bir krize verilen sahte diplomatik tepkiyi anlatan 2007 yapımı HQ filmini? Galiba neredeyse herkes hatırlıyordur. Fakat NATO’nun son dönemdeki stratejik eğilimini bu kadar etkili kılan şey, aday ülkelerin ilerici yerel geleneklerini ve kimliklerini başarılı bir şekilde yansıtmış olmasıdır.

Avrupa’da hiçbir siyasi parti, militan barışçılıktan ateşli savaş yanlısı Atlantikçiliğe geçişi Alman Yeşilleri kadar iyi örnekleyemez. İlk Yeşiller’in çoğu, 1968’deki öğrenci protestoları sırasında radikaldi; birçoğu, Amerikan savaşlarına karşı gösteri yapmıştı. İlk Yeşiller, Batı Almanya’nın NATO’dan çekilmesini savunuyordu. Fakat kurucu üyeler orta yaşa geldiklerinde, partide bir gün onu parçalayacak çatlaklar ortaya çıkmaya başladı. İki kamp birleşmeye başladı: “Realolar”, gerçekçi eğilim içinde yer alan ılımlı Yeşiller, siyasi olarak pragmatistlerdi. Köktencilik anlamında “Fundiler”se radikal, uzlaşmaz kamptı; partinin ne olursa olsun temel değerlerine sadık kalmasını istiyorlardı.

Tahmin edilebileceği gibi Fundiler, Avrupa barışına en iyi Batı Almanya’nın ittifaktan çekilmesinin hizmet edeceğine inanıyor ve askeri tarafsızlığı destekleme eğilimindeydi. Realolar ise Batı Almanya’nın NATO’ya ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Hatta çekilmenin güvenlik meselelerini Alman ulus-devletine geri döndüreceğini ve militarist milliyetçiliği yeniden alevlendirme riski taşıyacağını savunuyorlardı. Onların NATO’su, Avrupa’yı Almanya’nın en yıkıcı dürtülerinden koruyan, birden fazla dil konuşan ve çok sayıda bayrağı dalgalandıran, ulus ötesi, kozmopolit bir ittifaktı. Fakat tarihin sonunda NATO üyeliği başka bir şeydi. Almanya’nın yeniden savaşa girmesi –İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tabuların en yasaklısı– tamamen başka bir şeydi.

Kosova, her şeyi değiştirdi. NATO’nun kuruluşunun 50. yıldönümü olan 1999’da ittifak, akademisyen Merje Kuus’un deyimiyle “söylemsel bir metamorfoz” geçirmeye başladı. Soğuk Savaş dönemindeki salt savunma ittifakından, insan hakları, demokrasi, barış ve özgürlük gibi değerleri üye devletlerin sınırlarının çok ötesine yaymak ve savunmakla ilgilenen aktif bir askeri pakt hâline geliyordu. NATO’nun Kosova’da Sırp güvenlik güçleri tarafından işlenen savaş suçlarını durdurmak amacıyla Yugoslavya’dan geriye kalanları 78 gün boyunca bombalaması, Alman Yeşiller’ini sonsuza kadar değiştirecekti.

Mayıs 1999’da Bielefeld’de düzenlenen kaotik parti konferansında Realolar ve Fundiler, bombardıman konusunda sert bir şekilde tartıştı. En önde gelen Realo olan Yeşiller Dışişleri Bakanı Joschka Fischer NATO’nun savaşını destekledi; bu nedenle konferans katılımcıları onu kırmızı boya yağmuruna tuttular. Fundilerin önerisi, bombardımanın koşulsuz olarak durdurulmasını gerektiriyordu ki bu, aynı zamanda Yeşiller-Sosyal Demokrat Parti (SDP) koalisyon hükümetinin de çökmesi anlamına geliyordu. Barış önerisi başarısız oldu ve partinin savaş karşıtı fraksiyonunu ezerek Yeşillerden ayrılmalarına yol açtı. Bunun yerine Realoların ılımlı önergesi rahat bir farkla zafer kazandı. Kısa bir aradan sonra Yugoslavya’nın bombalanmasına devam edilmesine izin verildi. Yeşillerin kritik desteğiyle Luftwaffe (Alman Hava Kuvvetleri), Sırbistan’ın başkentine yönelik son hava bombardımanından 58 yıl sonra Belgrad üzerinde sortiler gerçekleştirdi. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanların Avrupa’da gerçekleştirdikleri ilk askeri operasyondu.

Ukrayna’da geniş çaplı savaşın başlamasının ardından Alman Yeşiller Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, Fischer’in geleneğini sürdürerek, askeri tarafsızlık geleneğine sahip ülkeleri azarladı ve NATO’ya katılmaları için yalvardı. Desmond Tutu’nun sözünü hatırlattı: “Adaletsizlik durumlarında tarafsız kalırsanız, zalimin tarafını seçmiş olursunuz.” Hatta Yeşiller, 1992’de ölen savaş karşıtı bir ikon ve uzun süredir tarafsızlığı savunan Petra Kelly de dâhil olmak üzere kendi ölü üyelerini vantrilok olarak canlandırdı. Geçen yıl Yeşiller’in kurucularından Eva Quistorp, FAZ gazetesinde Petra Kelly’ye hayali bir mektup yazdı. Mektupta Kelly’nin ahlaki duruşu ödünç alınıyor ve Yeşillerin savaşı kucaklamasını meşrulaştırmak için ters yüz ediliyordu. Quistorp, Kelly’nin bugün hayatta olsaydı NATO destekçisi olacağını düşünmemizi istiyor. Quistorp, çoktan ölmüş olan Kelly’ye hitaben, “Eminim radikal barışçılığın şantajı mümkün kıldığını haykırırdınız,” diyor.

Bu yılın başlarında Almanya Dışişleri Bakanlığı da yeni bir “Feminist Dış Politika” ortaya koydu ve bunu yapan Avrupa dışişleri bakanlıklarının en sonuncusu oldu. Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İspanya tarafından da benimsenen bu yeni yönelim, kozmopolit militarizmi sahte radikal feminist bir parlaklıkla boyayarak, savaş ve güvenlik alanını kadın hakları aktivistlerine açıyor. Profesyonel feminist liderler, otoriter “güçlü adamlara” karşı ideal koruyucu olarak tasvir ediliyorlar.

İsveç, 2014 yılında bu tür bir politikayı benimseyen ilk ülke oldu ve uzun süredir devam eden devlet feminizmini yurtdışına yansıtmasına ve uluslararası arenada yeni bir ahlaki duruş sergilemesine izin verdi. Yurt içinde, kadın dergilerinde olumlu Atlantikçi hikayeler yer aldı. İsveç gazetesi Expressen’in kadın okuyucuları hedefleyen “Mama” bölümünde Angelina Jolie ile yapılan bir röportajda, NATO’nun kadınları savaşta cinsel şiddetten koruyabileceği vurgulanıyordu. Jolie, ayrıca insani yardım çalışanları ile NATO askerleri arasında çok az fark olduğunu söylüyor, ‘aynı hedef doğrultusunda, barış için çabaladıklarını” iddia ediyordu.’

Akademisyen Merje Kuus’a göre, NATO’nun genişlemesinin “iki yönlü bir meşrulaştırma” stratejisi içeriyor. Birincisi, NATO sıradan ve dikkat çekmeyen, alelade ve gündelik hale getiriliyor, ikincisi ise suçlamaların üstünde, hayati, mutlak ahlaki bir iyi olarak tasvir ediliyor. Kuus, bunun etkisinin, NATO’nun aynı anda hem sıradanlaştırılması hem de yüceltilmesi olduğunu söylüyor: o kadar mülayim bürokratik bir hale geliyor ki tartışmanın dışında kalıyor ve o kadar “varoluşsal ve temel” ki NATO bir biçimde tartışmanın üzerine çıkıyor. Bu meşrulaştırma stratejisi, hiçbiri üyelik konusunda referandum düzenlememiş olan İskandinav ülkelerinde Avrupa-Atlantik entegrasyonuna ilişkin sınırlı ve sıkı bir şekilde kontrol edilen tartışmalarda açıkça görüldü. İttifaka karşı on yıllardır süren halk direnişinin ardından, NATO’nun demokrasinin üstünde olduğu görülüyor. Ancak Kuss’un yazdığı gibi, bu, NATO’nun bir topluma dayatıldığı anlamına gelmiyor. Burada amaç, “NATO’yu eğlence, eğitim ve daha geniş anlamda sivil hayata entegre etmek.”

Bunun kanıtları her yerde bulunabilir. Şubat ayında NATO, ilk oyun etkinliğini düzenledi. İttifakın genç bir çalışanı, popüler Twitch yayıncısı ZeRoyalViking’e katılarak Among Us oynadı ve dezenformasyonun demokrasi için oluşturduğu tehlike hakkında sohbet etti. Yanlarında Caroline Gleich adında bir influencer dağcı ve çevre aktivisti vardı. Astronot avatarları, bir çizgi film uzay gemisinde gezinirken, NATO hakkında övgü dolu ifadelerle konuştular. Etkinlik sona erdiğinde, yayın bir işe alım çabasına dönüştü: ittifak çalışanı, işinin avantajlarından bahsetti ve izleyicileri grafik tasarım ve video düzenleme gibi alanlarda istihdam fırsatları için NATO’nun internet sitesine bakılması yönünde teşvik etti.

Etkinlik, NATO’nun “Geleceği Koru” kampanyasının bir parçasıydı. Bu yıl genç sanatçılar için bir çizgi roman yarışması da düzenlendi. İttifak, ayrıca TikTok, YouTube ve Instagram’da geniş takipçi kitlesine sahip düzinelerce influencer’ı Brüksel’deki merkeze getirdi. Diğer influencer’lar da geçen yıl Madrid’de düzenlenen NATO Zirvesi’ne gönderilmiş ve onlardan izleyicileri için içerik yaratmaları istenmişti.

Avrupa solu, bu gösterinin büyüsüne kapılmış durumda. Alman Yeşiller’in açtığı yoldan ilerleyen büyük sol partiler, askeri tarafsızlığı ve savaş karşıtlığını bir kenara bırakarak, NATO’yu savunmaya başladılar. Buradaki ani değişim gerçekten çok çarpıcı. Soğuk Savaş sırasında Avrupa Solu, ABD liderliğindeki militarizme ve NATO’nun Pershing-II ve seyir füzelerini Avrupa’da konuşlandırmasına karşı milyonların katıldığı kitlesel protestolar düzenlemişti. Bugün ise, içi boşaltılmış radikal söylemlerden geriye çok az şey kaldı. Avrupa’da NATO’ya karşı neredeyse hiç muhalefet kalmaması ve ittifakın giderek Avrupa-Atlantik bölgesinin ötesine yayılmasıyla birlikte, NATO’nun hegemonyası, artık neredeyse mutlak hâle geldi.

Lily Lynch
16 Mayıs 2023
Kaynak
Çeviri: Erman Çete

24 Mayıs 2023

,

Neo-Kompradorlar


Neo-Kompradorlar:
Emperyalizmin Solcu Piyadeleri

James Petras’ın “STK’lar Emperyalizmin Hizmetinde” Makalesinin İncelenmesi

James Petras'ın yazdığı “STK’lar Emperyalizmin Hizmetinde” başlıklı makale, bugün Küresel Güney’deki toplumlarda emperyalizmi bilimsel açıdan gözler önüne seriyor. Yazar, “kapitalizmin ve dolayısıyla emperyalizmin, kendisini devam ettirme çabasıyla sürekli olarak geliştiği” öncülünden hareket ediyor. James Petras, emperyalizm üzerine yaptığı incelemede neo-kompradorları analiz birimi olarak alıyor.

Bu tür çalışmaların nedeni, Bilimsel Sosyalizmi, modası geçmiş bir teoriyi modernleştirme bahanesiyle çarpıtıp devrimci üsluplar kullanarak, STK’lar tarafından kurumsallaştırılan ve Batı fonları tarafından desteklenen bir siyasi aktivizm ideolojisine dönüştüren bugünün solcu söylemi karşısında duyulan derin hayal kırıklığıdır.

Petras’ın Emperyalizm Anlayışının Öncülleri

Birinci Öncül:

Emperyalizm, kapitalizmin gelişiminin zorunlu bir yan ürünüdür. Serbest rekabetin kurumsallaşmasından, bankaları istihdam ederek tekelci bir şekilde gelişmeye ve ardından ucuz işgücü ve yağmalanmış kaynaklardan kazanç elde etmek için sanayileri denizaşırı ülkelere taşımaya kadar uzanır.

İkinci Öncül:

Tarihin ileri bir çağı olarak emperyalizmden önce sömürgecilik gelir. Büyük Britanya ve Fransa orduları, diğer ulusları sömürgeleştirme fetihlerine önderlik ediyordu. Bu fetihlerde amaç, doğrudan işgal yoluyla bu ulusların kaynaklarını yağmalamak ve halklarını kendi amaçları için sömürmekti.

Üçüncü Öncül:

Tıpkı içinde geliştiği kapitalizm gibi emperyalizmi sömürü temelli bir çelişki koşullamıştır. Gizli çelişki, emperyalizm ile kapitalizmi olumsuzlamayı ve böylece statükoyu alt üst etmeyi amaçlayan devrimci bir karşıt güç (sırasıyla anti-emperyalist parti, proletaryanın partisi) tarafından çözüme doğru yönlendirilir (veya dengelenir).

Dördüncü Öncül:

Gerici güçler, sömürünün çelişkisini sürdürmeyi amaçlarlar. James Petras ve bir avuç anti-emperyalist sosyalist akademisyen, yeni geliştirdikleri yaklaşım dâhilinde, sömürüyü sürdürmeyi amaçlayan gerici güçlerin (aktörlerin ve taktiklerin) en iyi sonuçları elde etmek adına, tarihsel planda dinamik bir şekilde geliştiklerini tespit ederler. Petras, farklı demografik özelliklere hitap eden, farklı demografileri teşvik veya terörize etmek için havuç ve sopa gibi farklı taktikler kullanan aktörler üzerinde durur.

Kapitalizmde gizli olan sömürü çelişkisi, emperyalizme kadar uzanır, neticede ikincisi birincisinin bir yan ürünüdür. İşçilerin kapitalistler tarafından sömürülmesi, ulusal boyutun ötesinde uluslararası bir boyuta sahiptir. Sömürünün periferiye, önce doğrudan işgal ve/veya yerleşimlerle (yani sömürgecilik), ardından aracılı kontrolle (yani kompradorculukla) ve ardından, ortaklaşa toplumsal hareketlerle (yani neo-kompradorculuk) taşınır.

Güney Batı Asya’daki Kompradorlar

Avrupalı yerleşimci kolonileri, yerli kurtuluş hareketlerinin ortaya çıkması ve aynı zamanda ABD imparatorluğu ile çelişmeleri nedeniyle dünya genelinde yavaşça ortadan kalktılar. Emperyalizm, sistematik sömürünün uluslararası rejimi olarak sömürgeciliğin yerini aldı. Sömürgeci hegemonya taktikleri yerini emperyalist hegemonya taktiklerine bıraktı. Emperyalizmin bir taktiği, eski sömürgecilerle yakın ilişkilere sahip yerel burjuvaziyi (ve/veya feodal beyleri) yönetici sınıf olarak atayarak, eski sömürgeciye bağlı yerli rejimleri pekiştirmekti. Bu yönetim formülü, sömürgecilerin, kendi kaderini tayin etme maskesi ardında eski yerleşimci kolonilerindeki çıkarlarını korumalarına izin verdi.

Doğu Akdeniz Ülkeleri

Lübnan’da, Fransız sömürgesinden kurtuluş ardında, çeşitli şehirli seçkinlerden oluşan bir avuç üst sınıf egemen aile bıraktı. Bazı oligarşiler, dinsel yakınlık, ailevi bağlar ve en önemlisi, ortak çıkarlar nedeniyle Fransızlarla yakından bağlantılıydı. Irak ve Ürdün’de Haşimi hanedanları, İngiliz sömürgeciliğinin yerini aldılar.

Körfez

Körfez’deki yetki devri ise farklıydı. Arabistan ve İran sömürgeleştirilmedi, ama onlar da Britanya ile bağları olan yerli işbirlikçilerin kurbanı oldular. İran’da, petrol zengini bu Asya ülkesini yönetmek için Pehlevi hanedanı atandı. Körfez’in karşı tarafında, Suud klanı, Yarımada’nın farklı kabilelerine baskın düzenleyerek ve onları katlederek Arabistan’ın geneline hâkim oldu ve ardından da petrol çıkarıp ihraç etmek için İngilizlerle bağlar kurdu.

Filistin

Filistin, yerli yöneticilerin sömürgecilerin yerini alma eğiliminin tek istisnasıdır. Filistin’e hükmeden otorite olarak, İngiliz sömürgeciliğinin yerini Siyonizm aldı. “İsrail”, yerleşimci bir sömürgeci varlık olmasına rağmen, Avrupa sömürgeciliğinin uluslararası rejiminin şemsiyesi altına değil, daha çok Pax Amerikan emperyalizminin uluslararası rejiminin şemsiyesi altına girer. “İsrail”in bölgede “gelişmiş bir Amerikan askeri üssü” olarak hareket ettiği açıktır.

Neo-kompradorları Tanımlamak

Dekolonizasyon süreci, Fransa ve Büyük Britanya’nın sömürgeci imparatorluklarını etkisiz hâle getirdi ve arkasında çok sayıda nispeten özerk ulus-devlet bıraktı. Emperyalizm, sömürgeciliğin yerini aldı. ABD, selefi Avrupalı güçler üzerindeki hâkimiyet alanını miras edindi.

Komprador sınıf, eski sömürgeciler ve ardından dönemin emperyalistleri tarafından onların yerine hareket etmek üzere görevlendirilen burjuva sınıfıdır. Feodal ailelerden gelen bu kompradorlar, doğal olarak zengin ve nüfuzluydular. Akrabaları üzerindeki otoriteleri, denizaşırı patronlarına verdikleri taahhütlerle daha da pekiştirildi.

Buna karşılık, neo-komprador sınıf, zorunlu olarak burjuva karakteri tarafından şartlandırılmış değildir (yani bir neo-komprador, üretim araçlarına sahip olmak zorunda değildir). Neokompradorlar, orta ve alt sınıfların entelektüel katmanlarıdır. Denizaşırı patronları tarafından kendilerine akıtılan yabancı sermaye akışı yoluyla sosyal sınıflar hiyerarşisinde yukarı tırmanırlar.

STK Liderleri

James Petras, neo-kompradorları National Endowment for Democracy (Ulusal Demokrasi Vakfı -NED) gibi Batı fonları/kuruluşları ve Açık Toplum Vakfı, Ulusal Demokrasi Enstitüsü, Avrupa Demokrasi Vakfı, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, Ortadoğu Politika Enstitüsü, Uluslararası Cumhuriyet Enstitüsü gibi diğer türevleri tarafından desteklenen STK’ların liderleri olarak tanımlıyor. Bunların esas olarak sivil toplum örgütlerine örtülü devlet finansmanı için cephe görevi gören Avrupa Demokrasi Vakfı gibi Avrupalı versiyonları mevcut.

NED fonu, altmışlarda, özellikle ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaş sırasında ideolojik mücadele amacıyla, CIA örtülü finansmanına bir alternatif olarak, Amerikan Başkanı Lyndon Johnson tarafından kuruldu. Doğu Avrupa’daki özel gazetelerin ve partilerin CIA’den fon aldığının ortaya çıkmasının ardından, Başkan Johnson, uluslararası forumlarda komünist ülkelerle yaşanacak diplomatik gerginliklerden kaçınmak için, denizaşırı ülkelerdeki bu sponsor-alıcı ilişkisini NED’i öne sürerek, bir kamu-özel mekanizması yerine özel-özel mekanizmasına dönüştürmeyi seçti. Ek olarak, Açık Toplum Vakfı'nın kurucusu Amerikalı (hayırsever!) Georges Soros, Doğu Avrupa’da sosyalizmin çöküşüne neden olan renkli devrimlerin planlanmasında kilit bir rol oynadı.

Liderleri neo-komprador sınıfı oluşturan söz konusu STK’lar, özellikle anlatıları şekillendirmek ve siyasi söyleme dâhil etmekle uğraşanlardır. Yani düşünce kuruluşları gibi parti veya gazete formundaki STK’lardır, kesinlikle Sınır Tanımayan Doktorlar türünden STK’lardan söz etmiyoruz.

Üretici Olmayan Sınıf

“STK liderleri, herhangi bir yararlı meta üretmeyen, ancak bağışçı ülkeler için hizmet üretme işlevi gören bir tür neo-komprador grup olarak tasavvur edilebilir. Bunlar, esas olarak bireysel çıkarlar için ülke içindeki yoksulluğun ticaretini yaparlar.”[1]

STK işi, hizmet odaklı olduğu ve herhangi bir meta üretmediği için “üretken olmayan (verimsiz) emektir”. Ancak, sundukları hizmetlerin türü bile kendine özgüdür. Onları, toplumun gelişmesi ve ilerlemesi için gerekli hizmeti sunan öğretmenler, hemşireler, sosyal hizmet uzmanları ile aynı sınıfa koymak doğru olmaz. Birçok STK lideri, kendilerini tam zamanlı insan hakları aktivistleri olarak sunsa da, bu ne üretken, ne gerekli, ne de politik bir iştir. Petras’ın tanımladığı gibi, ulusal burjuvazinin bir parçası olmamalarına rağmen, toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına tırmanmalarına imkân tanıyan istikrarlı ve yüksek maaşlar karşılığında emperyalizmin güvenliğini ve ekonomik çıkarlarını geliştirmeyi hedefleyen hareketlerine halk desteğini sağlamak amacıyla, kendi akrabalarının yoksulluğundan yararlanırlar.

Sol Söylemi Kullanan Aydınlar

Petras’ın işaret ettiği neo-kompradorların bir diğer karakteristik özellikleri, insanları harekete geçirmek için kullandıkları entelektüel arka plan ve söylem türüdür.

“STK’lar Sol’un dilini benimsiyorlar, ‘halkın gücü’, ‘yetkilendirme’, ‘cinsiyet eşitliği’, ‘sürdürülebilir kalkınma’, ‘aşağıdan yukarıya liderlik’ vb. terimlere başvuruyorlar. Sorun şu ki, bu dil, faaliyetlerini komuta eden devlet kurumlarıyla alt düzeydeki bağışçıların işbirliğinin çerçevesine tabidir.”[2]

Emperyalizm, bu neo-komprador ağlarını kurarak, “devrimci” piyadelerine ivme kazandırmak için kendi kötülüklerinden de (yani neoliberalizmin sömürücü toplumsal koşullarından) yararlanmıştır.

“Radikal sosyo-politik hareketlerin ve mücadelelerin büyümesi, eski radikal ve sözde popüler entelektüellere, Avrupalı ve ABD’li çok uluslu şirket ve hükümetlerle yakından bağlantılı ve iyi finanse edilen özel ve kamuya ait kuruluşlara satabilecekleri kazançlı bir meta sağladı.”[3]

Emperyalizmin neo-kompradorlara olan ihtiyacı, siyasi aktivizmi bir istihdam piyasasına dönüştürdü. Böylece, işsiz entelektüeller ve disiplinsiz solcular, devrimci deneyimlerini ve potansiyellerini emperyalist çıkarlara satmak için yarışmaya başladılar.

Neo-kompradorlar, kriz zamanlarında hükümete karşı düşmanca pozisyonlar almak için filizlenirler. Hükümete karşı çıkan toplumsal hareketlere başkanlık eder ve söylemi kendi patronlarının ekonomik ve güvenlik çıkarları lehine şekillendirmeye başlarlar.

Daha az karizmatik neo-kompradorlar, yerel muhbirler olarak hizmet ediyor, patronlarının yaptırımları için hedef seçiyorlar. Daha karizmatik neo-kompradorlar da, muhalif söylemi şekillendirmek gibi daha asil bir arayışla görevlendirilirler. Kendilerini genellikle feminizm, lubunyalara özgürlük ve/veya ırkçılık karşıtlığı gibi davaları savunan insan hakları aktivistleri olarak takdim ederler.

Kısacası neo-kompradorlar, geç dönem emperyalizmin bir yan ürünü olarak yükselen yeni bir sosyo-ekonomik sınıf oluşturuyor ve entelektüelleri alt-orta sınıf statüsünden kurtarıyorlar.

Kompradorların Aksine

“STK’ların Batı tarafından muhalif güç olarak finanse edilmesi, görevdeki gericilerin sendelemesi durumunda bir tür sigorta satın alma amacına hizmet ediyordu.”[4]

Neo-komprador sınıf, daha önceki komprador sınıfla karşılaştırılabilir olsa da özünde farklıdır. Kompradorlar söz konusu olduğunda, burjuvazi, ulusal çıkarlarını olası bir devrimden koruma ihtiyacından hareketle, emperyalizmle işbirliği yapmaya yönlendirilir.

Neo-kompradorlar söz konusu olduğunda ise, entelektüelleri emperyalizmle işbirliği yapmaya iten şey, onların zorlu ekonomik koşullarıdır. Kendileri de gerçekte emperyalizmin ve onun dayattığı neoliberal ekonomik modelin kurbanlarıdır. Ağır maaş çekleri için “isyan ederek” kendilerini neo-liberalizmin ızdırabından kurtarırlar!

Kompradorlar, burjuva sınıfının parçasıdır, yani üretim veya hizmet araçlarına sahiptirler. Neo-kompradorlar ise kendi üretim araçlarına sahip değiller, birincil gelir kaynakları, denizaşırı patronlarıdır.

Hem kompradorlar hem de neo-kompradorlar, emperyalizmin ajanları olarak hareket ederler. Her ikisi de emperyalizmin ekonomik ve güvenlikle ilgili hedeflerini gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. İlk grup bunu devlet aygıtı aracılığıyla yaparken, ikincisi, bunu devlet aygıtına karşı yapar. Kompradorlar, tipik olarak halkı emperyalizmin hedefleri doğrultusunda disipline etmek için otoriter taktikler kullanırken, ikinciler, emperyalist hedefler lehine ulusal muhalefetle işbirliği yaparak, olası bir anti-emperyalist/anti-kapitalist devrimi etkisiz hâle getirmek için popülizme başvururlar.

Neo-kompradorlar, “ekonominin vahşileştirilmesinden kaynaklanan ve giderek artan hoşnutsuzluğu etkisiz hâle getirmek ve bölmek için halk tabanında faaliyette bulunurlar.”[5]

Komprador ve Neo-Komprador Dinamikler:
İran ve Lübnan Örneklerinin Karşılaştırılması

Neo-kompradorlar, bir halk devrimi durumunda tipik olarak kompradorların yerini alırlar.

Örneğin İran’da, son Şah Muhammed Rıza Pehlevi, Soğuk Savaş sırasında Ortadoğu’yu komünizm ve Arap milliyetçiliğinin etkisine karşı korumak için, en büyük ordulardan biri aracılığıyla, ABD’nin önde gelen işbirlikçisi olarak hizmet etmişti. Şah mesela, saltanata karşı gelişen ve “Zufar Ayaklanması” olarak adlandırılan sosyalist devrimi bastırmak için Umman’a asker konuşlandırmıştı. Ayrıca ellilerde Şamun’un aşırı sağcı hükümetine, radikal Arap milliyetçiliğinin artan etkisine karşı kapsamlı yardım teklif etti ve Beyrut’ta SAVAK (İran Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Teşkilâtı) için bir karargâh ofisi kurdu. Şah’ın 1979’da İran’da anti-emperyalist bir rejim tesis eden İslam Devrimi tarafından devrilmesinden sonra, kompradorlar (yani emperyalizmle işbirliği yapan burjuvazi) devrim mahkemelerince topluca idam edildiler.

Devrimden sonra, İran hükümeti her türlü işbirlikçiden temizlendi. ABD emperyalizmi, artık anti-emperyalist olan hükümeti baltalamaya çalışmak ve İran’da kendi güvenlik ve ekonomi hedeflerini gerçekleştirmek için oradaki neo-kompradorları kışkırtmaya başladı.

Neo-kompradorlar, olağan hâlleriyle, kompradorların yerine geçmektedirler, ancak bazı durumlarda da bir arada var olmaktadırlar.

Örneğin Lübnan’daki STK’lar, 2006 Temmuz Savaşı’ndan, yani Hizbullah’ın geniş çaplı bir “İsrail” işgaline karşılık vererek caydırıcılık denklemini dayatmayı başarmasının ardından, mantar gibi çoğalmaya başladılar. Hizbullah, Amerikan güvenlik çıkarları için daha belirgin bir tehdit hâline geldi ve aynı anda daha fazla Lübnanlı taraf, Lübnan direniş hareketinin silâhsızlandırılması çağrısında bulundu.

Başlangıçta 14 Mart Koalisyonu’nun partileri bu gündemin öncüleriydi. 14 Mart Koalisyonu kompradorlardan oluşuyordu. Çoğu Lübnan burjuvazisinin bir parçası, bankaların ve benzin istasyonlarının sahipleri ve birçok şirkette hissedardı. Ayrıca 8 Mart Koalisyonu üyesi partilerle birlikte Lübnan hükümetini 18 yıl yönettiler. 14 Mart Koalisyonu, ABD’nin Hizbullah’ı silâhsızlandırma konusundaki güvenlik hedefini gerçekleştirmede açıkça başarısız oldu, ancak yine de yönetimden ihraç edilmediler.

Hizbullah, Lübnan’ın tartışmalı siyasi sisteminin mezhepsel ayrılığa dayalı olması yüzünden bunlarla bir arada yaşamaya devam etti. 2019’da, Lübnan hükümeti ve bankaları tarafından uygulanan sömürücü neoliberal politikalara karşı tüm Lübnan’da geniş çaplı protestolar patlak verdi. Protestolar, açıkça genel olarak “düzen”e yönelikti. Radikal bir sosyo-politik hareketin bu atmosferi, ABD’nin neo-kompradorları için mükemmel bir üreme alanı işlevi gördü. Başlangıçta Lübnan bankalarının Ponzi planına ve hükümetin neoliberal politikalarına karşı muhalefet olarak başlayan şey, Batı tarafından finanse edilen partiler ve medya platformları tarafından Hizbullah’ın silâhsızlandırılması çağrılarına dönüştürüldü.

Neo-kompradorlar ve kompradorlar, bir arada bulundukları ender durumlarda bile rakip olarak takdim edilirler. İkinciler, olağan hâliyle yönetici elitin, yani oligarşinin bir parçasıdır, birinciler ise STK’larda, küçük muhalefet gruplarında veya alternatif medyada örgütlenmiştir.

“STK kitlesi, sınıf kökenlerini terk edip halk hareketlerine katılacak olan ‘serbest dolaşımlı’ kamu entelektüellerinin çoğunu kendi bünyesine kattı. Neticede, kapitalizmin derin krizleri ile önemli örgütlü devrimci hareketlerin yokluğu arasında geçici bir boşluk oluştu.[6]

Sammy Ismail
2 Şubat 2023
Kaynak
Çeviri: Medya Şafak

Dipnotlar:
[1] J. Petras, 2007, s. 430.

[2] A.g.e., s. 434.

[3] A.g.e., s. 432.

[4] A.g.e., s. 432.

[5] A.g.e., s. 440.

[6] A.g.e., s. 440.