26 Mayıs 2023

,

Sınıf Mücadelesi ve Keynesçiliğin Krizi


Başında Edward Heath’in bulunduğu Muhafazakâr Parti hükümeti [1970-1974] uyguladığı politikalarla işçi sınıfının büyük bir kısmını birleştirmeyi ve radikalleştirmeyi başardı. Kitlesel muhalefeti tetikleyen sendika yasası, grevdeki işçileri devletle karşı karşıya getirdi. Kamu sektöründe birçok işçi, ilk kez greve çıkıyordu. Sadece daha fazla ücret veya hükümet harcaması talep etmekle yetinmeyen, ayrıca kapitalist iktidarın bürokratik ve otoriter biçimlerine meydan okuyan sendikalar, kiracı örgütleri, cemaat birlikleri, sosyal yardım hakları için mücadele eden gruplar, siyahlar ve kadın örgütleri bir araya gelmeye başladılar. Artık bu itirazların kitlelerin siyasete katılımı yönünde kanalize edilmesine dönük boş çabalarla savuşturulması mümkün değildi. Başbakan Heath, 1974’te eylem içerisinde olan madencilerin grevini boşa düşürmek için çabalasa da madenciler, sınıfın hükümete karşı verdiği kavganın somut simgesi hâline gelmeyi bildiler.

Ortada somut herhangi bir seçeneğin bulunmadığı koşullarda, bu sembolik birliğe gerekli politik biçimi vermek, esas olarak İşçi Partisi’ne düştü. Gelgelelim İşçi Partisi, bürokratik, kesimsel çıkarları gözeten, ekonomist sendika liderlerinin, ayrıca oportünist vekillerin elindeydi ve bu insanlar, devletin ve sektörlerdeki ilişkilerin mevcut hâlini korumak için uğraşıyorlardı. Bu insanlar da taban hareketliliğinin açığa çıkarttığı enerjiyi, coşkulu hâli ve hayal gücünü tehdit olarak görüyorlardı.

Esasında kadın ve siyahi işçiler gibi üretim sahasında çalışan işçilerin önündeki en önemli engel, erkeklerin hâkimiyetinde olan sendika bürokrasisiydi. Aynı şekilde, birçok kiracı örgütünün ve cemaat birliklerinin arzularının gerçekleşmesi önündeki başlıca engel de İşçi Partisi mensubu bürokratik isimlerdi.

İşçi Partisi, giderek güçlenen sınıf mücadelesine halktaki militanlığı eylemsiz kılmaya ve halkın arzularını Keynesçi refah devleti çerçevesi içerisinde boğmaya çalışarak cevap verdi. Önerdiği radikal Keynesçi program, hem servetin ve gücün yeniden dağıtılmasını hem de devletin sanayiye yoğun olarak müdahale etmesini öngörüyordu.

Bu süreçte sendikalar, resmi bir gelir politikası belirlemeksizin, ücretleri kısıtlama hamlesiyle uzlaşmak durumunda kaldılar. Bu, yayılmacılık ve yeniden dağıtım esasına göre hareket ettiğini söyleyen hükümetin hazırladığı “toplum sözleşmesi”nin zorunlu bir sonucuydu.

Planlama anlaşmaları ve belirli kurumların millileştirilmesi üzerinden işçi sınıfının yatırımın yön verdiği reflasyon için desteğinin alınması düşünüldü. Bu anlayışa göre, yatırım temelli ekonomik canlanma hamlesi, para arzının çoğaltılmasına dönük reflasyoncu adım, önceki talebin yön verdiği reflasyonları zora sokmayacaktı.

Sola göre, bu türden bir sanayi politikası, şirketçi politik çerçeve içerisinde sivil toplumu demokratikleştirecekti. Oysa mevcut İşçi Partisi’nin lider kadrosunun bu tür bir gelişmeye izin verme niyeti bulunmamaktaydı.

Esasında İşçi Partisi’nin sanayi stratejisi, özü itibarıyla radikal değildi, hatta devletin müdahale düzeyine dair değerlendirmeler, diğer birçok kapitalist ülkede de yapılmaktaydı. Buradaki model Sovyetler Birliği değil, Avusturya, İsveç, Almanya ve Japonya gibi dinamik kapitalist ülkelerdi. Devletin ilgili stratejiyi yürürlüğe koymak için ihtiyaç duyulan politika enstrümanlarından, yetkilerinden ve uzmanlıktan yoksun olduğu koşullarda, bu politikanın uygulamada teknik sorunlarla yüzleşmesi kaçınılmazdı. Buna karşılık, ana sorunlar, aslında teknik değil, politikti.

Aslında sanayi stratejisi, ona karşı gönülsüz olan İşçi Partisi liderlerine sol tarafından dayatılmıştı. Strateji, temelde sosyalist olan millileştirme ve işçi katılımıyla ilgili talepleri içeriyordu. Burada esas olarak devlet müdahalesinin kapsamının genişlemesinden, bunun neticesinde, daha radikal taleplerin dillendirilmesinden, buna cevap olarak, sermayenin devlete karşı yoğun bir politik harekât düzenlemesinden, hatta bir yatırım grevi yapmasından korkuluyordu.

Aslına bakılırsa, sermayenin bu türden bir baskı uygulamasına bile gerek yoktu. Hükümet, ödemeler dengesinin bozulduğu, dünyadaki resesyona bağlı olarak ihracat rakamlarının düştüğü, kârların ve yatırımların azaldığı, enflasyonunsa yükseldiği, büyük bir ekonomik krize tanık olan dönemde işbaşına gelmişti. Üstelik hükümet, çoğunluğa da sahip değildi. Bu sebeple, dile getirilen sanayi stratejisi, hükümetin ilk önceliği ekonomik krizi halledip, yapılacak ikinci seçim için gerekli desteği toplamak olduğu için ertelendi.

Sanayi stratejisi ve yatırımın öncülük ettiği ekonomik canlanma hamlesi yerine hükümet, oy peşine düştü ve destekçilerinin militanlık düzeyinden istifade etmeye çalıştı. Bu amaç doğrultusunda bütçeyi herkesi kucaklayacak şekilde kullandı, böylelikle geliri yeniden dağıtma vaadini yerine getirdi ve kamu sektöründe ücret artışı yapılması önerisini kabul etti. Bunun sonucunda yatırım ve üretimde artış yaşandı, fakat enflasyon da arttı, kârlar ve yatırım oranları düştü, güçler dengesi bozuldu. Ücretleri ve kamu harcamalarını artırmakla hükümet, ortaya çıkmaya başlayan halk hareketini susturmayı bildi. Bu türden artışların enflasyonun yüksek olduğu koşullarda finanse edilebilmesi için sermayenin değil, enflasyon karşısında gelirleri eriyen insanların bedel ödemesi gerekiyordu. Böylelikle enflasyon, yeni ayrışmaları tetikledi, yeni politik güçlerin açığa çıkmasını sağladı. Bu sayede, krizin derinleştiği koşullarda, devlet ve sermaye, saldırıya geçme imkânı buldu. İkinci seçimin ardından hükümet, sermayeye vergi konusunda önemli tavizlerde bulundu, kârları ve yatırım imkânlarını artırmak amacıyla, fiyatlar üzerindeki kontrolleri belli ölçüde kaldırdı. Avrupa Ekonomi Topluluğu’na katılımın oylandığı referandum, İşçi Partisi’nin lider kadrosuna sanayi stratejisini sosyalist zeminde değil, ulusun yeniden dirilmesi için gerekli bir strateji olarak gören dar şovenizm temelinde savunan sol kesimi nihai olarak mağlup edecek hamleyi yapma imkânı sundu.

İngiliz hükümetinin ekonomiyi büyütmeye çalıştığı koşullarda başka ülkelerdeki hükümetler, enflasyonu düşürme gayreti dâhilinde belirli politikalar uyguluyorlardı. İngiltere’de enflasyondaki artış, içteki üretimin ulaştığı rekabet edebilirlik seviyesini geriye çekti, kârların, yatırım rakamlarının ve üretimin düşmesine neden oldu, işsizliği artırdı, ödemeler dengesi hızla bozuldu. Bu süreçte hükümetin dış finansman konusunda yüzleştiği güçlüğe, artan kamu harcamalarının finanse edilememesi sorunu eşlik etti. Kamu harcamalarının iki kattan fazla arttığı üç yıl içerisinde zaten sıkıntıda olan finans piyasalarındaki durum karşısında fiyatlar yüzde 70 civarında arttı. İç borçtaki artış, faiz oranlarını yukarı çekti ve para arzını bollaştırdı, öte yandan sterlin giderek artan bir baskıyla yüzleşti.

1975 bütçesi, Keynesçi genişleme politikasının kapı dışarı edilmesine tanıklık etti. İşsizliğin arttığı koşullarda talep iyice daraldı. Bütçe, işsizlik düzeyinden çok para arzıyla ilgili hedefler belirlemekteydi. Para politikasına ve kamu harcamalarının kontrolüne daha fazla ağırlık veren hükümet, bir yandan da bu tür politikaların yürürlüğe konulması için gerekli olan araçları geliştirmeye dönük bir gayret ortaya koydu. Bir yandan, Muhafazakâr Parti hükümetinin para ve kredi artışlarını kontrol edememesi ve artan kamu borcunu finanse etme ihtiyacıyla yüzleşmesi sebebiyle, İngiltere Merkez Bankası, paranın kontrolü ve borçların yönetilmesi için daha gelişkin yöntemler geliştirmek zorunda kaldı. Bir yandan da kamu harcamalarını kamunun kazançlarının mevcut sınırları içerisinde tutamaması sebebiyle genel harcamalara getirilen sınırlamayı esas alan bir sistem geliştirildi. Ancak bu türden yöntemler, büyüyen krizin ağırlığını taşıyamadı. Durum kötüleştikçe hükümet, 1975 yılının sonunda gelir politikasını devreye soktu, Sendikalar Kongresi ile anlaşmaya vardı, buna karşılık, sterlinin değeri hızla düştü, enflasyonun baskısı daha da arttı, neticede borç ihtiyacını azaltmak için kamu harcamalarında kesintiye gidildi. 1976 bütçesinde artık ana gündem maddesi, para arzının kontrolü meselesiydi.

Bu süreçte sterlin, IMF’ten ve yabancı merkez bankalarından alınan kredilere rağmen değer kaybetmeye devam etti. Kısa süreliğine sermaye dışarı kaçtı. IMF’le yeni bir kredi anlaşması imzalama karşılığında hükümet, 1976 tarihli niyet mektubunda para akışının kısıtlanmasını ve harcama kalemlerini içeren bir paketi kabul etmek durumunda kaldı.

1974-1979 arası dönem, İşçi Partisi iktidarına tanıklık etti. Partinin yabancı bankaların taleplerine teslim olmasıyla birlikte hükümetin stratejisinde büyük bir değişikliğe gidildi. IMF kredisi, tam da bu dönemde gündeme geldi. Aslında kredi şartları arasında hükümetin zaten gönüllü olarak kabullendiği kısıtlamalar gibi hususlar yer alıyordu. 1975 bütçesi, genişlemeci çözümleri kapı dışarı etti, 1976 yılının başında kamu harcamalarında kesintiyi öngören nakit sınırlaması (genel harcamaların sınırlanması) politikası gündeme geldi. Aynı bütçede para arzıyla ilgili hedefler belirlendi, Temmuz 1976’da kamu sektörünün borç ihtiyacının azaltılması için kamu harcamalarında kesintiye gidildi.

Her ne kadar bakanlar kurulu, krizle başa çıkabilmek için ithalat alanını kontrol altına almayı düşünse de bu türden tedbirler için aslında çok geç kalınmıştı, zira sterlindeki değer kaybı, ancak IMF’ten alınacak krediye bağlıydı. Fakat öte yandan IMF’ten borç almak, belirli sektörler arasında ayrımcılık yapan ticari tedbirlerin benimsenmesiyle çelişen bir adımdı.

Borç konusunda isteksiz olan hükümete enflasyonu düşürecek politikaları dayatan IMF’in vereceği kredi, bir yandan da hükümete politik muhalefeti etkisizleştirme imkânı ve eleştirilerin yabancılara ve bankacılara yöneltilmesini sağlayacak bir bahane sunuyor, onun eline kriz üzerinden sterlini destekleyecek araçları temin ediyor, böylelikle hükümetin enflasyonu düşürecek ama yıkıcı sonuçlara yol açacak ekonomi paketinin yükünden kurtulmasını sağlıyordu.

Alınan kredi, sterline güveni tazeledi, finans piyasalarını istikrara kavuşturdu, hükümetin borç ihtiyacını karşıladı, böylece bütçede belirlenen para arzı hedefine ulaşılmasını sağladı. Sonuçta IMF’ten alınan kredi, hükümetin ekonomi politikasını pratikte kısıtlayacak bir sonuca yol açmadı. İşçi Partisi’nin genişlemeci stratejisini temelsiz bırakan IMF değil, partinin dünyadaki resesyon karşısında içte enflasyona yol açacak politikalar uygulamak suretiyle radikal itirazı savuşturmaya çalıştığı koşullarda, giderek olumsuz yönde gelişen uluslararası ekonomik durumdu.

1974-1976, Britanya’da Keynesçi sınıf işbirliği stratejisinin ölüm sancılarıyla kıvrandığı dönemdi. 1974-1975’te ekonomiyi canlandırma hamlesi (reflasyon), esas olarak politik baskıların bir sonucuydu, ama bu hamle, nihayetinde “yatırım düzeyini içteki talep düzeyi belirler, bu sebeple engellerin aşılmasını sağlayan talep yönetimi politikaları, birikime yol açar” fikrini temelsiz bıraktı.

İşçi Partili Callaghan’ın partisinin 1976’daki konferansında yaptığı konuşmayla başlayan sürece damgasını vuran “yeni gerçekçilik”, esasında birikimin ana itici gücünün talep değil, kâr olduğu görüşünün kabul edildiğini ortaya koyuyordu. Bu görüşe göre, artık işçi sınıfının ücretlerde ve devlet yardımlarında artışla ilgili istekleri sermayenin sınırları dâhilinde kısıtlanmalıydı. Bu, sadece ekonomi politikasındaki bir değişikliği değil, aynı zamanda Keynesçi refah devletine ait kurumların yeniden yapılanmasını ifade etmekteydi.

Keynesçilik ülkede zeminini, uluslararası ödemeler dengesindeki bozulmayla bağlantılı olarak yaşanan finansal krizlerin ördüğü duvara içte uygulanan genişlemeci politikaların toslaması ile birlikte yitirdi. İşçi Partisi içindeki solculara göre, bu krizler, temelde sermayenin para gücü ile ulus devletin politik gücü arasındaki kapışmanın bir neticesiydi ve bu çelişki, partinin radikal sanayi politikasının uygulanması, bunun yanında ticaret ve uluslararası sermaye akışlarının kontrol altına alınması üzerinden, sermayenin devlete tabi kılınması ile, ancak politik düzlemde çözüme kavuşturulabilirdi.

Fakat solun bu teşhisi, devletin biçimi denilen o kritik meselenin çözümü konusunda bir deva sunmadı. Devletin politik gücünün sermayenin para gücünün karşısına çıkartılabileceğini düşünen, iki güç biçiminin arasında esasen kopmaz bağlar olduğunu görmeyen sol, kapitalist devletin, sermayenin gücü dışında başka bir güce sırtını yaslayabileceğini sandı.

Keynesçi refah devleti, doğası gereği, devletin sınıfsal niteliği ile sınıfsal işbirliğini esas alan, konsensüsü teşkil etme amacı güden mekanizmalar arasındaki çelişkiyle maluldür. Dolayısıyla, ardı ardına yaşanan krizler, sermayenin gücüyle devletin gücü arasındaki kapışmanın birer sonucu ve tezahürü değildir.

O dönem İşçi Partisi’nin lider kadrosu, yalnızca sermayenin gücüne saldırmak suretiyle devletin kendi temellerini ortadan kaldıracağını düşünüyordu. Solun radikal stratejisini uygulamaya yönelik her türden adım, sermayenin yatırım grevi yanında, içte ve uluslararası planda yaşanan finansal kriz karşısında başarısız olmaya mahkûmdu. Krizin sermayenin şartları uyarınca çözüme kavuşturulması karşısında savunulabilecek yegâne seçenek, devletin devrimci manada dönüştürülmesi, böylelikle devletle sivil toplumu 1974’te başlamış olan, ama 1976 yılına gelindiğinde sadece aşırı solcuların hayal dünyalarında kendisine yer bulabilen, birleşik işçi sınıfının demokratik arzularını dile dökebilecek örgütlü bir halk hareketi temelinde yeniden bütünleştirilmesiydi.

Simon Clarke

[Kaynak: Keynesianism, Monetarism and the Crisis of the State, Edward Elgar Publishing, 1988, s. 311-316.]

0 Yorum: