22 Mayıs 2023

,

STK’lar Emperyalizmin Hizmetinde


Tarih boyunca esasen küçük bir azınlığı ifade eden egemen sınıflar, iktidarlarını, kârlarını ve imtiyazlarını savunurken sırtlarını her daim devletin baskı aygıtına ve toplumsal kurumlara dayadılar. Geçmişte, bilhassa üçüncü dünyada egemen sınıflar, kendi ülkelerinde ve başka ülkelerde faaliyet yürüten dini kurumları sömürülen halk kitlelerini kontrol etmek ve onlardaki huzursuzluğu dini ve cemaatlerarası kavgalara ve çatışmalara yöneltmek amacıyla finanse edip desteklediler.

Bugün bu pratiklere hâlen daha başvuruluyor. Ama öte yandan, son yirmi otuz yıllık kesitte ortaya kontrol ve ideolojik mistifikasyon işlevini gören ve kendisini “sivil toplum örgütleri” olarak tarif eden yeni bir toplumsal kurum çıktı. Bugün üçüncü dünyada faal olan STK sayısı, en az elli bin. Bunlar, uluslararası finans kuruluşlarından, AB’ye, ABD’ye ve Japonya’ya bağlı hükümet kurumlarından ve kendi ülkelerindeki hükümetlerden 10 milyar doların üzerinde para alıyorlar. En büyük STK’ların müdürleri, şirket CEO’larının maaş ve ikramiyelerine denk düşen paralar karşılığında milyon dolarlık bütçeleri yönetiyorlar. Jetleriyle uluslararası konferanslara gidiyorlar, şirket ve finans kuruluşu yöneticileriyle görüşüyorlar, milyonlarca insanı, bilhassa yoksulları, kadınları ve enformel sektörde çalışan işçileri olumsuz yönde etkileyen politik kararlar alıyorlar.

STK’lar, dünya genelinde faal olan önemli politik ve toplumsal aktörler olarak, Asya, Latin Amerika ve Afrika’nın köylerinde ve kentlerinde çalışma yürütüyorlar. Bunların büyük bir kısmı, Avrupa, ABD ve Japonya’dan gelen bağışlara bağımlı. Bugün “ilerici dünya” denilen coğrafya genelinde STK’ların bu kadar yaygın oluşunu, ellerindeki ekonomik ve politik gücü hiçbir solcunun eleştirmemesi, STK’ların olumsuz etkileri üzerinde durmaması sorgulanmayı bekliyor. Bu eksikliğin önemli bir sebebi, STK’ların örgütlü sol hareketlerin yerini almaları ve onları yok etmeleri, buna bağlı olarak, o örgütlerin entelektüel stratejistlerini ve liderlerini kafalamış olması.

Bugün birçok sol hareket ve halkta karşılık bulan sözcüler, eleştirilerini esas olarak üçüncü dünyanın yağmalanmasını makroekonomik ajandalarının başına yazmış olan IMF’e, Dünya Bankası’na, çokuluslu şirketlere, özel bankalara vs. yöneltiyorlar. Bu, tabii ki önemli bir görev. Fakat, üçüncü dünyanın sanayisine, bağımsızlığına ve yaşam standartlarına yönelik saldırı, hem makro-ekonomik hem de mikro-sosyopolitik düzeyde cereyan ediyor. Ücretlere yapılan ve olumsuz sonuçlara yol açan yapısal ayarlamalar, ücretli işçiler, köylüler ve küçük işletme sahipleri arasında huzursuzluğa yol açıyor. Tam da bu noktada STK’lar sahneye çıkıyor ve bu huzursuzluğun üzerini örtüp okların şirketlerin/bankaların elindeki yapıya yönelmesine mani oluyorlar, kârların yereldeki mikro projelere akmasını sağlıyorlar, emperyalizmin ve kapitalist sömürünün sınıfsal açıdan analiz edilmesi işinden uzak duran, halkı “eğiten” faaliyetlere ve tabanda insanların kendi kendilerini sömürmelerine imkân sağlayan apolitik projelere odaklanıyorlar.

Bugün dünya genelinde STK’lar, hırslı olan kimi eğitimli sınıfların sınıfsal hiyerarşide üst mertebelere çıkması için başvurulan bir araç hâline geldi. Akademisyenler, gazeteciler ve profesyoneller, çok aza parası olan solcu hareketleri terk edip çok para getiren STK yönetme işine girdiler, onlarla birlikte, bu isimlerdeki örgütleme ve belâgat gibi yetenekler yanında popülist dil de STK sahasına taşındı. Bugün dünyada binlerce STK yöneticisi, 40.000 dolarlık spor arabalarıyla duvarlarla çevrili özel sitelerinden çıkıp içi dayalı döşeli ofislerine ve binalarına geçiyorlar, yolda çocuklarını okula bırakıyorlar, evin işlerini hizmetçilerine, bahçenin bakımını bahçıvana bırakıp kendi işlerini hâllediyorlar. Bu insanlar, vakitlerini kendi ülkelerindeki yolları çamurlu köylerde değil, Washington, Bangkok, Tokyo, Brüksel, Roma gibi yerlerde düzenlenen yoksullukla alakalı uluslararası konferanslarda geçiriyorlar. Bunlar, çok az maaş alan ve köylerde çalışan öğretmenlerin eylemine yönelik polis saldırısına dikkat çekmek gibi bir riski göğüslemek yerine, hak eden profesyonellere nakit para akıtılmasına dair yeni öneriler kaleme almakta epey mahir insanlar.

STK liderleri, yeni bir sınıf ve bu sınıf, mülkiyet sahipliği veya hükümet kaynaklarını temel almıyor. Onlar, daha çok emperyalizmin akıttığı paralarla besleniyor ve önemli halk gruplarını kontrol etme becerisine sahip olmanın ekmeğini yiyorlar. STK liderleri, faydalı olan herhangi bir meta üretmeyen, ancak ikramiye karşılığında ülkesindeki yoksulluğu satmak suretiyle, bağışçı ülkelere hizmet sunan bir tür neo-komprador olarak görülebilirler.

STK yöneticilerinin kendi konumlarını meşrulaştırmak adına dillendirdikleri “biz yoksullukla ve eşitsizlikle mücadele ediyoruz” lafları, sadece onların ekmeğine yağ süren aldatıcı laflardır. STK’lardaki büyüme ile yaşam standartlarındaki düşüş arasında dolaysız bir ilişki vardır: STK’ların pıtrak gibi çoğalması, yapısal işsizliği, yerinden edilen köylülerin sayısını azaltmadığı gibi enformel işçilerden oluşan ve giderek büyüyen ordunun ücretlerini de aşağıya çekmiştir. STK’lar, sadece kendi ülkelerini ve halklarını etkileyen neoliberal ekonomi kaynaklı tahribattan zarar görmemelerini sağlayacak gelir elde eden ufak bir profesyonel tabakasının oluşmasını ve bu insanların toplumdaki sınıfsal yapı içerisinde üst mertebelere tırmanmasını sağlamaktan başka bir işe yaramamıştır.

Bu gerçeklik, STK memurlarının kendileriyle ilgili sundukları imajlarla çelişki içerisindedir. Onların elindeki basın kuruluşlarına ve kamusal alanda kullandıkları dile bakacak olursak bu memurlar, “otoriter devletçilik” ile “vahşi piyasa kapitalizmi” arasında bir üçüncü yolu temsil ediyorlar: Bu insanlar, kendilerini küresel ekonominin çatlaklarında faaliyet yürüten “sivil toplum”un öncüleri olarak tarif ediyorlar. STK konferanslarında en çok da “alternatif kalkınma” ifadesini işitiyoruz.

“Sivil toplum”la ilgili bunca süslü lafın esasen hiçbir anlamı yok. “Sivil toplum”, temiz, pirüpak, yekpare bir yapı değil, bu yüzyıl içerisinde ayrışmış olan farklı sınıflardan oluşuyor. İşçilerin muzdarip oldukları eşitsizliklerin büyük bir bölümünün altında iç borca yüksek faiz ödeyen, sivil toplum içerisinde faal olan zengin bankacıların imzası var. Onlara köylüleri topraklarından söküp atan toprak sahipleri ve terhanelerde işçileri üç kuruşa harap eden kapitalistler eşlik ediyor.

“Sivil toplum”dan dem vuran STK’cılar, sınıfsal ayrışmanın, sınıf sömürüsünün ve “sivil toplum”u kutuplaştıran sınıf mücadelesinin üzerini örtüyorlar. Analiz düzleminde hiçbir işe yaramayan ve gerçekleri gizleyen bir kavram olarak “sivil toplum”, STK’ların onları finanse eden ve projeleriyle takipçilerini neoliberal ekonomilere yön veren şirket çıkarlarına tabi olmaya iten kapitalistlerle işbirliği kurmaları için gerekli zemini sağlıyor. Ayrıca, o kadar sık görülmese de STK’cıların başvurduğu sivil toplumcu dil, kamuya ait programlara ve topluma hizmet eden devlet kurumlarına yönelik saldırıda kullanılıyor. STK’cılar, büyük şirketlerin devlet kaynaklarına el koymak için başvurdukları “devlet karşıtı” dili benimsiyorlar (ilki bu dili “sivil toplum”, diğeri “piyasa” adına kullanıyor). Kapitalistler, “devlet karşıtlığı”nı ihracata ve finansal kurtarma paketlerine akıtılan kamuya ait parayı artırmak için devreye sokarken, STK’lar, alt seviye hizmetlerde bulunmak suretiyle yürüttüğü taşeronluk faaliyetleri üzerinden bu paradan küçük bir pay kapmak için uğraşıyorlar.

STK’lar, kendilerini yenilikçi halk liderleri olarak lanse ediyorlar, oysa bunlar, halk içinde faaliyet yürüten, gerçekte özelleştirme politikalarına aşağıdan destek sunmak ve halk hareketlerini felç etmek, bu sayede direnişi kırmak suretiyle IMF’in yürüttüğü çalışmalara katkı sunan, onun eksiklerini gideren gericiler.

Her yerde karşımıza çıkan STK’lar, bu anlamda, solun yüzleştiği önemli bir sorun ve bu sorunun STK’ların kökeni, yapısı ve ideolojisine dair eleştirel politik analizle karşılanması gerekiyor.

STK’ların Özgün Yapısı ve İdeolojisi

STK’lar, siyaset sahasında çelişkilerle yüklü bir rol oynuyorlar. Bir yandan STK’lar, diktatörlükleri ve insan hakları ihlallerini eleştiriyorlar. Bir yandan da radikal sosyo-politik hareketlerle rekabet ediyorlar, halk hareketlerini hâkim neoliberal elitlerle işbirliği temelli ilişkiler kursunlar diye onları yönlendirmeye çalışıyorlar. Gerçekte ise bu politik yönelimler göründüğü kadar çelişki yüklü değil.

Son yirmi beş yıl içerisinde STK’lardaki artış ve büyümeyi incelediğimizde, onların üç ana koşul üzerinden ortaya çıktığını tespit ediyoruz.

1. Diktatörlük dönemlerinde muhalif aydınlara sığınacak liman olarak hizmet eden STK’lar, buralarda insan hakları ihlalleri gibi meselelerle ilgilenme imkânı buluyorlar, ağır tasarruf tedbirlerinin mağdurları için “hayatta kalmalarını sağlayacak stratejiler” oluşturuyorlar. Ama bu insani yardım kuruluşu gibi çalışan STK’lar, AB ve ABD’nin ülkelerde insan haklarını ihlal eden güçlerle ilişkilerine pek işaret etmiyorlar, kitleleri yoksullaştıran “serbest piyasa” politikalarını hiç sorgulamıyorlar. Bu anlamda STK’cılar, yerelde kitle hareketlerinin yöneticilere meydan okumaya başlamasıyla birlikte egemen sınıfın ve emperyalizme hizmet eden siyasetçilerin yerini alacak “demokratlar” olarak takdim ediliyorlar. Batı, birer eleştirmen olarak iş gören STK’cılara o paraları iş başındaki gericiler bocalamaya başladığında kendi çıkarlarını güvence altına alsınlar diye akıtıyorlar. Filipinler’de Marcos rejiminde, Şili’deki Pinochet rejiminde ve Kore’de Park diktatörlüğü döneminde ortaya çıkan STK’lar bu türden bir işlev gördüler.

2. STK’ların pıtrak gibi çoğaldığı dönem, kitle hareketlerinin emperyalist hegemonyaya meydan okuduğu dönemdi. Radikal sosyo-politik hareketlerdeki ve mücadelelerdeki büyüme, eski radikallerin ve sözde halkın aydını olan kişilerin Avrupa ve ABD’deki çok uluslu şirketlerle ve hükümetlerle güçlü bağlara sahip çok parası olan özel ve kamusal vakıflara satabilecekleri, çok kâr getirebilecek bir metaya sahip olmalarını sağladı. Parayı akıtanların asıl ilgilendikleri konu, “sosyal bilimler istihbaratı” olarak da nitelendirebileceğimiz bilgi yekûnu idi. Bu kuruluşlar, 1983-1986 arası dönemde Şili’de yaşanan kitlesel ayaklanmalarda yürürlüğe konulan “gecekondularda şiddete eğilim” başlıklı STK projesi türünden projelerle ilgilendiler. STK’cıların tüm enerjiyi toplulukları yönetme ve toplumsal dönüşüm yerine yardım faaliyetlerine teksif etme becerilerine para yatırdılar. Bu süreçte devrimcileri itibarsızlaştırıp tecrit edecek “yeni kimlik söylemleri” kılıfı altında sınıf işbirlikçisi fikirlerini pazara sundular.

Başka ülkelerde oluşturulan kurumları kontrol eden ipler, halk isyanlarıyla birlikte gevşedi. Yetmişlerde Endonezya, Tayland ve Peru gibi ülkelere, seksenlerde Nikaragua, Şili ve Filipinler’e, doksanlarda ise El Salvador, Guatemala ve Kore’ye milyonlarca dolar akıtıldı. Bu ülkelerde STK’cıların asıl görevi, oralarda çıkan yangınları söndürmekti. İnşa sürecine hizmet edecek projeler kılıfı altında bu kişiler, ideolojik hareketlere dâhil olmak isteyenlere mani olmak için uğraştılar, bu amaç doğrultusunda başka ülkelerden aldıkları fonları kendi ülkelerinde liderleri satın almak, onları dışarıda düzenlenen konferanslara göndermek, içeride ise yerel örgütleri neoliberalizmin gerçekliğine uyum sağlamaları konusunda teşvik etmek için kullandılar.

Dışarıdan para geldikçe STK’lar çoğaldı, toplumları eylem sürecinden biraz parsa toplamak için kavga eden rakip derebeyliklere böldü. Yeni bir STK kurmak, projelerini, faaliyetlerini, kitlesini pazarlamak, kendi merkezini ve kariyerini finanse etmek adına her bir “taban aktivisti” yoksullar içerisinde bir köşe kaptı (“kadın”, “azınlıktan gençler” gibi bir musluğun başına oturdu).

3. STK’lar, en çok da serbest piyasa kapitalizminin yol açtığı, sık sık cereyan eden ve giderek derinleşen ekonomik krizler esnasında çoğaldılar. Bütçede kesintiler yapıldıkça aydınlar, akademisyenler ve profesyoneller işlerini kaybettiler veya ücretleri azaldı. İkinci iş zorunluluk hâlini aldı. STK’lar, iş bulma kurumu hâline geldi. Sivil toplumu, serbest piyasayı ve alternatif kalkınma çizgisini hâkim kılmak, neoliberal rejimlerle ve uluslararası finans kuruluşlarıyla birlikte önerilen siyasetleri uygulamak isteyen, statü kaybına uğramış aydınlar, danışmanlık işini bir tür güvence olarak gördüler. Milyonların işlerini kaybettiği, yoksulluğun halkın geniş kesimlerine yayıldığı koşullarda STK’lar, önleyici faaliyetler içine girdiler. Bu faaliyetler dâhilinde STK’lar, genel greve değil, hayatta kalma stratejilerine odaklandılar. Gıda stokçuluğu yapanlara, neoliberal rejimlere veya ABD emperyalizmine karşı kitlesel eylemler örgütlemek yerine, millete çorba dağıttılar.

STK’lar ilk başta, eski düzenin sarsıldığı, rüşvete bulaşmış idarecilerin kontrolü yitirdiği, halkın mücadelesinin mevziler elde ettiği “demokratik geçiş” dönemlerinde “ilerici” bir içeriğe sahiplerdi. STK’lar, zamanla eski rejimle seçim partisi ile boy gösteren muhafazakârlar arasındaki geçişi sağlamak için kullanılan bir tür araç hâline geldi. STK’lar, halkçıymış gibi görünen bir dile başvurdular, örgütsel kaynaklarını ve “demokratik” insan hakları savunucuları olarak sahip oldukları statülerini halkın geçiş sürecini hukuki-politik reformlarla sınırlı tutan, toplumsal-ekonomik değişimler gerçekleştirmek gibi bir niyeti bulunmayan siyasetçilere ve partilere destek vermesi için teksif etti. STK’lar, bu süreçte halkı eylemsizleştirdi, hareketleri parçaladı. Seksenlerde ve doksanlarda, Şili’den Filipinler’e, oradan Güney Kore ve ötesine uzanan “seçim temelli geçiş süreci”ni tecrübe etmiş her bir ülkede STK’lar, sosyo-ekonomik statükoyu süreklileştiren, hatta derinleştiren rejimlere oy verilmesinde önemli bir rol oynadılar. Bunun karşılığında birçok eski STK’cı, hükümet kurumlarının başına getirildi, bazıları hatta halkı gözetiyormuş gibi görünen (kadın hakları, yurttaş katılımı, halk iktidarı gibi) unvanlarla birlikte bakan oldu.

STK’ların oynadığı gerici politik rol, onların teşkil edildikleri yapıların bir sonucu.

STK’nın Yapısı: İçinde Elitist, Dışında Uşak

Gerçekte STK’lar, “devletle hükümetle alakası bulunmayan”, sivil kuruluşlar değildir. Yabancı ülkelerin hükümetlerinden para alırlar, yereldeki hükümetlerin özel alt taşeronları olarak çalışırlar ve/veya devletle yakın ilişkiler içerisinde çalışan özel vakıflardan teşvik alırlar. Sıklıkla STK’lar, ülke içinde ve dışında devlet kurumlarıyla açıktan işbirliği kurarlar. Bu kuruluşların programlarından halk hesap soramaz, hesabı sadece yabancı bağışçılar sorar. STK’ların performansını kendi ölçüt ve çıkarları uyarınca gözden geçirip denetlerler. STK yetkilileri, kendilerini belirli pozisyonlara getirirler. Asli görevlerinden biri de gelecek fonları güvence altına almak için gerekli teklifleri oluşturmaktır. Birçok örnekte görüldüğü üzere, fon alabilmek için STK liderleri, Batılı elitlerin en çok ilgisini çeken konuları bulurlar, teklifleri buna göre şekillendirirler.

Seksenlerde STK’lara yönetilebilirlik ve demokratik geçişle ilgili politik teklifleri inceleme ve sunma görevi verilmiştir. Çünkü emperyalist güçlerin tek derdi, o dönemde diktatörlüklerin yıkılması durumunda yönetilemezlik gibi bir sorunla karşılaşmamak, yani kitle hareketlerinin mücadeleyi derinleştirip toplumsal sistemi dönüştürmesine imkân vermemektir.

Demokrasi ve halktan yana dil kullansalar da STK’lar hiyerarşiktir. Tüm projeler, insanların işe alınması, işten çıkartılması tümüyle direktörün kontrolündedir. Uluslararası konferanslara gidecek kişileri de onlar belirler. “Halk”, esasen bu hiyerarşinin tebaası konumundadır. O, STK’nın akıttığı paradan pek bir şey almaz. Yurtdışına gönderilmez. “Halk”, liderlerinin aldığı maaş ve ikramiyeleri ömrü hayatında görmez. Alınan kararların hiçbirisi oylanmaz. En iyi ihtimalle direktör, yabancı bağışçılarla anlaştıktan sonra STK personeli, yoksullar içerisinde çalışan “halk aktivistleri”ni toplantıya çağırır ve projeyi onlara onaylatır. Birçok örnekte görüldüğü üzere STK’lar, üyelere yaslanan teşkilâtlar değil, elitlerin kendilerini belirli görevlere getirdikleri yapılardır. Bunun bahanesi olarak, kendilerinin halk için kaynak temin ettiklerini, başkalarıyla rekabet içerisinde olduklarını, bu rekabetin kuruluşa zarar verdiğini söylerler.

Esasen STK’lar, demokrasinin zeminini toplumsal programları ve kamusal tartışmayı yerel halkın ve onun seçtiği liderlerin kontrolünden çıkartıp, ülkedeki siyaseti seçimle işbaşına gelmemiş yabancı yetkililerin ve onların onay verdikleri yereldeki memurların eline bakar hâle getirmek suretiyle ortadan kaldırmaktadırlar.

STK’lar, yeni enternasyonalizm kılıfı altında yeni bir tür kültürel ve ekonomik sömürgeciliğe destek sunarlar. Yüzlerce birey, gelişkin bilgisayarlarının başına oturup bildirilerini, önerilerini değiş tokuş ederler, birbirlerine uluslararası konferanslara katılım için gerekli davetiyeleri gönderirler. Lüks konferans salonlarında bir araya gelen bu bireyler, son verilen mücadeleleri tartışırlar, toplumsal tabanla yani para alan kadrolarıyla ilgili önerilerini sıralarlar. Sonra da bildiriler ve bültenlerle kitlelere önerilerini aktarırlar. Fon sağlayan yabancı kuruluşlar çağırdığı vakit tura çıkarlar ve yoksulların kendi kendilerine yardım etmelerini sağlayan projelerini tanıtırlar. Başarılı olmuş küçük müteşebbislerle konuşma imkânı bulurlar.

Bu yeni sömürgeciliğin işleyiş tarzını çözmek çok zor değil. Projeler, emperyalist merkezler ve onlara ait kurumların belirlediği yönergeler ve öncelikler temelinde hazırlanıyor. Sonra da toplumlara satılıyor. Değerlendirmeleri emperyalist kurumlar yapıyor, onlar için projeler değerlendirmeye tabi tutuluyor. Para akışı ile ilgili önceliklerdeki değişiklikler yaşandığında veya proje kötü bulunduğunda o örgüt, topluluk, çiftçi çalışması ve kooperatif çöpe atılıyor. Herkes, projeleri değerlendirenlerin ve bağışçıların taleplerine uyum sağlamak için gerekli disipline kavuşuyor. Eskinin sömürge valilerinin yerini alan STK direktörleri, projeleri bağışçıların hedeflerine, değerlerine ve ideolojisine uygunluk, bunun yanında fonların uygun kullanımı temelinde denetliyorlar ve bunlara uygun olmasını sağlıyorlar.

STK’ların İdeolojisiyle Radikal Sosyo-Politik Hareketler Arası Karşıtlık

STK’ların asıl üzerinde durduğu konu, hareketler değil projeler; temel üretim araçlarının ve servetin kontrolünü ele geçirme mücadelesi vermek yerine kıyıda köşede üretim yapmaya sevk ediyorlar. İnsanların gündelik hayatını biçimlendiren yapısal koşullara değil, projelerin teknik-finansal yardım yönüne odaklanıyorlar. STK’lar, solun dilini gasp ediyorlar: “Halk iktidarı”, “güçlendirme”, “cinsiyet eşitliği”, “sürdürülebilir kalkınma” ve “aşağıdan yukarıya liderlik” gibi kavramlara başvuruyorlar. Mesele şu ki bu kullanılan dil, faaliyetleri çatışmacı olmayan bir politikaya tabi kılan hükümet kurumları ve bağışçılarla kurulan işbirliğinin teşkil ettiği genel çerçeveyle bağlantılı. Yerelde STK faaliyetleri, neoliberal devletin ve makro-ekonominin izin verdiği koşullar dâhilinde sınırlı kaynaklarla toplumsal hayata ait küçük alanlara nüfuz etmenin ötesine geçemeyen “güçlendirme pratiği”nden başka bir şey değil.

STK’lar ve uzman kadroları, yoksullar, kadınlar, ırksal açıdan dışlanmış kesimler vs. üzerinde kim nüfuz sahibi olacak konusunda toplumsal-politik hareketlerle doğrudan rekabet içerisine giriyorlar. Bu kuruluşların ideolojileri ve pratikleri, dikkatleri yoksulluğun kaynakları ve çözümlerinden başka yönlere çekiyorlar (yani meseleyle ilgili olarak yukarıya ve dışarıya bakmak yerine aşağıya ve içeriye bakıyorlar.) Yabancı bankaların sömürüsü yerine mikro teşebbüslerden bahsediyorlar ve bunları yoksulluğun çözümü olarak sunuyorlar. Bu anlamda gelirin yurtdışına kaçırılması yerine “bireysel girişimdir asıl sorun” diyerek, yanlış bir görüşün yayılmasını sağlıyorlar.

STK’ların yaptıkları “yardımlar”, halkın küçük bir kısmına katkıda bulunuyor. Kıt kaynaklar konusunda toplumsal kesimlerin birbirleriyle yarışmasına neden oluyor. Toplum içinde ve belirli kesimler dâhilinde ayrımlara yol açıyor. Böylece sınıfsal dayanışmanın altını oyuyor. Aynı durum profesyoneller için de söz konusu: her bir profesyonel, yurtdışından fon alabilmek için kendi STK’sını kuruyor. Düşük fiyatlara yabancı bağışçıların hoşuna gidecek öneriler sunma konusunda bu STK’lar birbiriyle yarışıyorlar, bir yandan da daha fazla takipçi adına konuştuklarını iddia ediyorlar. STK’ların çoğalması, yoksul toplulukların kendilerini etkileyen büyük toplumsal resmi göremeyen alt kesimlere ve gruplara ayrışmasına, sistem karşıtı mücadele içerisinde birleşememelerine neden oluyor.

Son dönemde ortaya konulan deneyim de yabancı bağışçıların statükoya yönelik politik ve toplumsal itirazların eşlik ettiği “krizler”de önerilen projeleri finanse ettiğini ortaya koyuyor. Hareket dibe vurduğunda, paralar rejimle işbirliği içerisinde olan STK’lara akıyor. STK’lar, neoliberal ajandaya uyumlu projeler üretiyorlar. Paranın nereye akıtılacağına ilişkin ajandanın en önemli unsuru, toplumsal değişim için toplumsal bir örgüt meydana getirme çabası değil, “serbest piyasa” ile uyumlu ekonomik kalkınma pratiği.

STK’ların “apolitik” bir duruşun eşlik ettiği mevcut yapı ve niteliği, bunun yanında yardım faaliyetlerine odaklanıyor oluşu yoksulları siyasetten ve eylemlilikten uzaklaştırıyor. STK’lar, kitle haberleşme araçlarının ve neoliberal partilerin teşvik ettikleri seçim süreçlerini besliyorlar. Emperyalizmin niteliğine, neoliberalizmin sınıfsal zeminine, ihracatçılarla geçici işçiler arasındaki sınıf mücadelesine dair politik eğitim kenara atılıyor. Bunun yerine STK’lar, “dışlananları”, “güçsüzleri”, “aşırı yoksulluğu”, “cinsel veya ırksal ayrımcılığı” tartışıyorlar. Bu tartışmada yüzeysel göstergelerin, zarfın ötesine geçemiyorlar, bu koşulları yaratan toplumsal sistemi ele alamıyorlar. Yoksulları “özel ve gönüllü eylemlilik” üzerinden neoliberal ekonomiye dâhil eden STK’lar, dayanışma ve toplumsal eylem denilen örtü ile iktidarın ulusal ve uluslararası yapısıyla uyumlu olan muhafazakâr yapının üzerini örtüyor.

STK’ların sınıfsal politik eylemliliğin zayıfladığı, neoliberalizmin hiçbir itirazla karşılaşmadan mevzi elde ettiği belirli bölgelerde hâkim olması, asla tesadüfi bir gelişme değil. STK’lardaki büyümeye her yerde yoksulluğun derinleştiği, neoliberalizmden gelen paraların arttığı süreç eşlik ediyor. Yerelliklerde bir yığın başarı elde ettiğine dair iddiasına rağmen, neoliberalizmin mevcut gücü itirazla yüzleşmeden büyüyor, STK’lar, bu süreçte iktidar içi çatlaklarda kendisine yuva arıyor.

“Alternatifler formüle etmek” denilen sorun başka türden engellerle karşılaşıyor. Birçok eski gerilla hareketi ve toplumsal hareket lideri, sendika lideri, kadın örgütü lideri STK saflarına örgütlenmiş durumda. Teklifleri gayet cazip: yüksek ücretler, itibar, yabancı bağışçılar tarafından tanınma, yabancı ülkelerde konferanslara katılma, ağlara dâhil olma imkânı, baskıdan uzak kadro olma şansı. Buna karşılık, sosyo-politik hareketler daha az maddi imkân sunuyorlar, ama öte yandan politik ve ekonomik sisteme itiraz etme özgürlüğü, bağımsızlık ve daha fazla saygı kazanma şansı veriyorlar. STK’lar ve onların yabancı bankalardaki (Inter-Amerikan Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve Dünya Bankası’ndaki) destekçileri mikro teşebbüslerin başarı hikâyelerini aktaran broşürler yayımlıyorlar, bu yayınlarda yardım projeleri üzerinde duruluyor, ama Brezilya ve Endonezya’da yaşandığı üzere, tüketimdeki azalmadan, düşük fiyata ithal edilen malların pazarı kuşatmasından veya faiz oranlarındaki artıştan hiç bahsetmiyorlar.

“Başarılar”, yoksulların küçük bir kısmını olumlu yönde etkiliyor, ama aslında projeler, aynı pazara başka insanları sokmama becerisine göre başarılı olabiliyorlar. Bireysel mikro-teşebbüsün propaganda değeri, esasen neoliberalizmin halkçı bir olgu olduğuna dair yalanı besleme noktasında önem arz ediyor. Mikro-teşebbüslerin teşvik edildikleri bölgelerde meydana gelen, şiddet araçlarının kullanıldığı kitlesel ayaklanmalar, bize ideolojinin hegemonik bir güce sahip olmadığını, STK’ların henüz bağımsız sınıf hareketlerinin yerini tümüyle almadığını söylüyor.

STK ideolojisi, büyük ölçüde özcü kimlik politikasına dayanıyor, sınıf analizini temel alan radikal hareketlerle samimiyetsiz polemiklere girmeyi tercih ediyor. Bu tartışmada ırk, etnisite, cinsiyetlerarası eşitlik gibi meselelerde Marksizm içinde süren kapsamlı tartışmaları ve münazaraları görmezden gelen STK ideolojisi, sınıfsal analizin “indirgemeci” olduğunu söylüyor, kimliklerin sınıfsal farklılıklar üzerinden net bir biçimde ve tüm yönleriyle ayrıştığını söyleyen ciddi eleştiriyi görmezden geliyor.

Bugün haftada altı buçuk gün çalışan hizmetçi kadından 15-20 kat daha fazla maaş alan, lüks bir konutta ikamet eden Şilili veya Hintli feminist, bize sınıfsal farklılıklar bağlamında bir şeyler söylüyor olmalı. Cinsiyet içi sınıfsal farklılıklar, barınma imkânlarını, yaşam standartlarını, sağlık ve eğitim alanında sahip olunan fırsatları ve kimin artı değerine kimin el koyacağını tayin ediyor.

STK’ların büyük bir bölümü, kimlik politikası temelinde faaliyet yürütüyor ve bu kuruluşlar, kimlik politikasının yeni (postmodern) siyaset için gerekli olan temel çıkış noktası olduğunu söylüyorlar. Kimlik politikası, IMF emriyle gerçekleştirilen özelleştirmelere, çok uluslu şirketlere ve yerelliklerde güçlü olan toprak sahiplerine ait, erkeğin hâkim olduğu elitlerin dünyasına hiç itiraz etmiyor. Bunun yerine kimlik politikası, ev içindeki “patriarka”ya, aile içi şiddete, boşanmalara, aile planlamasına vs. odaklanıyor. Başka bir ifadeyle, kimlik politikası, sömürülen ve yoksul erkek işçinin/köylünün asıl zalim olarak görüldüğü, sömürülenlerin mikro dünyasında cinsiyet eşitliği için mücadele ediyor.

Cinsel sömürüye veya ayrımcılığa hiçbir düzeyde destek sunulmamalı. Fakat feminist STK’lar, üst sınıfa mensup erkek ve kadınlara fayda sağlayan, her iki cinsiyetten CEO’lara, kadın ve erkek toprak sahiplerine rant elde etme imkânı sunan terhanelerdeki sömürüye o kadınları mahkûm ederek emekçi kadınlara zarar veriyorlar. Feminist STK’ların büyük resmi görmemelerinin ve yerele ait meselelerle kişisel politikaya odaklanmalarının sebebi, her yıl kendi kasalarına giren milyarlarca dolar. Feminist STK’lar, Brezilya, Endonezya, Tayland veya Filipinler’de toprak işgallerine destek verseler, yapısal uyum politikalarına karşı düşük ücret alan, çoğunluğu kadın olan, kırsalda faaliyet yürüten okul öğretmenlerinin gerçekleştirdikleri genel grevlere katılsalar, emperyalist bağışçılar STK’lara akan muslukları bir bir kapatır. O musluğun önünde diz çökmek yerine, Filipinler’in Luzon adasındaki yapayalnız bir köyün reisine saldırmak, daha hayırlı.

Sınıf Dayanışması ve STK’ların Yabancı
Bağışçılarla Kurduğu Dayanışma İlişkisi

“Dayanışma” denilen kelime öyle çok istismar edildi ki birçok farklı bağlam dâhilinde tüm anlamını yitirdi. STK’cılar, “dayanışma”dan sadece belirlenmiş yoksul gruplara akan yabancı yardımlarını anlıyorlar. “Araştırmalar” veya “yoksullar için geliştirilmiş halkçı eğitim” gibi ifadeler, dayanışma bağlamında ele alınıyor. Birçok yönden hiyerarşik yapılar, “yardım” ve “eğitim” aktarma biçimleri on dokuzuncu yüzyılın yardım kuruluşlarını andırıyor. Bu süreci teşvik edenlerin o dönemin Hristiyan misyonerlerinden hiçbir farkı yok.

STK’cılar, devletin “vesayetine ve ona dönük bağımlılığa” saldırırken “yardım faaliyetleri”ne vurgu yapıyorlar. Neoliberaller eliyle mağdur edilenleri avlama yarışına giren STK’lar, Avrupa ve ABD’deki muadillerinden yüksek miktarlarda para alıyorlar. Yardım fikri üzerine kurulu olan ideoloji, kamu çalışanlarının yerine gönüllüleri koyuyor, geçici süreliğine işleri sınıf atlama derdinde olan profesyonellere havale ediyor.

STK anlayışının dayandığı temel felsefeyi şu şekilde özetlemek mümkün: “Dayanışma”nın yoksulların kendi kendilerini sömürdüğü pratiklere odaklanıp dikkatleri zengin sınıfların elindeki devlet kaynaklarından uzaklaştırmak suretiyle, neoliberalizmin makro ekonomisiyle işbirliği içerisine girme ve ona teslim olma. Devletin namuslu olmaya zorladığı yoksulların namuslu birer yurttaş hâline getirilmelerine hiç gerek yok.

Buna karşılık, Marksist dayanışma anlayışı, sınıf içerisindeki sınıfsal dayanışmaya, ezilenlerin kesimlerin (kadınların ve beyaz olmayanların) yerli ve yabancı sömürücülere karşı geliştirdikleri dayanışmaya vurgu yapıyor. Marksistler, sınıfları bölen ve bir süreliğine küçük grupları pasifize eden bağışlara odaklanmıyorlar. Marksist dayanışma anlayışının odağında, herkesin durumunun iyileşmesi için verilen, ekonomik alanda herkesin ortaklaşa paylaştığı sıkıntıdan kurtulmak ve herkesin durumunu iyileştirmek için verilen, sınıfın üyelerince iştirak edilen ortak eylem duruyor.

Bu mücadeleye mücadele içerisindeki toplumsal hareketler için yazıp konuşan, kendilerini aynı politik sonuçlara ulaşmaya adamış aydınlar da dâhil olurlar. Dayanışma anlayışı, hareketin parçası olan “organik” aydınlarla bağlantılı bir olgudur. Bu insanlar gerekli analizleri yaparlar, sınıf mücadelesi temelinde eğitim verirler, doğrudan eylem dâhilinde aynı politik riskleri üstlenirler.

Buna karşılık STK’cılar, dünya genelinde sadece kimliği öz olarak gören öznelciler tarikatının gündeme getirdiği dilin konuşulduğu kurumlardan, akademik seminerlerden, yabancı vakıflardan ve uluslararası konferanslardan başlarını çıkartmazlar.

Marksistler, dayanışmayı hareketlerin yol açtığı risklerin paylaşılması olarak tarif ederler. Onlar, sadece soru soran, hiçbir şeyi savunmayan, her şeye dışarıdan bakan birer yorumcu değildir.

STK’cılar için ana mesele, geliştirdikleri “proje” için dışarıdan gerekli fonu bulabilmektir. Marksistler içinse ana mesele, toplumsal dönüşümün güvence altına alınmasında eğitimin oynadığı rol ve politik mücadele sürecidir. Hareket her şeydir, hedefse toplumsal değişim konusunda kitleleri bilinçlendirmek için önemlidir: hedef, büyük çoğunluğun genel koşullarını dönüştürmek için politik iktidarı inşa etmektir.

STK’cılar, dayanışmayı genel kurtuluş hedefinden kopartırlar. O, sadece insanları iş edindirme amaçlı eğitimlerde veya umumi tuvalet inşasında bir araya getirmenin bir yoludur. Marksistlere göre kolektif mücadele içerisinde dayanışma, geleceğin demokratik kolektivist toplumunun tohumlarını bağrında taşır. Farklı dayanışma anlayışlarına farklı anlamlar kazandıran şey, sulandırılmış dayanışma anlayışı veya böylesi bir anlayışın eksikliğidir.

Sınıf Mücadelesi ve İşbirliği

STK’cılar, sık sık neoliberal rejimlerle ve yabancı fon kuruluşlarıyla kurdukları işbirliğini güvence altına alacak koşullar ve bunun bedeli üzerinde pek durmadan, uzak ya da yakın, herkesle “işbirliği” kurduklarından söz ederler. Sınıf mücadelesi, artık varolmayan geçmişe ait bir maraz olarak görülür.

Bugün bu insanlar, bize “yoksullar”ın yeni bir hayat inşa etme niyetinde olduklarını söylüyorlar. Onların geleneksel politikadan, ideolojilerden ve siyasetçilerden bıktığını iddia ediyorlar. Bunu söylerken haklılar. Ama bu STK’cıların asıl sorunu, aracı ve arabulucu rolüne soyunduklarını söylememeleri, ama bir yandan da yabancı ülkelerde üç kuruş fon için bin bir taklalar atmalarıdır. On yılı aşkın bir süredir işbirliği ve mikro teşebbüs vaaz ediyorlar, insanların kendilerine yardım etmesinden, yardım toplanmasından dem vuruyorlar, ama gelirlerin belirli ellerde toplaştığından, eşitsizliklerin giderek daha fazla arttığından hiç bahsetmiyorlar.

Bugün Dünya Bankası gibi bankalar, milyonlarca tarım emekçisini sömüren ve zehirleyen, ihracata yönelik zirai işletmelere fon aktarıyor, bir yandan da küçük ölçekli mikro projelere fon sağlıyor. STK’lar, bu mikro projelerde tabandaki politik muhalefeti etkisizleştirmek, bir yandan da yukarıda neoliberalizmi teşvik etmek gibi bir rol oynuyorlar. “İşbirliği” ideolojisi yoksulları STK’lar üzerinden yukarıdaki neoliberallere bağlıyor.

Düşünsel açıdan STK’lar, kabul edilebilir araştırmaları tanımlayan, araştırma fonlarını dağıtan, sınıf analizi ve mücadeleye dair bakış açısı üzerinde duran görüşleri ve konu başlıklarını süzgeçten getiren düşünce polisleri.

“İdeologlar” olarak damgalanan Marksistler, konferanslardan içeri alınmıyorlar, buna karşılık, STK’lar, kendilerini “sosyal bilimci” olarak takdim ediyorlar. Moda hâline gelen görüşleri, yayınları, konferansları ve araştırma fonlarını bunlar kontrol ediyorlar. Bu sayede postmarksistler önemli bir zemine kavuşuyorlar. Bu isimler, kendilerine fon aktaran yabancı patronlarla çelişkiye düşmemek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Meselelere eleştirel yaklaşan Marksist aydınlar, güçlerini değişip duran toplumsal gerçeklerde karşılık bulan fikirlerinde buluyorlar. Bu aydınların öngörülerinde dile getirdiği biçimiyle, sınıflar daha fazla kutuplaşıyor, şiddetli çatışmaların sayısı giderek artıyor. Bu açıdan bakıldığında şu söylenebilir: Marksistler, STK’lar karşısında taktiksel açıdan zayıf ama stratejik açıdan güçlüdür.

Alternatif STK’lar

Bu noktada farklı tipte birçok STK’nın olduğunu, bunların önemli bir bölümünün uyum politikalarını, IMF’i, borç ödemelerini vs. eleştirdiğini, onlara karşı organize olduklarını söyleyenler çıkıyor ve bu insanlar, her kurumu aynı çuvala atmanın adilane bir yaklaşım olmadığını söylüyorlar.

Bu söylenende haklılık payı var elbette, ama bu yaklaşımın esasen önem arz eden başka bir meselenin üzerini örttüğünü söylemek gerek. Asya ve Latin Amerika’da faal olan köylü liderlerinin önemli bir bölümüyle konuştuğumuzda bu insanlar, bize ilerici denilen STK’ların bile bölücü ve elitist bir rol oynadıkları konusunda şikâyetlerini dile getiriyorlar. Bu STK’lar, köylü liderlerini kendi örgütlerine tabi kılmak, çıkıp bizatihi kendileri “yoksullar”a öncülük edip onlar adına konuşmak istiyorlar. Oysa bu liderler, başkalarına tabi olmak istemiyorlar. İlerici STK’lar, köylüleri ve yoksulları kendi araştırma projeleri için kullanıyorlar, basılan yayınlardan gelen paraları cebe indiriyorlar, kendi adlarına yapılan çalışmaların tek bir nüshası bile hareketin eline geçmiyor! Bunun dışında köylü liderleri, STK’ların neden eğitim seminerleri sonrası ellerini taşın altına koymadıklarını sorguluyorlar. “Neden bizi inceliyorlar da zenginleri ve muktedirleri incelemiyorlar?” diye soruyorlar.

“İlerici STK'lar” içinde radikal sosyo-politik hareketlere “kaynak” sağlayan azınlıklar olduğunu kabul etsek bile, gerçek şu ki bu insanlar, STK’lara giden fonların çok küçük bir kısmını almaktadır. Dahası, STK’ların büyük çoğunluğu, yukarıda özetlenen tanıma uymaktadır ve aksini kanıtlamak birkaç istisnaya kalmıştır: “İlerici STK’lar” için atılacak önemli bir adım şudur: STK’cıların emperyalizm ve onun yerel müşterileriyle olan bağları, neo-liberalizme uyum ideolojilerini, otoriter ve elitist yapılarını sistematik olarak eleştirmek. O zaman batıdaki muadil STK’lara vakıf-hükümet ağlarından çıkmalarını ve bankalara ve çok uluslu şirketlere hizmet eden egemen rejimlere ve partilere meydan okuyabilecek sosyal-politik hareketler oluşturmak üzere Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kendi halklarını örgütlemeye ve eğitmeye geri dönmelerini söylemeleri faydalı olacaktır.

Başka bir deyişle, STK’lar STK olmayı bırakmalı ve kendilerini sosyo-politik hareketlerin üyelerine dönüştürmelidir. Bağışçıların çanağından beslenen on binlerce STK ile aynı kefeye konulmaktan kaçınmanın en iyi yolu budur.

Sonuç: STK’ların Teorisi Üzerine Notlar

Toplumsal yapılar açısından STK’ların çoğalması ve yaygınlaşması, “eski”nin esnafından, serbest meslek sahiplerinden ve “yeni” kamu çalışanı gruplarından farklı olan, yeni bir küçük burjuvazinin ortaya çıktığına dair bir göstergedir. Bu taşeron sektör, somut meta üretmediği, ancak emperyal işletmelerle mikro işletmelerde çalışan yerel küçük meta üreticileri arasında bağlantı kurmaya hizmet ettiği ölçüde daha önceki “komprador” burjuvaziye daha yakındır. Bu yeni küçük burjuvazinin en azından “orta yaş kesimleri”, birçoğunun eski solcu olması ve örgütlerine “popüler bir retorik” ve bazı durumlarda elitist bir “öncücü” anlayış getirmesiyle dikkat çekmektedir. Devlet aygıtında mülkiyeti ya da sabit bir konumu olmayan bu örgütler, kendilerini yeniden üretebilmek için büyük ölçüde dış finansman kuruluşlarına bağımlıdır. Bununla birlikte, popüler tabanı göz önüne alındığında, anti-Marksist, devlet karşıtı bir çekiciliği popülist retorikle birleştirmek zorundadır, dolayısıyla Üçüncü Yol ve sivil toplum kavramlarının uydurulması, her iki tabanı da kapsayacak kadar belirsizdir. Bu yeni küçük burjuva, ülke içinde sağlam bir organik destekten yoksun olduğu için, varlığının temel dayanağı olarak uluslararası toplantılardan beslenir. “Küreselci” retorik, anti-emperyalist taahhütlerden yoksun bir tür yapay “enternasyonalizm” için bir kılıf sağlamaktadır. Kısacası, bu yeni küçük burjuva, neo-liberal düzenin “radikal kanadını” oluşturmaktadır.

Siyaset açısından STK’lar, emperyalist stratejistlerin yeni düşüncesine uymaktadır. IMF-Dünya Bankası ve ÇUŞ’lar ekonomiyi yağmalamak için üstte yerli elitlerle çalışırken, STK’lar, altta ekonominin yağmalanmasından kaynaklanan hoşnutsuzluğu etkisizleştiren ve parçalayan tamamlayıcı bir faaliyet yürütmektedirler. Tıpkı emperyalizmin sömürü ve çevreleme gibi iki yönlü bir makro-mikro strateji izlemesi gibi, radikal hareketler de iki yönlü bir anti-emperyalist strateji geliştirmelidir.

STK’lar, eskiden sınıfsal kökenlerini terk edip halk hareketlerine katılacak olan “serbestçe süzülen” kamusal aydınların çoğunu kendi saflarına çekmiştir. Sonuçta, kapitalizmin derin krizleri (Asya ve Latin Amerika'da bunalımlar - eski SSCB’de yaşanan çöküş) ile önemli örgütlü devrimci hareketlerin yokluğu (Brezilya, Kolombiya ve belki de Güney Kore hariç) arasında geçici bir boşluk ortaya çıkmıştır. Temel soru, gelişen radikal toplumsal hareketlerden STK’ların cazibesine kapılmayacak ve bir sonraki devrimci dalganın ayrılmaz üyeleri hâline gelebilecek yeni bir organik aydın kuşağının ortaya çıkıp çıkamayacağıdır.

James Petras
14 Mayıs 2007
Kaynak

0 Yorum: