Tarih
boyunca esasen küçük bir azınlığı ifade eden egemen sınıflar, iktidarlarını,
kârlarını ve imtiyazlarını savunurken sırtlarını her daim devletin baskı
aygıtına ve toplumsal kurumlara dayadılar. Geçmişte, bilhassa üçüncü dünyada
egemen sınıflar, kendi ülkelerinde ve başka ülkelerde faaliyet yürüten dini
kurumları sömürülen halk kitlelerini kontrol etmek ve onlardaki huzursuzluğu
dini ve cemaatlerarası kavgalara ve çatışmalara yöneltmek amacıyla finanse edip
desteklediler.
Bugün
bu pratiklere hâlen daha başvuruluyor. Ama öte yandan, son yirmi otuz yıllık
kesitte ortaya kontrol ve ideolojik mistifikasyon işlevini gören ve kendisini
“sivil toplum örgütleri” olarak tarif eden yeni bir toplumsal kurum çıktı.
Bugün üçüncü dünyada faal olan STK sayısı, en az elli bin. Bunlar, uluslararası
finans kuruluşlarından, AB’ye, ABD’ye ve Japonya’ya bağlı hükümet kurumlarından
ve kendi ülkelerindeki hükümetlerden 10 milyar doların üzerinde para alıyorlar.
En büyük STK’ların müdürleri, şirket CEO’larının maaş ve ikramiyelerine denk
düşen paralar karşılığında milyon dolarlık bütçeleri yönetiyorlar. Jetleriyle
uluslararası konferanslara gidiyorlar, şirket ve finans kuruluşu
yöneticileriyle görüşüyorlar, milyonlarca insanı, bilhassa yoksulları,
kadınları ve enformel sektörde çalışan işçileri olumsuz yönde etkileyen politik
kararlar alıyorlar.
STK’lar,
dünya genelinde faal olan önemli politik ve toplumsal aktörler olarak, Asya,
Latin Amerika ve Afrika’nın köylerinde ve kentlerinde çalışma yürütüyorlar.
Bunların büyük bir kısmı, Avrupa, ABD ve Japonya’dan gelen bağışlara bağımlı. Bugün
“ilerici dünya” denilen coğrafya genelinde STK’ların bu kadar yaygın oluşunu,
ellerindeki ekonomik ve politik gücü hiçbir solcunun eleştirmemesi, STK’ların
olumsuz etkileri üzerinde durmaması sorgulanmayı bekliyor. Bu eksikliğin önemli
bir sebebi, STK’ların örgütlü sol hareketlerin yerini almaları ve onları yok
etmeleri, buna bağlı olarak, o örgütlerin entelektüel stratejistlerini ve
liderlerini kafalamış olması.
Bugün
birçok sol hareket ve halkta karşılık bulan sözcüler, eleştirilerini esas
olarak üçüncü dünyanın yağmalanmasını makroekonomik ajandalarının başına yazmış
olan IMF’e, Dünya Bankası’na, çokuluslu şirketlere, özel bankalara vs.
yöneltiyorlar. Bu, tabii ki önemli bir görev. Fakat, üçüncü dünyanın sanayisine,
bağımsızlığına ve yaşam standartlarına yönelik saldırı, hem makro-ekonomik hem
de mikro-sosyopolitik düzeyde cereyan ediyor. Ücretlere yapılan ve olumsuz
sonuçlara yol açan yapısal ayarlamalar, ücretli işçiler, köylüler ve küçük
işletme sahipleri arasında huzursuzluğa yol açıyor. Tam da bu noktada STK’lar
sahneye çıkıyor ve bu huzursuzluğun üzerini örtüp okların şirketlerin/bankaların
elindeki yapıya yönelmesine mani oluyorlar, kârların yereldeki mikro projelere
akmasını sağlıyorlar, emperyalizmin ve kapitalist sömürünün sınıfsal açıdan
analiz edilmesi işinden uzak duran, halkı “eğiten” faaliyetlere ve tabanda
insanların kendi kendilerini sömürmelerine imkân sağlayan apolitik projelere
odaklanıyorlar.
Bugün
dünya genelinde STK’lar, hırslı olan kimi eğitimli sınıfların sınıfsal
hiyerarşide üst mertebelere çıkması için başvurulan bir araç hâline geldi. Akademisyenler,
gazeteciler ve profesyoneller, çok aza parası olan solcu hareketleri terk edip çok
para getiren STK yönetme işine girdiler, onlarla birlikte, bu isimlerdeki
örgütleme ve belâgat gibi yetenekler yanında popülist dil de STK sahasına
taşındı. Bugün dünyada binlerce STK yöneticisi, 40.000 dolarlık spor
arabalarıyla duvarlarla çevrili özel sitelerinden çıkıp içi dayalı döşeli
ofislerine ve binalarına geçiyorlar, yolda çocuklarını okula bırakıyorlar, evin
işlerini hizmetçilerine, bahçenin bakımını bahçıvana bırakıp kendi işlerini
hâllediyorlar. Bu insanlar, vakitlerini kendi ülkelerindeki yolları çamurlu
köylerde değil, Washington, Bangkok, Tokyo, Brüksel, Roma gibi yerlerde
düzenlenen yoksullukla alakalı uluslararası konferanslarda geçiriyorlar.
Bunlar, çok az maaş alan ve köylerde çalışan öğretmenlerin eylemine yönelik
polis saldırısına dikkat çekmek gibi bir riski göğüslemek yerine, hak eden
profesyonellere nakit para akıtılmasına dair yeni öneriler kaleme almakta epey
mahir insanlar.
STK
liderleri, yeni bir sınıf ve bu sınıf, mülkiyet sahipliği veya hükümet
kaynaklarını temel almıyor. Onlar, daha çok emperyalizmin akıttığı paralarla
besleniyor ve önemli halk gruplarını kontrol etme becerisine sahip olmanın
ekmeğini yiyorlar. STK liderleri, faydalı olan herhangi bir meta üretmeyen,
ancak ikramiye karşılığında ülkesindeki yoksulluğu satmak suretiyle, bağışçı
ülkelere hizmet sunan bir tür neo-komprador olarak görülebilirler.
STK
yöneticilerinin kendi konumlarını meşrulaştırmak adına dillendirdikleri “biz
yoksullukla ve eşitsizlikle mücadele ediyoruz” lafları, sadece onların ekmeğine
yağ süren aldatıcı laflardır. STK’lardaki büyüme ile yaşam standartlarındaki
düşüş arasında dolaysız bir ilişki vardır: STK’ların pıtrak gibi çoğalması,
yapısal işsizliği, yerinden edilen köylülerin sayısını azaltmadığı gibi
enformel işçilerden oluşan ve giderek büyüyen ordunun ücretlerini de aşağıya
çekmiştir. STK’lar, sadece kendi ülkelerini ve halklarını etkileyen neoliberal
ekonomi kaynaklı tahribattan zarar görmemelerini sağlayacak gelir elde eden
ufak bir profesyonel tabakasının oluşmasını ve bu insanların toplumdaki sınıfsal
yapı içerisinde üst mertebelere tırmanmasını sağlamaktan başka bir işe
yaramamıştır.
Bu
gerçeklik, STK memurlarının kendileriyle ilgili sundukları imajlarla çelişki
içerisindedir. Onların elindeki basın kuruluşlarına ve kamusal alanda
kullandıkları dile bakacak olursak bu memurlar, “otoriter devletçilik” ile
“vahşi piyasa kapitalizmi” arasında bir üçüncü yolu temsil ediyorlar: Bu
insanlar, kendilerini küresel ekonominin çatlaklarında faaliyet yürüten “sivil
toplum”un öncüleri olarak tarif ediyorlar. STK konferanslarında en çok da
“alternatif kalkınma” ifadesini işitiyoruz.
“Sivil
toplum”la ilgili bunca süslü lafın esasen hiçbir anlamı yok. “Sivil toplum”,
temiz, pirüpak, yekpare bir yapı değil, bu yüzyıl içerisinde ayrışmış olan
farklı sınıflardan oluşuyor. İşçilerin muzdarip oldukları eşitsizliklerin büyük
bir bölümünün altında iç borca yüksek faiz ödeyen, sivil toplum içerisinde faal
olan zengin bankacıların imzası var. Onlara köylüleri topraklarından söküp atan
toprak sahipleri ve terhanelerde işçileri üç kuruşa harap eden kapitalistler
eşlik ediyor.
“Sivil
toplum”dan dem vuran STK’cılar, sınıfsal ayrışmanın, sınıf sömürüsünün ve
“sivil toplum”u kutuplaştıran sınıf mücadelesinin üzerini örtüyorlar. Analiz
düzleminde hiçbir işe yaramayan ve gerçekleri gizleyen bir kavram olarak “sivil
toplum”, STK’ların onları finanse eden ve projeleriyle takipçilerini neoliberal
ekonomilere yön veren şirket çıkarlarına tabi olmaya iten kapitalistlerle
işbirliği kurmaları için gerekli zemini sağlıyor. Ayrıca, o kadar sık görülmese
de STK’cıların başvurduğu sivil toplumcu dil, kamuya ait programlara ve topluma
hizmet eden devlet kurumlarına yönelik saldırıda kullanılıyor. STK’cılar, büyük
şirketlerin devlet kaynaklarına el koymak için başvurdukları “devlet karşıtı”
dili benimsiyorlar (ilki bu dili “sivil toplum”, diğeri “piyasa” adına
kullanıyor). Kapitalistler, “devlet karşıtlığı”nı ihracata ve finansal kurtarma
paketlerine akıtılan kamuya ait parayı artırmak için devreye sokarken, STK’lar,
alt seviye hizmetlerde bulunmak suretiyle yürüttüğü taşeronluk faaliyetleri
üzerinden bu paradan küçük bir pay kapmak için uğraşıyorlar.
STK’lar,
kendilerini yenilikçi halk liderleri olarak lanse ediyorlar, oysa bunlar, halk
içinde faaliyet yürüten, gerçekte özelleştirme politikalarına aşağıdan destek
sunmak ve halk hareketlerini felç etmek, bu sayede direnişi kırmak suretiyle
IMF’in yürüttüğü çalışmalara katkı sunan, onun eksiklerini gideren gericiler.
Her
yerde karşımıza çıkan STK’lar, bu anlamda, solun yüzleştiği önemli bir sorun ve
bu sorunun STK’ların kökeni, yapısı ve ideolojisine dair eleştirel politik
analizle karşılanması gerekiyor.
STK’ların
Özgün Yapısı ve İdeolojisi
STK’lar,
siyaset sahasında çelişkilerle yüklü bir rol oynuyorlar. Bir yandan STK’lar,
diktatörlükleri ve insan hakları ihlallerini eleştiriyorlar. Bir yandan da
radikal sosyo-politik hareketlerle rekabet ediyorlar, halk hareketlerini hâkim
neoliberal elitlerle işbirliği temelli ilişkiler kursunlar diye onları
yönlendirmeye çalışıyorlar. Gerçekte ise bu politik yönelimler göründüğü kadar
çelişki yüklü değil.
Son
yirmi beş yıl içerisinde STK’lardaki artış ve büyümeyi incelediğimizde, onların
üç ana koşul üzerinden ortaya çıktığını tespit ediyoruz.
1.
Diktatörlük dönemlerinde muhalif aydınlara sığınacak liman olarak hizmet eden
STK’lar, buralarda insan hakları ihlalleri gibi meselelerle ilgilenme imkânı
buluyorlar, ağır tasarruf tedbirlerinin mağdurları için “hayatta kalmalarını
sağlayacak stratejiler” oluşturuyorlar. Ama bu insani yardım kuruluşu gibi
çalışan STK’lar, AB ve ABD’nin ülkelerde insan haklarını ihlal eden güçlerle
ilişkilerine pek işaret etmiyorlar, kitleleri yoksullaştıran “serbest piyasa”
politikalarını hiç sorgulamıyorlar. Bu anlamda STK’cılar, yerelde kitle
hareketlerinin yöneticilere meydan okumaya başlamasıyla birlikte egemen sınıfın
ve emperyalizme hizmet eden siyasetçilerin yerini alacak “demokratlar” olarak
takdim ediliyorlar. Batı, birer eleştirmen olarak iş gören STK’cılara o
paraları iş başındaki gericiler bocalamaya başladığında kendi çıkarlarını
güvence altına alsınlar diye akıtıyorlar. Filipinler’de Marcos rejiminde,
Şili’deki Pinochet rejiminde ve Kore’de Park diktatörlüğü döneminde ortaya çıkan
STK’lar bu türden bir işlev gördüler.
2.
STK’ların pıtrak gibi çoğaldığı dönem, kitle hareketlerinin emperyalist
hegemonyaya meydan okuduğu dönemdi. Radikal sosyo-politik hareketlerdeki ve
mücadelelerdeki büyüme, eski radikallerin ve sözde halkın aydını olan kişilerin
Avrupa ve ABD’deki çok uluslu şirketlerle ve hükümetlerle güçlü bağlara sahip
çok parası olan özel ve kamusal vakıflara satabilecekleri, çok kâr
getirebilecek bir metaya sahip olmalarını sağladı. Parayı akıtanların asıl ilgilendikleri
konu, “sosyal bilimler istihbaratı” olarak da nitelendirebileceğimiz bilgi
yekûnu idi. Bu kuruluşlar, 1983-1986 arası dönemde Şili’de yaşanan kitlesel
ayaklanmalarda yürürlüğe konulan “gecekondularda şiddete eğilim” başlıklı STK
projesi türünden projelerle ilgilendiler. STK’cıların tüm enerjiyi toplulukları
yönetme ve toplumsal dönüşüm yerine yardım faaliyetlerine teksif etme
becerilerine para yatırdılar. Bu süreçte devrimcileri itibarsızlaştırıp tecrit
edecek “yeni kimlik söylemleri” kılıfı altında sınıf işbirlikçisi fikirlerini
pazara sundular.
Başka
ülkelerde oluşturulan kurumları kontrol eden ipler, halk isyanlarıyla birlikte
gevşedi. Yetmişlerde Endonezya, Tayland ve Peru gibi ülkelere, seksenlerde
Nikaragua, Şili ve Filipinler’e, doksanlarda ise El Salvador, Guatemala ve
Kore’ye milyonlarca dolar akıtıldı. Bu ülkelerde STK’cıların asıl görevi,
oralarda çıkan yangınları söndürmekti. İnşa sürecine hizmet edecek projeler
kılıfı altında bu kişiler, ideolojik hareketlere dâhil olmak isteyenlere mani
olmak için uğraştılar, bu amaç doğrultusunda başka ülkelerden aldıkları fonları
kendi ülkelerinde liderleri satın almak, onları dışarıda düzenlenen
konferanslara göndermek, içeride ise yerel örgütleri neoliberalizmin
gerçekliğine uyum sağlamaları konusunda teşvik etmek için kullandılar.
Dışarıdan
para geldikçe STK’lar çoğaldı, toplumları eylem sürecinden biraz parsa toplamak
için kavga eden rakip derebeyliklere böldü. Yeni bir STK kurmak, projelerini,
faaliyetlerini, kitlesini pazarlamak, kendi merkezini ve kariyerini finanse
etmek adına her bir “taban aktivisti” yoksullar içerisinde bir köşe kaptı (“kadın”,
“azınlıktan gençler” gibi bir musluğun başına oturdu).
3.
STK’lar, en çok da serbest piyasa kapitalizminin yol açtığı, sık sık cereyan
eden ve giderek derinleşen ekonomik krizler esnasında çoğaldılar. Bütçede
kesintiler yapıldıkça aydınlar, akademisyenler ve profesyoneller işlerini
kaybettiler veya ücretleri azaldı. İkinci iş zorunluluk hâlini aldı. STK’lar,
iş bulma kurumu hâline geldi. Sivil toplumu, serbest piyasayı ve alternatif
kalkınma çizgisini hâkim kılmak, neoliberal rejimlerle ve uluslararası finans
kuruluşlarıyla birlikte önerilen siyasetleri uygulamak isteyen, statü kaybına
uğramış aydınlar, danışmanlık işini bir tür güvence olarak gördüler. Milyonların
işlerini kaybettiği, yoksulluğun halkın geniş kesimlerine yayıldığı koşullarda
STK’lar, önleyici faaliyetler içine girdiler. Bu faaliyetler dâhilinde STK’lar,
genel greve değil, hayatta kalma stratejilerine odaklandılar. Gıda stokçuluğu
yapanlara, neoliberal rejimlere veya ABD emperyalizmine karşı kitlesel eylemler
örgütlemek yerine, millete çorba dağıttılar.
STK’lar
ilk başta, eski düzenin sarsıldığı, rüşvete bulaşmış idarecilerin kontrolü
yitirdiği, halkın mücadelesinin mevziler elde ettiği “demokratik geçiş”
dönemlerinde “ilerici” bir içeriğe sahiplerdi. STK’lar, zamanla eski rejimle
seçim partisi ile boy gösteren muhafazakârlar arasındaki geçişi sağlamak için
kullanılan bir tür araç hâline geldi. STK’lar, halkçıymış gibi görünen bir dile
başvurdular, örgütsel kaynaklarını ve “demokratik” insan hakları savunucuları
olarak sahip oldukları statülerini halkın geçiş sürecini hukuki-politik
reformlarla sınırlı tutan, toplumsal-ekonomik değişimler gerçekleştirmek gibi
bir niyeti bulunmayan siyasetçilere ve partilere destek vermesi için teksif
etti. STK’lar, bu süreçte halkı eylemsizleştirdi, hareketleri parçaladı. Seksenlerde
ve doksanlarda, Şili’den Filipinler’e, oradan Güney Kore ve ötesine uzanan
“seçim temelli geçiş süreci”ni tecrübe etmiş her bir ülkede STK’lar, sosyo-ekonomik statükoyu süreklileştiren, hatta derinleştiren rejimlere oy
verilmesinde önemli bir rol oynadılar. Bunun karşılığında birçok eski STK’cı,
hükümet kurumlarının başına getirildi, bazıları hatta halkı gözetiyormuş gibi
görünen (kadın hakları, yurttaş katılımı, halk iktidarı gibi) unvanlarla
birlikte bakan oldu.
STK’ların
oynadığı gerici politik rol, onların teşkil edildikleri yapıların bir sonucu.
STK’nın
Yapısı: İçinde Elitist, Dışında Uşak
Gerçekte
STK’lar, “devletle hükümetle alakası bulunmayan”, sivil kuruluşlar değildir.
Yabancı ülkelerin hükümetlerinden para alırlar, yereldeki hükümetlerin özel alt
taşeronları olarak çalışırlar ve/veya devletle yakın ilişkiler içerisinde
çalışan özel vakıflardan teşvik alırlar. Sıklıkla STK’lar, ülke içinde ve
dışında devlet kurumlarıyla açıktan işbirliği kurarlar. Bu kuruluşların
programlarından halk hesap soramaz, hesabı sadece yabancı bağışçılar sorar.
STK’ların performansını kendi ölçüt ve çıkarları uyarınca gözden geçirip
denetlerler. STK yetkilileri, kendilerini belirli pozisyonlara getirirler. Asli
görevlerinden biri de gelecek fonları güvence altına almak için gerekli
teklifleri oluşturmaktır. Birçok örnekte görüldüğü üzere, fon alabilmek için
STK liderleri, Batılı elitlerin en çok ilgisini çeken konuları bulurlar,
teklifleri buna göre şekillendirirler.
Seksenlerde
STK’lara yönetilebilirlik ve demokratik geçişle ilgili politik teklifleri
inceleme ve sunma görevi verilmiştir. Çünkü emperyalist güçlerin tek derdi, o
dönemde diktatörlüklerin yıkılması durumunda yönetilemezlik gibi bir sorunla
karşılaşmamak, yani kitle hareketlerinin mücadeleyi derinleştirip toplumsal
sistemi dönüştürmesine imkân vermemektir.
Demokrasi
ve halktan yana dil kullansalar da STK’lar hiyerarşiktir. Tüm projeler,
insanların işe alınması, işten çıkartılması tümüyle direktörün kontrolündedir.
Uluslararası konferanslara gidecek kişileri de onlar belirler. “Halk”, esasen bu
hiyerarşinin tebaası konumundadır. O, STK’nın akıttığı paradan pek bir şey
almaz. Yurtdışına gönderilmez. “Halk”, liderlerinin aldığı maaş ve ikramiyeleri
ömrü hayatında görmez. Alınan kararların hiçbirisi oylanmaz. En iyi ihtimalle
direktör, yabancı bağışçılarla anlaştıktan sonra STK personeli, yoksullar
içerisinde çalışan “halk aktivistleri”ni toplantıya çağırır ve projeyi onlara
onaylatır. Birçok örnekte görüldüğü üzere STK’lar, üyelere yaslanan teşkilâtlar
değil, elitlerin kendilerini belirli görevlere getirdikleri yapılardır. Bunun
bahanesi olarak, kendilerinin halk için kaynak temin ettiklerini, başkalarıyla
rekabet içerisinde olduklarını, bu rekabetin kuruluşa zarar verdiğini
söylerler.
Esasen
STK’lar, demokrasinin zeminini toplumsal programları ve kamusal tartışmayı
yerel halkın ve onun seçtiği liderlerin kontrolünden çıkartıp, ülkedeki siyaseti
seçimle işbaşına gelmemiş yabancı yetkililerin ve onların onay verdikleri
yereldeki memurların eline bakar hâle getirmek suretiyle ortadan
kaldırmaktadırlar.
STK’lar,
yeni enternasyonalizm kılıfı altında yeni bir tür kültürel ve ekonomik
sömürgeciliğe destek sunarlar. Yüzlerce birey, gelişkin bilgisayarlarının
başına oturup bildirilerini, önerilerini değiş tokuş ederler, birbirlerine
uluslararası konferanslara katılım için gerekli davetiyeleri gönderirler. Lüks
konferans salonlarında bir araya gelen bu bireyler, son verilen mücadeleleri
tartışırlar, toplumsal tabanla yani para alan kadrolarıyla ilgili önerilerini
sıralarlar. Sonra da bildiriler ve bültenlerle kitlelere önerilerini
aktarırlar. Fon sağlayan yabancı kuruluşlar çağırdığı vakit tura çıkarlar ve
yoksulların kendi kendilerine yardım etmelerini sağlayan projelerini
tanıtırlar. Başarılı olmuş küçük müteşebbislerle konuşma imkânı bulurlar.
Bu
yeni sömürgeciliğin işleyiş tarzını çözmek çok zor değil. Projeler, emperyalist
merkezler ve onlara ait kurumların belirlediği yönergeler ve öncelikler
temelinde hazırlanıyor. Sonra da toplumlara satılıyor. Değerlendirmeleri
emperyalist kurumlar yapıyor, onlar için projeler değerlendirmeye tabi
tutuluyor. Para akışı ile ilgili önceliklerdeki değişiklikler yaşandığında veya
proje kötü bulunduğunda o örgüt, topluluk, çiftçi çalışması ve kooperatif çöpe
atılıyor. Herkes, projeleri değerlendirenlerin ve bağışçıların taleplerine uyum
sağlamak için gerekli disipline kavuşuyor. Eskinin sömürge valilerinin yerini
alan STK direktörleri, projeleri bağışçıların hedeflerine, değerlerine ve
ideolojisine uygunluk, bunun yanında fonların uygun kullanımı temelinde
denetliyorlar ve bunlara uygun olmasını sağlıyorlar.
STK’ların
İdeolojisiyle Radikal Sosyo-Politik Hareketler Arası Karşıtlık
STK’ların
asıl üzerinde durduğu konu, hareketler değil projeler; temel üretim araçlarının
ve servetin kontrolünü ele geçirme mücadelesi vermek yerine kıyıda köşede
üretim yapmaya sevk ediyorlar. İnsanların gündelik hayatını biçimlendiren
yapısal koşullara değil, projelerin teknik-finansal yardım yönüne
odaklanıyorlar. STK’lar, solun dilini gasp ediyorlar: “Halk iktidarı”,
“güçlendirme”, “cinsiyet eşitliği”, “sürdürülebilir kalkınma” ve “aşağıdan
yukarıya liderlik” gibi kavramlara başvuruyorlar. Mesele şu ki bu kullanılan
dil, faaliyetleri çatışmacı olmayan bir politikaya tabi kılan hükümet kurumları
ve bağışçılarla kurulan işbirliğinin teşkil ettiği genel çerçeveyle bağlantılı.
Yerelde STK faaliyetleri, neoliberal devletin ve makro-ekonominin izin verdiği
koşullar dâhilinde sınırlı kaynaklarla toplumsal hayata ait küçük alanlara
nüfuz etmenin ötesine geçemeyen “güçlendirme pratiği”nden başka bir şey değil.
STK’lar
ve uzman kadroları, yoksullar, kadınlar, ırksal açıdan dışlanmış kesimler vs.
üzerinde kim nüfuz sahibi olacak konusunda toplumsal-politik hareketlerle
doğrudan rekabet içerisine giriyorlar. Bu kuruluşların ideolojileri ve
pratikleri, dikkatleri yoksulluğun kaynakları ve çözümlerinden başka yönlere
çekiyorlar (yani meseleyle ilgili olarak yukarıya ve dışarıya bakmak yerine
aşağıya ve içeriye bakıyorlar.) Yabancı bankaların sömürüsü yerine mikro
teşebbüslerden bahsediyorlar ve bunları yoksulluğun çözümü olarak sunuyorlar. Bu
anlamda gelirin yurtdışına kaçırılması yerine “bireysel girişimdir asıl sorun”
diyerek, yanlış bir görüşün yayılmasını sağlıyorlar.
STK’ların
yaptıkları “yardımlar”, halkın küçük bir kısmına katkıda bulunuyor. Kıt
kaynaklar konusunda toplumsal kesimlerin birbirleriyle yarışmasına neden
oluyor. Toplum içinde ve belirli kesimler dâhilinde ayrımlara yol açıyor.
Böylece sınıfsal dayanışmanın altını oyuyor. Aynı durum profesyoneller için de
söz konusu: her bir profesyonel, yurtdışından fon alabilmek için kendi STK’sını
kuruyor. Düşük fiyatlara yabancı bağışçıların hoşuna gidecek öneriler sunma
konusunda bu STK’lar birbiriyle yarışıyorlar, bir yandan da daha fazla takipçi
adına konuştuklarını iddia ediyorlar. STK’ların çoğalması, yoksul toplulukların
kendilerini etkileyen büyük toplumsal resmi göremeyen alt kesimlere ve gruplara
ayrışmasına, sistem karşıtı mücadele içerisinde birleşememelerine neden oluyor.
Son
dönemde ortaya konulan deneyim de yabancı bağışçıların statükoya yönelik
politik ve toplumsal itirazların eşlik ettiği “krizler”de önerilen projeleri
finanse ettiğini ortaya koyuyor. Hareket dibe vurduğunda, paralar rejimle
işbirliği içerisinde olan STK’lara akıyor. STK’lar, neoliberal ajandaya uyumlu
projeler üretiyorlar. Paranın nereye akıtılacağına ilişkin ajandanın en önemli
unsuru, toplumsal değişim için toplumsal bir örgüt meydana getirme çabası
değil, “serbest piyasa” ile uyumlu ekonomik kalkınma pratiği.
STK’ların
“apolitik” bir duruşun eşlik ettiği mevcut yapı ve niteliği, bunun yanında
yardım faaliyetlerine odaklanıyor oluşu yoksulları siyasetten ve eylemlilikten
uzaklaştırıyor. STK’lar, kitle haberleşme araçlarının ve neoliberal partilerin
teşvik ettikleri seçim süreçlerini besliyorlar. Emperyalizmin niteliğine,
neoliberalizmin sınıfsal zeminine, ihracatçılarla geçici işçiler arasındaki
sınıf mücadelesine dair politik eğitim kenara atılıyor. Bunun yerine STK’lar, “dışlananları”,
“güçsüzleri”, “aşırı yoksulluğu”, “cinsel veya ırksal ayrımcılığı”
tartışıyorlar. Bu tartışmada yüzeysel göstergelerin, zarfın ötesine
geçemiyorlar, bu koşulları yaratan toplumsal sistemi ele alamıyorlar.
Yoksulları “özel ve gönüllü eylemlilik” üzerinden neoliberal ekonomiye dâhil
eden STK’lar, dayanışma ve toplumsal eylem denilen örtü ile iktidarın ulusal ve
uluslararası yapısıyla uyumlu olan muhafazakâr yapının üzerini örtüyor.
STK’ların
sınıfsal politik eylemliliğin zayıfladığı, neoliberalizmin hiçbir itirazla
karşılaşmadan mevzi elde ettiği belirli bölgelerde hâkim olması, asla tesadüfi
bir gelişme değil. STK’lardaki büyümeye her yerde yoksulluğun derinleştiği,
neoliberalizmden gelen paraların arttığı süreç eşlik ediyor. Yerelliklerde bir
yığın başarı elde ettiğine dair iddiasına rağmen, neoliberalizmin mevcut gücü itirazla
yüzleşmeden büyüyor, STK’lar, bu süreçte iktidar içi çatlaklarda kendisine yuva
arıyor.
“Alternatifler
formüle etmek” denilen sorun başka türden engellerle karşılaşıyor. Birçok eski
gerilla hareketi ve toplumsal hareket lideri, sendika lideri, kadın örgütü
lideri STK saflarına örgütlenmiş durumda. Teklifleri gayet cazip: yüksek
ücretler, itibar, yabancı bağışçılar tarafından tanınma, yabancı ülkelerde
konferanslara katılma, ağlara dâhil olma imkânı, baskıdan uzak kadro olma
şansı. Buna karşılık, sosyo-politik hareketler daha az maddi imkân sunuyorlar,
ama öte yandan politik ve ekonomik sisteme itiraz etme özgürlüğü, bağımsızlık
ve daha fazla saygı kazanma şansı veriyorlar. STK’lar ve onların yabancı
bankalardaki (Inter-Amerikan Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve Dünya
Bankası’ndaki) destekçileri mikro teşebbüslerin başarı hikâyelerini aktaran
broşürler yayımlıyorlar, bu yayınlarda yardım projeleri üzerinde duruluyor, ama
Brezilya ve Endonezya’da yaşandığı üzere, tüketimdeki azalmadan, düşük fiyata
ithal edilen malların pazarı kuşatmasından veya faiz oranlarındaki artıştan hiç
bahsetmiyorlar.
“Başarılar”,
yoksulların küçük bir kısmını olumlu yönde etkiliyor, ama aslında projeler, aynı
pazara başka insanları sokmama becerisine göre başarılı olabiliyorlar. Bireysel
mikro-teşebbüsün propaganda değeri, esasen neoliberalizmin halkçı bir olgu
olduğuna dair yalanı besleme noktasında önem arz ediyor. Mikro-teşebbüslerin
teşvik edildikleri bölgelerde meydana gelen, şiddet araçlarının kullanıldığı
kitlesel ayaklanmalar, bize ideolojinin hegemonik bir güce sahip olmadığını,
STK’ların henüz bağımsız sınıf hareketlerinin yerini tümüyle almadığını
söylüyor.
STK
ideolojisi, büyük ölçüde özcü kimlik politikasına dayanıyor, sınıf analizini
temel alan radikal hareketlerle samimiyetsiz polemiklere girmeyi tercih ediyor.
Bu tartışmada ırk, etnisite, cinsiyetlerarası eşitlik gibi meselelerde Marksizm
içinde süren kapsamlı tartışmaları ve münazaraları görmezden gelen STK ideolojisi,
sınıfsal analizin “indirgemeci” olduğunu söylüyor, kimliklerin sınıfsal
farklılıklar üzerinden net bir biçimde ve tüm yönleriyle ayrıştığını söyleyen
ciddi eleştiriyi görmezden geliyor.
Bugün
haftada altı buçuk gün çalışan hizmetçi kadından 15-20 kat daha fazla maaş
alan, lüks bir konutta ikamet eden Şilili veya Hintli feminist, bize sınıfsal
farklılıklar bağlamında bir şeyler söylüyor olmalı. Cinsiyet içi sınıfsal
farklılıklar, barınma imkânlarını, yaşam standartlarını, sağlık ve eğitim
alanında sahip olunan fırsatları ve kimin artı değerine kimin el koyacağını
tayin ediyor.
STK’ların
büyük bir bölümü, kimlik politikası temelinde faaliyet yürütüyor ve bu
kuruluşlar, kimlik politikasının yeni (postmodern) siyaset için gerekli olan
temel çıkış noktası olduğunu söylüyorlar. Kimlik politikası, IMF emriyle
gerçekleştirilen özelleştirmelere, çok uluslu şirketlere ve yerelliklerde güçlü
olan toprak sahiplerine ait, erkeğin hâkim olduğu elitlerin dünyasına hiç
itiraz etmiyor. Bunun yerine kimlik politikası, ev içindeki “patriarka”ya, aile
içi şiddete, boşanmalara, aile planlamasına vs. odaklanıyor. Başka bir
ifadeyle, kimlik politikası, sömürülen ve yoksul erkek işçinin/köylünün asıl
zalim olarak görüldüğü, sömürülenlerin mikro dünyasında cinsiyet eşitliği için
mücadele ediyor.
Cinsel
sömürüye veya ayrımcılığa hiçbir düzeyde destek sunulmamalı. Fakat feminist
STK’lar, üst sınıfa mensup erkek ve kadınlara fayda sağlayan, her iki
cinsiyetten CEO’lara, kadın ve erkek toprak sahiplerine rant elde etme imkânı
sunan terhanelerdeki sömürüye o kadınları mahkûm ederek emekçi kadınlara zarar
veriyorlar. Feminist STK’ların büyük resmi görmemelerinin ve yerele ait
meselelerle kişisel politikaya odaklanmalarının sebebi, her yıl kendi
kasalarına giren milyarlarca dolar. Feminist STK’lar, Brezilya, Endonezya,
Tayland veya Filipinler’de toprak işgallerine destek verseler, yapısal uyum
politikalarına karşı düşük ücret alan, çoğunluğu kadın olan, kırsalda faaliyet
yürüten okul öğretmenlerinin gerçekleştirdikleri genel grevlere katılsalar,
emperyalist bağışçılar STK’lara akan muslukları bir bir kapatır. O musluğun
önünde diz çökmek yerine, Filipinler’in Luzon adasındaki yapayalnız bir köyün
reisine saldırmak, daha hayırlı.
Sınıf
Dayanışması ve STK’ların Yabancı
Bağışçılarla Kurduğu Dayanışma İlişkisi
“Dayanışma”
denilen kelime öyle çok istismar edildi ki birçok farklı bağlam dâhilinde tüm
anlamını yitirdi. STK’cılar, “dayanışma”dan sadece belirlenmiş yoksul gruplara
akan yabancı yardımlarını anlıyorlar. “Araştırmalar” veya “yoksullar için
geliştirilmiş halkçı eğitim” gibi ifadeler, dayanışma bağlamında ele alınıyor. Birçok
yönden hiyerarşik yapılar, “yardım” ve “eğitim” aktarma biçimleri on dokuzuncu
yüzyılın yardım kuruluşlarını andırıyor. Bu süreci teşvik edenlerin o dönemin
Hristiyan misyonerlerinden hiçbir farkı yok.
STK’cılar,
devletin “vesayetine ve ona dönük bağımlılığa” saldırırken “yardım faaliyetleri”ne
vurgu yapıyorlar. Neoliberaller eliyle mağdur edilenleri avlama yarışına giren
STK’lar, Avrupa ve ABD’deki muadillerinden yüksek miktarlarda para alıyorlar. Yardım
fikri üzerine kurulu olan ideoloji, kamu çalışanlarının yerine gönüllüleri
koyuyor, geçici süreliğine işleri sınıf atlama derdinde olan profesyonellere
havale ediyor.
STK
anlayışının dayandığı temel felsefeyi şu şekilde özetlemek mümkün: “Dayanışma”nın
yoksulların kendi kendilerini sömürdüğü pratiklere odaklanıp dikkatleri zengin
sınıfların elindeki devlet kaynaklarından uzaklaştırmak suretiyle,
neoliberalizmin makro ekonomisiyle işbirliği içerisine girme ve ona teslim
olma. Devletin namuslu olmaya zorladığı yoksulların namuslu birer yurttaş hâline
getirilmelerine hiç gerek yok.
Buna
karşılık, Marksist dayanışma anlayışı, sınıf içerisindeki sınıfsal dayanışmaya,
ezilenlerin kesimlerin (kadınların ve beyaz olmayanların) yerli ve yabancı
sömürücülere karşı geliştirdikleri dayanışmaya vurgu yapıyor. Marksistler,
sınıfları bölen ve bir süreliğine küçük grupları pasifize eden bağışlara
odaklanmıyorlar. Marksist dayanışma anlayışının odağında, herkesin durumunun
iyileşmesi için verilen, ekonomik alanda herkesin ortaklaşa paylaştığı sıkıntıdan
kurtulmak ve herkesin durumunu iyileştirmek için verilen, sınıfın üyelerince
iştirak edilen ortak eylem duruyor.
Bu
mücadeleye mücadele içerisindeki toplumsal hareketler için yazıp konuşan,
kendilerini aynı politik sonuçlara ulaşmaya adamış aydınlar da dâhil olurlar. Dayanışma
anlayışı, hareketin parçası olan “organik” aydınlarla bağlantılı bir olgudur. Bu
insanlar gerekli analizleri yaparlar, sınıf mücadelesi temelinde eğitim
verirler, doğrudan eylem dâhilinde aynı politik riskleri üstlenirler.
Buna
karşılık STK’cılar, dünya genelinde sadece kimliği öz olarak gören öznelciler
tarikatının gündeme getirdiği dilin konuşulduğu kurumlardan, akademik seminerlerden,
yabancı vakıflardan ve uluslararası konferanslardan başlarını çıkartmazlar.
Marksistler,
dayanışmayı hareketlerin yol açtığı risklerin paylaşılması olarak tarif
ederler. Onlar, sadece soru soran, hiçbir şeyi savunmayan, her şeye dışarıdan
bakan birer yorumcu değildir.
STK’cılar
için ana mesele, geliştirdikleri “proje” için dışarıdan gerekli fonu
bulabilmektir. Marksistler içinse ana mesele, toplumsal dönüşümün güvence
altına alınmasında eğitimin oynadığı rol ve politik mücadele sürecidir. Hareket
her şeydir, hedefse toplumsal değişim konusunda kitleleri bilinçlendirmek için
önemlidir: hedef, büyük çoğunluğun genel koşullarını dönüştürmek için politik
iktidarı inşa etmektir.
STK’cılar,
dayanışmayı genel kurtuluş hedefinden kopartırlar. O, sadece insanları iş edindirme amaçlı eğitimlerde veya umumi tuvalet inşasında bir araya getirmenin
bir yoludur. Marksistlere göre kolektif mücadele içerisinde dayanışma, geleceğin
demokratik kolektivist toplumunun tohumlarını bağrında taşır. Farklı dayanışma
anlayışlarına farklı anlamlar kazandıran şey, sulandırılmış dayanışma anlayışı
veya böylesi bir anlayışın eksikliğidir.
Sınıf
Mücadelesi ve İşbirliği
STK’cılar,
sık sık neoliberal rejimlerle ve yabancı fon kuruluşlarıyla kurdukları
işbirliğini güvence altına alacak koşullar ve bunun bedeli üzerinde pek
durmadan, uzak ya da yakın, herkesle “işbirliği” kurduklarından söz ederler. Sınıf
mücadelesi, artık varolmayan geçmişe ait bir maraz olarak görülür.
Bugün
bu insanlar, bize “yoksullar”ın yeni bir hayat inşa etme niyetinde olduklarını
söylüyorlar. Onların geleneksel politikadan, ideolojilerden ve siyasetçilerden
bıktığını iddia ediyorlar. Bunu söylerken haklılar. Ama bu STK’cıların asıl
sorunu, aracı ve arabulucu rolüne soyunduklarını söylememeleri, ama bir yandan
da yabancı ülkelerde üç kuruş fon için bin bir taklalar atmalarıdır. On yılı
aşkın bir süredir işbirliği ve mikro teşebbüs vaaz ediyorlar, insanların
kendilerine yardım etmesinden, yardım toplanmasından dem vuruyorlar, ama gelirlerin
belirli ellerde toplaştığından, eşitsizliklerin giderek daha fazla arttığından
hiç bahsetmiyorlar.
Bugün
Dünya Bankası gibi bankalar, milyonlarca tarım emekçisini sömüren ve zehirleyen,
ihracata yönelik zirai işletmelere fon aktarıyor, bir yandan da küçük ölçekli
mikro projelere fon sağlıyor. STK’lar, bu mikro projelerde tabandaki politik
muhalefeti etkisizleştirmek, bir yandan da yukarıda neoliberalizmi teşvik etmek
gibi bir rol oynuyorlar. “İşbirliği” ideolojisi yoksulları STK’lar üzerinden
yukarıdaki neoliberallere bağlıyor.
Düşünsel
açıdan STK’lar, kabul edilebilir araştırmaları tanımlayan, araştırma fonlarını
dağıtan, sınıf analizi ve mücadeleye dair bakış açısı üzerinde duran görüşleri
ve konu başlıklarını süzgeçten getiren düşünce polisleri.
“İdeologlar”
olarak damgalanan Marksistler, konferanslardan içeri alınmıyorlar, buna
karşılık, STK’lar, kendilerini “sosyal bilimci” olarak takdim ediyorlar. Moda
hâline gelen görüşleri, yayınları, konferansları ve araştırma fonlarını bunlar
kontrol ediyorlar. Bu sayede postmarksistler önemli bir zemine kavuşuyorlar. Bu
isimler, kendilerine fon aktaran yabancı patronlarla çelişkiye düşmemek için
ellerinden geleni yapıyorlar.
Meselelere
eleştirel yaklaşan Marksist aydınlar, güçlerini değişip duran toplumsal
gerçeklerde karşılık bulan fikirlerinde buluyorlar. Bu aydınların öngörülerinde
dile getirdiği biçimiyle, sınıflar daha fazla kutuplaşıyor, şiddetli
çatışmaların sayısı giderek artıyor. Bu açıdan bakıldığında şu söylenebilir:
Marksistler, STK’lar karşısında taktiksel açıdan zayıf ama stratejik açıdan
güçlüdür.
Alternatif
STK’lar
Bu
noktada farklı tipte birçok STK’nın olduğunu, bunların önemli bir bölümünün
uyum politikalarını, IMF’i, borç ödemelerini vs. eleştirdiğini, onlara karşı
organize olduklarını söyleyenler çıkıyor ve bu insanlar, her kurumu aynı çuvala
atmanın adilane bir yaklaşım olmadığını söylüyorlar.
Bu
söylenende haklılık payı var elbette, ama bu yaklaşımın esasen önem arz eden
başka bir meselenin üzerini örttüğünü söylemek gerek. Asya ve Latin Amerika’da faal
olan köylü liderlerinin önemli bir bölümüyle konuştuğumuzda bu insanlar, bize
ilerici denilen STK’ların bile bölücü ve elitist bir rol oynadıkları konusunda
şikâyetlerini dile getiriyorlar. Bu STK’lar, köylü liderlerini kendi
örgütlerine tabi kılmak, çıkıp bizatihi kendileri “yoksullar”a öncülük edip
onlar adına konuşmak istiyorlar. Oysa bu liderler, başkalarına tabi olmak
istemiyorlar. İlerici STK’lar, köylüleri ve yoksulları kendi araştırma
projeleri için kullanıyorlar, basılan yayınlardan gelen paraları cebe
indiriyorlar, kendi adlarına yapılan çalışmaların tek bir nüshası bile hareketin
eline geçmiyor! Bunun dışında köylü liderleri, STK’ların neden eğitim seminerleri
sonrası ellerini taşın altına koymadıklarını sorguluyorlar. “Neden bizi inceliyorlar
da zenginleri ve muktedirleri incelemiyorlar?” diye soruyorlar.
“İlerici
STK'lar” içinde radikal sosyo-politik hareketlere “kaynak” sağlayan azınlıklar
olduğunu kabul etsek bile, gerçek şu ki bu insanlar, STK’lara giden fonların
çok küçük bir kısmını almaktadır. Dahası, STK’ların büyük çoğunluğu, yukarıda
özetlenen tanıma uymaktadır ve aksini kanıtlamak birkaç istisnaya kalmıştır: “İlerici
STK’lar” için atılacak önemli bir adım şudur: STK’cıların emperyalizm ve onun
yerel müşterileriyle olan bağları, neo-liberalizme uyum ideolojilerini,
otoriter ve elitist yapılarını sistematik olarak eleştirmek. O zaman batıdaki
muadil STK’lara vakıf-hükümet ağlarından çıkmalarını ve bankalara ve çok uluslu
şirketlere hizmet eden egemen rejimlere ve partilere meydan okuyabilecek
sosyal-politik hareketler oluşturmak üzere Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kendi
halklarını örgütlemeye ve eğitmeye geri dönmelerini söylemeleri faydalı
olacaktır.
Başka
bir deyişle, STK’lar STK olmayı bırakmalı ve kendilerini sosyo-politik
hareketlerin üyelerine dönüştürmelidir. Bağışçıların çanağından beslenen on
binlerce STK ile aynı kefeye konulmaktan kaçınmanın en iyi yolu budur.
Sonuç:
STK’ların Teorisi Üzerine Notlar
Toplumsal
yapılar açısından STK’ların çoğalması ve yaygınlaşması, “eski”nin esnafından,
serbest meslek sahiplerinden ve “yeni” kamu çalışanı gruplarından farklı olan,
yeni bir küçük burjuvazinin ortaya çıktığına dair bir göstergedir. Bu taşeron
sektör, somut meta üretmediği, ancak emperyal işletmelerle mikro işletmelerde
çalışan yerel küçük meta üreticileri arasında bağlantı kurmaya hizmet ettiği
ölçüde daha önceki “komprador” burjuvaziye daha yakındır. Bu yeni küçük
burjuvazinin en azından “orta yaş kesimleri”, birçoğunun eski solcu olması ve
örgütlerine “popüler bir retorik” ve bazı durumlarda elitist bir “öncücü”
anlayış getirmesiyle dikkat çekmektedir. Devlet aygıtında mülkiyeti ya da sabit
bir konumu olmayan bu örgütler, kendilerini yeniden üretebilmek için büyük
ölçüde dış finansman kuruluşlarına bağımlıdır. Bununla birlikte, popüler tabanı
göz önüne alındığında, anti-Marksist, devlet karşıtı bir çekiciliği popülist
retorikle birleştirmek zorundadır, dolayısıyla Üçüncü Yol ve sivil toplum
kavramlarının uydurulması, her iki tabanı da kapsayacak kadar belirsizdir. Bu
yeni küçük burjuva, ülke içinde sağlam bir organik destekten yoksun olduğu
için, varlığının temel dayanağı olarak uluslararası toplantılardan beslenir. “Küreselci”
retorik, anti-emperyalist taahhütlerden yoksun bir tür yapay “enternasyonalizm”
için bir kılıf sağlamaktadır. Kısacası, bu yeni küçük burjuva, neo-liberal
düzenin “radikal kanadını” oluşturmaktadır.
Siyaset
açısından STK’lar, emperyalist stratejistlerin yeni düşüncesine uymaktadır.
IMF-Dünya Bankası ve ÇUŞ’lar ekonomiyi yağmalamak için üstte yerli elitlerle
çalışırken, STK’lar, altta ekonominin yağmalanmasından kaynaklanan hoşnutsuzluğu
etkisizleştiren ve parçalayan tamamlayıcı bir faaliyet yürütmektedirler. Tıpkı
emperyalizmin sömürü ve çevreleme gibi iki yönlü bir makro-mikro strateji
izlemesi gibi, radikal hareketler de iki yönlü bir anti-emperyalist strateji
geliştirmelidir.
STK’lar,
eskiden sınıfsal kökenlerini terk edip halk hareketlerine katılacak olan “serbestçe
süzülen” kamusal aydınların çoğunu kendi saflarına çekmiştir. Sonuçta,
kapitalizmin derin krizleri (Asya ve Latin Amerika'da bunalımlar - eski SSCB’de
yaşanan çöküş) ile önemli örgütlü devrimci hareketlerin yokluğu (Brezilya,
Kolombiya ve belki de Güney Kore hariç) arasında geçici bir boşluk ortaya
çıkmıştır. Temel soru, gelişen radikal toplumsal hareketlerden STK’ların
cazibesine kapılmayacak ve bir sonraki devrimci dalganın ayrılmaz üyeleri hâline
gelebilecek yeni bir organik aydın kuşağının ortaya çıkıp çıkamayacağıdır.
James Petras
14
Mayıs 2007
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder