29 Haziran 2014

,

Elbit


Zulmü Filistin’den Latin Amerika’ya İhraç Etmek

 

“Gözetim”. Gazete manşetlerinde ve dillerinin ucunda hep bu kelime var. Teknoloji, bağlantı kurmaya dair yeni imkânlar sunuyor, bir yandan da insanları gözetleme konusunda yeni araçlar temin ediyor. Görünen o ki gözetim, epey yaygınlık arz eden bir gerçeklik; insanların epostalarını okuyan Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nin faaliyetleri ve semada dolaşan insansız hava araçları, bunun birer ispatı.

Halkı 66 yıldır baskı ve zorla yöneten İsrail, gözetim uygulamalarını pratiğe döken başlıca ülkelerden biri. İsrail savunma sanayii, Filistin halkının gözetlenmesi ve zulme maruz bırakılmasından büyük kârlar elde ediyor.

İsrail’de, ilgili alanda en fazla kârı toplayan, Elbit Systems isimli savunma şirketi. Ülkedeki en büyük özel savunma şirketi olan Elbit’in 2010 yılındaki geliri 2,83 milyar dolardı. Filistin’in işgal sürecine katkı sunma noktasında elde ettiği uzmanlığı ve bilgiyi kullanan Elbit, dünya geneline milyonlarca doları bulan gözetim ve savunma ihracatı gerçekleştirmiş. Bu alanda Latin Amerika’ya yapılan ihracat son dönemde epey artmış durumda. İsrail’in geçen yüzyıl süresince Latin Amerika’daki diktatörlerin ve zalim rejimlerin silâhlandırılmasında oynadığı rol, herkesçe bilinen bir gerçeklik. Elbit, bölgedeki ülkelere yönelik İsrail silâh sanayinin girişi sürecinde tanık olunan yeni dalganın en önündeki isim. Şirket, en az beş Latin Amerika ülkesinde varlığını sürdürüyor, öte yandan da ABD-Meksika sınırında da faaliyette bulunuyor. Tehlikeli olan bu pratik üzerinden mevcut teknolojisinin bölgede devreye sokulması, insan hakları alanında çalışan insanları endişelendiriyor.

Elbit Latin Amerika’da

2008’de, Meksika 25 milyon dolara, ikisi Elbit Hermes 450, biri Skylark marka üç adet insansız hava aracı satın aldı. 2012’de ise devlet 50 milyon dolar harcayarak iki adet Hermes 900 marka insansız hava aracı daha aldı. Hermes marka insansız hava araçları silâhlı ya da silâhsız kullanılabiliyor ve muhtemelen Meksika Federal Polisi’ne tahsis edildi. Görünüşte bu araçlar uyuşturucu mafyasına karşı kullanılacaktı ama Enrique Peña Nieto’nun iktidara gelmesinden itibaren Meksika devleti sosyal hareketlere ve Güney’den ya da Orta Amerika’dan ABD’ye göç eden göçmenlere karşı uyguladığı baskıyı artırmaya başladı. Bu insansız hava araçlarının Zapatistaların araştırılması noktasında Chiapas ormanlarının gözetlenmesinde ve Mexico City’deki gösterilerin izlenmesinde kullanıldığı açık.

Kolombiya Hava Kuvvetleri, 2013’te bir adet Hermes 900, bir adet de Hermes 450 marka insansız hava aracı aldığını kabul etti. Kolombiya’nın asıl savaşının içeride yaşandığı düşünülürse, bu araçların Kolombiya Devrimci Güçleri (FARC) ve Ulusal Kurtuluş Ordusu’na (ELN) karşı yürütülen kontrgerilla faaliyetlerinde kullanılacağı kesin. Barış müzakereleri başarılı olmaz ise Hermes’ler girecek devreye.

Şili de 2011’de Elbit’ten bir adet Hermes 900 marka insansız hava aracı satın aldı. Şili hükümetinin ifadesiyle, bu araç “deniz devriyesi” için kullanılacaktı ama bugün “stratejik keşif görevleri”ne tahsis edilmiş durumda. Şili’deki insansız hava araçları Mapuche halkının gözetlenmesinde kullanılıyor. Dolayısıyla bu aracın, ülkedeki faal öğrenci olayları ile toplumsal hareketlerde devreye sokulması asla şaşırtıcı olmayacak.

Latin Amerika’da Elbit teknolojisinin en büyük tüketicisi Brezilya. Bu ülkede Elbit’in Aeroelectronica Industria de Componentes Avionicos SA., kısaca AEL olarak bilinen bir şirketi de var. Ayrıca şirket, Brezilya ile F-5 uçaklarının modernizasyonu ve AL-X uçaklarının geliştirilmesi amacıyla bir sözleşme imzalamış durumda. Ayrıca bir de AMX filosunun bir üst modele taşınması ile ilgili olarak 187 milyon dolarlık bir anlaşma daha imzalandı. 2010’da Brezilya, AEL şirketinden iki adet Hermes 450 marka insansız hava aracı, bir de yer istasyonu satın aldı. Dünya Kupası’na doğru, Mart 2014’te, hava gözetleme imkânlarını genişleten Brezilya ayrıca Elbit’ten Hermes 900 üniteleri aldı. Dünya Kupası’na karşı yapılan gösterilerin büyük bir güçle bastırılması da gösteriyor ki bu insansız hava araçları söz konusu operasyonlarda kullanılmış. Son olarak Brezilya, 2011’de Elbit’ten 250 milyon dolara insansız kuleler aldı. İsrail’in elindeki Merkava tanklarında kullanılan bu tanklar “30 mm’lik otomatik bir toptan, 7.62 mm’lik kule makineli tüfeğinden, bir lazer uyarı sisteminden, komuta amaçlı panoramik dürbünden ve sis havanlarından oluşuyor. (…) asimetrik savaşta uygun bir çözüm olarak devreye giriyor.” Asimetrik savaş derken, gecekondu mahallerine zorla girmek veya Dünya Kupası karşıtı gösterileri bastırmak kastediliyor.

Elbit’in Ördüğü Duvarlar

ABD’nin güneyindeki rejimlere ekipman sağlamanın yanında Elbit ayrıca ABD-Meksika sınırını geçmek niyetinde olan insanların tanımlanması, tutuklanması ya da bu konuda caydırılması için geliştirilmiş altyapı hizmetleri alanında da önemli bir rol oynuyor. 2006’da Gümrük ve Sınır Muhafazası Elbit’ten Hermes 450 marka insansız hava araçları aldı ve bunları Arizona Sınır Kontrolü İnisiyatifi’nin bir parçası olarak sınıra konuşlandırdı. Aynı yıl İç Güvenlik Bakanlığı Elbit’in ABD’deki şirketi Kollsman Şirketi’yle, Güvenli Sınır İnisiyatifi üzerinden 2 milyar dolarlık bir anlaşma imzaladı. Boeing ile birlikte çalışan Elbit, sınır boyunca konuşlandırılmış, kameralarla ve hareketli detektörlerle donatılmış 1.800 kule inşa etti. Son olarak da bu yıl Elbit, kendisine bağlı EFW şirketi üzerinden 145 milyon dolarlık bir anlaşma daha imzaladı. Şirket, “gündüz ve gece koşullarında 5 ilâ 7,5 mil arasında değişen bir aralıkta bulunan yetişkin bir insanın yüksek çözünürlükte videosunu çekebilen, ortalama cüsseye sahip, tek başına yürüyen bir insanı tespit edebilen sensörlere sahip Entegre Sabit Kuleler kuracak.”

ABD-Meksika sınırı boyunca uzanan “Ölüm Duvarı”ndan kâr elde etmesine imkân veren teknoloji, ilkin İsrail’in ırk ayrımcılığının nişanesi olan duvar boyunca kullanımıştı. Duvar bittiğinde ilgili teknoloji, 700 kilometreden fazlasını kapsamı alanına alıyordu. Duvar, Filistinlilerin çiftliklerini ve köylerini böldü, insanları ailelerinden ve dostlarından ayırdı, sağlık, eğitim, tarlalar ve işlerden uzaklaştırdı. Söz konusu duvar, işgal altındaki Batı Şeria’da İsrail’in yürürlüğe koyduğu yerleşim projesinin önemli bir bileşeniydi. Elbit, duvar için “izinsiz giriş tespit sistemleri” kurdu. Bu faaliyeti insansız hava araçlarının, silâhlı insansız kara vasıtaları ve LORROS gözetim kameralarının kullanımını içeriyor. Elbit ürünleri Ariel’deki meskûn alanda ve Kudüs ile Rem civarında kullanılıyor.

2004’te Uluslararası Adalet Divanı, Filistin’de inşa edilen ırk ayrımcısı duvarın kanundışı olduğuna ve yıkılması gerektiğine, İsrail’in inşaat esnasında doğan zararları tazmin etmesine hükmetti ve uluslararası toplumun da İsrail’in bu hükme uymasını sağlamasını karara bağladı. Bu hükme karşın Elbit duvarın bakım sürecine devam etti, bunun yanında uluslararası hukuku çiğneyerek bir savaş suçu işledi.

Elbit’e Vurmak Zarurî

9 Temmuz’da Uluslararası Adalet Divanı’nın hükmünün üzerinden on yıl geçmiş olacak. Uluslararası toplum eyleme geçmedi, Elbit hâlâ ceza almış değil. Filistinli örgütler ve koalisyonlar bu sebeple Temmuz ayını “Irk Ayrımcısı Duvara Karşı Ay” ilân etmek için bir çağrı kaleme aldılar. Çağrıda, tüm dünya genelinde insanlardan ve örgütlerden duvarla ilgili bilinci artırmaları, duvarın inşasına dâhil olan şirketlere karşı boykot-tecrit-yaptırım kampanyasına başlamaları veya kampanyayı güçlendirmeleri, ayrıca Uluslararası Adalet Divanı tarafından çerçevesi çizilen yükümlülükleri yerine getirmeleri konusunda hükümetlerine baskı uygulamaları isteniyor.

İşgal sürecinden en fazla kâr elde eden şirketlerden biri olan Elbit’in bu kampanyaya odaklanması tabii ki şaşırtıcı değil. Geçmişte de Elbit’e karşı başarılı kimi kampanyalar yürütülmüştü. Norveç Devleti Emeklilik Fonu, Kommunal Landspensjonkasse isimli Norveç’in en büyük hayat sigortası şirketi, Danimarka’daki en büyük banka olan Danske Bank, Danimarka’nın en büyük emeklilik fonlarından biri olan PKA Ltd. ve gene Danimarka’daki devlete ait emeklilik fonu ABP gibi çeşitli fonlardan ve kurumlardan Elbit’in tecridi noktasında yardımlar alınabildi.

Şili’den ABD-Meksika sınırına, oradan Filistin’e dek uzanan bir hat üzerinden Elbit Systems isimli bu şirket insan haklarını ihlal etmekle suç işliyor. Irk ayrımcılığı karşıtlığı için belirlenen Temmuz ayı Elbit’e ve dünya genelinde zulme karşı koymak için mükemmel bir fırsat. Filistinliler, mücadelelerinin başkalarının vereceği mücadeleye bağlı olduğunu söylüyorlar: “İsrail, bir halkı diğer halklardan ayırma, o halkı tecrit etme, ayrıştırma, marjinalleştirme, mahrum bırakma ve dışlama noktasında, duvarları devletler için kabul edilebilir bir model olarak resmetmede başarılı olmuştur.” Bu noktada bize düşen, Filistinlilerin ve ilgili grupların sesine ve eylemine iştirak etmek, onların dünya genelinde yürüttükleri, şirketin cezasız kalmasına son vermeyi amaçlayan mücadelelerine, küçük de olsa, bir katkı sunmaktır.

Scott Campbell
1 Temmuz 2014
Kaynak

28 Haziran 2014

,

Castro'dan Maradona'ya Mektup


Unutulmaz Dostum:

Muhteşem Dünya Kupası’na dair TeleSur’da yaptığın programını her gün zevkle izliyorum, bu evrensel sporun olağanüstü bir düzeye sahip olduğunu programın sayesinde görebiliyorum.

Spor olmaksızın herhangi bir ülkede genç insanların düzgün bir eğitime sahip olabileceklerini düşünmüyorum, özellikle erkek çocuklar için futbolun eğitime dâhil edilmesi gerek.

Bugün ben bir siyasetçiyim ama çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemimde ben de bir sporcuydum, boş zamanımın önemli bir bölümünü bu asil pratiğe ayırıyordum.

Benimle temas kurmuş olman birçok sebepten ötürü hayranlık uyandırdı bende. Halkımızın adalete dair fikirlerinin önemli bir kısmının muzaffer olduğu, hiçbir gücün bu halkı ezemediği bir dönemde ben seninle buluşma imtiyazına sahip oldum.

Latin Amerikalılar olarak bizim aramızdaki ilişkileri başka hiçbir şey bu denli güçlendiremezdi. Mütevazı bir kökene sahip bir genç ve sporcu olarak sen birçok zorlu testin üstesinden gelmeyi bildin.

Seni selamladığım gibi, asil Arjantin halkına şeref veren o müthiş sporcu Messi’yi de selamlıyorum. Düzenbazların küçük gayretlerine rağmen, ikinizin sahip olduğu şerefi ve itibarı hiçbir şey parçalayamaz, azaltamaz.

Bu sıcak Yaz’ı süsleyen TeleSur’u da tebrik ediyorum, senin gibi ben de elbette erdemlerinizi göz önüne seren ve sporun asil değerlerini her yana yaymış olan o muhteşem ve hayalperest Victor Hugo Morales’i unutmaksızın, Amerika’mızın mükemmel ve saygın futbolcularını ve hepinizin onurla temsil ettiği Arjantin halkını da dostane duygularla selamlıyorum.

Diego, Latin Amerika’da ve dünyanın boyun eğdirilmiş halkları arasında devrimin ve sporların destekçisi olan, Bolivarcı lider Hugo Chávez’e her daim vermiş olduğun desteği ve onunla kurduğun dostluk ilişkisini unutmam elbette asla mümkün değil.

Kardeşlik duygularımla,

Fidel Castro Ruz
23 Haziran 2014 17: 36
Kaynak


,

Kitle Çizgisi


Kitle çizgisinin yürütülmesine dair iki yöntem arasında kavramsal bir ayrıma gitmek mümkün.

Elimizde iki formül var:

1. İleri kesimi birleştir, ara kesimi kazan, geri kesimi tecrit et.

2. İleri kesimi birleştir, ara kesimi yetiştir, geri kesimi kazan.

Kanaatimce bu ayrım önemli ve incelenmeyi hakkediyor. Bu noktada ikinci formülün oportünist olarak yaftalanıp terk edildiğini belirtmek gerek.

Deja vu: Kimdir Kitleler?

Eğer kitle çizgisinden bahsediyorsak, bizim öncelikle kitleler hakkında konuşmamız gerekir. Kitleler, egemen sınıfsal yapının hükmü altında olan ve dışarıda tutulan, belirli bir toplumdaki insanları ifade eder. O, baskı ve üretim araçları, kültür üretimi, bilgi araçları vb. üzerinden, finans kapitalin çok yönlü egemenliğinin altında yaşayan insanlardır. Bir açıdan kitlelerin, emperyalist devletin baskıcı ve ideolojik aygıtları dâhilinde faaliyet yürütmeyen herkesi içerdiğini söylemek mümkündür.

Kitlenin sırf işçilerden müteşekkil olduğunu söyleyen bir eğilim mevcuttur ve bu yaklaşım sınıfı onu devrimci yapan şeyle belirleme hatasından kaynaklanır. Gerçekte işçi sınıfı herhangi bir devrimci “öz”e sahip değildir, o, ancak mücadele aracılığıyla devrimci olur. Bu tespit, kitleler içindeki diğer kesimler için de geçerlidir. O hâlde kitleler içindeki kesimler arasında belirli bir ayrıma gitmek faydalı olacaktır: maoistler, sınıflı toplum bağlamında sahip oldukları stratejik yönelimleri uyarınca, kitleleri bölmeyi daha faydalı bulurlar.

Kavramsal Ayrımlar: İleri, Ara, Geri

Kitleler dağınık olduklarından, onların devrimci faaliyetle kurdukları ilişki temelinde ayrıştırılması gerekir. İnsanların denk düştükleri yer, onların toplam politik bilinç düzeyi ile birlikte değişir. Bu aşamada ileri, ara ve geri arasında ayrım yapmak, genel manada faydalı olacaktır.

İleri kesim, mücadeleye aktif biçimde katılan insanları, kitle mücadelelerinin liderlerini, devrimci örgütlerdeki örgütçüleri vb.’yi ifade eder. İleri kesim, öncülük vasfı olan, eldeki somut malzemedir, bunların öncü örgütler ve bu örgütlerin teşkil ettikleri şebekeler oluşturmaları için birleşmeleri gerekir.

Ara kesim, çelişkili fikirlere ve pratiklere sahip kararsız kesimdir. Bu kesimin davaya kazanılması ve ileri kesimin politik liderliği altında mücadeleye sevk edilmesi gerekir.

Geri kesim, devrimci ve kurtuluşçu bir tutuma, dolayısıyla devrimci örgütlere karşı olan kesimdir. İhtilafın doğrudan konusu olan da işte bu kesimdir. Geri kesim davaya kazanılmalı mıdır yoksa tecrit mi edilmelidir?

Mao, geri kesimin kazanılmasına dair ikinci yaklaşımı şu şekilde ele alır:

“Kitleler genel manada üç kısımdan oluşurlar: görece aktif kesimler, ara kesimler ve görece geri kesimler. Dolayısıyla liderlerin liderlik etrafında küçük sayıda aktif unsuru birleştirme becerisine sahip olmaları, onlara dayanarak ara kesimin düzeyini yükseltmeleri ve geri unsurları kazanmaları gerekir.” [Mao Zedung, “Liderlik Yöntemleri İle İlgili Kimi Sorular”]

Diğer yandan, Filipinler Komünist Partisi ilk formülü tercih ediyor görünmektedir:

“Devrimci sınıf çizgisi, devrimin gerçek dostlarını gerçek düşmanlarından ayrıştırır. O, en temel sınıflara ve güçlere dönük güveni tesis ederek, iflah olmaz düşmanlarını tecrit etmek maksadıyla orta kademe güçleri ikna edip birleştirir. Bu ilke, partinin kitle çizgisi ve politik çizgisi ile uyum içerisindedir.” [Filipinler Komünist Partisi, “Kitle Çalışması”]

İlk formül, devrimci durumlar için daha uygun görünmektedir: genel manada devrimlere aktif ve militan bir azınlık (ileri kesim) liderlik eder; bu ileri kesimin, seferber edilmiş veya tarafsız kalmış halk (ara kesim) ile tarafsız ya da dostane bir ilişkisi mevcuttur, ancak bu aşamada liderliğin (kitle içindeki kesimi değil) devleti ezmesi için gerici kısımların (geri kesim) tarafsızlaştırılması/tasfiye edilmesi gerekir. İkinci formül ise düşmanların varlığına dair vuzuhtan bizi mahrum eden bir yaklaşım olsa da gerici kesimlerin kazanılmasına dair bir tartışma yürütmektedir.

Ara ve Geri Kesimler: Aralarındaki Fark Ne?

İkinci formül, bizim geri kesim ile ara kesim arasında faydalı bir ayrım yapmamıza imkân vermez: eğer her iki kesim de kazanılabiliyorsa, o vakit bu kesimlerin arasındaki fark nedir? Geri kesimi görece daha az iyi insanlardan oluşan bir ara kesim olarak mı görmek gerekir? Bunun yetersiz olduğunu ifade etmek lâzım.

Diğer yandan, ilk formül anlamlı bir ayrıma izin vermektedir: geri kesim kazanılamaz çünkü bu kesim hâlihazırda düşman tarafından kazanılmış durumdadır; ara kesimse hâlâ kararsız olduğu için kazanılabilir niteliktedir. Eğer her ikisinin de kazanılması mümkünse, ayrımın da bir anlamı kalmaz.

Geri kesimdeki insanların ara ya da ileri kesime sıçramaları imkânsız değildir; aynı şekilde, ileri kesimdeki bir insan da gerici olabilir. Bunlar akışkan kategorilerdir. Ancak stratejiden dem vuruyorsak eğer, istisnaların kural hâline gelmesine asla izin verilemez.

Ara kesimle ilgili formüller arasındaki farklılık, ara kesimin yetiştirilmesi ile kazanılması arasındaki farka dairdir. Ara kesimlerin yetiştirilmesi, bu kesimlerin politik eğitim aracılığıyla ileri kesime dâhil edilmesini anlatır. Herhangi bir devrimci durumda bu, hiçbir zaman genel bir eğilim hâline gelmemiştir. Halkın büyük bir kısmı ara kesim dâhilinde kalmıştır. O hâlde uzun vadede görev, ara kesimi ileriye taşımak için onu yetiştirmek değil, onu tarafsız kılarak veya dostane bir konuma taşıyarak kazanmaktır.

Mikropolitika (kampanya yöntemi) ve makropolitika (tüm kampanyaların birleştiği düzeyde yürütülen kitle çizgisi) ile ilişkilenildiği durumlarda kitle çizgisi dâhilinde belirli bir ayrıma gitmek faydalı olabilir. Her bir kampanyada, mikropolitika yürütülürken, stratejik yönelim, ileri kesimin nüfusunu çoğaltmak amacıyla, ara kesimin yetiştirilmesi olmalıdır. Tüm kampanyaların birleştirildiği momentlerde ise hedef, mümkün olan en çok sayıda insanı seferber etmek ve politik hedeflere ulaşmak için kampanyaların uzun ömürlü kılınmasını sağlamak gerekir. Bu aşamada ara kesimlerin ileri kesime kazandırılması talileşir, öte yandan daha çok sayıda insanı mücadeleye kazanmak başatlaşır.

Tecrit Nedir?

Geri kesim, örgütlenme ve seferberlikle ilgili gayretleri bloke etmeye çalışacağından, bu kesimin kampanyaların ve örgütlerin güvenliği için tecrit edilmesi zorunludur. Geri kesimin faaliyeti, bir konferansın sabote edilmesi, birleşik cephe faaliyetinin dağıtılması gibi hususları içerir; söz konusu girişimlerin buna göre ele alınması zorunludur.

Tecrit işlemi iki uçludur: geri unsurların örgüt içerisinde ve örgüt dışında tecrit edilmesi. Örgüt içindeki unsurlar, resmî ya da gayriresmî yoldan ihraç edilmek suretiyle tecrit edilebilir. Örgüt dışında ise gerici tavır ile gerici politik hat ifşa edilmeli, birleşik cephe o unsuru gerici olarak tanımalıdır.

Tecrit işlemi, hem pasif hem de aktif olabilir: pasif tecrit, büyük ölçüde politik eğitimle ilgilidir. İleri unsurlar arasındaki politik eğitim, bu unsurların geri unsurları tanımalarını ve yanlış politik çizgiyi ve örgütsel yöntemleri terk etmelerini sağlarken, aktif tecrit, gerici unsurların ihracını, ifşasını, onlarla yüzleşilmesini vb. içerir.

Komünist politik çalışmada gerici unsurların tecridi ve ifşası, komünist hattın sürdürülmesi için mutlak bir zorunluluktur. İlk formül (ileri kesimi birleştir, ara kesimi kazan, geri kesimi tecrit et) komünist politik çalışmanın somut ihtiyaçlarına denk düşerken, ikinci formül ise az çok uzlaşmaz olan karşıtlıkları uzlaşmaz değilmiş gibi sunması sebebiyle, oportünist bir formüldür.

Klaas Velija

, ,

Mısır ve İsrail


Mısır ve İsrail: Emperyalizmin Piyonları

 

ABD Dışişleri Bakanı Kerry, 22 Haziran’da, Mısır darbesinin lideri olan ve bugün cumhurbaşkanlığı yapan General Abdulfettah Sisi ile buluştuğu vakit, Mısır’da her şeyin “normal” seyirde olduğunu, bu sebeple, ülkenin ABD hükümetinin resmî planda sunacağı nimetlerden istifade edebileceğini ifade etti. Bu, ABD’nin Mısır ordusuna ilk elden 575 milyon dolar yardım yapacağı anlamına geliyor. Bilindiği üzere, bu yardım bir süre buzdolabına kaldırılmıştı. Söz konusu yardımın dillendirilmiş olması, daha fazla paranın Mısır’a akıtılacağı anlamına geliyor. Anlaşılan o ki önemli bir bölümü Müslüman Kardeşler üyesi olan 183 kişiye daha rejim tarafından ölüm cezası verilmiş olması, Kerry ve onun ABD yönetici sınıf içindeki efendilerinin tabii ki umurunda değil.

Pentagon’a göre bu yardımın yapılması, ABD’de şirketlerin avcundaki yönetici sınıf için, Ortadoğu’yu ve oradaki petrol zenginliğini kontrol altında tutmaya katkı sunacak en ucuz yol. Oysa Suriye, Libya ve öncesinde Afganistan ve Irak gibi, ulusal egemenliğini muhafaza etmek için mücadele eden bir ülkeyi fethetmek amacıyla kendi birliklerini göndermek zorunda kaldıklarında, söz konusu yol daha fazlasına mal oluyor.

ABD, aynı şekilde İsrail’e de para veriyor. Kongre Araştırma Servisi’nce yapılan bir araştırmanın gösterdiği üzere, İsrail, enflasyona göre ayarlanmamış dolar cinsinden 121 milyarlık bir tutarla, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’den en çok yardım alan ülke konumunda. Bu yardımın büyük bölümü askerî harcamalar için yapılmış. (“ABD’nin İsrail’e Yaptığı Dış Yardımlar”, Jeremy M. Sharp, 11 Nisan)

Hayır, burada bir “Yahudi komplosu”ndan değil, kapitalist komplosundan söz ediliyor. Kapitalistler, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail’deki oligarklar için en faydalı müttefikler. Üstelik bunların önemli bir bölümü, ABD hükümetini ellerinde tutan Beyaz Anglosakson Protestan (WASP) kesimden insanlar.

Bugün söz konusu oligarklar ve kontrollerinde hareket eden, dış politika alanında uzman “düşünce kuruluşları”, iki yıldır, Suudilerin ve ABD’nin parasal açıdan destekledikleri askerî saldırılara başarıyla direnen Suriye devletine yönelik saldırıyı nasıl yeniden ihya edebileceklerini anlamaya çalışıyorlar.

Bu sebeple İsrail, ABD’nin görevini üstlendi ve herhangi bir gerekçe öne sürmeksizin, ABD’li yöneticileri mutlu etmek maksadıyla, 22 Haziran’da Suriye’yi bombaladı. İsrail, bu saldırının üç İsrailli gencin ortadan kaybolmasına dair bir misilleme olarak gerçekleştiğini iddia etti. Ama bu üç gencin başına ne geldiğini bilen yok. Hiçbir örgüt, gençlerin elinde olduğuna dair bir açıklamada bulunmadı. Üstelik eğer üç gencin yakalanması için belirli bir gerekçe mevcutsa, Suriye herhalde listenin en sonunda yer alır, hatta listeye bile giremez.

Ama bu gerçek, ABD’deki şirket medyasına mensup kuklaları Suriye’deki saldırının kayıp üç gençle ilişkilendirmeye çalışmaktan alıkoymadı. 11 Eylül saldırısı ile Saddam Hüseyin’in bağlantısı olduğunu gösteren, gene bu kuklalar değil miydi? Oysa Saddam ve El-Kaide can düşmanlarıydı. Ama bu gerçek, Pentagon’un Irak’taki enerji santrallerini, hükümet binalarını imha etmesine, Bağdat’ın en güzel yerlerini ani ve acımasız bir hava bombardımanıyla dümdüz etmesine mani olmadı.

ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi, tam anlamıyla bir felâkettir: bu felâketin bedelini öncelikle tüm bölge halkları kanlarıyla ödemiş, bu halkların ödedikleri vergilere petrol-Pentagon-endüstri kompleksinin milyarder sahiplerinin çıkarlarına hizmet etmek için el konulmuştur.

ABD Ortadoğu’dan defol! ABD’nin Irak’a yeni bir savaş açmasına hayır! Para, işler ve insanî ihtiyaçlar için harcansın, Pentagon için değil!

Workers World
25 Haziran 2014
Kaynak

Yüzünü Ümmete Dönmek


“Öfkeli Müslümanlar” Kimlerdir ve Neden Öfkeliler?

 

Güney Afrika’nın Durban kentinde ders verdiğim amfiden hızla ayrılırken bir genç, “kardeş, kardeş!” diyerek seslenerek yanıma geldi. Bu olay, ABD-Batı ordusunun Afganistan’a ve Irak’a karşı acımasız saldırısının durdurulmasına dönük tüm girişimlerin başarısız olduğu, iki ülkede savaşın zirveye ulaştığı bir momentte gerçekleşmişti.

Söz konusu gencin üzerinde Afgan Peştunlarının kıyafeti vardı. Yanındaki arkadaşının yanında duran gencin sinirli hâli ilk elden hissediliyordu. Bana bir model olarak Filistin’e başvurduğum, uzun süren tarihsel olguların kavranması noktasında bir halkın tarihinin nasıl kullanılabileceğine dair verdiğim dersin tümüyle dışında bir soru yöneltti.

“Kardeş, İslam Ümmeti için bir umut olduğuna inanıyor musun?” Bu genç aslında, kendince ikimizin de tartışmasız biçimde ait olduğumuza inandığı bir milletin geleceğini sorguluyor, vereceğim cevap sanki belirli ağırlığa sahip olacakmış gibi, kaygıyla ne diyeceğimi bekliyor, cevabımın endişelerini giderecek bir kanıt sunacağını düşünüyordu.

Belki de onun sorusundan daha ürkütücü olan, benim hiç şaşırmamış olmamdı. Sorduğu soru, Birinci Dünya Savaşı bitiminde Osmanlı İmparatorluğu’nun ve ayakta kalan son hilafetin çöktüğü günlerden, hatta daha da öncesinden beri nesiller boyu sorulan bir soruydu.

Büyük tarihsel karışıklıklara rağmen hilafet, Hz. Muhammed’in vefatını takiben, Ebubekir ile MS 632’de başlamış olan Hilafet-i Raşidûn’dan beri tutarlı bir varoluş sergilemişti.

Genç adamın soruları, daha çok tarihe ve bir anlamlar çokluğuna sesleniyordu. Ancak birkaç batılı tarihçinin ve uzmanın, o da politik ve askerî amaçlar doğrultusunda kendi bilgilerini tatbik etmek amacıyla İslam’ı anlamaya gayret edenlerinin anlamını ve ağırlığını idrak edeceği bir soruydu bu.

Genç adamın sorusundaki “ümmet” sözcüğü, modern milliyetçi manada “millet” anlamına gelmiyor. Müslümanlar bir ırk değil, birçok ırktan müteşekkiller. Ortak bir deri rengini ya da hayat tarzını paylaşmıyorlar, Kur’an-ı Kerim’in özgün dili Arapça olsa da ortak bir dilleri de yok. Ümmet, Hz. Muhammed’in Sünnet’i üzerinden örneklenen, Kur’an ve Sünnet’e bağlı olarak Müslüman ulemanın bağımsız tefekkürü şeklinde tarif edilen içtihadın rehberliğinde hareket eder ve Kur’an kaynaklı eskimeyen bir ahlâkî değerler kümesine sırtını yaslar.

Doğalında hilafetin çöküşü, birçok boyuta sahip bir krize neden oldu. İslam Ümmeti, her şeye ağır basan, değer temelli politik ve sosyal çerçevelere sahipti hep. Ama ümmet, muhtelif gruplar arasında belirli bir kültürel ve dilsel teklik söz konusu olmasına karşın, coğrafî açıdan dağıldı. Eski ama sürekli ihya edilen mirasa (dolayısıyla içtihada) dayanan Müslümanlar, yaklaşık on dört yüzyıl öncesinden çıkış alan, İnsan Hakları Beyannamesi, Cenova Konvansiyonları, medenî hukuklara denk, hatta onları da aşan hukukî düzenlemelere zaten sahiplerdi.

Ümmetin coğrafî manada çöküşünden daha önemli olan bir husus da toplumsal yapının çökmesi, her bireysel ya da kolektif ilişkiye, her ticarî işleme ve çevre, hayır işleri, savaş hukuku vb. ile ilgili kurallara hükmeden kanunların devre dışı kalması idi. Bir başka çözülme süreci de, birçok imparatorluk başarısız olurken ve başkaları çürüme yaşarken, ümmetin güçlenmesine ve ayakta kalmasına imkân veren otantik ve organik ahlâkî değerlerde yaşandı. Organik ve öz itime sahip sistem, yerini, tümüyle çürümeye yüz tutmuş bir dizi alternatife bıraktı.

İşte “öfkeli Müslümanlar”ın yaşadığı öfkenin kökenleri tam da buraya dayanıyor.

Ümmet, zamanı ve mekânı aşan bir ülkü olarak yaşamayı sürdürüyor. O, geçen yüzyıl istisnasız tüm Müslümanlara büyük zararlar vermiş olmasına karşın, varlığını muhafaza ediyor. Hilafeti yıkan sömürgeci güçlerden birçok milletin bağımsızlıklarını elde etme başarısı göstermesi de bir zamanlar hâkim ve her şeyi kuşatıcı bir güç olan İslam Ümmeti’nin ilk krizini çözmedi. Sömürgeleştirilmiş Müslüman toplumlar, sonuçta, eski sömürgecilerinin kural ve kanunlarını benimsediler ve onların etki alanı dâhilinde sendelemeye devam ettiler.

Bağımsızlık sonrası Müslüman milletler, kavmiyetçiliğin ve kayırmacılığın berbat bir karışımının hükmü altına girdiler. Bu ülkelerde İslam, iktidardakilerin hizmetine uygun şekilde yorumlanıyor, batı menşeli kanunlar ve medenî hukuk, nihayetinde mevcut yozlaşmış statükonun bekasına hizmet edecek şekilde ayarlanıyor, yöneticiler mağlupların, yoldan çıkmış kolektiflerin üzerinde hâkimiyet kuruyor, batılı güçler de gerekli tüm araçlar üzerinden çıkarlarını muhafaza ediyorlardı.

Beklenebileceği üzere, bu tarz bir statükonun ayakta kalması mümkün değildi. Güçlü ve birlik olmuş bir sivil toplumun zalim rejimler altında hayatta kalmasının hiçbir imkânı yoktu. Müslümanlar, eğitim ve fırsat eksikliği ile büyük bir ümitsizlik içerisinde yaşamaya çalışıyorlardı.

Hâlihazırda yaşadıkları acılardan kaçmak için birçok Müslüman, gerekli ilhamı başka bir yerde buldu. Filistin’de kendileri için gerekli şiarı duydular; yabancı işgaline karşı süregiden direniş, kolektif bir itkiye dair sembolik bir emareydi adeta. Şii hareketi olmasına karşın Hizbullah’a Sünni Müslümanlar geniş destek verdiler. Desteğin sebebi, Hizbullah’ın İsrail’e karşı yürüttüğü direnişti. Bu direniş, geçmişin ihtişamı karşısında önemsizmiş gibi dursa da, adalet gibi ilkeler etrafında İslam Ümmeti’nin yeniden toplaşmasına dönük ihtiyaçla kıyaslandığında, mezhepçi ayrışmaların gölgede kalıyor olduğunun deliliydi.

Ancak Afganistan ve Irak’ın ABD öncülüğündeki batılı güçlerce işgal edilmesi, savaş hattını bugüne dek hiç olmadığı bir yere taşıdı. Bağdat Nisan 2003’te düştüğünde ve Amerikan askerleri kendini beğenmiş bir tavır içerisinde, bir zamanlar Abbasi Halifeliği’nin başkenti olan şehri bayraklarıyla boğduğunda, birçok Müslüman, Ümmet’in aşağılanmanın en ağır biçimini yaşadığı sonucuna vardı. Iraklı erkek ve kadınlara işkence ve tecavüz edilirken, pis pis sırıtan ABD askerleri Bağdat hapishanelerinde Iraklıların ölü veya çıplak bedenlerini filme alırken, öfkeli Müslümanların teşkil ettikleri yeni millet doğal olarak ayağa kalktı.

Afganistan ve Irak’ta Batılıların çıkarttığı savaşlar, Suriye, Irak ve diğer Müslüman ülkelerde sürmekte olan mevcut şiddetin, aşağılanmanın kendisi, öfkeli Müslüman gençliğin müjdecisi değildi aslında. Bu savaşlar, sadece sürecin katalizörü görevi gördüler. Irak’ın kuzeyine yakın bir yerde, iki çatışma arasında yemeğini bölüşen ve kendilerine “yabancı mücahidler” diyen bir grubun resmiyle yüzleştiğimizde, aralarındaki ortak konunun ne olduğunu tahmin etmek de mümkün oluyor: Biri, Umm Kasr’daki ABD ordusuna ait askerî hapishanenin bulunduğu Bucca Kampı’nda işkence görmüş, diğeri güney Lübnan’da İsrail’e karşı savaşmış bir Lübnanlı, bir diğeri ise ailesi Halep’te öldürülmüş bir Suriyeli. Ama bu, sadece bir Ortadoğu meselesi de değil. Fransa ve İngiltere’de Müslüman göçmenlerin topluma yabancılaştırılması, bu insanların, camilerinin, kültürlerinin, dillerinin ve kimliklerinin hedef alınmasının, dünyanın her yerinde Müslümanların mevcut durumlarının giderek daha da kötüleşmesinin şiddete dayalı bir karşılığının olması tabii ki doğal.

İngiltere Başbakanı David Cameron, IŞİD’in Irak’ta kimi bölgeleri ele geçirmesiyle ülkede yaşanan çatışma sürecinin bir sonucu olarak, İngiltere’nin ulusal güvenliğinin tehdit altında olmasından endişeleniyormuş. Görünüşe göre, Cameron ülkesinin yaşanan şiddet sürecindeki rolünü hiç anlamıyor ya da bu, umurunda bile değil.

ABD Başkanı Barack Obama, Beyaz Saray’dan, sanki Müslüman gençlerce tecrübe edilen ümitsizlik ve aşağılanma hâlinden Ortadoğu’nun tümüyle kurtarılması noktasında Washington yıkıcı ve öncü bir rol oynamışçasına, kendi ülkesinin ahlâkî sorumluluğu ile yaşanan şiddete dair vaazlar vermeye devam ediyor. Sanki birçok Müslüman’ın hâlâ ümmet kabul ettiği tüm bir medeniyetin yabancı güçlerce işgal edilmesinin, sistematik biçimde yıkıma uğratılmasının ve sürdürülen savaşın petrol fiyatlarındaki dalgalanmanın yanında, hiçbir bedelinin olmayacağı zannediliyor.

Kim bu mücahidler? Birçok kişi bu soruyu soruyor ve sürekli belirli bir cevap bulmaya çalışıyor. Bu mücahidler CIA ajanları mı? Körfez ülkelerinin parayla besledikleri terörist gruplar mı? Bölgesel hegemonyaya dönük açlığını meşrulaştırmak için İranlıların yürürlüğe koyduğu bir fesadın oyuncağı olan gençler mi? Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan yabancı cihadcılar mı? Yoksa kendi muhalefetine karşı Esad rejiminin yanında savaşan bir grup mu? Fesat teorileri, zaman içerisinde, mevcut büyük sırlar içerisinde büyüyüp serpiliyorlar.

Oysa “öfkeli” Müslüman gençlik bir sır değil, tümüyle anlaşılabilir tarihsel bir kaçınılmazlık. Birçoğu aksini iddia etse de, bu gençlik için ümmet ve hilafet fiilî coğrafî sınırlardan görece daha manevî mekânlar. Ümmet, bu gençlik için sefaletten, yabancılaşmadan, zulümden ve dış güçlerin gerçekleştirdikleri işgallerden tarihe kaçmayı ifade ediyor. Bu gerçeği kavramak, şiddetin kökenleriyle layıkıyla uğraşmak demek. Ümmete dair gerçeği gözardı etmenin bir seçenek olarak görülmesi ise asla mümkün değil.

Remzi Barud
12 Şubat 2015
Kaynak

27 Haziran 2014

,

Bisikletsiz Çocuklar


Sol bir dergi, Somalı madencilerin çocukları için bisiklet alanları kurulması amacıyla kampanya başlatıyor. Başka bir sol ekipse, Soma’ya madenci evi kuracağını, madenci çocuklarına, “bilimsel, sanatsal, kültürel eğitim” vereceğini ilân ediyor. İkisi de işçilerin muğlâk geleceğinde söz sahibi olmak istiyor. Bugünün acısı ise, ölen işçilerle birlikte yerin yedi kat altına gömülüyor. Dolaylı olarak işçilere, “çocuklarınıza bisiklet alabilmek, onları üniversiteye sokmak istiyorsanız, bize gelin” denmiş oluyor. Soma dışındaki orta sınıfa da, tek ihtiyacı olan, vicdan satılmış oluyor böylece.

Parmakları olmayan birine piyano öğretmek… Solun dayanışmadan anladığı bu. Bisiklet alacak parası olmayan babaya, bisiklet alacak babası olmayan çocuğa bisiklet alanları kurmak. “Geri kalmış” babanın ve evladının eğitime muhtaç görülmesi. İşte, ilişki kurulan düzey.

Zaten hepsi de AKP'ye oy vermemişler miydi?

“İşçi” ya da “ezilen” dediğinde, “geri” kesimlerden destek göreceği vehmine kapılmak. Hele bir de “insan” kategorisinden bakıldığında, kitle o kadar genişliyor ki! “İşçi”, “ezilen” ve “insan”, geriliği anlatıyor demek ki. Öyle ya, onca teorik bilgi, ileri olmanın delili nasılsa.

Bir sol ekip, işçilerle panel düzenliyor, Somalı işçiler dertlerini dile döküyorlar, Türk-İş’ten DİSK’e geçtiklerini anlatıyorlar ama DİSK’in kifayetsizliğini eleştirmekten de geri durmuyorlar. O sol ekibin bir üyesi, derhal ikna gayretine başlayıveriyor: “Sendikaya gerek yok ki, bir dayanışma derneği de mi kuramıyorsunuz?”

“Dayanışma”, tılsımlı sözcük. Bir açıdan, sağ siyasetin boş bıraktığı yerlere, gene sağa özgü bir ilişki biçimiyle, sızma yöntemini ifade ediyor. “Karşılıklı sorumluluk, sağlamlık, bütünlük” gibi alt anlamları var. Hesap vermeyenin ve sormayanın dayanışmacılığı nafile o hâlde. Hesap vermeden ve sormadan, sağlam ve bütünlüklü bir yapıya kavuşmak da mümkün değil. Halka yalan söyle, sonra hiçbir şey olmamış gibi, eski ezberlerinle yola devam et; halka vaatte bulun, o vaadi yerine getirme; halkı ilgilendiren bir meseleden halkı olabildiğince uzak tut. O yürünen yol yol mudur artık, o yalan hakikatin elinde ezilmez mi?

Dayanışma, sırtını başkasına yaslamakla ilgili. Herkesin kendisine has, özel bir yolu varken yürüdüğü, dayanışmak nasıl mümkün olsun? Bir işçinin altılı ganyan bayiine gitmesiyle, örgüte gitmesi arasındaki ayrım/fark nerede? Bir işçi kütlesinin yıllardır bağlı olduğu sağ bir sendikadan ayrışması nasıl önemsiz olabilir? Destek ve dayanışma burada lazım değil midir? “Ben küçük bir örgütüm. Ey işçi, sen de küçük bir dernek/örgüt kur da aramız bozulmasın” denilebilir mi?

“Şimdi bisiklet alanlarını kuruyoruz, bizi desteklerseniz, bisikletler de bizden” diye oyun çevirmek, siyaset midir? Somalı çocukların bugün ve yarın mecbur edildikleri o madene acil ihtiyaçlarla gitmek lazım belki de. Halkın katılımıyla pekiştirilmiş “teftiş kurulları” oluşturmak bir yöntem mesela. Rakı masasında sol kurtarılır da maden şirketi kurtarılmaz mı? O masaları dağıtacak irade ise Somalı’da.

Ana kitle damarını elinde tutan örgütler, cılız sol örgütleri o damara sokmamak için uğraşıyorlar bugün. İşçi panelinde, “siz de dayanışma derneği kurun” diyen solcunun sancısı bu. Soma’daki madenci sendikasına giremiyor, orayı ele geçiremiyor. Başka bir derdi de yok anlaşılan. Bu gerilim yüzünden, Gezi’de sokağa dökülen kitleyle, hâlihazırda kitle örgütlerinde faal olan kitle karşı karşıya getiriliyor. Küçük örgütler, büyük örgütlerin elindeki kitle örgütleriyle bu Gezi kitlesi üzerinden kavga ve pazarlık yürütüyorlar. Oynanan bilek güreşinin mücadeleye zerre katkısı yok oysaki.

Ana kitleyi elinde tuttuğunu zanneden sol ekibin “bisiklet alanı” ve “madenci evi” önerisindeki elitizmin halkın duvarına çarpması kaçınılmaz. Kitle avcunda olduğundan, oradaki halkın ağzına ballı parmaklar gösteriliyor. Soma’daki verili öfke, mevcut kitle ilişkilerini ve yapıyı bozmasın diye gözler bisiklete ve eğitime çevriliyor. Oysa halk, söz, yetki ve kararın kentli orta sınıflarda olduğu hiçbir faaliyeti içine sindirmez, sindirmiyor. Avuçta ya da hedefte olan kitle, kendi öfkeli eylemine iştirak edecek yoldaşlar arıyor.

Halk, karşısına geçip, “hadi bakalım, işçi ve/veya ezilen olanlarınız benim arkama dizilsin” diyeni de sevmiyor. “İşçi” ve “ezilen” demenin, başka oluşlar ve eyleyişler dâhilinde ortaya konulan kolektif tepkilerin tasfiyesini ifade ettiğini sezgileriyle anlıyor. Yani o lafızdaki “işçi” ve “ezilen”in gerçek işçiyle veya ezilenle hiçbir rabıtası yok. Sol, dişine uygun işçi ve ezilen istiyor; kavramlar buna göre dolanıyor dilde. O diş çürüdüğü için, dil o çürük dişe gidiyor hep.

Laftaki işçi ve ezilen, sırf aritmetik bir kitle hesabının ürünü. Kitlelerin fizikî, biyolojik ve kimyevî hakikatini düzlüyor. Onlara asla değmiyor. “Bu kadar kadın var, bir kadın çalışması yürütürüz, hatta kadın partisi kurarız, kitleyi avcumuza alırız” deniliyor ama kadının havada asılı, kendinden menkul, soyut bir kavram olduğunu, kitle içinden, o kitleden kaçmak isteyenleri çağırdığını görmüyor. “Demokrasi” dedikçe, aritmetik yüceliyor. Zihin buna göre kuruluyor. Kadın da işçi de ezilen de rakam olarak değerli sadece.

“İşçi”, sıfattan isme kapatılıyor. Dolayısıyla sol özneler, işçileşmiş bir hareketten çok, kendinden menkul işçi’lerden oluşan bir yapıya işaret ediyorlar. Sol, işçi çalışması yapıyor, ama aslında işçileşmiş ya da işçileşen kolektif-nesnel hareketi tasfiye etmeyi amaçlıyor. Bu da işçileşmeden kaçanlara ve işçinin hiçbir şeyi tanımlamayan soyut bir olgu olmasını isteyenlere sesleniyor. Zanaatkâr ve meslek örgütlerindeki tarihsel zihin, işçi faaliyetine dayatılıyor. Localar kuruluyor, herkes mason olma yarışına girişiyor. Sol, kendisine uygun işçilerin olduğu harekete “işçi hareketi” diyor, hareketin niteliğinden kaçmayı iş zannediyor.

Bu ülkede sendikaların çıktığı yerle, CHP’nin çıktığı rahim aynı. Oradan kopan, orayı dönüştüren, orayla kavgalı bir işçi hareketine asla izin verilmiyor. Döne dolaşa, CHP’ye gidilmesinin sebebi burada. İşçi sendikalarının başına, sanki, CHP milletvekili olmak için geçiliyor. 28 Şubat sürecinde genelkurmay, sol eğitim sendikasından dişine uygun, gericiliğe düşman öğretmenlerin listesini istiyor. Sendika, yapısı gereği, bu listeyi vermek zorunda. Her şey hayatta kalmak (beka) için değil miydi?

Evet, kimileri de CHP’ye gitmemenin gerekliliğini teorik olarak tespit ediyor ama bu sefer de “işçi” diyene küfredebilmek için “ezilen” kategorisini çıkartıyor sahneye. Ama bu ezilen de ancak öteki-CHP’yi çağırıyor en fazla. “İşçi”nin karşısına çıkartılan “ezilen”, burjuvasız bir devlete işaret ediyor. “Ezilen”in karşısına çıkartılan “işçi” ise devletsiz bir burjuvaya. İşçi ve ezileni karşı karşıya koyanlar, dolayısıyla, burjuvaziye ve devlete hizmet ediyorlar.

“Ezilen, eskiden bir sıfattı, onu isim yapan bizleriz” diye caka satılıyor sonra. Yani gerçek ezilenlere, “bizim sayemizde adam yurduna konuldunuz, bize biat edin” deniliyor özünde. Yani “ayağı çarıklı köylüyü siyaset sahnesine taşıyan benim” diyen Süleyman Demirel gibi konuşuluyor; ezilenler başka bir devlete bağlanmaya çağrılıyor. Devletleşmiş örgütler, “bozulmayalım, değişmeyelim” diye, “ezilen” denilen simide sarılıyorlar.

Bir kesim de ezilen kesimlerin sesini taklit ettiğinde, o kesimlerin içine sızabileceğini zannediyor. “Transların katili patron-ağa devleti” sloganının translarla mı yoksa Kaypakkaya geleneği ile mi dalga geçtiği hiç anlaşılamıyor.

Açıktan söyleniyor: “Biz devleti yüce görenlerin değil, ezilenlerin devleti yönetmesini istiyoruz.” Bu cümlede devrime yer yok. İngiliz geleneğindeki işçi partisi pratiğinin ezilenci versiyonunun bu ülkede yol alabileceğini düşünmek ciddi bir yanılsama. En azından ilkinde, iyi-kötü, işçiliğe dair bir nitelik mevcut; ikincisi tümüyle orta sınıfların hükmü altında. Orta sınıfların devrimle ilişkisi hep tali.

Artık neyse ki HDP var!

Aynı site sayfasında, “SoL Gazetesi kapandı, dergi oldu, tüm yoğunluğuyla kitle içinde satışı yapılıyor” haberinin yanında, “SoL Dergisi yayın hayatına son verdi” haberinin durduğu bir ülke burası.

Bu ülkede bir sol özne, “bizim örgüt partidir, HDP de cephedir” derken, son kongreden sonra, “ülkeye parti gibi parti lazım” demeye başladı. Eskiden HDP’nin başındayken başka şeyler söyleyen bir yapı da bugün HDP’nin “cephe” olması gerektiği üzerinde duruyor.

“İşçi hareketi” tabirinde “işçi”, hareketi nitelemiyor. Hareket, solun dişine uygun işçilerin toplamını ifade ediyor. HDP şahsında da “sosyalist hareket”ten değil, sosyalist hareketi’nden bahsetmek gerekiyor. İşçi hareketi, gerçek, proleter dinamiğin tasfiyesine denk düşüyorsa, HDP’nin de ne tür bir rizikolu alanda durduğunu, varsın bileşenleri düşünsün!

Biz, hiç bisikleti olmamış, olamayacak çocuklarız. Onlarla, o çocuklar için savaşacağız!

Eren Balkır
26 Haziran 2014

24 Haziran 2014

İnsanın Kendisini Yaratma Özgürlüğü


Tuhaftır, Sartre, radikal özgürlük öğretisini ilkin, başı belâda olan Avrupa’nın en kötü döneminde sunar. Kapitalist dünya, bu dönemde iki savaşa, çöküşe ve faşizme tanık olmuştur. Bilimle ahlâkın, teknoloji ile özgürlüğün Aydınlanmacı uyumuna dönük inanç giderek zayıflamıştır. Sosyal teorisyenler, insanların kendi kaderlerini biçimlendirecekleri, yani özgürlüğün mümkün olduğuna dair o kahramanlık içeren anlayışı terk etmeye hazırdırlar. Fakat Sartre, tam da işgal altındaki 1943 Paris’inde, şunları söyler:

“İnsanî özgürlük, insandaki özü önceler ve onun mümkün hâle gelmesini sağlar; insanın özü onun özgürlüğünde askıya alınmıştır. Bizim özgürlük dediğimiz şeyin ‘insanî gerçeklik’ten ayrıştırılması imkânsızdır. En başta İnsan sonradan özgür olmak için var olmaz; onun insanî varlığıyla özgür varlığı arasında fark yoktur.”[1]

Sartre özgürlüğü, insanın çetin bir öz disiplin ya da kendini parçalayarak gerçekleştirdiği öz kontrol sayesinde elde ettiği ya da geliştirdiği özel, imtiyazlı bir varlık durumu olarak insanî varoluşun merkezine yerleştirmez. O, kadından çok erkeğe, gençten çok olguna, tuhaf olandan çok ağırbaşlı olana özgü bir nitelik ya da insanın görünümünden, normal, gündelik varoluşundan ayrıştırılabilen insanî bir “öz” değildir. Özgürlük, insanî gerçekliğin aşikâr yapısının arkasına gizlenen öz değil, algılanabilir ikincil niteliklerin altında açığa çıkartılması gereken ilksel niteliktir. Özgürlük, sadece seçkinlere göre bir şey değildir, çünkü o, ister doğuştan gelen haklar, isterse akıl olsun, kimi özel nitelikleri haizdir.

Sartre’a göre özgürlük, her insanı varoluşun her ânında kuşattığından, radikal anlamda demokratiktir. Varlık ve Hiçlik’te özgürlüğün gündelik oluşu, Sartre’ın neredeyse tüm romansı örnekleriyle zorlama bir üslup içinde gösterilir. Bir kişi arkadaşıyla buluşmak için kafeye gider; nişanlı bir kadın pencereden bakmakta, gördüğü adam kendisini heyecanlandırdığından korkmaktadır; anahtar deliğinden bakan adama içeriden bir başkası bakmaktadır ve durum onu utandırır; bir erkekle çıkan kadın partnerine seks yapma teklifinde bulunur; dağa tırmanan bir erkek, dinlenmeye karar verir. Hayatın birçok sıradan deneyiminde insanî durumun nihaî sorusu, yani insanın özgürlüğü meselesi ele alınır.

Sartre, sonrasında, 1952 yılında, Jean Genet üzerine kaleme aldığı kitabında, geleneksel felsefî kategorileri yazarın hayatına tatbik ederek, özgürlüğe ve insanın kimliğine dair kapsamlı soruların felsefe profesörünün özel sorunu olduğunu, ancak bir yandan da bunların insan hayatının her ânına ait birer nitelik olarak görülebileceğini gösterir.[2]

Sartre’ın düşüncesindeki özgürlüğün ortak niteliği yeni bir tarihsel özneyi varsayar. Bu özne, bir iş sözleşmesi imzalamaya rıza gösteren değil, aksine çalışmanın kendisinden azade olan bir öznedir ve liberal toplumun yasakladığı yerde, deneyim hususunda kendi kaderini tayin hakkı talep eder.

Sartre, özgürlük öğretisini fenomenolojik bir varlık tarifinden çıkartır. Gerçekliğe bir tür olgu, kendini gösteren bir şey olarak yaklaşan fenomenolojist görünüme ait yapıları tarif eder.[3] Dolayısıyla bilince ait öznel gerçeklik, sadece dış dünyayı gerçek addeden bilim insanının epistemolojisinin aksine, nesnel duruma uyarlanır. Sartre’ın fenomenolojisi, insanî öznenin gerçekliğini kabul eder ve onu dış dünyada kavranması gerekliliğini yitirmeksizin, onun içinde hareket eder. Onun Husserl’ın fenomenolojisine dönük etkisi, aynı zamanda günlük ve sıradan olanın gerçekliğini takip etmesi eğiliminden kaynaklanır. Sartre’ın yoldaşı ve liberal bir sosyal felsefeci olan Raymond Aron, düşünürü bir gece kulübündeki kayısı kokteyli esnasında fenomenoloji ile tanıştırır:

“Gördüğünüz gibi sevgili dostum, eğer siz bir fenomenolojist iseniz, bu kokteyl hakkında konuşabilir ve onun üzerine felsefe yapabilirsiniz! Bu âna dönük duygusal tepkisi sonucu Sartre’ın benzi atar. Bu, kendisinin yıllardır başarmak istediği bir şeydir. […]”[4]

Varlığın fenomenolojik incelemesinden yola çıkan Sartre, gerçekliğin iki niteliğini keşfeder: varlık ve hiçlik, kendinde şey ve kendisi için şey. Varlık tamdır, eksiksizdir ve mattır; hiçlik ise boştur ve yokluktur. Kendinde şey kendisidir;[5] kendisi için şey ise kendisi olmayandır. Kendisi için şey, bilinçtir. Fenomenolojiste görünen şeyler tamdır, eksiksizdir ve tam da ne ise odur; ancak bilinç şeylere benzemez.

“Bilinç bir şeyin bilincidir. Bu, aşkın olanın bilincin kurucu yapısı olduğu anlamına gelir; yani, bilinç kendisi olmayan bir varlığın desteği ile doğar.”[6]

Sartre, bilincin daima kendisi “dışında” olan bir şeyle her zaman bağlantılı bir başka şeye işaret ettiğine, en azından buna niyetlendiğine ilişkin Husserl’ın görüşünü kullanır. Bilincin bu niyet etme aşamasına geri dönüp baktığında Sartre, bilincin kendisine ait yapının eksik olduğunu, onun kendisi olmayana doğru kaçtığını görür. Dolayısıyla Sartre’ın bilinç ya da insanî gerçeklikle ilgili izahı şu şekilde biçimlenir: “Bilinç, kendi varlığına benzer biçimde bir varlıktır, onun varlığı kendisi dışında bir başka varlığı ima ettiği yere dek söz konusu edilebilir.”[7] Sartre’ın bu zor aksiyomunun sonuçları oldukça muazzamdır.

İnsanî gerçeklik ancak özgürlük olarak anlaşılabilir. Çünkü bilinç “hiçbir şey”dir ve her şekilde varlığınca belirlenir. Bilinç, içeriği dışında, diğer her şey gibi bu dünyadadır ve bu içeriğin somut varoluşu yapısı tarafından tanımlanmaz. Bilinç, kendisini dünyada sabitleyip konumlandırarak daima olduğu hâlin ötesine geçer ve onu aşar.[8] Bu nedenle bilinç, her türlü özel niteliğe, yani özüne sahip olmazdan önce var olmuştur. O kendince bir açıklık, bir tür sonsuzluktur. Bunun dışında değer ya da anlam, bilincin budünyayla kurduğu somut, özgül ilişkilerden çıkar.[9] İnsan bilincini dünyaya yönelttiğinde anlamlar görünür hâle gelir ve değerlerin biçimlenmesini sağlayan kendisiyle kurduğu ilişkide özgürlüğün dışındadır.

“[…] Benim özgürlüğüm değerlerin biricik temelidir. […] Hiçbir şey, kesin olarak hiçbir şey, şu veya bu özel değeri, şu veya bu özel değerler ölçeğini meşrulaştırmaz. Değerlerin var olmasını sağlayan bir varlık olarak ben meşrulaştırılamam. Benim özgürlüğüm, kendisi temelsizken, değerlerin temeli olmakla ıstırap içindedir.”[10]

İnsanlar, örneğin bir masa gibi, kendinde şeyler misali kapalı, sabit olmadığından, her bir ânın baş döndürücü yaratıcılığı sebebiyle deneyime kaygı eşlik eder. Ne olduğumuzun, kendi kendimize neler yaptığımızın toplam sonucudur. Varoluşçuluğun bilindik formülüne göre, varoluş özü önceler.

Sartre’a göre, özgürlük olabildiği ölçüde tamdır: kendi kendimizi inşa etme konusunda özgürüz.

“[…] kendisini kaygı üzerinden ifşa eden özgürlük, özgür varlığı tasarlayan Öz’ü yeniden yapma mecburiyetinin sürekli yenilenmesi tarafından karakterize edilir.”[11]

Sartre’ın insan anlayışındaki vurgu, kendimizi yapma hususunda alabildiğine açık olunmasına dönüktür. Hayvanlardan farklı olarak insan için özgün olan, insanî varlığı biçimlendirme ve inşa etme özgürlüğüdür. Görünen o ki Sartre’ın verdiği ders, insanın tekil ve kolektif olarak deneyimlediği evrimin doğanın tesadüfî ve kör yasalarının değil, insanın elinde olduğunu söyler. Bu özgürlük anlayışı, her ne kadar radikal bir sosyal teori için henüz yetersiz olsa da Marksizme 1844 Elyazmaları’nda tarif edilmiş olan komünizm ihtimaline ilişkin bir değerlendirme yapma imkânı verecektir.

Öte yandan Sartre, fenomenolojik yönteme ait kılıf altında, özgürlüğü insanî koşulun doğal yönü olarak evrenselleştirerek, onun özgüllüğü ile tarihselliğini silip atar. Zira her bireyde ve her toplumsal koşulda özgürlüğe kaygı eşlik etmektedir. Hegel’in mutsuz bilincinin etkisini gösteren Sartrcı insan, kendisi ile dünya arasındaki nihai kopuşun sancısını çeker. Ancak Hegel’de mutsuz bilinç ruhun gelişimine ait, mantıksal ve tarihsel bir moment ve aşama iken Sartre’da kaygı insanî özgürlüğün sabit bir vasfı hâline gelmiştir. Sartre’ın kendi kaderini tayin etme özgürlüğünün işkencenin hasta edici gerçekliğini her gün bilen, cinayetin günlük gazeteler kadar olağanlaştığı, kapitalizmin sömürgeci savaşlarının ve Nazizm denilen barbarlığın kol gezdiği bir dünyada belâlı bir özgürlüktür. 1947’de, Varlık ve Hiçlik’in yayımlanmasından beş yıl sonra, oradaki tezlerinden belirgin biçimde vazgeçen Sartre, kaygının evrenselliğine dair görüşler geliştirir ve kaygıyı ait olduğu toplumsal sınıfın özel bir deneyimi olarak görmeye başlar. “Burjuvalar olarak bizler, burjuvaya has kaygıya gayet aşinayız.”[12]

Her ne kadar Sartre’ın kaygı anlayışı, ait olduğu sınıfsal tecrübeyi evrenselleştirmiş olsa da bu anlayış ayrıca mevcut toplumla ilgili bir hakikati de yakalamış görünmektedir. Sartre’deki özgürlüğe dönük kaygı hissi ile burjuva toplumsal yapılardaki otantik özgürlüğe yönelik düşmanlık arasında belirli bir denklik söz konusudur. Birey, kendi öz dönüşümü ile ilgili sahip olduğu imkânları tümüyle sorgulamaya asla teşvik edilmemektedir. Kapitalist ahlâk, bireyi mülk birikiminin dışsal ölçütlerine uygun olarak onun öz çıkarını hesaba katmaya zorlamaktadır. Dahası kapitalist toplumlarda cemaat ilişkilerinin eksikliği, bireysel tecrübenin atomize oluşu ve toplumsal ilişkilerin rekabete dayalı yapısı Sartrcı özgürlüğün önünde engel olarak durmaktadır. Bir insanın kendisine özgür olması, başkasına kendisini tümüyle sunmasını ifade eder ancak modern toplumsal ilişkilerde başkası, kişinin sonunu anlatır. Tam da bu nedenle Sartre, 1943’te, kendi özgürlük anlayışını tarihsel bir durumla bağlantılı olarak sunmamış, fikirlerindeki özgünlüğün önemli bölümü kaybolmuş, kaygı sanki bir ahlâk oyunundaymışçasına, ebediyete dek özgürlükle eşleştirilmiştir.

Özgürlük ve kaygının eleştirilmesi, Sartre’ın fikriyatında tipik olan farklı ve alışılmadık bir harman dâhilinde, iki uzlaşmaz entelektüel geleneği birleştirip sentezler. İlki, ümitvar bir eğilim olarak, on sekizinci yüzyıl felsefecilerinin prometeci geleneği ile radikal manada hümanist olan on dokuzuncu yüzyıl ütopik komünistlerden oluşan gruptur. Diğer grup ise insanî koşulun doğasında olan çelişkileri, insandaki kusur ve zayıflıkları anımsatan Pascal’a dek uzanan, insanın kaderine dair trajik ve muhafazakâr görüşü içerir. Sartre’ın özgürlük anlayışı, ilk konuma uygundur. Tüm yüce otoritelere, resmî bilgi kaynaklarına isyan etmesi gereken insan, kendisini bütünsel ve sınırsız kılmak zorunda olan radikal bir olumsuzluktur. Statükoya her daim tehdit teşkil eden insanî özgürlük, insanın yaşadığı güçlüklerin kolay yoldan çözüme kavuşturulması, çatışma ve mücadeleden azade bir ütopya ya da dertsiz tasasız bir cennet değildir.

Özgürlük dâhilinde insan, Pascal’ın çaldığı sazda duyduklarını düşünür, kendi varoluşuna ait tuhaflıklarla yüzleşir, o Papa’daki yarı melek yarı canavar olandır, Sartre’a göreyse özgürlük “faydasız bir tutku”dur. İnsan özgürlüğünün prometeci manada nihai sınırına taşınması suretiyle Sartre, Pascal’daki saçmalığı keşfeder. Özgürlüğe ehliyet verecek, onu meşrulaştıracak üst bir gerçeklik, bir efsane olmaksızın insan kaygı içinde yüzecektir; bu ise hem kendisi hem de diğer her şey için bir skandalı ifade eder. “İnsan, olmadığı şey olan ve olduğu şey olmayan bir varlıktır.” Sartre’ın argümantasyonundaki baş döndürücü diyalektik, sahip olduğu görüşün iki ucunu da tutma isteminden kaynaklanır; burada amaç, Tanrı ya da o Büyük Engizatörün yalanına ihtiyaç duyan şüpheci muhafazakârlık olmaksızın, insanî koşuldaki ikircikliliği ve kaygıyı muhafaza etmek ve tek hamlede, tüm insanî eziyeti ortadan kaldırmayı düşünen saf bir iyimser olmaksızın, özgürlük anlayışını yitirmemektir.

Bu sayede Sartre’ın özgürlük anlayışı, iki kamp tarafından tartışmaya açılır: sahip olduğu hümanizmi Stalin mahkemelerine ve çalışma kamplarına muhtaç olan dogmatik Marksistler ve bağlı oldukları çoğulculuk anlayışları emperyalizmi, sefaleti ve sömürüyü meşrulaştıran ılımlı Katolikler ve liberaller. Her iki entelektüel geleneğin uç konumlarını benimseyerek Sartre “üçüncü bir yol” açmak ister: (Bu yol) kendi kaderini tayin etmeye dair insanî güçleri muhafaza edecek, gelişen teknolojide mündemiç olan imkânları açık tutacak ama insanî koşula ait nahoş ve can sıkıcı çatışmaları göz ardı etmeyecektir. Bu aşamada Sartre, kaygıyı insanîleştirmeye, onu varlıktaki kendi hiçliğimizin, sahip olduğumuz gayrimeşruluğun gerekli farkındalığı olarak anlamaya çalışır. Belirli bir maksadı olan, kendisini varlığın üzerine atan, değeri dünyanın içerisine sokuşturan bilinç, varlığının “bölünerek çoğalması” ve bilincin tek başına değer üretebileceği, tümüyle farklı bir değer ortaya koyabileceği gerçeğinden kaçamaz. Ancak Sartre’ın özgürlük anlayışı, insanın etrafındaki dünyada otantik özgürlüğün yokluğunu, fiilî öznelerce özgürlük projesinin uygulanma eksikliğini izah etmez. Özetle Sartre’ın, insan özgürlüğünü özgür ve insan özgürlüğünün yerleşik olduğu insan gerçekliği dâhilindeki “özgür olmayan” tarz olarak yaptığı iki ayrı fenomenolojik tanım arasında belirgin bir kafa karışıklığı mevcuttur. Bu çelişki, bir sosyal teori olarak Varlık ve Hiçlik eserinin sahip olduğu yetersizliklerin merkezinde duran esas çelişkidir.

Mark Poster

[Kaynak: Existential Marxism in Postwar France: From Sartre to Althusser, Princeton University Press, 1975, s. 79-86.]

Dipnotlar:
[1] Jean Paul Sartre, Being and Nothingness, çev.: H. Barnes (N.Y., 1966) s. 30.

[2] Simone de Beauvoir, Force of Circumstance, çev. R. Howard (NY 1964), s. 14.

[3] Being and Nothingness, s. liii-lvii.

[4] Simone de Beauvoir, Prime of Life, çev. P. Green (Londra 1963), s. 112.

[5] Being and Nothingness, s. lxxxix.

[6] A.g.e., s. lxxiii.

[7] A.g.e., s. 1xxiv.

[8] A.g.e., s. 1xi.

[9] A.g.e., s. 115.

[10] A.g.e., s. 46.

[11] A.g.e., s. 42.

[12] Jean Paul Sartre, What Is Literature?, çev.: B. Frechtman (N.Y. 1966) s. 174.

21 Haziran 2014

, ,

Washington’ın Fareleri


Washington’ın Fareleri Malikî’yi Terk Ediyor

 

Memeliler içinde fare, gezegen üzerindeki en başarılı hayvanlardan biridir. Kurnaz, acımasız, rekabete açık ve her şeyin ötesinde, uyum yeteneği yüksek bir hayvan, fare. İçinde bulunduğu koşullara kendisini uydurma gerektiği noktada alışkanlıklarını çabucak değiştirebiliyor.

Dış politika hususunda ABD hükümeti de farelerle dolup taşıyor.

Irak’taki mevcut duruma bir bakalım. ABD, 2003’te ülkeyi “kitle imha silâhlarına sahip” ya da “bu silâhları geliştiriyor” iddiasıyla işgal etti. Bunun bir yalan olduğu, hadi daha doğru bir ifadeyle, doğru olmadığı açığa çıkınca, işgal için dile dökülen gerekçe “rejim değişikliği” olarak yenilendi ve hedefe “Irak’a demokrasi götürmek” konuldu.

2006’daki ilk meclis seçiminde Malikî koltukların önemli bir bölümünü kazanıp başbakan olduğunda, ABD ve ABD’li şirketlerin elindeki önemli haber merkezleri sevindiler. Washington Post’tan David Ignatius sevinç çığlıkları atıp şunu söylüyordu: “Malikî’nin seçilmesindeki en önemli gerçek, ülkenin artık İran’dan bağımsız olduğuna dair ılımlı bir beyanatın verilmiş olmasıdır.” Ignatius, hemen Irak’ın ABD büyükelçisi Zalmay Halilzad’ın yanına gitti, Ulusal Demokrasi Vakfı’yla bağlantılı bir yeni muhafazakâr olan Halilzad’a lütufkâr bir üslupla, “ülkedeki itibarının İran’dan bağımsız olan herhangi bir kişi kadar olduğunu” söyledi.

Halilzad, Malikî’nin iktidara getirilmesi amacıyla, (İran’ın adamı olarak görülen) mevcut başbakan İbrahim Caferî’ye karşı çıkan Kürd, Sünni ve Şii siyasetçilerden müteşekkil bir koalisyon kurmak için sahne gerisinde epey gayretli bir biçimde (tıpkı bir fare gibi) çalıştı.

2010’da ABD Malikî’ye gene arka çıktı, rakibi Ayad Allavî çoğunluğu almış olmasına karşın, ikinci turda onu destekledi. Beceriksiz taktiklere başvuran ve yargı alanını kontrol altında tutan Malikî seçimi kendi lehine çevirdi. Bu hileyi ABD Büyükelçiliği’nin onayı ile yaptı. 2010 itibarıyla ülkeyi kontrol edemese de önemli bir oyuncu olarak sahneye çıkmış oldu.

Sonrasında Irak’ta yeni bir seçim yapıldı. ABD, kampanya süresince Malikî’nin yeniden başbakan seçilmesini sağlamaya çalıştı. Washington dış politikasının yerleşik nizamı konusunda sadık bir ses olan New York Times’ın 30 Nisan tarihli nüshasında çıkan bir makalede meclis seçiminin tam bir zafer olduğu iddia edildi. Muhabirler Tim Arango ve Dureyd Adnan konuyla ilgili şunları yazdı:

“Çarşamba günü milyonlarca Iraklı yeni meclis için oy kullandı, İslamcı aşırıcıların tehditlerine meydan okuyarak bir seçimi sonuçlandırdılar, Irak’taki şiddete dayalı ölçütler göz önüne alınırsa, bu seçim, takdire şayan bir huzur içerisinde geçti.

Amerikan birliklerinin ülkeyi terk etmesinden iki yılı aşkın bir süre sonra Irak genelinde yapılan bu seçim, ülkeyi yeni bir iç savaşın eşiğine getiren ve giderek büyüyen Sünni isyanının yaşandığı ortamda, üçüncü dönemde de başbakan olmak isteyen Nuri Kamil Malikî’nin sekiz yılına dair bir referandum olarak gerçekleşti.”

19 Mayıs’ta, (en azından Şii bölgesindeki) tüm oyların sayılması ardından, ABD dış politikasının bir başka sadık destekçisi Washington Post, seçimlerde Malikî’nin partisinin elde ettiği zaferi şu ifadelerle verdi:

“Başkentteki ABD Büyükelçiliği sonuçları memnuniyetle karşıladı ve bu seçimin ‘Irak’ın demokratik gelişimindeki başka bir köşe taşı’ olduğunu söyledi.”

Ancak Malikî’nin yeniden önemli bir çoğunlukla seçilmesi sonrası bir şey oldu: Sünni asiler, Malikî polisi ve ordusunun şiddetli saldırıları ve baskı politikası ile kuzeydeki Kürdlerin oportünist ayrılıkçı hamleleri karşısında uzun yıllardır öfkeli olan halkı yanına alarak ani bir askerî saldırı gerçekleştirdiler. Bu saldırı Bağdat’ı da risk altına soktu.

Birden, Washington’daki fareler, “Bağdat’taki adam”larını savunmasız gördüler, Irak’ta kurdukları çürük yapının yıkılmak üzere olduğunu anladılar. Bu aşamada demokrasi gibi bir dertleri olmayan bu güçler, yeni politik ortama birden “uyum” sağladılar.

Wall Street Journal geçen hafta şunları yazdı:

“Obama yönetimi, Irak’ta Başbakan Nuri Malikî’siz yeni bir hükümetin kurulmasını istiyor, Şii liderin Sünni çoğunlukla uzlaşabileceğine ve dengesiz politik ortamın istikrara kavuşturabileceğine ikna olmuş değil. ABD yönetimi, seçimler sonrası bir koalisyon kurulması için uğraştığından, Irak’taki politik partilerin Bay Malikî’nin olmadığı yeni bir hükümet kurmalarını istiyor.”

Ne yani, ABD Irak için demokrasi mi istiyor? Dün bu iddiadaydı. Bugünse mesele Sünnilerin isyanıyla mücadele etmek ve İran’ı Bağdat üzerinde tesirli olmaktan alıkoymak.

Malikî konusunda herkes belirli bir fikre sahip olabilir. Onun tipik bir Ortadoğulu lider olduğu, Şii destekçileri adına Sünni azınlığı ezdiği, rakipleri olan Şii siyasetçilere karşı sert adımlar atabildiği, onların bir kısmını tutuklattığı tabii ki doğru ama Washington’da müttefiklerine alçakça ve kibar bir üslupla ihanet etmenin de epey köklü bir gelenek olduğunu bilmek gerek. Hamas Gazze’de zafer elde edene dek, ABD destekli gerçekleşen Filistin seçimlerinde Washington demokrasiyi rafa kaldırmış, Gazze’yi dünyanın en büyük toplama kampına dönüştürme, insanları susuz, yakıtsız ve gıdasız bırakma politikasını desteklemişti.

Ukrayna’da ABD, “turuncu devrimler” olarak anılan süreci ve demokratik seçimleri destekledi ama sonrasında seçilmiş başbakanı iktidardan indiren sağcı darbeye arka çıktı.

ABD, dünya genelinde ülkeler aşırı gerilmiş ABD ordusundan daha az korktukça, dolar rezerv döviz olarak gerekli zemini yitirdikçe ve baskı politikası olarak devreye sokulan ekonomik tedbirler daha etkisiz kılındıkça, Foggy Bottom mahallesindeki dışişleri bakanlığı ile Beyaz Saray, Soğuk Savaş günlerinden beri yaptığı gibi, dünyayı fareler misali istila etmeyi umuyorsa, yeni sürece giderek daha yoğun biçimde uyum sağlamak zorunda kalacaktır.

Dave Lindorff
20 Haziran 2014
Kaynak