24 Haziran 2014

İnsanın Kendisini Yaratma Özgürlüğü


Tuhaftır, Sartre, radikal özgürlük öğretisini ilkin, başı belâda olan Avrupa’nın en kötü döneminde sunar. Kapitalist dünya, bu dönemde iki savaşa, çöküşe ve faşizme tanık olmuştur. Bilimle ahlâkın, teknoloji ile özgürlüğün Aydınlanmacı uyumuna dönük inanç giderek zayıflamıştır. Sosyal teorisyenler, insanların kendi kaderlerini biçimlendirecekleri, yani özgürlüğün mümkün olduğuna dair o kahramanlık içeren anlayışı terk etmeye hazırdırlar. Fakat Sartre, tam da işgal altındaki 1943 Paris’inde, şunları söyler:

“İnsanî özgürlük, insandaki özü önceler ve onun mümkün hâle gelmesini sağlar; insanın özü onun özgürlüğünde askıya alınmıştır. Bizim özgürlük dediğimiz şeyin ‘insanî gerçeklik’ten ayrıştırılması imkânsızdır. En başta İnsan sonradan özgür olmak için var olmaz; onun insanî varlığıyla özgür varlığı arasında fark yoktur.”[1]

Sartre özgürlüğü, insanın çetin bir öz disiplin ya da kendini parçalayarak gerçekleştirdiği öz kontrol sayesinde elde ettiği ya da geliştirdiği özel, imtiyazlı bir varlık durumu olarak insanî varoluşun merkezine yerleştirmez. O, kadından çok erkeğe, gençten çok olguna, tuhaf olandan çok ağırbaşlı olana özgü bir nitelik ya da insanın görünümünden, normal, gündelik varoluşundan ayrıştırılabilen insanî bir “öz” değildir. Özgürlük, insanî gerçekliğin aşikâr yapısının arkasına gizlenen öz değil, algılanabilir ikincil niteliklerin altında açığa çıkartılması gereken ilksel niteliktir. Özgürlük, sadece seçkinlere göre bir şey değildir, çünkü o, ister doğuştan gelen haklar, isterse akıl olsun, kimi özel nitelikleri haizdir.

Sartre’a göre özgürlük, her insanı varoluşun her ânında kuşattığından, radikal anlamda demokratiktir. Varlık ve Hiçlik’te özgürlüğün gündelik oluşu, Sartre’ın neredeyse tüm romansı örnekleriyle zorlama bir üslup içinde gösterilir. Bir kişi arkadaşıyla buluşmak için kafeye gider; nişanlı bir kadın pencereden bakmakta, gördüğü adam kendisini heyecanlandırdığından korkmaktadır; anahtar deliğinden bakan adama içeriden bir başkası bakmaktadır ve durum onu utandırır; bir erkekle çıkan kadın partnerine seks yapma teklifinde bulunur; dağa tırmanan bir erkek, dinlenmeye karar verir. Hayatın birçok sıradan deneyiminde insanî durumun nihaî sorusu, yani insanın özgürlüğü meselesi ele alınır.

Sartre, sonrasında, 1952 yılında, Jean Genet üzerine kaleme aldığı kitabında, geleneksel felsefî kategorileri yazarın hayatına tatbik ederek, özgürlüğe ve insanın kimliğine dair kapsamlı soruların felsefe profesörünün özel sorunu olduğunu, ancak bir yandan da bunların insan hayatının her ânına ait birer nitelik olarak görülebileceğini gösterir.[2]

Sartre’ın düşüncesindeki özgürlüğün ortak niteliği yeni bir tarihsel özneyi varsayar. Bu özne, bir iş sözleşmesi imzalamaya rıza gösteren değil, aksine çalışmanın kendisinden azade olan bir öznedir ve liberal toplumun yasakladığı yerde, deneyim hususunda kendi kaderini tayin hakkı talep eder.

Sartre, özgürlük öğretisini fenomenolojik bir varlık tarifinden çıkartır. Gerçekliğe bir tür olgu, kendini gösteren bir şey olarak yaklaşan fenomenolojist görünüme ait yapıları tarif eder.[3] Dolayısıyla bilince ait öznel gerçeklik, sadece dış dünyayı gerçek addeden bilim insanının epistemolojisinin aksine, nesnel duruma uyarlanır. Sartre’ın fenomenolojisi, insanî öznenin gerçekliğini kabul eder ve onu dış dünyada kavranması gerekliliğini yitirmeksizin, onun içinde hareket eder. Onun Husserl’ın fenomenolojisine dönük etkisi, aynı zamanda günlük ve sıradan olanın gerçekliğini takip etmesi eğiliminden kaynaklanır. Sartre’ın yoldaşı ve liberal bir sosyal felsefeci olan Raymond Aron, düşünürü bir gece kulübündeki kayısı kokteyli esnasında fenomenoloji ile tanıştırır:

“Gördüğünüz gibi sevgili dostum, eğer siz bir fenomenolojist iseniz, bu kokteyl hakkında konuşabilir ve onun üzerine felsefe yapabilirsiniz! Bu âna dönük duygusal tepkisi sonucu Sartre’ın benzi atar. Bu, kendisinin yıllardır başarmak istediği bir şeydir. […]”[4]

Varlığın fenomenolojik incelemesinden yola çıkan Sartre, gerçekliğin iki niteliğini keşfeder: varlık ve hiçlik, kendinde şey ve kendisi için şey. Varlık tamdır, eksiksizdir ve mattır; hiçlik ise boştur ve yokluktur. Kendinde şey kendisidir;[5] kendisi için şey ise kendisi olmayandır. Kendisi için şey, bilinçtir. Fenomenolojiste görünen şeyler tamdır, eksiksizdir ve tam da ne ise odur; ancak bilinç şeylere benzemez.

“Bilinç bir şeyin bilincidir. Bu, aşkın olanın bilincin kurucu yapısı olduğu anlamına gelir; yani, bilinç kendisi olmayan bir varlığın desteği ile doğar.”[6]

Sartre, bilincin daima kendisi “dışında” olan bir şeyle her zaman bağlantılı bir başka şeye işaret ettiğine, en azından buna niyetlendiğine ilişkin Husserl’ın görüşünü kullanır. Bilincin bu niyet etme aşamasına geri dönüp baktığında Sartre, bilincin kendisine ait yapının eksik olduğunu, onun kendisi olmayana doğru kaçtığını görür. Dolayısıyla Sartre’ın bilinç ya da insanî gerçeklikle ilgili izahı şu şekilde biçimlenir: “Bilinç, kendi varlığına benzer biçimde bir varlıktır, onun varlığı kendisi dışında bir başka varlığı ima ettiği yere dek söz konusu edilebilir.”[7] Sartre’ın bu zor aksiyomunun sonuçları oldukça muazzamdır.

İnsanî gerçeklik ancak özgürlük olarak anlaşılabilir. Çünkü bilinç “hiçbir şey”dir ve her şekilde varlığınca belirlenir. Bilinç, içeriği dışında, diğer her şey gibi bu dünyadadır ve bu içeriğin somut varoluşu yapısı tarafından tanımlanmaz. Bilinç, kendisini dünyada sabitleyip konumlandırarak daima olduğu hâlin ötesine geçer ve onu aşar.[8] Bu nedenle bilinç, her türlü özel niteliğe, yani özüne sahip olmazdan önce var olmuştur. O kendince bir açıklık, bir tür sonsuzluktur. Bunun dışında değer ya da anlam, bilincin budünyayla kurduğu somut, özgül ilişkilerden çıkar.[9] İnsan bilincini dünyaya yönelttiğinde anlamlar görünür hâle gelir ve değerlerin biçimlenmesini sağlayan kendisiyle kurduğu ilişkide özgürlüğün dışındadır.

“[…] Benim özgürlüğüm değerlerin biricik temelidir. […] Hiçbir şey, kesin olarak hiçbir şey, şu veya bu özel değeri, şu veya bu özel değerler ölçeğini meşrulaştırmaz. Değerlerin var olmasını sağlayan bir varlık olarak ben meşrulaştırılamam. Benim özgürlüğüm, kendisi temelsizken, değerlerin temeli olmakla ıstırap içindedir.”[10]

İnsanlar, örneğin bir masa gibi, kendinde şeyler misali kapalı, sabit olmadığından, her bir ânın baş döndürücü yaratıcılığı sebebiyle deneyime kaygı eşlik eder. Ne olduğumuzun, kendi kendimize neler yaptığımızın toplam sonucudur. Varoluşçuluğun bilindik formülüne göre, varoluş özü önceler.

Sartre’a göre, özgürlük olabildiği ölçüde tamdır: kendi kendimizi inşa etme konusunda özgürüz.

“[…] kendisini kaygı üzerinden ifşa eden özgürlük, özgür varlığı tasarlayan Öz’ü yeniden yapma mecburiyetinin sürekli yenilenmesi tarafından karakterize edilir.”[11]

Sartre’ın insan anlayışındaki vurgu, kendimizi yapma hususunda alabildiğine açık olunmasına dönüktür. Hayvanlardan farklı olarak insan için özgün olan, insanî varlığı biçimlendirme ve inşa etme özgürlüğüdür. Görünen o ki Sartre’ın verdiği ders, insanın tekil ve kolektif olarak deneyimlediği evrimin doğanın tesadüfî ve kör yasalarının değil, insanın elinde olduğunu söyler. Bu özgürlük anlayışı, her ne kadar radikal bir sosyal teori için henüz yetersiz olsa da Marksizme 1844 Elyazmaları’nda tarif edilmiş olan komünizm ihtimaline ilişkin bir değerlendirme yapma imkânı verecektir.

Öte yandan Sartre, fenomenolojik yönteme ait kılıf altında, özgürlüğü insanî koşulun doğal yönü olarak evrenselleştirerek, onun özgüllüğü ile tarihselliğini silip atar. Zira her bireyde ve her toplumsal koşulda özgürlüğe kaygı eşlik etmektedir. Hegel’in mutsuz bilincinin etkisini gösteren Sartrcı insan, kendisi ile dünya arasındaki nihai kopuşun sancısını çeker. Ancak Hegel’de mutsuz bilinç ruhun gelişimine ait, mantıksal ve tarihsel bir moment ve aşama iken Sartre’da kaygı insanî özgürlüğün sabit bir vasfı hâline gelmiştir. Sartre’ın kendi kaderini tayin etme özgürlüğünün işkencenin hasta edici gerçekliğini her gün bilen, cinayetin günlük gazeteler kadar olağanlaştığı, kapitalizmin sömürgeci savaşlarının ve Nazizm denilen barbarlığın kol gezdiği bir dünyada belâlı bir özgürlüktür. 1947’de, Varlık ve Hiçlik’in yayımlanmasından beş yıl sonra, oradaki tezlerinden belirgin biçimde vazgeçen Sartre, kaygının evrenselliğine dair görüşler geliştirir ve kaygıyı ait olduğu toplumsal sınıfın özel bir deneyimi olarak görmeye başlar. “Burjuvalar olarak bizler, burjuvaya has kaygıya gayet aşinayız.”[12]

Her ne kadar Sartre’ın kaygı anlayışı, ait olduğu sınıfsal tecrübeyi evrenselleştirmiş olsa da bu anlayış ayrıca mevcut toplumla ilgili bir hakikati de yakalamış görünmektedir. Sartre’deki özgürlüğe dönük kaygı hissi ile burjuva toplumsal yapılardaki otantik özgürlüğe yönelik düşmanlık arasında belirli bir denklik söz konusudur. Birey, kendi öz dönüşümü ile ilgili sahip olduğu imkânları tümüyle sorgulamaya asla teşvik edilmemektedir. Kapitalist ahlâk, bireyi mülk birikiminin dışsal ölçütlerine uygun olarak onun öz çıkarını hesaba katmaya zorlamaktadır. Dahası kapitalist toplumlarda cemaat ilişkilerinin eksikliği, bireysel tecrübenin atomize oluşu ve toplumsal ilişkilerin rekabete dayalı yapısı Sartrcı özgürlüğün önünde engel olarak durmaktadır. Bir insanın kendisine özgür olması, başkasına kendisini tümüyle sunmasını ifade eder ancak modern toplumsal ilişkilerde başkası, kişinin sonunu anlatır. Tam da bu nedenle Sartre, 1943’te, kendi özgürlük anlayışını tarihsel bir durumla bağlantılı olarak sunmamış, fikirlerindeki özgünlüğün önemli bölümü kaybolmuş, kaygı sanki bir ahlâk oyunundaymışçasına, ebediyete dek özgürlükle eşleştirilmiştir.

Özgürlük ve kaygının eleştirilmesi, Sartre’ın fikriyatında tipik olan farklı ve alışılmadık bir harman dâhilinde, iki uzlaşmaz entelektüel geleneği birleştirip sentezler. İlki, ümitvar bir eğilim olarak, on sekizinci yüzyıl felsefecilerinin prometeci geleneği ile radikal manada hümanist olan on dokuzuncu yüzyıl ütopik komünistlerden oluşan gruptur. Diğer grup ise insanî koşulun doğasında olan çelişkileri, insandaki kusur ve zayıflıkları anımsatan Pascal’a dek uzanan, insanın kaderine dair trajik ve muhafazakâr görüşü içerir. Sartre’ın özgürlük anlayışı, ilk konuma uygundur. Tüm yüce otoritelere, resmî bilgi kaynaklarına isyan etmesi gereken insan, kendisini bütünsel ve sınırsız kılmak zorunda olan radikal bir olumsuzluktur. Statükoya her daim tehdit teşkil eden insanî özgürlük, insanın yaşadığı güçlüklerin kolay yoldan çözüme kavuşturulması, çatışma ve mücadeleden azade bir ütopya ya da dertsiz tasasız bir cennet değildir.

Özgürlük dâhilinde insan, Pascal’ın çaldığı sazda duyduklarını düşünür, kendi varoluşuna ait tuhaflıklarla yüzleşir, o Papa’daki yarı melek yarı canavar olandır, Sartre’a göreyse özgürlük “faydasız bir tutku”dur. İnsan özgürlüğünün prometeci manada nihai sınırına taşınması suretiyle Sartre, Pascal’daki saçmalığı keşfeder. Özgürlüğe ehliyet verecek, onu meşrulaştıracak üst bir gerçeklik, bir efsane olmaksızın insan kaygı içinde yüzecektir; bu ise hem kendisi hem de diğer her şey için bir skandalı ifade eder. “İnsan, olmadığı şey olan ve olduğu şey olmayan bir varlıktır.” Sartre’ın argümantasyonundaki baş döndürücü diyalektik, sahip olduğu görüşün iki ucunu da tutma isteminden kaynaklanır; burada amaç, Tanrı ya da o Büyük Engizatörün yalanına ihtiyaç duyan şüpheci muhafazakârlık olmaksızın, insanî koşuldaki ikircikliliği ve kaygıyı muhafaza etmek ve tek hamlede, tüm insanî eziyeti ortadan kaldırmayı düşünen saf bir iyimser olmaksızın, özgürlük anlayışını yitirmemektir.

Bu sayede Sartre’ın özgürlük anlayışı, iki kamp tarafından tartışmaya açılır: sahip olduğu hümanizmi Stalin mahkemelerine ve çalışma kamplarına muhtaç olan dogmatik Marksistler ve bağlı oldukları çoğulculuk anlayışları emperyalizmi, sefaleti ve sömürüyü meşrulaştıran ılımlı Katolikler ve liberaller. Her iki entelektüel geleneğin uç konumlarını benimseyerek Sartre “üçüncü bir yol” açmak ister: (Bu yol) kendi kaderini tayin etmeye dair insanî güçleri muhafaza edecek, gelişen teknolojide mündemiç olan imkânları açık tutacak ama insanî koşula ait nahoş ve can sıkıcı çatışmaları göz ardı etmeyecektir. Bu aşamada Sartre, kaygıyı insanîleştirmeye, onu varlıktaki kendi hiçliğimizin, sahip olduğumuz gayrimeşruluğun gerekli farkındalığı olarak anlamaya çalışır. Belirli bir maksadı olan, kendisini varlığın üzerine atan, değeri dünyanın içerisine sokuşturan bilinç, varlığının “bölünerek çoğalması” ve bilincin tek başına değer üretebileceği, tümüyle farklı bir değer ortaya koyabileceği gerçeğinden kaçamaz. Ancak Sartre’ın özgürlük anlayışı, insanın etrafındaki dünyada otantik özgürlüğün yokluğunu, fiilî öznelerce özgürlük projesinin uygulanma eksikliğini izah etmez. Özetle Sartre’ın, insan özgürlüğünü özgür ve insan özgürlüğünün yerleşik olduğu insan gerçekliği dâhilindeki “özgür olmayan” tarz olarak yaptığı iki ayrı fenomenolojik tanım arasında belirgin bir kafa karışıklığı mevcuttur. Bu çelişki, bir sosyal teori olarak Varlık ve Hiçlik eserinin sahip olduğu yetersizliklerin merkezinde duran esas çelişkidir.

Mark Poster

[Kaynak: Existential Marxism in Postwar France: From Sartre to Althusser, Princeton University Press, 1975, s. 79-86.]

Dipnotlar:
[1] Jean Paul Sartre, Being and Nothingness, çev.: H. Barnes (N.Y., 1966) s. 30.

[2] Simone de Beauvoir, Force of Circumstance, çev. R. Howard (NY 1964), s. 14.

[3] Being and Nothingness, s. liii-lvii.

[4] Simone de Beauvoir, Prime of Life, çev. P. Green (Londra 1963), s. 112.

[5] Being and Nothingness, s. lxxxix.

[6] A.g.e., s. lxxiii.

[7] A.g.e., s. 1xxiv.

[8] A.g.e., s. 1xi.

[9] A.g.e., s. 115.

[10] A.g.e., s. 46.

[11] A.g.e., s. 42.

[12] Jean Paul Sartre, What Is Literature?, çev.: B. Frechtman (N.Y. 1966) s. 174.

0 Yorum: