29 Haziran 2018
25 Haziran 2018
Doğu Sorunu Üzerine Tezler
23 Haziran 2018
Perde Gerisi
18 Haziran 2018
Dinî Dünya ve Dünyevî Din
Buradaki dine saldıran, başkasının dininin
savaşçısıdır. Bize açık toplum, açık demokrasi okullarının öğrencilerinden
öğrendikleri liberalizmi solculuk olarak satanların anlam veremeyecekleri, işte
şu cümledir: “Modern devleti savunmanın en iyi yöntemi, onu siyasî amaçlar için
dinin her türlü kullanımının ulaşamayacağı bir yere koymaktır.”[1] Bu tür
laflar eden liberal solcuların kendi sınıfsal çıkarlarına tercüme ettikleri
Kobanê dolayımıyla buranın pazarına sundukları mal, içi geçmiş liberalizmden
başka bir şey değildir. Bu liberalizmse, modern devleti savunmaktan başka bir
şey düşünmez. Lenin’i çöpe atıp Foucault’yu önder belleyenlerin, anarşistlerden
rol çalanların, sol liberalizm boşluğunu DSİP sonrası doldurabileceklerini
sananların bugün geldikleri nokta, modern devlet savunuculuğudur.
Çünkü bu-dünya savunusu, bir devlet tasavvuruna ve
kurgusuna kapanmaya mecburdur. Kimi bireyler, kendi varoluşlarını koşullayan
somut ilişkileri bir dünyaya ve oradan da bir devlete tamamlamalıdırlar. Bu
ilişkilerin her türlü düşman sızmasından ve saldırısından korunması ve
ilişkilerin zamansal sonsuzluğa-mekânsal sınırsızlığa dair bir hisse sahip
olması, devletle mümkündür.
Varolan devlete dönük itirazsa, evrimseldir,
ilerlemecidir, mevcut devletin geri bir aşamaya ait olmasına inanılmasıyla
ilgilidir. Ama burada mesele, somut dünyevî ilişkilerin mutlak kabul edilmesi,
merkeze konması, hiç değişmeyecek kabul edilmesidir. Mutlak istikrar, sabitlik
ve düzen için kargaşaya meyletmek, bu bireylerin doğal yönelimidir. Onların sözlerinin
altında statüko sırıtır, zulüm göz kırpar, sömürü konuşur. Bu, dünyanın, somut
ilişkilerin din bellenmesidir. Din bellenmiş dünya ile dinî dünya apayrı
şeylerdir. İlki, kendisini savunmak için modern devleti dinî dünyanın
ulaşamayacağı yere koymak zorundadır.
Dünyayı din belleyenler, sağcılaşırlar.[2] İçinde
yaşadıkları ve rant ilişkileri üzerinden putlaştırdıkları dünyayı din
belleyenlerin, dini dünya kılanlara savaş açması kaçınılmazdır. Burada dünya
ile devlet arasında kısa devre yapmak zorunludur. Yani dinî dünyaya açılan
savaş, devlete açılmış gibi gösterilmektedir. Oysa bu, savaş açanların
vehmidir.
Fehim yoksa vehim ve lehim vardır. Ayrımları anlama
cehdi mevcut değilse, eldeki malzemeler birbirlerine lehimlenip belirli bir
vehme duçar olunur. Vehim, yanlış, temelsiz kurgu, kuruntudur. Bu kuruntuyla,
dinî dünyanın kavgası, devletin direnci olarak görülür ve devletle mücadelenin
aslî alt başlığı hâline getirilir. Aslında devletle, dini yok etmek için
mücadele edilmektedir. Bu mücadele ise, kendi dünyevî dinini hâkim kılmak
amacıyla verilmektedir. Dünyevî din, sol şahsında, egemenlerin suyuna
daldırılıp ehlîleştirilmiş Yahudilik-Hıristiyanlık kırması bir dinden başka bir
şey değildir.
Muhafazakârların yüz yıldır batıdaki sol karşıtı
Yahudilerin ve Hıristiyanların eserlerini Türkçeleştirmekten başka bir üretim
ortaya koymamaları, bu noktada manidardır. Tüm argümanlar, tezler, batıdan
devşirilmişlerdir. Amerika’da bir komünist aleyhine ne söyleniyorsa, Erzurum’da
da aynı şey söylenmiştir. Orada da insanlar, “bir gün Sovyetler Amerika’yı
işgal edecek” korkusuyla yetiştirilmiş, Erzurum’un politik iklimi de aynı
korkuya göre biçimlendirilmiştir. Putlaştırılan dünya yüceye yerleştirilmiş, o
kendi devletini kitle içerisinde tesis etmiş, ona itiraz edenler, siyasî alanın
kıyısına fırlatılmışlardır.
Dünyevî dinle devlet dolayımıyla dövüşülmez; devletle
dinî dünya aracılığıyla savaşılır. Devletin dünyevî dinine itiraz etmek,
devletin başka bir dünyevî din arayışının ifadesidir. Başka bir dünyevî din,
mülkün ve mülk ilişkilerinin farklı bir tezahürüdür. O, mülkü Allah’a havale
eden müşterek bir irade olarak, halka, millete başka bir mülk ilişkisi değil,
başka bir hayat sunuyor olmalıdır.
Dinî dünya ile dünyevî dinin kavgası, mazlumlara
dairdir. Burada savunma hattının mı yoksa saldırı hattının mı örüldüğü aslî
değildir. Dinî dünya, Hakikat’i tavaf eder; dünyevî dinse, Batıl’ın önünde diz
çöker. Dolayısıyla dinî dünyanın devlet şahsında karşıya atılması, kendi
dünyevî dininin hâkim olması için mücadele edilmesi, manasızdır. Solcuların
“Dersimlilere medeniyet götürdük, daha ne istiyorsunuz?” diyen CHP’den ayrı bir
dertleri varsa, öncelikle, o medeniyetin üzerine kurulu olduğu dünyevî dini
reddetmeleri gerekir. Bu ret, dinî dünyalarını korumak ve güçlendirmek isteyen mazlum
kitlelerin içerisinde, dünyevî dinin nüfuzunu kırmaya dönük bir gayreti de
doğalında içerecektir. Dünyevî dine vurdukça, dinî dünya da özgürleşme imkânı
bulacak; özgürleşen mücadele, kendi Müslüman yoldaşlarını bu topraklardan
bulacaktır. Ama önce, Batı’nın kurduğu İnsan, Medeniyet gibi olguların
arkasındaki fikrî uzantıların dağıtılması şarttır. Seçkin, özel bireyler
arayışından kurtulduğunda, bu ülke ve bölgenin kurtuluşçu ve devrimci failleri,
mazlum halkın kanı ve terinde birbirine karışacaktır.
* * *
Osmanlıca üzerinden kopan son fırtına, Cumhuriyet’in
kuruluş sürecinde neyin ve kimin önünde diz çöküleceğiyle ilgili bir
tartışmadır. Bu tartışma dâhilinde AKP, önünde diz çöktüğü Batı’nın Ortadoğu,
Asya ve Afrika politikalarının bir Truva Atı ve maşası olarak başka bir dünyevî
dinden dem vurmaktadır. Onun ağzındaki “Osmanlı”, dinî dünyaya ihanet etmiş,
onu mahvetmiş, dünyevî dinin egemen ideolojik argümanıdır. Dolayısıyla bu
“Osmanlı”, üç-beş patronun faaliyet alanına, sermayenin rahat akacağı kanallara,
sömürü gemilerinin karadan yürütülmesine, binlerce emekçinin kılıçtan
geçirilmesine, mazlum halkların emperyalistlere peşkeş çekilmesine işaret
etmektedir. O, “biz büyüyeceğiz, ama bu emperyalistler büyümemize izin
vermiyorlar” masalının ana fonudur.
Osmanlıca ve yeni alfabeye geçiş tartışması, hangi
evrene, âleme ve gerçeğe bağlanmak istendiğinin de bir alâmetidir.
“Okuryazarlığı artırma amaçlı” bu 1928 tarihli reform sonrası, istatistiklere
göre, okuryazarlık oranlarında uzun süre bir artış yaşanmamıştır. Üstelik
konuyla ilgili kimi kesimler, Osmanlıcanın yazım ve basım teknikleri açısından
kolaylıklar da sunduğunu söylemektedirler. Bu tartışmaların tam orta yerinde,
Aziz Nesin’in Osmanlıca tuttuğu Madımak notları çıkmıştır açığa…
Demek ki kemalizm, bir yandan Osmanlı devlet
geleneğini restore ederken, ona karşı ortaya konmuş tüm mücadele birikimini de
toprağa gömmek istemektedir. Araplara ve İslam’a düşmanlık, Türkçüleşme,
korporatizm üzerinden sol, kemalizmin Batı’ya karşı varlık mücadelesi
verdiğine, bu hamleleri zorunlu olarak yaptığına inandırılmıştır. Namazda gözü
olmayanın ezanda kulağı olmamaktadır: ülke içinde güç olma derdi taşımayan, güç
imkânları olmadığı için de, Batı’ya dönük direnişte hep kemalizmin yanına
sıralanan sol, yapılan bu hamlelerin içe dönük sınıflar mücadelesinin aslî
bileşenleri olduğunu görmemiştir, görmek istememiştir. Ekim Devrimi ile sola
çeken ittihatçı damarın, Anadolu’daki Müslüman direnişinin bu damarla
ilişkilerinin kesilmesi için Batılılaşma adımlarının atıldığını görmek gerekir.
Şeyh Servet’in bu topraklardaki ilk komünist partilerden birinin kurucularından
olması, az buz bir şey değildir. Birinci Meclis içerisinde Kur’an üzerinden
miras ve mülkiyet tartışmaları yürüten, Sivas Kongresi öncesi oluşturulan
Muvahhidin Cemiyeti üyesi mebusların yürüyüşü kemalizmi ürkütmüş olmalıdır.
Kemalizmin 1922-1942 arasında tek işi, birinci meclisteki muhtemel ve mevcut iç
düşmanları, rakipleri ve hasımları tasfiye etmektir. Sol ise bu tasfiyenin
yandaşı olarak, ellilerden sonra başını kaldırma imkânı bulmuştur. Kemalizm içi
liberal itiraz anlamında, Demokrat Parti kurucularıyla ilk sosyalist kadroların
birlikte dergi çıkartmış olmaları manidardır.
Osmanlıcanın liselere sokulması üzerinden yaşanan
tartışmalarda İnönü’nün Latin alfabesine geçişle ilgili şu sözleri tedavüle
girmiştir: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma-yazmanın
yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne
sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi… Devrimin temel gayelerinden
biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları
koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı... Yeni nesiller,
eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz
denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak,
dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”[3] Osmanlıcanın kaldırılmasına
karşı çıkan bir isim olan İnönü, muhtemelen bu sözlerde aktardığı ideolojik
argümanlara ikna edilmiştir. Bu argümanlar, devletin aslî yönelimini ve derdini
de ele vermektedir. Kendisinin halef oluşu ise, ilgili yönelimin ve derdin
muhafaza edildiğinin alâmetidir.
Harf reformunun Osmanlı’dan, 1870’lerden beri
tartışıldığı söylenir. İzmir İktisat Kongresi’nde tartışılan bu konuya işçi
temsilcilerinin “Latin alfabesine geçilsin” önerisiyle yaklaşmaları, II.
Enternasyonal çizgisiyle belirli bir bağ içerisindeki ideolojik çizginin
tezahürü olarak anlaşılmalıdır. Bu temsilcilerden biri de işçi kılığında
kongreye katılan Şefik Hüsnü’dür. TKP’nin başındaki bu ismin zihninde, Batı’nın
doğurduğu, yoğurduğu, biçim verdiği bir tür solculuk ve o solculukla organik,
canlı bir ilişki içerisinde olmak vardır. Mustafa Suphi’nin katledilmesinin,
Şefik Hüsnü’nün yükseltilmesinin temel sebebi, batılılaşma temayülüdür.
Oysa 1907 tarihli Stuttgart’ta düzenlenen II.
Enternasyonal kongresi sonrası belirli bir çentik atılmıştır. Şefik Hüsnü, bu
çentiği görmediği ve hâlâ Avrupa’da olduğu düşüncesiyle hareket ettiği için,
Avrupa’nın Anadolu’daki her ilerleyişini zafer nidalarıyla karşılamaktadır.
Burada uğruna mücadele verilen şey sosyalizm değil, Avrupa ilerlemesidir. Söz
konusu ilerlemenin sosyalizm olarak kodlanması, ideolojik-politik yenilgiyle
alakalıdır. Avrupa şahsında tesis edilen dünyevî din, sosyalizm kılıfına
bürünmüş, Anadolu topraklarına bir de o kanaldan sokulmuştur. Kemalizm, ilgili
kanaldan gerekli isimleri sonrasında kendisine devşirmiştir. Kadrocuların temel
tezi, o koşullarda Türkiye’nin sınıf mücadelelerinden azade olduğu, üretici
güçler teorisine atıfla, devletin emperyalistlerle çelişkisinin aslî oluşu
üzerine kuruludur. Kemalizm, bunları vura vura öğretmiştir. O bilgileri bugünde
tedavüle sokmanın solculuk olduğu yanılsaması ise hâlâ hükmünü yürütmektedir.
Yenilgi, 1919-1922 momentinde yaşanan iç savaş
koşullarında yaşanan bir yenilgidir. Buradan sol, Anadolu’nun damarlarında
ilerleme, toprağına sinme, mevziler elde etme imkânından mahrum bırakılmıştır.
Bugün ideolojik planda kapışan öznelerin hepsi, kemalizmin hizaya getirdiği,
ölçülendirdiği, ölçeklendirdiği ve belli bir kıvam kattığı, ruh üflediği
öznelerdir. Dolayısıyla, solun Şefik Hüsnü solculuğundan bir adım öteye geçmesi
mümkün değildir. Ondaki solculuk, dünyevî bir dine tekabül etmekte, bu dinin
tağutu Batı, putu ilerleme, mümini “işçi” olmak zorundadır. Bu “işçi”nin gerçek
işçiyle herhangi bir rabıtası bulunmamakta, o, salt, ilerlemenin, Batı’nın ve
hâkimiyetin bir mecazı olarak iş görmektedir. Birileri işçi eli tuttuğunda ya
da ağzına “işçi” kelimesi aldığında, dünyevî dinleri için gerekli ibadeti ifa
ettiklerini düşünmektedirler. Böylece her şey yolunda gitmekte, bilimsel olarak
geleceği kesin olan sosyalizm cennetine dualarla selam durulmuş olmaktadır. Ama
iş, Fanon’un “bugün köylü proleter, kentli burjuvadır” ya da Castro’nun “bugün
dağ proleter, kent burjuvadır” demesine benzer bir biçimde, fiilî ilişkiler
içerisinde sınıf mücadelelerinin takipçiliğini yapmaya, izini sürmeye gelince,
bu insanlar kuyruklarını kıstırıp kaçmakta, bu izi sürenlere öfkeli küfürler
sallamaktadırlar. Bu zevatın kemalizmle ettiği doksan yıllık valse son
vermeleri, o saraylar, şatolar, malikâneler yıkılmadığı sürece imkânsızdır.
Yukarıda bahis konusu olan ve Lenin şahsında tecessüm
etmiş bulunan, 1907 sonrası atılan çentikte Doğu halklarının ve sömürgelerin kıyamı
vardır. Kemalist dünyevî dine örgütlenmiş solun bu kıyamın dışına düşmesi
acıdır. Dışarı düşüş, beraberinde, bölgeye, bölgenin hakikatine yabancılaşmayı
getirmiştir. Sonrasında koca koca örgüt ve partiler, canlı-kanlı mücadelelerin
sürdüğü Lübnan, Suriye, Irak, İran hattındaki sol mahfillere değil, devlete ve
emperyalizme yedeklenmiş bir solculuğun mekânlarına kaçmış, buralarda bürolar
açmıştır. 1970’te Sovyetler, TKP’ye “seni hangi bölgenin komünist parti
listesine alayım?” diye sorduğunda, TKP, “beni Avrupa listesine yazın”
demiştir. İran, Lübnan ve Irak komünistlerinin çeşitli araçlarla birlikte ciddi
güç kazandığı momentte, bizim KP’miz, Avrupa’nın serin sularına kaçmıştır.
Trajedi buradadır. Bugün ilgili bölgeye gitmeye cüret eden öncü gençlerin hatırası
ve birikimini tasfiye etmekle meşgul olan bu sol, dolayısıyla, İran, Irak,
Suriye ve Lübnan hattındaki mücadelelerin yenilgi ve zaferlerinden de hiçbir
şey öğrenememiştir. Buradaki temel zafiyet üzerinden, toplumsal devrimle
politik devrim karşı karşıya getirilmiş, aradaki açının devrimcileştirilmesine
bakılmamış, politik devrim peşinde koşanlar, toplumsal ilişkilerden; toplumsal
devrim peşinde koşanlarsa, politik müdahale/mücadele imkânlarından
uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla, Anadolu’daki ilk komünistlerin müşterek ittifak
politikaları toprağa gömülürken, toprağın üzerinde yaşamak için kemalizmin
rüzgârına teslim olunmuştur. Bu teslimiyet, solun kendisini tümüyle dünyevî
dinle birlikte ve ona göre tanımlamaya zorlamıştır.
* * *
Dinin dünyevîleşmesi, bu dünyaya itirazın sönümlenmesi
içindir. Dünyanın dinîleşmesi, öte dünyanın hakikileşmesi amacını güder.
Cehennem de cennet de buradadır. Dünyayı kendi servetleri ve çıkarları üzerine
kurmuş olanların onu din kılıfı altında sunmaları, kimseyi kandırmamalıdır.
Kurucuların dünyası, yıkıcıların dini altında ezilecektir. Kur’an’da ve toplam
İslamî gelenekte ne varsa, dünya dinîleştikçe, başka görünecektir. Başka
görünen, illaki, “başka hayat”a dairdir, olacaktır.
Cezayirli Salah Chouki’nin ezilmemesi için devleti
daha yüce bir yere yerleştirmesi, bu ülkenin eski sömürgecisi Fransa’nın bir
emridir. Bu emre bizim buradan uymamız gerektiğini söyleyen sosyalist, anarşist
bilumum sol postlu liberalin anlamadığı, dinle mücadele ederken, devlete hizmet
ettikleridir. Yani Fransa, hâlâ o ülkeyi kendisinin mülkü kabul etmektedir.
Demek ki o, 1962’de terk ederken, geride kimi ajanlarını bırakmıştır. Bu
ajanlar, Fransız’daki ideolojik, dünyevî din dairesinde ilerleme söz vermiş
olanlardır. Deri siyah iken, maske beyazdır. Sömürgeci, halkla değil, malı olan
kültürel ve maddî altyapı ile ilgilendiğinden, bu altyapı, ideolojik
müdafilerine ihtiyaç duymaktadır. Yerin altında maden olduğu bilgisine sahip
olan, o yerin ve altının da sahibi olduğunu düşünmektedir. Yüceye oturtulan
devlet de onların malıdır, çünkü o madenin sevk ve idaresi için kurulmuş bir
şirkettir. Arap Baharı, bu açıdan, kendilerini gerçek mülk sahibi olarak
görenlerin iç devrim ve ayaklanma süreçlerine müdahale etmelerinden başka bir
şey değildir. Dolayısıyla “bu memleket bizim” demek, ister istemez, ideolojik
planda emperyalistlerle ortaklaşmak, onların dünyevî dinlerine bağlanmak
demektir. Bu söz, hafi bir akit olarak, mülk sahiplerine zımnî bir mesaj
kabilindendir.
Devlet, dünyanın göstergesidir, kurucu olanın
faaliyetine övgü ve hürmettir. “Bugün Türkiye’nin kurucusuna, devletine saldırı
var, onunla yoldaş olabiliriz” diyenlerin görmediği, AKP’nin o devletin,
kurucunun emriyle hareket ettiğidir. AKP, dünyevî din, dinleşmiş dünyası adına,
dinî dünyayı, dinin hakikatini ezme teşebbüsüdür. “Kur’an’ın nüzûl sırasına
göre ilk 28 ayetini okuyup tefsir etmeye çalışan kişinin ilk işi, o Ak Saray’ı
yıkmak olmalıdır” [Muhammet Sağlam] diyen bir dinin öldürülmesi zorunludur.
İnşa edilen saray, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin bir simgesi olarak
vardır. O sarayı yıkmak için sarayın temsil ettiği dünyevî dinle de hesaplaşmak
zorunludur. Uhud Savaşı’nda Peygamber’i elinden yaralayan kılıcın öfkesini ve
maddesini anlamazsak, ona karşı Zülfikar olmamız mümkün değildir.
Bugün sömürgecilerin geride bıraktıkları ajanlarla,
valilerle, emir erleriyle mücadele etmek şarttır. “Yerin altındaki ve üstündeki
zenginliklerin sahibi kim olacak?” tartışmasında cevabın sol veya İslam olması
arasında bir fark yoktur. Bu tartışma geçersizleştirilmeli, bugünün sahiplerine
karşı yerin altındaki şehidler, yerin üstündeki mücahidlerle birlikte
dövüşmenin yolu-yordamı bulunmalıdır. Bu yol-yordam dâhilinde, tüm meseleler
sadeleşecek, kara perdeler kalkacak, düşmanı silikleştiren sis dağılacaktır.
Ama maalesef, mülkün hangi kesimin eline geçeceğine
dair tartışma, bu hâkim mülkiyetçilik, bahis konusu olan müşterek cihadı da
imkânsızlaştırmaktadır. Kafasında mülk, mülkün sahibi, mülkün bekçisi ve mülkün
seyri konusunda net fikirlere sahip olanların solcu mu İslamcı mı olduğunun bir
ehemmiyeti yoktur. Bugün kafadaki netlik, mülkün, maddenin netliğidir.
Sömürgecilerden miras kalan bu kir-pas temizlenmelidir.
Baran dergisinden
Fatih Turplu[4], Salih Mirzabeyoğlu’nun konferansına dair yüzeysel eleştirilere
haklı olarak itiraz etmektedir. Ama kendisi de bu netlik ve sadelik üzerinden
konuştuğunu bilmelidir. Yazar, fikrî süreçleri sadeleştirdiği için İslam olmuş
gibidir. Bu sadelik, dünyevî karmaşanın, at yarışı oynamanın, dedikodu
yapmanın, fitne sokmanın, ölü kardeş eti yer gibi gıybet etmenin, magazin
peşinde sürüklenmenin işlevli olduğu keşmekeşte, bir mihenk taşı görevi
görmektedir sadece, o kadar.
“Soydaşlarının
ileri gelen kâfirleri O’na dediler ki, ‘Biz senin sadece bizim gibi bir insan
olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı
olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız
görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.’ […]”
[Fizilal-il Kur’an: Hûd Suresi 27. ayet][5]
Kavminin kâfirleri, Hz. Nuh’a “peşinden ayaktakımından
başka kimse gelmiyor, yalancısın.” derken, bu sözün bugün ilmi Nietzsche’den
alanlarca tekrarlanması acıdır. Ama Nietzsche, Hitler ve Almanya şansölyeleri
ile rabıta kurmak, doğaldır. Sağın belirli bir damarı, “ehven-i şer”, “daha iyi
emperyalist” diye ve Osmanlı’yı hatırlattığından, hâlâ geçmişteki Almancılığını
muhafaza etmektedir. Böylece Alman toprak sahiplerinin ve patronların fukara
Alman halkını saflarına katmak için söyledikleri yalanlar Türkçeye tercüme
edilmekte, bu, beraberinde, sos hâline getirilmiş bir İslam’a bandırılmaktadır.
Bu noktada kontrolsüzlüğü, karmaşıklığı ve karmaşayı hatırlattığı için
“ayaktakımı”na düşman olmak, sadeliğin muktedir, zengin, müstekbirde
bulunmasının bir sonucudur. Ayağa düşmüş bir devlet, bir imparatorluk bakiyesi,
milletini aşağılamakta, sonra da milletin bu aşağılık durumdan, çukurun
dibinden ancak kendisinin uzatacağı ele tutunarak kurtulabileceğini ona
inandırmaktadır. Buradan İslam, dünyevî din olarak formüle edilmiş
Yahudi-Hıristiyan geleneğine bağlanmaktadır. İslam, yerine göre, ancak
Yahudileşerek ya da Hıristiyanlaşarak hayatta kalma imkânına sahiptir, bu
damara göre. İlgili dine itiraz eden herkesin katli vaciptir dolayısıyla. Hz.
Nuh ve peşinden gelen ayaktakımının dinî dünyalarını bu topraklardan silmek
için onları aşağılayan ne varsa, sahiplenilmek zorundadır. Ayaktakımının
kıyamından korkulduğu için, önce o takımda sürünmek istenmeyenlere bireysel
haplar verilecek, oradan kurtuluş için devlete bağlanmak öğütlenecek,
buduncu-Allah’sız isimlere bile Nakşî şeyhlerinin eli öptürülecek, sonra da
müşterek kıyama yazgılı olanların üzerine saldırtılacaktır.
Böylesi bir gidişatta Fethullah operasyonlarından kimi
cemaatler ürkmesin diye kesenin ağzı açılacak, TV programları ve devlet
imkânları bunların önüne serilecektir. Bu cemaatlerden birinin popstarı Cübbeli
Ahmet’in bilip anladığı İslam, esas olarak İslam’ın Yahudi ve Hıristiyan gibi
görünmemesi üzerinedir. Zevahiri kurtarayım derken, bu tip âlimlerin “Hadis dinleri”,
23 yıllık mücadelenin tüm mevzilerinin silinmesine dairdir. Cübbeli,
cemaatlerin ürkütülmemesi amacıyla çıkartıldığı bir TV kanalında, “Türkler
Allah katında seçkin ırktır” demek zorundadır. Yahudi görünmemek isterken, bu
sözüyle Yahudileşmiş, Yahudilerin üstün ırk dini oluşuna bağlanmış ve Hûcûrat
13’ü inkâr etmiştir. O, bu sözü Türklüğün mal-mülkün sahipliğine ait bir mecaz
olduğunun bilincindedir. O, AKP’ye selam çakarak, dinî dünyaya kılıç
salladığını, devletin dünyevî dininin neferi olduğunu ikrar etmiştir. Bu inkâr
ve ikrar, onun kısa süreli hapishane ziyaretiyle alakalıdır. Ziyaret sonrası
önce Fethullah’a selam yollamış, şimdi de çıkarına göre cübbesi, takkesi ve
asasıyla, Hablullah’a değil, AKP’nin ipine tutunmaktadır.
Fethullah ise dinî dünyaya saldırıdır. AKP, devletin
dünyevî dinidir. Tüm âlimleri ve siyasetçileriyle, iki kesim de cennet
kavgasını uhreviyete terk etmemizi istemektedir. Bu, tepedeki yerlerini,
kervanı bir an önce yağmalamak için terk eden okçulardaki “İslam”ın galebe
çalmasıdır. O kervan sahipleri ile mücadele, mahfuz olan levhada kazılı,
mazlumlarınsa alınlarında yazılıdır.
Eren Balkır
18 Haziran 2018
Dipnotlar:
[1] Salah Chouaki, “Siyasal İslam’la Uzlaşmak İmkânsızdır”, Dünyadan Çeviri, erişim: 18 Aralık 2014.
[2] Ayhan Yalçınkaya, “Alevilik ve Sol”, Derdim Artar Daima, erişim: 10 Aralık 2014.
[3] İnönü, Hatıralar, C. II s. 223.
[4] Fatih Turplu, “Üç Sivrisinek ve Türkiye’nin Kültür
Manzarası”, Baran Dergisi, erişim: 20 Aralık 2014.
[5] Kuranmeali.org.
12 Haziran 2018
1968
15 Mayıs 2018
09 Haziran 2018
Frantz Fanon’un Gözüyle Filistin
Birinci Bölüm:
Neden Fanon?
Fikrin Zorunluluğu ve Eylemin Aciliyeti
Filistin, ayaklanma sancıları içinde. Olaylar, İsrailli Harem-üş-şerif eylemcilerine (ve onların destekçilerine) karşı Kudüs’te, Filistin maneviyatının ve ulusal kurtuluşunun simgesel payandası olan Mescid-i Aksa’da gerçekleştirilen protesto gösterileriyle başladı ve bilahare, Yeşil Hat’tın her iki yanındaki şehirlere doğru yayıldı.
Nasıra’dan Nablus’a ve
Beytüllahim’e kadar her yerde Filistinli gençler, sokaklara çıkıp geleceklerini
yağmalayan ve bedenlerini bir sömürge çarkında öğüten işgalci düzeni taş ve
molotof kokteyli yağmuruna tuttular. Bireysel şiddet eylemleri de İsraillilere
korku saldı ve onları paranoyakça bir ruh hâli içinde, askerler aracılığıyla
ölçüsüz bir şiddete ve sivil nüfusça ortaya konan ve hâlen süregelen çete
güdümlü linç eylemlerine başvurmaya yöneltti.
Filistinli gençlerce gerçekleştirilen, hızla yayılan ve örgütsüz olan bu gösterilerin ve şiddet eylemlerinin herhangi bir siyasi partiyle ilişkili olmadığı anlaşılıyor.
Siyasi partilerin isyan eylemlerinde
tasarlayıcı rolünde bulunmalarının “Oslo’nun çocukları”nca reddedilmesi, belki
de Mahmud Abbas dönemine damgasını vuran siyasi hoşnutsuzluğa dair en son
yakınmayı temsil ediyor. Abbas, kendi siyasi sınıfının çıkarlarını koruyan bir
rejimi sürdürmek için hep İsraillilerle işbirliği içinde oldu.
Edward Said’in adını koyduğu şekliyle, Filistin
Sorunu, 1948’den bu yana sayısız dönüşüme uğradı; bu dönüşümler, 1948
tarihli Nekbe’den birinci İntifada’ya karakterini veren Sumud’a, Oslo’da
verilen ödünlerden İkinci İntifada sonrası yaşanan ayrışmaya ve mevcut
statükoya kadar çeşitlilik arz ediyor. Bütün bu aşamalar boyunca muhtelif
söylemler ve kurumlar ortaya çıktı ve bunlar, Filistin ulusal hareketinin
doğasını değiştirdiler. Ancak İsrail sömürgeciliği gerçeği değişmeden kaldı:
şedit, uzlaşmaz ve güvenilmez olarak.
Hâlihazırdaki olayları anlamak için aslen Martinikli
olup psikiyatrik çalışmaları dolayısı ile Cezayir’e yerleşen devrimci Frantz
Fanon’un yazılarına eğilmek hayatî önem taşıyor; zira onun aykırı
düşüncelerinin sömürgecilik-sonrası çalışmaları alanına müthiş katkıları var.
Yılmayan Asi
1925 yılı, Siyahî devrimciler için bereketli bir
yıldı. 12 aylık bir zaman aralığında Malcolm X, Patrice Lumumba ve Frantz Fanon
doğdu. Büyük insan yığınlarına sömürge boyunduruğu altındaki yaşamlarının en
belirgin özelliği olan baskının katmanlarını analiz eden bir çerçeveyi sunan,
işte bu son anılan ismin coşkulu polemikleri ve psikanalitik araştırmalarıydı.
Kısa hayatında Fanon, sömürgeleştirilmiş halklara ataletten kurtulup “yeni bir
insan” ve baskıya ve tahakküme karşı yeni bir direniş biçimi oluşturmaları için
bir model sunan bir felsefe geliştirdi. Yazınsal anlamda çarpıcı ve entelektüel
bakımdan ilgi çekici oluşunun yanısıra, öznel deneyimlerini eserlerine
yedirmekte de mahirdi. 36 yaşında ölene kadar Fanon, sömürge toplumunu muhtelif
bağlamlarda ilk elden deneyimlemişti: Martinik’in Fransa sömürgesi olan
kısmında geçen gençliği ve “Anavatan Fransa” için Nazi Almanyası’yla savaştığı
askerlik yıllarından tutun da Fransa’nın büyük şehirlerindeki öğrencilik
hayatına ve Ulusal Kurtuluş Cephesi’nde (FLN) Cezayirli devrimcilerle yaptığı
çalışmalara kadar.
Siyah Deri, Beyaz Maskeler
Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de Fanon sömürge toplumlarında içkin olan siyah
karşıtı ırkçılığın sosyojenik ve psikanalitik bir açıklamasını kendi öznel
deneyimlerine dayanarak geliştirmişti. Bu ufuk açıcı metinde Fanon, Hegelci
fenomenolojik efendi/köle diyalektiğini siyahî bir perspektiften ele alıyordu.
Hegel’in diyalektiğinde köle, tanınma peşindedir ve efendiden korkusundan ötürü
bağımsız bir düşünce ve kendisinin asli, vazgeçilmez oluşuna, efendisinin ona
muhtaç olduğuna ilişkin bir bilinç edinerek bir duyarlılık geliştirir. Ancak
“köle siyah olduğunda” diye yazar Fanon, “efendinin köleden istediği tanınma
değil, çalışmadır.” Sonuçta köle “efendilerce gizlenen değerleri” talep etme
noktasına gelir. Fanon, bu diyalektiğin sonunda karşılıklı tanınmanın
sağlanamadığı konusunda Hegel’le aynı görüşte olmakla beraber, siyahî kölenin
bağımsız bir bilince ulaşmayabileceği iddiası ile ondan ayrılır: “Ama siyahî
adam özgürlüğün değerini bilmez, zira hiç onun kavgasını vermemiştir.” Malcolm
X’in sözlerini hatırlatarak şöyle der: “Özgürlüğü kimse size bahşetmez, eğer
adamsanız, onu kendiniz elde edersiniz.” Bu tanınma ve özgürlük mücadelesi,
Fanon’un yaşamını ve eserlerini biçimlendirmiştir.
Devrimci Terapi ve Yabancılaşmanın Aşılması Süreci
1953 yılında Fanon, Fransa sömürge bölgesinden
Cezayir’de Blida’ya taşındı. Orada Cezayir’in yerli toplulukları arasında
çalışıp Arapların ve İslam’ın kendine has özelliklerini çalışmalarında içererek
rehabilitasyon ve tedavi yöntemleri geliştirmek suretiyle psikanalize devrimci
bir yaklaşım getirdi. Fanon, meslek hayatı boyunca psikiyatrik yaklaşımlara
dair 15 makale yayımladı, bulgularının çoğu ise Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de
ulaştığı psikolojik çıkarımlara uygundu. Fanon’un psikanalizinin ve
“sosyojenik” araştırmalarının merkezinde sömürgeciliğin neden olduğu toplumsal
ölümle gelen yabancılaşmanın aşılması kaygısı yer alır.
Marx’ın Kapital’inde emeğin yabancılaşması
derinlemesine tahlil edilmiştir ve bunu yaparken Marx, kapitalist toplumun
insanî olmayan yanını açığa çıkarmıştır; sermayenin bulunmadığı bir toplum,
kendi praksisini yürütmeye kadir olacaktır.
Fanon, sömürge toplumlarında kendi kültürel
yaratıcılığına yabancılaşmanın nasıl cereyan ettiğini incelemiştir; bundan
muradı sömürülenin sömürene özenmesinin önünü almaktır. Fanon’a göre,
sömürgeleştirilenler yabancılaşmayı eylemli olarak aşmaya gayret etmek
durumundadır.
Devrimci Şiddet ve Yeni-sömürgeciliğin Tuzakları
Üzerine
Cezayir’de bulunduğu süre zarfında FLN, Fanon’la ondan
sağlık hizmeti almak ve kliniğinde savaşçılara bir alan tesis etmesini sağlamak
üzere irtibat kurmuştur. Fanon, bilahare onların davasına tüm gücüyle omuz
verecek, FLN yayını Mücahid için yazacak ve Gana’nın Kwameh Nkrumah’sı
ve Kongo’nun Patrice Lumumba’sıyla bağ kurduğu Sahraaltı Afrikası
konferanslarında FLN’yi temsil edecektir.
Fanon, FLN ile birlikte hareket ederken Afrikalı
ulusları sömürgecilerden kurtarmak için bir Afrika Lejyonu kurulması ve
Sahraaltı Afrikası ile Cezayir arasında silâh nakli için güneyden bir yol
açılması fikrini geliştirdi. Fanon, Cezayir mücadelesinin sonuçlanmasının
sömürgecilik-sonrası hareketlerinin ve Afrika’nın henüz özgürleşmiş uluslarının
gidişatı üzerinde belirleyici olacağı düşüncesindeydi.
Geberen Sömürgecilik’in
yayımlanmasıyla siyahçılıktan sömürgeciliğin reddinde temel bileşen olarak
devrimciliğe geçtiği gözlemlenir. Sömürgeleştirilenlerin devrimci mücadele
sürecinde kendilerini bulmaları ve aynı zamanda ulusal taleplerinin ve ırksal
özelliklerinin oynadığı rolü keşfetmeleri ile yeni bir insanlığın doğması
kabildir ona göre.
1962 yılında Fanon’a lösemi teşhisi kondu ve aynı yıl,
teşhisten sonraki birkaç ay içinde tamamlayacağı, fakat ancak ölümünden sonra
yayımlanacak olan Yeryüzünün Lanetlileri üzerinde çalışmaya başladı.
Öfkeli bir enerji içinde yazılmış bu metin, hem sömürgecilik-sonrası
hareketleri bakımından her zaman işlevsel bir el kitabı hem de bir tarih
çalışmasıdır.
Fanon’un şiddet üzerine yaptığı bilimsel tetkikler,
hem destekçileri hem de muarızlarınca çoğunlukla yanlış yorumlanmıştır. Fanon,
bazılarının ileri sürdüğü gibi şiddet sevdalısı değildir. O, sömürgeciliğin hem
içinde şiddet barındıran hem de şiddeti üreten bir proje olduğunu ortaya
koymuştur. Bu şiddet, sömürgeciliğe maruz kalanın toplumsal yapısını da tayin
eder. Onun toprağı, kaynakları ve hayatı bir şiddet durumunun kuşatması altına
girmiştir ve ona sunulan bu çerçevede önündeki yegâne seçenek, şiddettir.
Fanon, ileri görüşlülükle, denetim altına alınmadıkça bu şiddetin kabileciliğe
ve bunun tarafları için ölümcül olabilecek bir iç çatışmaya yol açacak biçimde
sömürgeleştirilenin kendisine de dönebileceğini yazar. Bu durumdan da çıksa
çıksa devrimci hareketler içinde yer alan elitlerin siyasi sermayelerini eski
sömürgecilerle onlardan siyasi güç ve sermaye edinmek üzere değiş tokuş
edecekleri ve böylelikle bunlara kaynaklara ve ekonomik zenginliğe doymak
bilmez bir hırsla üşüşme imkânı verecekleri yeni-sömürgeci bir proje çıkar.
1963 yılındaki ölümünden önce Fanon, dostu Roger
Tayyib’e bir veda mektubu yolladı ve orada şunları söyledi: “Eğer her şeyden
önce bir davaya, halkın davasına, adalet ve hürriyet davasına hizmet etmiyorsak,
bu dünyada birer hiçiz. Bilmeni isterim ki doktorlar, umutlarını tümden
yitirdiklerinde bile, zihnim hâlâ biraz bulanık olmakla beraber, Cezayir
halkını, üçüncü dünya halklarını düşünmekte idim ve eğer biraz daha
dayanabildiysem, bu, onların sayesindedir.”
Bir Yeni-Sömürgeci Proje Olarak İsrail İşgali
Fanon’un bizden beklediği, ezilenlerin mücadelesini
yeni bir varoluş hâli, yeni bir insanlık biçimi yaratma mücadelesi olarak
görmemizdir. Fanon, kitlelerin devrimci mücadelelerinde yeni insanlığın
tohumlarının saklı olduğu düşüncesindeydi. Filistin’de bugün süregelen direniş,
yeni bir olgu değil, bu direniş özgürlük için ve -Hegel’in ve Fanon’un
müştereken onaylayacağı biçimde- tanınmak için verilen onlarca yıllık bir
mücadelenin en sonuncu safhası. Küçük ve aciz hâle düşürülmüş kantonlarda,
sömürgeciden gelecek iaşeye muhtaç olarak değil, kelimenin en bütüncül
anlamıyla insan olarak tanınmak. Taş atmalar, bıçaklamalar ve bombalamalar,
böyle bir tanımayı reddeden sömürgeci rejime verilen tepkiler.
Burada bir dizi hâlinde yayımlanacak olan makaleler
boyunca, Fanon’un yukarıda sözü edilen ana çalışmalarından Arap dünyasının
paternalist etkisinden kurtulup samimiyetle bir tanınma arayışına girişmiş olan
Filistin ulusal hareketini incelemekte faydalanılacak. Bir gözümüz Fanon’da
olacak biçimde bu tarihte izlenecek bir seyrin sonunda, hareketin büyük ölçüde
lidersiz ama hâlâ etkin olduğu günümüze gelinecek. Bu süreç boyunca
okuyucuların sadece Filistinlilerle beraber düşünüp onlarla duygudaşlık kurmaları
değil, aynı zamanda bu duygularla, Fanon’un eseri ışığında, kolektif insanlık
ruhuyla eyleme geçmeleri de umulur.
Nick
Rodrigo
19
Ekim 2015
Kaynak