1. Genel mânâda iflas etmiş olmasına rağmen,
Avrupa kapitalizminin hâlen daha Batı ülkelerinde işçi sınıfına, giderek daha
büyük bir güçle saldırabiliyor olması, dünyaya hükmeden bir unsur olarak
kapitalizmin henüz çöküş aşamasına ulaşmadığını, ama öte yandan aniden
yıkılışının kaçınılmaz olduğunu ispatlıyor. Kapitalizmin, son ve en gelişkin
aşaması olan emperyalizm aşamasına girdiğinden beri elinde bulundurduğu
kaleler, salt Batı Avrupa’daki endüstriyel açıdan gelişmiş ülkelerle sınırlı
olmaktan çıktı. Kapitalizmin fıtratında olan çelişkiler, kaçınılmaz olarak,
aşırı üretime bu da sonuçta tekrarlanıp duran ticari ve mali krizlere yol
açıyor. Emperyalizmde bu zorluktan kurtulmak için gerekli yol bulunmuş gibi
görünüyor. Elbette bu, geçici bir çözüm yolu ve bu yolun kapitalist üretim
tarzını kendi çelişkileri sebebiyle çökmekten kurtarma noktasında etkisiz
olduğu görüldü. Gelgelelim bugüne dek emperyalist yayılma ve sömürünün,
kapitalizmi onun Avrupa’daki konumunu muhafaza edebilmesini mümkün kılacak bir
güçle donattığını görmek gerekiyor.
Büyük emperyalist savaş, Avrupa ülkelerinde mevcut
olan kapitalist düzenin temelini sarsmıştır. Bu devletler, güç sahibi olmak
için başka kaynaklara muhtaçlar ama artık bu kaynaklardan mahrumdurlar,
dolayısıyla eskiden olduğu gibi sermayenin hakkını savunamamaktadırlar. Bu güç
kaynakları, günümüz kapitalizminin emperyalist niteliği ile alakalıdır.
Kapitalizm, tüm dünyanın ekonomik, politik ve askeri kontrolünü elinde
bulunduruyor, böylelikle de kendi ülkelerinde işçi sınıfına karşı sürdürdükleri
direnişi boğma ve devam ettirme imkânı buluyor. Avrupa burjuvazisinin varlığı
ve kudreti, tümüyle ve sadece, kendi ülkelerinde işçilerin işgücünden en fazla
artık değer elde etme becerisine dayanmıyor. Avrupa dışı piyasaları ve halkları
sömürme imkânı, eskiden olduğu gibi bugün de verili konumu savunma şansı
sunuyor, lâkin gene de kapitalizmin iktidarını uzun süre muhafaza edebilmesi
mümkün değildir. Bugün bu iktidarın tehlike altında olduğunu görmek
gerekmektedir.
2. Savaşın yol açtığı bir sonuç olarak dünya, iki
büyük sömürgeci imparatorluk arasında bölündü. İki güçlü kapitalist devletten
biri olan ABD, tüm Yeni Dünya’yı sömürme ve yönetme hakkının kendisinde
olduğunu iddia ediyor. Öte yandan Büyük Britanya ise karşımıza Asya ve
Afrika’yı ilhak etmiş bir güç olarak çıkıyor. Kıta Avrupası ise sanayi
sahasında yaşanan çözülme ve yaşanan ekonomik iflas sebebiyle, bu iki büyük
emperyalist devletten birine ekonomik açıdan bağımlı olmak durumunda. Görünen o
ki iki büyük emperyalist devlet, bugünlerde dünya hâkimiyeti için yeni, devasa
bir mücadele içine girmek üzere. Bu bağlamda Amerikan burjuvazisinin
Avrupa’daki savaştan pek fazla etkilenmediğini görmek lazım. Bilâkis, bir yüz
yıldır Britanyalı kapitalistlerin tekelinde bulunan dünya finansının kontrolü,
Amerikalı kapitalistlerin ellerine geçmiş durumda ve bunların henüz çöküş ve
dağılma aşamasına girmediklerini söylemek gerek. Yeni ele geçirdikleri dünya
gücü olma imkânını perçinlemek adına Amerika’daki kapitalist sınıf, Avrupa’da
sağa sola hastalık bulaştırması muhtemel yıkım sürecinden uzak durmaya
çalışıyor. Dolayısıyla bugün Eski Dünya’nın hâkimi ve kapitalist düzenin
belkemiği, Britanya İmparatorluğu’dur.
Bugün Britanya burjuvazisi gücünü nereden
almaktadır? Bugün Britanya’da sanayinin tabi olduğu koşullar üzerinden
düşündüğümüzde, eldeki kaynakların bu adalardaki üretkenlik düzeyiyle ve kıta
Avrupası’ndaki tüketimin gücüyle sınırlı olduğu koşullarda, Britanya’daki
kapitalist düzen çöküşün eşiğine gelip dayanacağını görmek gerekmektedir. Buna
karşın derin çelişkilere ve güçlüklere rağmen, savaş öncesinde kendi
topraklarında sanayisini yeniden inşa etmeyi bilen Britanya’da kapitalist sınıf
gücünü hiç kaybetmeyeceğini ortaya koydu. Bu sınıf, bugün de işçi sınıfının
belirli bir bölümünü aldatma konusunda hâlâ daha başarılı. Avrupa dışında geniş
arazilere sahip olması, kıta Avrupası’nı ekonomik açıdan kendisine bağımlı
kılması, Britanya’ya geniş bir hareket imkânı sağlıyor, böylelikle ülke
içerisinde sahip olduğu konumu muhafaza ediyor, öte yandan da uluslararası
planda sahip olduğu gücü güvence altında tutuyor. Doğu’nun zengin ve yoğun
nüfuslu ülkelerindeki ekonomik ve endüstriyel gelişme, batı sermayesine yeni bir
zindelik katıyor. Ucuz işgücü temin eden bu ülkelerdeki muazzam imkânların ve
yeni pazarların yakın zamanda tükenmeyeceği görülüyor. Bu nedenle Doğu’da
imparatorlukların elinde bulunan topraklarda sömürüye son verilmesi, Avrupa’da
kapitalist düzenin nihai ve başarılı bir biçimde yıkıma tabi tutulması
noktasında hayatî önemi haiz bir husustur.
3. Beynelmilel sermayenin iktidarının tüm dünyaya
kök saldığı gerçeği dikkate alındığında, kapitalist düzene son verip Avrupa’da
proletaryanın muzaffer olmasını dünya devrimi dışında hiçbir şey sağlayamaz.
Avrupa proletaryasının mücadelesine, aynı gücün, yani kapitalist emperyalizmin
boyun eğdirdiği başka diyarlardaki emekçi halk kitlelerinin devrimci eylemi bir
biçimde katkı sunmalıdır. Mevcut fasit daireden kurtulma mücadelesi dâhilinde
kapitalizm, evrilip emperyalizm hâlini almış, böylelikle büyük pazarları ve
sömürgelerdeki devasa işçi ordusuna hâkim olabilmiştir. Kendisine tabi olan
ülkelerdeki köylüleri ve zanaatkârları tarım ve sanayi proletaryasına dönüştürmek
suretiyle emperyalizm, onun yıkım sürecine katkı sunmaya yazgılı başka bir
gücün vücut bulmasını sağlamıştır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda,
Avrupa’da kapitalist nizamın yıkılışının onun emperyalist yayılma siyasetine
bağlı olduğu, bu yıkılışın da sadece Avrupa’nın ileri proletaryası eliyle
değil, ekonomik, endüstriyel ve politik açıdan fazlasıyla gelişmiş olan, ayrıca
imparatorluğun elindeki sermayeye askeri ve ekonomik açıdan en büyük desteği
sunan sömürge ülkeler ve tabi ülkelerdeki devrimci unsurların işçilerle
kuracağı bilinçli bir işbirliği üzerinden de gerçekleşebileceği görülmelidir.
4. Dolayısıyla dünya devrimini gerçekleştirecek
güçleri seferber etme görevi dâhilinde Komünist Enternasyonal, faaliyet
sahasını salt Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı
tutmamalıdır. Dünya devrimini yapacak orduların öncüsünün Avrupa ve Amerika
proletaryası olduğuna hiç şüphe yok fakat dünyayı emperyalist sermayenin elinde
bulundurduğu hâkimiyetten kurtarmaya dönük çalışmalarda Avrupa dışı dünyadaki
en ileri ülkelerde mücadele eden emekçi halk kitlelerinin de önemli bir rol
oynamaya yazgılı olduklarını gözden kaçırmamak gerekmektedir. Avrupa dışı
dünyadaki en ileri ülkelerde mücadele eden kitlelerin oynayacağı bu tarihsel
rol şu hususları içermektedir: (1) Batı proletaryasının devrimci eylemiyle
eşzamanlı olarak emperyalizme karşı isyan etmek; ve (2) aynı zamanda ülkede
bulunan toprak ağası sınıfla ve burjuvaziyle mücadele etmek. İki taraftan
saldırıya uğrayan emperyalizm, böylelikle kendi varlığı üzerinden oluşan fasit
daireden çıkma imkânı bulamayacaktır. Çin ve Hindistan gibi ekonomik açıdan
gelişmekte olan ülkelerde yeni pazarlar açma imkânından mahrum kalacak olan
emperyalistler, kendi ülkelerinde yaşanan aşırı üretimden kaynaklı sonuçların
yol açtığı badirelerden başlarını kaldıramayacaklardır.
Doğu’daki büyük ülkeler, kapitalist dünyanın
ayrılmaz birer parçası hâline gelmişlerdir; kapitalizme karşı mücadelelerin
fitili tutuşmuş, bu ülkelerde kapitalizme karşı mücadele verilmeye başlanmıştır.
Bu, emperyalizmin tarihsel gelişiminin bir sonucudur.
II
5.) Doğu halklarının Batı’daki halklarla aynı
ekonomik ve politik düzeyde olmaması sebebiyle yeknesak ve tek biçimli olduğu,
çözmesi gereken benzer sorunlarla yüzleştiği iddiası, hiçbir gerçek temele
dayanmadığından, tümüyle yanlıştır. Mevcut coğrafi sınırların ötesinde tüm
ülkelerde Komintern’in yürüteceği faaliyetlere rehberlik edip yön verecek tek
bir siyasetin formüle edilebileceğini düşünmek kesinlikle hatalıdır. Doğu
ülkeleri arasında, ekonomik, politik, endüstriyel ve toplumsal koşullar
bakımından ciddi farklar mevcuttur. Sonuç olarak farklı Doğulu halklar,
çözülmesi gereken farklı sorunlara sahiptirler. Bu nedenle tüm Doğu ülkelerinde
sıkı sıkıya uyulacak, net bir siyaset ve taktik belirlemek kesinlikle mümkün
değildir. Muhtelif ülkelerde mevcut koşullar dikkatle incelenmeli, böylelikle
yakın gelecekte ve bugünde tarihin ve şartların dayatması sonucu devrimci
olmaya yazgılı toplumsal sınıf tespit edilebilmelidir. Zira kapitalist toplumsal
nizamı yıkmak için verilen mücadelede Batı proletaryası, doğal müttefikini
böylesi bir devrimci toplumsal sınıf şahsında bulacaktır. Başka bir şekilde
ifade edecek olursak, Doğu ülkelerinde anti-emperyalist güçleri seferber etmek
istiyorsa, Komintern tarihsel açıdan kendi safında olan veya olmaya yazgılı
toplumsal sınıfı arayıp bulmalı, faaliyetlerini o sınıf üzerine inşa etmelidir.
6.) Yakındoğu ve Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerde
cahil kitlelerin dinî bağnazlığı ve toprak sahibi orta sınıftaki karşı-devrimciliğin
beslediği yabancı düşmanı hissiyat, emperyalizmin altını oymak için gerekli bir
güç olarak görülse de bu unsurların artık Hindistan gibi bir ülkede sahip
olduğu anlam ve önemden mahrum olduğunu görmek gerekmektedir. Bu, son yirmi yıl
içerisinde ekonomi ve sanayi düzleminde meydana gelen köklü dönüşümün bir
sonucudur. Emperyalist sermaye, Yakındoğu ve Ortadoğu ülkelerine daha yeni
giriş yapmıştır. Toplumun ekonomik yapısı hâlen daha feodaldir ve din
adamlarının etkisi hâlâ güçlüdür. Fakat uzun zaman önce sermayenin kontrolüne
giren ve onun tarafından sömürülen Hindistan’da bir miktar emperyalizmden bir
miktar da yereldeki dinamiklerden (ki bu dinamikler, son yıllarda hızla büyüme
kaydetmişlerdir) beslenen feodalizm, şiddet araçlarına başvuran bir devrim
aracılığıyla değil, oldukça gelişkin olan kapitalist devletin birer refleksi
olarak meydana gelen modern politik ve ekonomik kurumlarla uzun zamandır temas
içerisinde olması sayesinde yok edilebilmiştir. Hindistan’da varlık imkânı
bulan yerli burjuvazi, otuz yılı aşkın bir süredir yabancı idareciden politik
iktidarı almak için tarihsel bir mücadele vermektedir. Öte yandan proletarya ve
ciddi bir nüfusa sahip olan topraksız köylülük de sayıca büyümekte, ülkedeki
hızlı sanayileşmeyle doğru orantılı olarak, bu sınıflarda sınıf bilinci de
artmaktadır.
Sonuç olarak bugün Hindistan’daki devrimci
hareket, toplumun ekonomik dönüşümü sonucu tüm imkânlarını, gizil gücünü hızla
yitiren cahil kitlelerdeki dinî bağnazlığa yaslanmamaktadır. Devrimci hareket,
aynı zamanda küçük burjuvazideki hissî milliyetçilikten de beslenmemektedir. Bu
milliyetçilik, tüm halkın çıkarlarının tek olduğunu söyleyen bir tür vehme
dayanır ve her gün daha net olarak görülen sınıfsal ayrışmayı asla dikkate
almaz. Hindistan’da ve benzer ekonomik, politik koşullara sahip başka ülkelerde
milli demokratik hareketin ön saflarında aktif olan liberal burjuvazi,
yereldeki kaynakları ve emeği sömürme hakkı için emperyalist idareciye karşı
tarihsel mücadele yürüttüğü sürece devrimci bir unsur olarak görülebilir. Ama
burjuvazinin bu devrimci niteliği geçicidir, zira yabancıların politik
hâkimiyeti kitlesel isyanlar ile alt edildiğinde, burjuvazi işçi sınıfının
karşısına geçecek ve temsilî hükümet ile milleti savunma adına devrimin
yürüyüşünü durdurmak için şiddete dayalı tüm tedbirlere başvuracaktır. Ayrıca
henüz zayıf olan yerli burjuvazinin emperyalistlere teslim olması, daha kârlı
bir teşebbüs olarak görülecek, bunun karşılığında, ülkedeki politik idare
burjuvaziye verilecek, böylelikle ilgili sınıfın kapsamı genişleyip fırsatları
çoğalacaktır. Dolayısıyla Hindistan gibi bir Doğu ülkesinde devrimin
temellerini teşkil eden en önemli toplumsal sınıf olarak topraksız köylü
kitleleri ve proletarya da hızla büyüyecektir.
Bu sebeple Doğu’da bulunan, ekonomik ve
endüstriyel açıdan gelişmiş olan ülkelerde Komintern, yürüteceği faaliyetler
dâhilinde, devrimci hareketi nesnel koşullar uyarınca geliştirip yönetme
becerisi bulunan politik partiler kurmalıdır. Bu türden partiler, Komintern’e
bağlı birer aygıt olarak çalışacak, bu partiler sayesinde Doğu halkları,
emperyalizmle mücadele etmek için kendi ülkelerinde birleşecek ve yabancı
sömürücü gücün yerini aldığı ölçüde yerli burjuvaziye karşı işçi sınıfının
ekonomik ve toplumsal kurtuluşu için verilen mücadeleye öncülük edeceklerdir.
7.) Emperyalizme tabi ve onun hâkimiyetinde olan
ülkelerde burjuvazi, geçici bir süre emperyalizme karşı mücadele eder ama asla
bu mücadeleye bel bağlayamaz. Doğu’da dünya devrimi güçleri, Komintern’in
faaliyetlerinin dayanacağı güçler, bu ülkelerdeki yoksul köylüde bulunabilir.
Söz konusu ülkelerde feodalizm hâlen daha mevcuttur, öte yandan makineye dayalı
endüstriyle tanışmış olan proletarya ve tarım işçileri ile halkın büyük bir
kısmı, yabancı ya da değil, modern kapitalizmin doğrudan hâkimiyeti altına
girmiştir. Tüm Doğu genelinde devrimin ilk aşamaları emperyalizme karşı
gerçekleşecek o büyük ayaklanmaya tabidir, fakat bu devrimin liderliğini,
ilgili ülkelerdeki ekonomik gelişim uyarınca, en devrimci toplumsal sınıf
üstlenecektir. Bu nedenle söz konusu ayaklanmanın örgütlenmesinde farklı
ülkelerde farklı taktikler benimsenmelidir.
Örneğin doğrudan emperyalizmin yönettiği ve
toplumsal gelişimin özgürce gerçekleşmesi için politik bağımsızlığın zaruri
olduğu Hindistan gibi bir ülkede, burjuva milliyetçiliği temelinde yürüyen
politik kurtuluş hareketi dâhilinde, tüm halkı en azından yeterli bir bölümünü
birleştirmek pratikte pek mümkün olmayacaktır. Emperyalizm, kitleleri yerli
burjuvazinin faaliyetleri ve feodalizmin mevcutta kudretten mahrum kalmış
kalıntıları üzerinden sömürür. Bu sebeple, başını burjuvazinin çektiği, ekonomi
ve politika konusunda burjuva ideolojisi üzerinden cisimleşen bir hareket,
tabiatıyla kitleleri kendisine çekmeyi başaramaz, zira bu hareket kitleler
arasında güven telkin edemez. Hareket, kitlelere sefalet koşullarından
kurtulmanın yolunu gösteremez. Emperyalizm, salt burjuvazinin faaliyetleri ile
alt edilemez. Burjuvazi, halkın önemli bir kısmını coşkulu ve hissî ifadelerle
ateşleyip harekete geçirse bile, bu işi başaramaz. Bunun için emperyalizme tabi
halkın ayağa kalkıp devrimci harekete bilinçli olarak iştirak etmesi gerekir.
Sömürülen sınıfı, ancak ekonomik kurtuluş için verilen tarihsel mücadele
birleştirebilir. Bu sınıf, halkın büyük bir çoğunluğunu, hatta burjuvazinin alt
katmanlarını bile bünyesinde barındırır.
8.) Panislamizm gibi
dinî-politik hareketler, artık emperyalizm karşıtı bir güç olarak görülemezler.
Bugün emperyalist sermayenin hâkim olduğu koşullarda, yeni yeni ayağa kalkan
yerli burjuvazinin ilericiliği sayesinde Müslüman dünya denilen yapı geçmişe
ait bir unsur hâline gelmiş, toplumsal bir birim olmaktan çıkmıştır. Bu yapı,
artık yobazların muhayyilesinde varlık imkânı bulmaktadır ve sadece Müslüman
ülkelerde iktidarda olan hanedanların ve sınıfların emellerine hizmet
etmektedir. Dolayısıyla bir zamanlar kitlesel bir ayaklanmayı teşvik etme
becerisini sergilediği ölçüde devrimci bir niteliğe sahip olan Panislamizm,
bugün sadece en gerici ve karşı-devrimci unsurlara sırtını yaslayabilmektedir.
Doğu’da hanlar, mollalar hatta ilerici Müslüman tüccarlar ve kapitalistler,
artık müflis olan Panislamizm denilen görüş dâilinde cahil halk kitlelerini
sömürmenin en uygun araçlarını bulmaktadırlar. Mevcut durumda bu türden bir
niteliğe sahip olmasıyla Panislamizm, kurtuluş davasından çok emperyalizmin
safındadır. Yakındoğu ve Ortadoğu’daki ekonomik ve endüstriyel açıdan geri
kalmış ülkelerde yoksul köylülük ve küçük zanaat atölyelerinde çalışan işçiler,
emperyalizme ve onun uşakları olan toprak ağaları ile tüccar sınıfına karşı
mücadele etmek için örgütlenmek zorundadırlar.
Manabendra Nath Roy
12 Temmuz 1921
0 Yorum:
Yorum Gönder