22 Nisan 2011

,

Hazret-i Muhammed


[…] Kanaatime göre Hz. İsa’dan altı yüz yıl sonra bir eşittir bir’e (1=1) geri dönülmesi hayli ilginç. Bu noktada eşzamanlı olarak, insanlık için olağan, pratik bir ahlâkın geri dönüşüne tanık oluyoruz. Yani tüm hatalar uygun biçimde cezalandırılıyorlar, bir hata davranış olarak kabul edilip affediliyor, geleceğe doğru seyreden gidişat bu şekilde iyileştirilmiş oluyor. Bu müdahaleyi, Kureyş kabilesine mensup bir Arap olan Muhammed bin Abdullah yapıyor. Milliyet bakımından Araplar ve Yahudiler arasında önemli bir farkın bulunmaması, her iki milletin Semit olması sebebiyle, Musa, İsa ve Muhammed, aynı milliyetin ve neslin üyesi kabul ediliyor. Kitab-ı Mukaddes’e göre, Yahudilerin ve Arapların kökleri Hz. İbrahim’e dayanıyor.

Yedinci yüzyılın başlarında yeryüzünün bütününe baktığımızda siyaset, iktisat, toplum ve kültürde ciddî bir çöküşün yaşandığını görebiliyoruz. En iyi hâliyle tanık olduğumuz şey, gerileme, rahatsızlık, durağanlık ve tüm toplumsal alanların parçalanması oluyor.

Batı ve Kuzey Avrupa’daki, ayrıca Kuzey Afrika ve Batı Asya’daki sömürgeleri ile Romalılar, kuzeyden gelen Alman kabilelerinin baskı ve saldırıları sebebiyle çöküşe ve mağlubiyete sürükleniyorlar. Sadece Doğu Roma, yeni zuhur eden, cüretkâr halkları (Bulgarları ve diğerlerini) himayesi altına alabiliyor, onları zoraki misafirler ve ailenin üyeleri olarak kabul ediyor. Sadece Doğu Romalılar, kültür alanında, Greklerden ve tarihe karışmış olan Romalılardan miras kalan bilgiyi sindirme imkânı bulabiliyor.

Mısır, Suriye, İran, Judea vd. Arap Yarımadası’nın civarındaki birer otorite merkezi olarak pek de arzulamadıkları ölüm sürecine girmiş durumdadır. Oysa Arap Yarımadası’nda beş milyon kişi yaşamaktadır ki bu sayı dönemi için oldukça yüksektir. Bölge, paramiliter kimi yöntemlere başvuran, güçlü silâhlı çöl kervanlarına sırtını yaslayan zeki ve yürekli tüccarların hâkimiyetindeki ticaret sayesinde yüksek bir refah düzeyine sahip. Ayrıca Arap Yarımadası, herhangi bir yabancı milletin zulmüne henüz maruz kalmamış. Böylesi bir ortamda Arap milleti, hâlâ enerjik, güçlü, dik, cesur ve kendi gücüne güven dolu. Yalnızca kabileler arasında kimi çatışma ve savaşlara tanık olunuyor. Bu sosyal çelişkilere paralel, inanç sistemi de henüz birleşme meylinde değil, ancak aksine hâkim inanç sistemi farklı inanışlara bölünmüş durumda, bu koşullar Hz. Muhammed sonrasında küffarın cahiliye dönemi olarak nitelendiriliyor.

Dönemin farklı kesitlerinde tasvir edilen, cahiliye dönemindeki farklı inanışları birleştirme; ideolojiyi, verili ideolojik çatışmaları sentezlemek suretiyle tekleştirme ve millî politik, sosyal, iktisadî ve kültürel birleşme süreci, Hz. Muhammed’in baştan sona ele aldığı hususlar oluyor.

Sözkonusu birleşme, Arabistan’daki hâkim bir dizi imaj arasındaki en büyük olanın kullanılması suretiyle değil, Allah’ın tekliği ve kadir-i mutlaklığı aracılığıyla gerçekleşiyor, Allah, dünyada herhangi bir şeyden imal edilmiş, zamana ve zemine tabi, insan yapımı bir imaj olmaktan kurtuluyor.

“Cahil”, zeki olmayan, korkak ya da sahtekâr anlamına gelmiyor. Bilâkis eğitim, cesareti, azmi, dürüstlüğü, liderlik etme becerisini, bir sonraki güne ilişkin ustalıklı bir zihne sahip olmayı ya da (her işin altından kalkan) bir kişi olarak hızlı ve etkin kararlar alma becerisini güvence altına alan bir şey değil.

Hattizatında Endonezya halkına ait şu atasözü açık bir gerçekliğe işaret ediyor: “Çok gezen çok şey görür, uzun yaşayan çok şey tecrübe eder.” Muhammed bin Abdullah’ın Arabistan civarındaki ülkelere yaptığı seyahatler, Arap Yarımadası’nın ve genelde tüm bölgenin bir lidere muhtaç olduğu bir dönemde, O’na geleceğin peygamberi, lideri, generali ve edibi olarak gerekli olan tüm tecrübe ve bilgiyi kazandırıyor.

Genç Muhammed bin Abdullah’ın beyninde bir kıvılcım gibi çakan bilme arzusu, toplum ve dünyadaki her şeyi anlama isteği, geçmişte yüksek bir kültür düzeyine ulaşmış Arabistan’ı kuşatan toplumlarca tatmin ediliyor. Rahipler ve hahamlar, her şeyi bilmeyi arzulayan bir beyinde zuhur eden her türden soruya cevap bulmak adına fikrî malzemenin yanında yöntem ve yönergeleri de veriyorlar.

Mekke ile diğer şehirler arasında cereyan eden muhabbetin temin ettiği bilgiyi mükemmelleştiren gözlemiyle bir kişi, Arap Yarımadası’nın toprağından ve gökyüzünden unutulmaz kimi izlenimler elde edebiliyor. Sık sık karşısına çıkan düşman güçleriyle uğraşmak durumunda kalan kervanların kazandırdığı tecrübe, Muhammed bin Abdullah’ın ruhunda saklı liderlik özelliğini zamanla geliştiriyor.

Bu sebeple, “Hayat Üniversitesi”nde eğitim alan ve disiplin edinen Hz. Muhammed, birliğe muhtaç olan Arap Yarımadası’nda bir propagandacı, general, devlet başkanı, toplum lideri ve bir peygamber olarak öne çıkıyor.

Yedinci yüzyıl başında birlik ve kadir-i mutlaklık için zaman ve zemin gayet uygun. Ayrıca Arap Yarımadası’na ve civar bölgelere yönelik ilgide de ciddî bir yoğunluk sözkonusu.

Arap Yarımadası’ndaki toplum, farklı kabilelerin elindeki güç odakları arasında belli bir otoritenin tesis edilmesine oldukça fazla ihtiyaç duyuyor. Toplum, aynı zamanda doğanın, beşeriyetin, ervahın ve meleklerin tümünü hükmü altında tutan Tek Yüce Allah inancı ile yüklü, yeryüzündeki tüm milletlerin üzerinde duran, bir grubun, yani Müslümanların mevcudiyetini de talep ediyor.

Bir başka deyişle, Allah’ın İradesi’ne teslim olan ve Allah’ın hükmünü kabullenen bir anlayış üzerine kurulu İslam’ın ruhu, ruhun ve felsefenin merkezi olarak o güne dek insanlık tarihinde henüz bilinmeyen, bir tür iman pratiğine işaret ediyor. Bu yeni din, Arap kabilelerine ait inanış biçimleri ile çatışıyor.

Bir gün Hz. Muhammed’in ailesi bir toplantıda, ihtilafların derinleşmesini ve aileye yönelik tehditlerin artmasını gerekçe göstererek, İslam için yapılmakta olan propagandanın durdurulmasını önerdiğinde Peygamber, güneş soldan, ay sağdan doğsa, İslamî propagandanın engellenemeyeceği, muhtemel yasaklara da aldırış edilmeyeceğini söylüyor.

Sonrasında Müslümanların günbegün sayıca artış göstermesiyle birlik ruhu daha da güçleniyor; bedenen ve ruhen Yüce Allah’a imanla teslimiyet ve küffarın cahiliyesine karşı uzlaşmaz bir muhalefetle birlikte, Hz. Muhammed liderliğindeki propaganda ve şiddetli çatışmalara dönük hazırlık çalışmaları sonucunda Müslümanlar, tüm Arap Yarımadası’nın birliğini gerçekleştiriyorlar.

Tüm Arap kabilelerinin güçlü ve sağlam birliği, ilahi hükümle koşulsuz bir uyum içinde olmaya dayalı İslam ruhu ve Arabistan’ı kuşatan devlet ve halklara karşı sürekli bir saldırı içinde olma anlayışı ile birlikte, hem içeride hem de dışarıda muzaffer olma gayreti sonucu Araplar, aşağı yukarı yüz yıllık bir dönem boyunca Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki tüm Akdeniz havzasına hükmediyorlar.

Hristiyan dünyasının Arap İslam’ının ortaçağa yaptığı hizmetlerle ilgili genel kabulü, özellikle felsefe ve ampirik bilim alanlarında, hayli yetersiz kalıyor.

Arap milleti ile birlikte diyalektik yörüngenin bir çemberde sonuçlandığı görülüyor. Hz. Musa ile felsefe, “bir eşittir bir” fikrine (tez) doğru gelişme kaydediyor. Ardından Hz. İsa buna itiraz ediyor ve “üç eşittir bir” fikrini öne çıkartıyor (antitez). Hz. Muhammed ile birlikte sentez oluşuyor, gerisin geri “bir eşittir bir” anlayışına dönülüyor ama başlangıca nazaran daha eksiksiz ve zengin bir içerikle.

İslam felsefesinin kutsalla ilişkili bölümü, Tanrı’nın karşı konulamaz arzusu ve kaderi içine alan kısmıyla, eski dünyaya, örneğin Grek toplumuna bakıyor. Bu noktada İslam felsefesi, kıymetli bir rehberlik yanında gerekli materyali temin ediyor. İslam felsefesi, yüzlerce yıl Roma İmparatorluğu altında gömülü bulunan Grek felsefesini bir kez daha diriltiyor. Pirinç, kabuğundan ayrılıyor ve ortaçağda yetişmek üzere toprağa ekiliyor.

Dolayısıyla İspanya’da, Mısır’da ve Bağdat’ta muzaffer, asil ve müreffeh bir geçmiş bırakan İslam toplumunun yüzlerce yıllık tarihine baktığımızda dönüp bir kez de eski Grek toplumunu incelememiz gerekiyor.

Tan Malaka
1948
Kaynak

02 Nisan 2011

, ,

Kamalizm


İdeolojik Direniş

Liberalizmin derdi, zamanın tarih olarak daralmasına karşı direnç örmek, bu yolla zamana hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür toplum tahayyülüdür.

Muhafazakârlığın derdi, mekânın toplum olarak daralmasına karşı direnç örmek ve mekâna hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür tarih tasavvurudur.

Liberalizm ve muhafazakârlık, zamansal-mekânsal hareketliliğinde, kapitalizmin iki yönlü mücadelesinin somut ideolojik tezahürleridir. Liberallerdeki toplum, muhafazakârlardaki tarih kurgusu, tam, granit, bütünlüklü, kendinden menkul, kendinden mesul burjuva bireyin ideolojik karşılığıdır.

Bir ülkede komünist hareketin ve genelde solun tarihi liberallerin tekelinde ise ol komünist hareketin ve solun toplumsallaşması mümkün değildir. Muhafazakârlığın tespitlerine teslimiyet ise ilgili hareketi ve solu tarihsizleştirecektir.

Bu açıdan Mete Tunçay ve Fethi Tevetoğlu yan yana, kol koladır. Her ikisi de komünist hareketin bu topraklarda köksüz ve temelsiz olduğu savındadır. Dert bunu ispatlamak olunca, eldeki belgeler, bilgiler ve bilcümle materyal ilgili iddiaya göre tasarımlanacaktır.

İkilinin komünist hareketle ilgili çalışmaları hazırlarlarken daktilo tuşuna basış tarihleri aşağı yukarı aynıdır. Tevetoğlu devletin, Tunçay sol içi “devletlûlar”ın resmî kaynaklarından faydalanmıştır. Altmışlı yılların Türkiye’sindeki kapitalist seviyenin emri ile ikili, solun kökleri ve temelleri ile uğraşmıştır. Türkiye’deki kapitalist seyrin o günkü aşaması, liberalizme tarihi, muhafazakârlığa toplumu mazlum-sömürülen kitlelerden “çalma” talimatı vermiştir.

Bu noktada komünist hareket de masum değildir. O da altmışlarla birlikte kendisine dayatılan ölçü ve ölçeğe rıza göstermiştir. Daha doğrusu, rıza, uzun yılların zoru sonucu gerçekleşmiştir.

Otuzlarda Reşat Fuat Baraner, Şefik Hüsnü’ye, “artık bir TKP tarihi yazmanın vakti gelmedi mi?” diye sorar, Şefik Hüsnü ise, “o tarihten onlarca kez koptuk, birçok bağı sayısız kez inkâr ettik, şimdi bir tarih yazmak, o bağları yeniden kurmak anlamına gelecektir. Lüzum değil” diye cevaplar.

Tunçay ve Tevetoğlu, sol, komünist hareketin tarihi konusunda belli bir tekel oluşturmuşsa bu, sol örgütlerin ve onların ana rahmi olan TKP’nin günahıdır. Ama belli bir tarihsel olayın aktarımı Tunçay’da var diye o olayın tarihdışılığını iddia etmek de cehaletin düz yansıması olmalıdır.

Bu iki yazarın çalışmalarında bahsi geçen bir kişiyi, misal, Çerkes Ethem’i, kişisel manada yapıp ettikleri ve söyledikleri ile M. Kemal’le kıyaslamak, hâlâ burjuva aklın sınırlarında gezinmek demektir. Burjuva hukuk, bireyi her şeyden sorumlu tutuyorsa mahkemelerinde, burjuva akıl da her şeyi, sözleri ve eylemleri, kişilerle başlayıp biten, geçici öğeler olarak ele almak biçiminde cisimleşecektir.

Kamalizmin bir peygamber ya da hatta o günleri yaşamış bir sabetayistin (mühtedi olan Fatma Arığ nenesine neden namaz kılmadığını sorduğunda, “biz sadece Atatürk’e inanırız” cevabını alır.[1]) iddiası ile tanrı olarak resmedenler, bu perdeyi yırtan şu cümleleri hiç duymayacaklardır:

“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, millî karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.”[2]

Bu açıdan Mete Tunçay’a yönelik kişisel-ideolojik alerjinin ötesine geçip, şu veya bu biçimde aktarılan tarihsel metinlerin nesnel bir zemine yerleştirilmesi zorunludur. O vakit, Tunçay’ın da satırlarda ya da satır aralarında yaptığı müdahaleler görülebilecektir. Fethullahçıların yayımlanmamış kitaba yönelik öfkesine benzer, yayımlanmış bir dizi tarih kitabını “yakmak” da aynı ölçüde yanlıştır.

Tarih-Toplum

Esasta “tarih ve toplum sınıflıdır” demek mesele değildir. Lenin, bu tespitin proletarya diktatörlüğüne doğru genişletilmesi gerekliliği üzerinden belli bir ayrım koyar. Zira Marx da toplumun sınıflı olduğu gerçeğinin kendi keşfi olmadığını söylemektedir.

Bir Marksolog olarak Takahisa Oishi, The Unknown Marx [“Bilinmeyen Marx”] isimli çalışmasında, Engels’in Anti-Dühring’de, bireysel mülkiyetle toplumsal mülkiyeti aynı kabul etmeyip toplumsal mülkiyetle ortak mülkiyeti denklediğini, Marx’ın ise Kapital’de ilk ikisini denkleyip, toplumsal mülkiyetin ortak mülkiyet olmadığını iddia ettiğini söyler.[3] Yazarın tespitine göre, Engels, Dühring’e karşı çıkarken, toplumsal olana gereğinden fazla önem atfetmiştir.

Ama aynı Engels’e “manifestoya neden sosyalist değil de komünist dediniz? Yazıldığı günlerde sosyalistler sayıca daha çoktu.” denildiğinde, o şu sözleri sarf eder:

“Ancak, yazıldığı dönemde, ona (Komünist Manifesto’ya), ‘Sosyalist Manifesto’ diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları [...] öte yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiç bir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzelteceği iddiasında olan muhtelif sosyal şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölüm, o sıra, kendisine komünist diyordu. [...] Böylece, 1847’de, sosyalizm, orta-sınıf hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı hareketiydi.”[4]

İlgili solculara yönelik Marx’ın sözü ise şu şekildedir:

“Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını iyileştirmek istiyorlar. Dolayısıyla bunlar, âdet üzere, sınıf ayrımı yapmaksızın toplumun bütününe, dahası egemen sınıfa sesleniyorlar. Zira bunların sistemini bir kez anladıktan sonra insanlar, bu sistemde muhtemel en iyi toplum durumuna ait muhtemel en iyi planın mevcut olduğunu nasıl olur da göremezler?”[5]

Marx ve Engels, kendilerini önceleyen ütopyacılara belli bir saygı duruşu ile yaklaşırlar ama onların her şeyi söze ve düşünceye boğan pratiklerini kıyasıya eleştirirler. Bu açıdan Marx ve Engels’in ilk dönem keskin bir burjuva liberalizminden çıkış içinde örgütledikleri teorik eylemlerini, gerisin geri, oradaki kavramlar dünyasına kapatmak haksızlık olacaktır.

Marx ve Engels’in yeni dönemin ideo-politik yönelimlerini eleştirmesi noktasında, ilgili dönemin kavramlarına başvurması kaçınılmazdır. Bu hesapla, liberalizmin toplum tahayyüllerini ve muhafazakâr pratiklerin tarih tasavvurlarını dikine kesen, saflaştıran bir teorik faaliyetten dem vurmak zarurîdir.

Dolayısıyla “sınıflı toplum totolojidir, toplum zaten sınıflıdır” demek icabeder. Sınıfsız gerçekliğin farklı bir kavrama işaret edeceği açıktır. Buradaki itiraz, toplum denilen “güzel” birlikteliğin sınıflarla bölünmüş olmasına itiraz edenlere ve bütün olarak toplumun koşullarını iyileştirmeye çalışanlara yöneliktir. Bunlar, toplumu ezelî-ebedî, mutlak bir öğe olarak ele alırlar ve sınıf denilen şeye burjuva efendilerin yanında, aynı minvalde itiraz ederler. Zira sınıf, toplumsal birlikteliğin ortak güzergâhındaki basit bir engelden ibarettir, onlara göre. Oysa toplumun sınıflardan müteşekkil olduğunu söylemek, toplumun parçalı niteliğine vurgu yapmak, toplumu eski huzurlu günlerine geri çevirme niyetine işaret etmez. Bu, bizi bir süre “huzuru bozmayın, bölücülük yapmayın” eleştirilerine teslimiyete götürecektir.

Marx’ta elindeki, ortak mülkiyetle toplumsal mülkiyet arasına sokulan kama, bir kavganın delilidir. Belli, özel kafalarda cereyan eden, kendine kapalı ve kendine has komünizm hayallerinin maddî zemini teorik planda sorgulanmış, bu elbette ki var olan teorik yaklaşımların eleştirisi ile gerçekleştirilmiştir.

Tarih ve toplumun teorik, ideolojik ve politik düzlemlerde burjuva önkabüllerle ele alınması, burjuva ufkunun aşılamadığı belli bir görünün koşullanmasını getirecektir. Mesele tam da burasıdır: zamana hüküm koymak derdiyle soyut bir toplum kurgusuna bordalayan liberallere ve mekâna hüküm koymak arzusuyla soyut bir tarih kurgusuna yapışan muhafazakârlara karşı bizleri şerbetleyecek olan, devrimci politik mücadelenin parçalama edimidir.

Öte yandan parçacılık, parçalama ediminin, bütüncülük bütünleştirme ediminin tortusunu asıl kabul eder ve bu edimleri boğar.

Marx’ta sınıfsız-sömürüsüz toplum tahayyülü yoktur, Marksizm açısından teorik manada komünizm, hâlihazırda yaşanmış, mevcut bir olgudur. Komünizmin ideoloji dünyasında, kitlelerin ikna edilmesi noktasında kullanılması, komünizme işaret eden teorinin mutlaklığına halel getirmemektedir. Misal, otuzların başında makul bir sınıf kompozisyonunun teşkil edildiğinden dem vurup Sovyetler’de komünizme geçildiğini söyleyen Stalin’in kastettiği de bilimsel-teorik komünizm değil, işte bu politik-ideolojik manada ele alınmış bir komünizmdir. Sap saman karıştırıldığında, Hitler’e vuruyormuş gibi görünüp anti-komünist faaliyet yürüten liberallerin değirmenine su taşınmış olacaktır.

Marx’ın sınıfsız bir toplum için proletaryaya işaret etmesi ile Kamal’ın (“Yüce Önder”in ismini fazla Arapça bulduğu için 1935’te değiştirdiğini biliyoruz.) “sınıfsız-imtiyazsız ulus”unu denklemesi, en basit tabirle, akademik yavanlıktır.

Kamal, sınıfsız ulus yaratma derdinde değil, aksine o gün içinde yaşadığı ulusun sınıfsız olduğu iddiasındadır. Bu, sadece Türk olanın mutlu olacağını haykıran o şiarda da aksini bulur.

Marx ise “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar” der.

Dolayısıyla Marx’ın komünizm hedefi ile M. Kamal’ın “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” tespiti aynı şey değildir. Ayrıca M. Kamal için bu kitle bir hedef değil, fiiliyatta uygulanmak istenen politik bir proje. Yani Kamal, “biz sınıfsız ulus inşa edeceğiz” demiyor, “ettik” diyor. İkisi arasındaki fark gayet açık.

Kemalizme yönelik itirazımız burada: komünist hareket, Kemalizmin iktidarına rağmen, onun mevcudiyeti ile uzlaşarak, ona öykünerek var olamaz.

Etimoloji: Sözcüklerin Teolojisi

“Ulus” ve “toplum” gibi sözcüklerin etimolojisinde insanın içini gıdıklayan manalar bulup çıkartmak, burjuva bir akıl oyunu olmalıdır. Bu, kralın ya da padişahın ruhunda tanrısallık olduğunu söylemek gibidir. Yazının bileşenleri olarak sözcüklerin ortak bir ruhaniyetle örülü olduğu iddiası, yazarın okuru kandırmasıdır.

Geçmişte bir belediye seçimleri öncesi Kürt hareketine cilvelenen bir solcu, “komün belediye demek, o hâlde bugün komünist siyaset belediyeleri ele geçirmektir” diyordu. Aynı hesapla, sözcüklerin ezelî-ebedî, ruhanî, esrarî manalarına hüküm koyan yazarçizer taifesi, bizlere kendi zokalarını yutturmak istiyorlar. Sözcükleri, çıktıkları gün kadar bakire kızlar gibi seyrediyorlar. Onlarla istedikleri oyunları oynuyorlar.

Buradan, kimi etimolojik hamlelerle, ulus ve toplumun ortak bir “sosyalist” ruha sahip olduğuna ve bunların somut karşılıklarının verili bütünlüklerine tabi olunması gerektiğine bizleri inandırmaya çalışıyorlar. Bu ikna gayreti, M. Kemal ile Marx’ı yan yana getirmeyi zorunlu kılıyor.

“İdea” sözcüğünün sağ yanına (l) harfi koyarak, bu yan yanalık sözsel karşılığını da bulmuş oluyor. Fikir ve ülkü eşleştiriliyor. Marx’ın bir “idea(l)” olarak sınıfsız toplumu öngörmesi ile M. Kemal’in “sınıfsız ulus”unu kardeş ilân ediyor ve “Her ikisi de bu hedefin varılması için düşünsel yapı değişikliği ve ekonomi-politik program öneriyorlar, hatta her ikisi de aynı şeyi anlıyorlar ‘ulus’ veya ‘toplum’ dendiğinde” deniliyor.

Sosyalizmi millî olana kapatma heveskârlığı içinde, Marksizmin ve Kemalizmin “düşünsel yapıyı değiştirme ve ekonomi-politik program önerme” noktasında ortaklaştığını iddia ediyorlar. Çünkü her iki kesimin ulus ve toplumun evvel-ahir manasını bildiği üzerinde duruluyor. Gelgelelim haberdar olmakla bilmek aynı şey değil. Sözsel olarak sınıftan haberdar olan M. Kemal’le, teorik ve pratik düzeylerde sınıfı bilen Marx arasında ayrım gözetilmeli.

Sınıfsal karşıtlıkların üzerinde, bir bulut misali, gezinmek, ayrım ve farkları lafzî düzeyde görüyor, onlardan salt haberdar oluyor. O karşıtlıkları yerde olup kanı ve teri ile yaşayanlar, aynı kan ve terle geriye dönüşsüz sınırlar çiziyorlar, ayrımları ve farkları edebiyat dışında, somut gerçeklikler olarak bedenlerine ve akıllarına kazıyorlar.

Akademinin huzurlu koridorlarında, misal, Hitler’in devleti ile Stalin’in devleti arasındaki ayrım, Eski Grek’ten bugüne dizgeleştirilen devlet teorisi içinde siliniyor. Basit birer malumata indirgeniyor.

Bu düzleşme işlemi sonucu, kimi akademisyenlerin, cifr ilmi ya da kabalistik kimi numeroloji oyunları ile millet kandırması kolay oluyor. Çeşitli rakamlara Kur’an’ın yontularak uydurulması gayreti, Kitap’ta İsrail’in kuruluş tarihinin batınî manada verildiği tespiti ile sonuca ulaşıyor. Aynı şekilde bazı aydınlar da ulus ve toplum sözcüklerindeki “sol” muhteviyatın itiraz kabul etmez olduğunu iddia ediyorlar. Marx’ı ve Marksizmi kendi Kamalist kurgusuna uyan biçimiyle okuyabiliyorlar.

Seyyid Kutub’un itirazıyla, cahiliye döneminin iman nizamına uydurulmuş bir İslam zuhur ediyor. Sözcüğün manası açısından Kutub’un “ümmilik” değil de “cehalet” üzerinde durması manidar. Zira ilki bilgisizlik, ikincisi bilgilenmeye ve öğrenmeye direnç gösterme anlamına geliyor.[6] Marx ve Marksizme yönelik direnci de Kamalizm bağlamında ele almak gerekiyor. Dert, Marksizmi eski sosyalizme, eski sosyalizmi verili ideolojik iklime uydurmak. Kamalizmi ideolojik rüzgârlara karşı sağlamlaştırmak.

Cahiliye döneminde ağzında çiğnediği helvaya şekil yapıp ona tapanlardan söz edilir. Kamalizmi Marksizmle ilişkilendirme derdinde olanlar da aynı işlemle, ulus ve toplumu, helva misali, etimolojik manada çiğnedikten sonra onlara tapıyorlar. Cahiliye, kavramların arasındaki ayrımların silindiği, her şeyin düzlendiği, çelişkili durumların ve olguların söylemsel düzeyde yan yana getirildiği, hiyerarşinin, disiplinin ve işbölümünün silikleştiği gerçekte cisimleşiyor.

“Aynı gemideyiz” edebiyatı, düşman icat ederek ve içerideki sınıfsal karşıtlıkları cebren ve hile ile örterek popülerleşiyor. Gemi, ümmet, toplum, ulus, hatta kimilerine göre de sınıf olabiliyor. O gemiye binenler, armatörün diliyle konuşmak zorunda. Müslüman’ı, Türkçüyü ve sosyalisti gemiye binmeye ikna etmesi gerek. İhanet edenlerin her yerde hain görmesi gibi, “aynı gemideyiz” edebiyatının kalemşorları da her yerde öfkeli dalgalar, köpekbalıkları ve kasırgalar görmeye kilitli.

Bu aydınlar, öte yandan, öngörülerde bulunarak, daha doğrusu devletin resmi projelerini önden pazarlamak niyetiyle, “mecliste iki parti olsun” diyorlar. Oysa Can Dündar’ın 12 Eylül belgeselinde yansıdığı biçimiyle, Kenan Evren de 12 Eylül arifesinde iki partili, Amerikan tipi bir demokrasiden dem vuruyor. Sonuçta Evren’le aynı gemiye binilince çözüm de aynı içerik ve biçimle takdim ediliyor. Kürt nedense bu kurguya oturmuyor. Kimi sosyalistlerin ve İslamcıların ağzında Kürt, demirden leblebi. Her kesim Kürt’e göre ittifak, ortaklaşma ve cephe projeleri üretiyor.

Bazı İslamcı çevreler Kürt hareketinde Kemalizm buluyorlar, onu, Gülenî bir hamleyle, Ergenekon’a ve İsrail’e bağlıyorlar. Zalim milletle mazlum millet arasındaki ayrımı görmezden geliyorlar. Esasında zalimler, onların elinde ve dilinde, ilgili ayrımın, sınırın ortadan kalkması için çabalıyorlar. Tıpkı Marksizmle Kamalizm arasındaki ayrımı ikinci lehine ortadan kaldırmak isteyenler gibi.

Bölünme Histerisi-Mülkiyet

Bölünme histerisi ile mülkiyet arasında temelli bir ilişki kurmak gerekiyor. Liberaller, önsel bir mülk sahipliği ile rekabete odaklandıklarında, onları tamamlayan, muhafazakâr eleştiri ile yüzleşiyorlar. Rekabete hazır olmayan mülkün direnci, bu türden bir eleştiriyi su yüzüne çıkartıyor. Sağın genel olarak komünist ya da Marksist gördüğü her yerde bölünme yaygarası koparmasının sebebi burada: bölünmenin fiilî olarak yaşandığı yerde kitleleri ürkütmek için bir komünist icat edilmesi vak’alarına rastlamak da mümkün. Soğuk Savaş ve Demokrat Parti dönemi, bunun kanıtı.

Sağın komünist harekete yönelik temel eleştirisi bu minvalde: “devlet, millet, aile vs. bölünecek. Bu komünistler toplumu bölüyorlar.” Zaten hâlihazırda bölünmüş olana ilişkin basit bir tasvir bile ideolojik saldırıya maruz kalınıyor. Ama burada kritik bir nokta mevcut: mülksüzlerin mülk sahibi olma dürtüleri, mülk sahiplerinin güncel çıkarları için istismar ediliyor. Mülk, devletle, aileyle ve milletle biyolojik, coğrafî ve iktisadî manada ilişkilendirilerek, muhafazaya alınıyor. Bu muhafaza için belli bir beden, ülke ve pazar tanımlanıyor.

Sağın ideolojik saldırısına karşı Marksizmden ve komünizmden kısmen, yüzeysel manada haberdar olan solun verdiği cevap da aynı minvalde: o da kendi öznelliğinin tanınması ve kabul edilmesi derdiyle saldırıya karşılık veriyor: toplumu ve tarihi sınıflara bölen kendisi, kendi bilgisi. Sağ, eski bütünlük imgesini, simgesini ve bilgisini solun “yeni” bütünlük imge-simge-bilgisinin karşısına çıkartıyor. Devlet veya demokrasi, solun ağzında yeni, alternatif bütünlükler olarak dil buluyor.

Burada, somut mücadelelerin açtığı mevzilerle, eylemli düşünme ve oluşanın devrimciliğine bağlanma cüreti ve basireti noksan. Dinse mesele, en fazla Asr-ı Saadet, Emeviler ya da Osmanlı kadar bütünlenebiliriz, milletse mesele, en fazla otuzların Türkiye’si kadar, sınıfsa en fazla Fransız Devrimi ya da 1848 kadar birleşebiliriz. Geçmişten çıkartılan ölçü kendi ölçeğini de tespit ediyor. Bugün Türk politik Müslümanlar AKP’ye bölgede biçilen rolü yüceleştiren aklî işlemler yapmaktan başka bir gayret içinde değildirler. Bugün milliyetçiler, ellilerden itibaren Türk yurdundan, Türkistan’dan ve Turan’dan Anadolu’ya doğru daraltılmış MHP ölçeğine tabidirler. Bugün solcular, Latin Amerika ve Avrupa solculuğuna tavdırlar. AKP’ye “yürü ya kulum” diyen dünya efendilerinin kendilerini de iteklemesini bekliyorlar. Bunların, kendilerini koşullayan, var eden mülkiyet-rekabet ilişkilerini eleştiriye tabi tutması mümkün değil.

Din-Millet-Sınıf

Sağın “bölücülük” saldırısına karşı solda da benzer bir yanılgı zuhur ediyor: toplumu ve tarihi sınıflara ayrıştıranın sol olduğunu söyleyen sağa inat, aynı sol, bu vehme kapılarak, bölünmenin kendisi ile başladığını zannediyor. İşin başı ve sonu olma arzusundaki zanaatkâr solculuğu galebe çalıyor, bu solculuk, tarihsel ve toplumsal açıdan kendisini önceleyen sınıfsal çatışmayı kendi öznelliğine bağlıyor. O her durumda ve her olayda bu çatışmayı arıyor, bulacağından emin olarak. Bu emniyetli hâl, kibir ve küstahlık olarak yansıyor ümmete, millete, halka ve sınıfa.

Özneler arası didişme sonucu, sosyalist, dinlere ve milletlere ayrılmış gerçeğin karşısına, sınıflara ayrışmış bir tarih ve toplum çıkartıyor. İşlemi kendisinden başlattığı ölçüde, eskiden tarihi ve toplumu dinlere ve milletlere ayrıştıranlardan rol çalmaya başlıyor, onlarla ideolojik bir yarışın içine giriyor. Bu yarış, rekabet, önkabül edilmiş belli bir mülk sahipliğinin semeresi.

Burada alabildiğine basit, ikna edici, bir işleme başvuruluyor: devlet bağlamında düşünüldüğünde, meselenin dinle, ardından milletle tanımlanmış olması temel sorundur solcuya göre. Artık devir, devletin sınıfla tanımlanmasını emretmektedir. Ortadaki boş sandalyeye oturma oyununa benzeyen bu işlem, devlete asla dokunmaz. Liberal bir dokunmazlıktır bu. Efendilerin kölelerin saldırılarına karşı devleti hedef olarak küçültme stratejisi, liberallerde ses verir özetle.

Devletin dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması, dinin, milletin ve sınıfın dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması ile mümkündür. Verili devletlû ilişkilere müdahale eden, onları dönüştürmeye azmetmiş, yönetsel kurguyu yıkıma uğratacak her türden dinî, millî ve sınıfî çıkış, ezilmek zorundadır. Bu irade, devletin oluşum aşamasında mazlum-sömürülen kitlelerin içinden devşirdiği unsurların iradesidir. Onlar “ahlâk” der ayağa kalkarlar, “hukuk” derler otururlar. Artık ahlâk ve hukuk, egemenlerin, efendilerin ahlâkı ve hukukudur.

Artık Marksistler, sosyalistler, “tarih ve toplum sınıflıdır” türküsünü söyleyip duran, kabul görmüş bir korodan ibarettirler. İslamcılar ve milliyetçilerin de kendi türküleri vardır. Genel hukuk içinde konum almış olmaktan memnundurlar. Huzurlarını bozma ihtimali olan her türden gelişimi, sıçramayı, kırılmayı ve yükselişi verili genel hukuka yedirmekle görevlidirler.

Bu anlamda mesele, bilindik, alışıldık, basmakalıp bir solcu olup, aynı kalarak, Müslümanlarla (Has Parti) ya da milliyetçilerle (İP-TKP) temas kurmak değildir. Mesele, huzur bozucu olmaktır. AKP yönetimi emri ile yıkılan Kur’an kursuna sahip çıkmak, orada polisle çatışan halkın içinde olmak, camiye giderken trafik kazası sonucu ölen Tekel işçisi için camiyi kışlaya çevirmek, Amerikan askeri dövdü diye partiden atılan ülkücüyü kucaklamak, ondaki öfkeyi diğer direniş ve saldırı alanları ile ilişkilendirmektir mesele. Mesele, örgütleyenin örgütlendiğini bilmektir.

Bunlara örgütlenmemek, bunları örgütleyememek, solun Kamalizme, Kamalizmin sola örgütlenen kısmı ile kurulan bağlarla ilgili bir meseledir. Bu bağlarla düşünerek, Müslüman’ı ve solcuyu ilişkilendirme gayreti mânâsızdır. İlişki için kullanılan ip, Kamal’ın ipidir. AKP sarsıntısı ile Müslüman kütle içindeki yarılmada, ilgili kütle içine yönelik sızma harekâtı kendi neferlerini çağırmaktadır. O neferlerin ağzındaki “tevhid” İslamî değil, devletlûdür. Tevhidî mücadele, devletin bekâsına bağlanmıştır. Tevhid, yani tek’lik, ülkenin nevi şahsına münhasır oluşuna dair Kamalist tezin yansımasıdır.

Bir Mağlubiyet Momenti: 1920

Ülkenin doksan yıldır çözümsüz olan sorunları, ülkenin efendilerinin bu ülkedeki her türlü işleyişi, sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların hilafına, onların kanı pahasına gerçekleştiriyor oluşu ile ilgilidir. Bu üç kesimden kan parasına razı olanlar çıkmış, kimileri genel hukuk içinde konumlanmayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Ama hakikat, sızacak bir yer her daim bulmaktadır.

Bu üç kesim içinde ortak sınıfsal hat, küçük burjuvalıktır. Ülkenin kuruluş momentinde yaşanan mağlubiyetler, başarıcı-pragmatist bir politikaya ve ideolojiye kurban edilmiştir. İlgili mağlubiyetleri tecrübe eden kitleler ve önderler, ya kurulan devletle ve milletle bir tür ilişkiye sokulmuş ya da öznelleştirilmiş, talileştirilip kenara atılmıştır.

Örneğin İBDA hareketi, kendi tarihini “Kurtuluş Savaşı”na destek veren bir tarikat şeyhinden başlatır, Müslüman Türk köylüsünü genel nizama bağlama pratiği olan Demokrat Parti döneminde ajanlık yapan Necip Fazıl ile geliştirir.[7] Oysa CHP’nin CHP olarak yapamayacağı işler DP’ye düşmüş, o da bölgeye ve Anadolu içlerine egemen ideolojiyi yedirecek hamleler yapmıştır. Burada ideoloji devlet, devlete bağlılık ve devletle yaşamaktır. Bu devletse, genel kanaatin aksine, gayrı Türk ve gayrı İslamîdir.

Tarihi parçalayıp, içindeki zamana vakıf olmak isteyen liberaller ile toplumu dağıtıp içindeki mekâna sahip olmak isteyen muhafazakârlar, solla ilişkili olarak aynı işlemleri yaparlar. Bir düşman, kötü, şeytan ya da deccal belirleyip onunla dövüşürler. Bunun soldaki karşılığı ise kimi zaman “burjuva” kimi zaman da “faşizm”dir.

Buna göre “ittihatçılık”, şeytanî ise her şey ona bağlanır. Mısır’da İslamcıların, İstanbul’da ittihatçıların belirli baskı dönemlerinde nefes alabilmek için mason localarına girmeleri, masonluk bilgisine doğru kapanan bir İslam ya da ittihatçılık değerlendirmesi ile ele alınır. Misal, Cübbeli Ahmet Hoca Muhammed Taha’yı mason bulur. Aynı minvalde Mete Tunçay da Mustafa Suphi’nin mason olduğunu her yerde dillendirir. Bu Adnan Hoca’vari mason karşıtlığı, döne dolaşa masonizme bağlanır.

İlgili eleştiri, Ermeni meselesinde Kafkaslardaki sınıfî, millî ve dinî çatışmalardan habersiz, Suphi’yi bir de “Ermeni düşmanı” ilân eder. Kürtlerin ayrılma hakkını tanıyan, plebisit önerisinde bulunan Suphi, “azınlık düşmanlığı” tespiti ile düzlenip, “Kürt düşmanı” da oluverir. Boynuna “azınlık düşmanıdır” yaftası asılan Suphi, eksiği gediği, zafiyeti, üstünlüğü, yanlışları olan bir komünist olarak değerlendirilmeksizin, idam edilir.

Suphi TKP’sinin millî ve dinî olanla iç içe yoğrularak biçimleniyor oluşu, tarihi inkâr eden liberallerin dilinde silinir. Bunlar, Suphi’nin Kafkaslarda bir ara kesitte, Türk-Müslüman kesimde “anti-emperyalist propagandanın mızrağı” olarak devreye sokulan Envercilerin kurduğu KP’yi ele geçirip, onu arındırdıktan sonra 10 Eylül’de başka bir içerik ve biçimle yeniden kurduğunu bilmezler.

Mondros sonrası Anadolu’ya geçip buralarda gizli direniş örgütleri kuran ittihatçıların Ekim Devrimi ile temasla dönüşmüş olmaları, bu kesimlerin gözünde pul değerindedir. Çünkü onlar, kızıl ya da yeşil, tüm ittihatçılara düşman olmakla övünürler. Bebeğin yıkandığı su dökülürken bebek de çöpe atılır.

Bu kesimler, üstte, yönetsel ilişkilerde, her milletin, her azınlığın alttaki öfkeye karşı birleşebileceğini bilmezler. Öncelikle Türk, Ermeni ve İran halklarına çağrı yaparak işe koyulan Bakû Kurultayı’nın önemli isimlerinden Suphi, bu ayrımı çok iyi bilmektedir.

Körlemesine ittihatçı düşmanlığı, Ankara’da, gizlide toplanan TKP kongresinde Taşnak militanlarının da hazır bulunduğunu görmez. Aynı körlük, meclisteki solcu Halk Zümresi’nin paşanın adayı hilafına içişleri bakanı seçtiği Nazım Bey’in tehditle görevden uzaklaştırıldığını görmeyen Kamalistlerde de mevcuttur. Onlar, bizim görmemiz gerekenleri örtmek ve efendilerin görmemizi istediklerini gözlerimize sokmakla görevlidirler.

Paşa, ulvî çıkarlar adına Nazım Bey’in uzaklaştırılmasının zorunlu olduğunu söyler hatıratında ama meclisi cephedeki askerlerini çekmekle, mücadeleyi baltalamakla tehdit ettiğini söylemez. Batmaz ise bizi Mete Tunçay sopası sallayarak, bu karanlığı yarma gayretimizi hafife almaktadır. O, tarihsel gerçekleri talileştirip hor görme eğilimindedir. Teoriyi oyun olarak gördüğünden, “burası bizim oyun bahçemiz, siz gidin kendi bahçenizde (Marksizmde) oynayın, Kemalizm okuyacağınıza Marksizm okuyun” demektedir. Oysa kavganın kestiği ve kavgayı kesen her yer bizim mücadele alanımızdır.

Aynı horgörü Tunçay’da da var. O da meclis binasında “miras haramdır” deyip bunu Kur’an’la gerekçelendiren ilk komünistleri önemsizleştirir. İttihatçı düşmanlığı o denli derine işler ki, düşman olunan şeyin, ittihatçılığın, iliklere, genlere, kana işlediği, vazgeçilmez, kurtulması imkânsız olduğu iddia edilir.

Solun genetiğinden bahsedilmesinin sebebi de burada. Bir kesim, solu korumak için milleti ve dini engel kabul ediyor, diğeri de aynı solu dışa açmak istiyor ama bunu kendi genetiğine bağladığı millet ve dinle yapmak istiyor.

Tunçay ve Tevetoğlu şahsında sola ve komünist harekete dayatılan sınırlar, Kamalizmin sınırlarıdır. Komünist hareket, Kamalizmin aydınlanma (sol) ve modernizm (sağ) bacağına farklı dönemlerde farklı biçimlerde yapışan, bu hâliyle büyümesi mümkün olmayan bir çocuk derekesinde tutulmaktadır. Oysa Türkistan’ı, Kafkaslar’ı, İran’ı ve Anadolu’yu kapsayan bir coğrafyada Müslüman Kızıl Ordu’su kurulması fikrinin tartışıldığı dönemde Mustafa Suphi, böylesi bir ordunun zarurî olduğunu savunan bir isimdir.[8] Ama o, Sovyetler’in anlaşma sonucu, Kafkaslara karşılık Anadolu’yu İngilizlere verdiği, İngiliz ordusunun geri çekildiği momentte tasfiye edilir. Tasfiye eden, Müslüman Kızıl Ordu’sunun huzur bozacağı stabilize edilmiş bölgedeki verili nizamdır. O nizamda Suphi’ye yer yoktur. Ordunun akıncı birliği daha ilk seferinde, Karadeniz’de ezilmiştir.

“Ey Şanlı Dolikosefal!”

Emine Uşaklıgil hatıratında bahsediyor: Temmuz 1932’de toplanan tarih kongresinde Şevket Aziz Kansu, Atatürk’e hitaben “ey şanlı dolikosefal” diyerek başlamış sözlerine. “Hatta o dönemde Atatürk’e bir de kafatası ölçme âleti hediye edilmiş. Atatürk’ün Çankaya sofrasının düzenli konuklarının kafatasları ölçülmüş bu âletlerle.”[9]

Hatıratlar önemli ipuçları veriyor. Şarkıcı Müzeyyen Senar, bir TV programında, Kamal ile ilgili anısını heyecanla anlatıyor. Bursa ziyaretinde Kamal, gece yarısı Senar’ı ve eşini evine çağırıyor. Sofraya eşlik etmesi istenilen Senar ve eşi, huzura çıkartılıyor. Kamal, Senar’ın beline kadar uzun saçlarını ve eşinin bıyıklarını sevmiyor, kesilmesi emrini veriyor.

“[...] Avrupamerkezci tarih anlayışını ve dil teorilerini sorguladı ve K. Marx’ın proletarya yaratacak kıvamda olan müdahaleleri alkışlayan bir övgüye hak kazanarak, sanayileşmeyi ve kapitalistleşerek yenileşmeyi yerine getirdi ve her ikisinin de ülküsü aynıydı: sömürünün olmadığı, tevhidî, sınıfsız, imtiyazsız bir ulus/toplum. Mesele bu kadar basit; çünkü her ikisi de mükemmel. Şimdi bu mükemmel döşenmiş yolda tevhidî tariki bulmak kalıyor bize.”[10]

Yaverinin anıları da güzel tespitler içeriyor. Gece yarısı kafatası ölçüm âleti ile kendisini kovalayan Kamal’dan kaçıyor, yakalanıyor, ölçüm sonrası Paşa, onun Türk olmadığını, “hayvan” olduğunu söylüyor.

Tevhidî yolumuz bu!

Sınıf sözcüğünü kullananların dillerini kesmek, sınıfı sözlükten çıkartmak, sınıfa işaret eden kurumları ezmek ama öte yandan da somutta, belli bir sınıfı beslemek. Sınıfla sözel düzeyde olumsuz açıdan ilişki kuran bu pratik, olumlu ilişki kuran solculara sıcak geliyor. Marx’ın tespitine atıfla, sınıfsal karşıtlıkları yukarıdan izleyenlere Kamalizm, gerekli gıdayı ve ideolojik aygıtları veriyor. Başka bir yerde değilse de bu ülkede tepeden bakmak, Kamalizm olarak cisimleşiyor.

O da tepeden bakmayı karakter edinmiş biri zira. Anti-emperyalist olduğunu söyleyenler, onun şu cümlelerine kulak tıkıyor:

“Eğer İngilizler Anadolu’nun sorumluluğunu üstleneceklerse, emirlerinde çalışacak deneyimli Türk idarecilerinin işbirliğine ihtiyaç duyacaklar. Öğrenmek istediğim [...] bu kapsamda hizmet etmeyi teklif edebileceğim uygun makamdır.”[11]

Bu sözler, 1918’in sonlarında bir İngiliz gazetesine söyleniyor. Aynı kişi, Komintern’in o günkü tespiti ile “batı Anadolu’da Yunan işgali sonrası rekabet ve mülkiyet imkânlarını yitiren batı Anadolu burjuvazisinin siyasî liderliğine soyunuyor.”[12] Mazlum ve sömürülen kesimlerin öfkesini boğma göreviyle bir devletin temellerini atıyor.

Veysel Batmaz, onun yüceliği altındaki payandalara fazla sırtını yaslıyor. Yazının bir yerinde “M. Kemal’in ulusal kurtuluş hareketlerinden birini ve ilk istiklâl (bağımsızlık) savaşını” başlattığını söylüyor, sonlara doğru ise “M. Kemal ise, bence hiç de ulusal bir kurtuluş hareketi yapmadı” diyor. Okuru her yönden ikna etme gayreti ile yüklü yazı, esasta genel resmî tarihi tekrar etmekle yetiniyor.

Bu noktada 1821’deki Grek bağımsızlık mücadelesi, Cezayirlilerin direnişleri vb. bir çırpıda unutuluyor. İttihat-Terakki döneminde millî mücadelenin ve milliyetçiliğin batıda Arnavutlar, Bulgarlar ve Rumlardan, doğuda Ermenilerden öğrenildiği görülmüyor. (Bugün bile bağımsızlık mücadelesi verenin arkasında Ermeni ve Rum görülmesinin sebebi burada.) Yani onlardan gerçek manada bir millîlik ve millî mücadele değil, bu millîliğin efendilerin dişlerinin kovuğuna uygun hâle getirilmesi öğreniliyor.

Ankara’daki komünistlerin ezilmesi ile ülkeye ve bölgeye Moskova’dan, dolayısıyla Moskova’daki Türkiye masasından bakanların tarihsel değerlendirmeleri, Lenin’i Kamal ile yoldaş kılıyor. O gün için pragmatik anlamı olan bu hamle, tarihüstü bir değere kavuşturuluyor. Batmaz gibi isimler, bu değere yücelik atfediyorlar ve tüm fikriyatını buradan kuruyorlar.

Sınıf karşıtlıklarına ve genelde tüm siyaset alanına tepeden bakmak isteyenler, Kamalizmle uzlaşmak, ona kendisini uydurmak ve onunla birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Felsefenin bulutların üzerinden yere indirilmesinden ve çizmelerinin çamura bulanmasından söz eden Marksizme asker botu giydiriliyor. Marksizm, tüm bir kavga, mücadele seyrinden azade kılınıp, kitlesiz, sınıfsız, mevzisiz, rasyonel artıları itibariyle, devletin ya da demokrasinin hizmetine sunuluyor.

Seksenlerin başında Reagan ile başlayan eski Marksist danışman besleme geleneği, bir Amerikan pratiği olarak Özal ile Türkiye’ye de sokuluyor. Marksizmden gayet haberdar özel kişiler, siyaset, iktisat ve sosyoloji gibi alanlarda cirit atıyorlar. Düşman, bizim silâhımızla bizi vurmaya çalışıyor. Bu özel kişiler, sola yönelik olarak günah çıkartırken de teorik laflar etmeyi ihmal etmiyorlar. Sosyalizm için Kemalizmin ya da burjuva demokrasisinin şart olduğuna bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. Tüm koşullar olgunlaşmadan devrimin ve sosyalizmin gerçekleşmeyeceği terennümleri ardından, gerçekçilik vaazları veriliyor ve verili gerçeğin diline ve fiiline biat edilmesini öneriyorlar. Batmaz, verili gerçeğin politik merkezi olan meclise çekidüzen verirken bizler de bu noktada Che’nin şu sözüne kulak kabartmamız gerekiyor:

“Devrim olgunlaştığı vakit yere düşen bir elma değildir. Onu düşürmeniz gerekir.”[13]

Eren Balkır
2 Nisan 2011

Dipnotlar:
[1] Leyla Neyzi, “Remembering to Forget: Sabbateanism, National Identity, and Subjectivity in Turkey”, Comparative Studies in Society and History 44 içinde, s. 151.

[2] İbrahim Kaypakkaya, “Kemalizm Eleştirisi”, İştirakî.

[3] Takahisa Oishi, The Unknown Marx, Pluto Press-Londra, 2001, s. 156.

[4] Karl Marx-Frederick Engels, Manifesto of the Communist Party, International Publishers-New York, 1948, s. 5-6.

[5] A.g.e., s. 40.

[6] Sayed Khatab, Political Thought of Sayyid Qutb, Routledge-Londra&New York, 2006, s. 24.

[7] “İşin vakanüvislere ait yönü bir yana, bizi ilgilendiren husus, BÜYÜK DOĞU-İBDA üzerindeki tuğrayı basan ismin, yani ‘Büyük İrşad Kutbu’ Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, ‘Kurtuluş Savaşı’ diye yaftalandırılan Anadolu’daki mücadeleye destek vermesidir.” [Selim Gürselgil, “İslâmcı Mücadele ve İbda Hareketi”, 2010, Furkan]

[8] Stephen Blank, “Soviet Politics and the Iranian Revolution of 1919-1921”, Cahiers du monde russe et soviétique içinde. Cilt: 21 sayı: 2 Nisan-Haziran 1980. s. 183. Türkçesi: İştiraki.

[9] “Ey Şanlı Dolikosefal”, 18 Mart 2011, Haksöz.

[10] Bülent Gökay, Bolşevizm ile Emperyalizm Arasında Türkiye, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, s. 60.

[11] Veysel Batmaz, “Etimolojik ve Sınıfsal Cevap”, 26 Mart 2011, Adil Medya.

[12] Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923), Hz.: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Sosyal Tarih Yayınları, 2007, s. 162-4.

[13] Boualam Rouissi mülâkatı, George Lavan tarafından hazırlanan Che Guevara Speaks isimli çalışma içinde.