22 Nisan 2011

,

Hazret-i Muhammed


[…] Kanaatime göre Hz. İsa’dan altı yüz yıl sonra bir eşittir bir’e (1=1) geri dönülmesi hayli ilginç. Bu noktada eşzamanlı olarak, insanlık için olağan, pratik bir ahlâkın geri dönüşüne tanık oluyoruz. Yani tüm hatalar uygun biçimde cezalandırılıyorlar, bir hata davranış olarak kabul edilip affediliyor, geleceğe doğru seyreden gidişat bu şekilde iyileştirilmiş oluyor. Bu müdahaleyi, Kureyş kabilesine mensup bir Arap olan Muhammed bin Abdullah yapıyor. Milliyet bakımından Araplar ve Yahudiler arasında önemli bir farkın bulunmaması, her iki milletin Semit olması sebebiyle, Musa, İsa ve Muhammed, aynı milliyetin ve neslin üyesi kabul ediliyor. Kitab-ı Mukaddes’e göre, Yahudilerin ve Arapların kökleri Hz. İbrahim’e dayanıyor.

Yedinci yüzyılın başlarında yeryüzünün bütününe baktığımızda siyaset, iktisat, toplum ve kültürde ciddî bir çöküşün yaşandığını görebiliyoruz. En iyi hâliyle tanık olduğumuz şey, gerileme, rahatsızlık, durağanlık ve tüm toplumsal alanların parçalanması oluyor.

Batı ve Kuzey Avrupa’daki, ayrıca Kuzey Afrika ve Batı Asya’daki sömürgeleri ile Romalılar, kuzeyden gelen Alman kabilelerinin baskı ve saldırıları sebebiyle çöküşe ve mağlubiyete sürükleniyorlar. Sadece Doğu Roma, yeni zuhur eden, cüretkâr halkları (Bulgarları ve diğerlerini) himayesi altına alabiliyor, onları zoraki misafirler ve ailenin üyeleri olarak kabul ediyor. Sadece Doğu Romalılar, kültür alanında, Greklerden ve tarihe karışmış olan Romalılardan miras kalan bilgiyi sindirme imkânı bulabiliyor.

Mısır, Suriye, İran, Judea vd. Arap Yarımadası’nın civarındaki birer otorite merkezi olarak pek de arzulamadıkları ölüm sürecine girmiş durumdadır. Oysa Arap Yarımadası’nda beş milyon kişi yaşamaktadır ki bu sayı dönemi için oldukça yüksektir. Bölge, paramiliter kimi yöntemlere başvuran, güçlü silâhlı çöl kervanlarına sırtını yaslayan zeki ve yürekli tüccarların hâkimiyetindeki ticaret sayesinde yüksek bir refah düzeyine sahip. Ayrıca Arap Yarımadası, herhangi bir yabancı milletin zulmüne henüz maruz kalmamış. Böylesi bir ortamda Arap milleti, hâlâ enerjik, güçlü, dik, cesur ve kendi gücüne güven dolu. Yalnızca kabileler arasında kimi çatışma ve savaşlara tanık olunuyor. Bu sosyal çelişkilere paralel, inanç sistemi de henüz birleşme meylinde değil, ancak aksine hâkim inanç sistemi farklı inanışlara bölünmüş durumda, bu koşullar Hz. Muhammed sonrasında küffarın cahiliye dönemi olarak nitelendiriliyor.

Dönemin farklı kesitlerinde tasvir edilen, cahiliye dönemindeki farklı inanışları birleştirme; ideolojiyi, verili ideolojik çatışmaları sentezlemek suretiyle tekleştirme ve millî politik, sosyal, iktisadî ve kültürel birleşme süreci, Hz. Muhammed’in baştan sona ele aldığı hususlar oluyor.

Sözkonusu birleşme, Arabistan’daki hâkim bir dizi imaj arasındaki en büyük olanın kullanılması suretiyle değil, Allah’ın tekliği ve kadir-i mutlaklığı aracılığıyla gerçekleşiyor, Allah, dünyada herhangi bir şeyden imal edilmiş, zamana ve zemine tabi, insan yapımı bir imaj olmaktan kurtuluyor.

“Cahil”, zeki olmayan, korkak ya da sahtekâr anlamına gelmiyor. Bilâkis eğitim, cesareti, azmi, dürüstlüğü, liderlik etme becerisini, bir sonraki güne ilişkin ustalıklı bir zihne sahip olmayı ya da (her işin altından kalkan) bir kişi olarak hızlı ve etkin kararlar alma becerisini güvence altına alan bir şey değil.

Hattizatında Endonezya halkına ait şu atasözü açık bir gerçekliğe işaret ediyor: “Çok gezen çok şey görür, uzun yaşayan çok şey tecrübe eder.” Muhammed bin Abdullah’ın Arabistan civarındaki ülkelere yaptığı seyahatler, Arap Yarımadası’nın ve genelde tüm bölgenin bir lidere muhtaç olduğu bir dönemde, O’na geleceğin peygamberi, lideri, generali ve edibi olarak gerekli olan tüm tecrübe ve bilgiyi kazandırıyor.

Genç Muhammed bin Abdullah’ın beyninde bir kıvılcım gibi çakan bilme arzusu, toplum ve dünyadaki her şeyi anlama isteği, geçmişte yüksek bir kültür düzeyine ulaşmış Arabistan’ı kuşatan toplumlarca tatmin ediliyor. Rahipler ve hahamlar, her şeyi bilmeyi arzulayan bir beyinde zuhur eden her türden soruya cevap bulmak adına fikrî malzemenin yanında yöntem ve yönergeleri de veriyorlar.

Mekke ile diğer şehirler arasında cereyan eden muhabbetin temin ettiği bilgiyi mükemmelleştiren gözlemiyle bir kişi, Arap Yarımadası’nın toprağından ve gökyüzünden unutulmaz kimi izlenimler elde edebiliyor. Sık sık karşısına çıkan düşman güçleriyle uğraşmak durumunda kalan kervanların kazandırdığı tecrübe, Muhammed bin Abdullah’ın ruhunda saklı liderlik özelliğini zamanla geliştiriyor.

Bu sebeple, “Hayat Üniversitesi”nde eğitim alan ve disiplin edinen Hz. Muhammed, birliğe muhtaç olan Arap Yarımadası’nda bir propagandacı, general, devlet başkanı, toplum lideri ve bir peygamber olarak öne çıkıyor.

Yedinci yüzyıl başında birlik ve kadir-i mutlaklık için zaman ve zemin gayet uygun. Ayrıca Arap Yarımadası’na ve civar bölgelere yönelik ilgide de ciddî bir yoğunluk sözkonusu.

Arap Yarımadası’ndaki toplum, farklı kabilelerin elindeki güç odakları arasında belli bir otoritenin tesis edilmesine oldukça fazla ihtiyaç duyuyor. Toplum, aynı zamanda doğanın, beşeriyetin, ervahın ve meleklerin tümünü hükmü altında tutan Tek Yüce Allah inancı ile yüklü, yeryüzündeki tüm milletlerin üzerinde duran, bir grubun, yani Müslümanların mevcudiyetini de talep ediyor.

Bir başka deyişle, Allah’ın İradesi’ne teslim olan ve Allah’ın hükmünü kabullenen bir anlayış üzerine kurulu İslam’ın ruhu, ruhun ve felsefenin merkezi olarak o güne dek insanlık tarihinde henüz bilinmeyen, bir tür iman pratiğine işaret ediyor. Bu yeni din, Arap kabilelerine ait inanış biçimleri ile çatışıyor.

Bir gün Hz. Muhammed’in ailesi bir toplantıda, ihtilafların derinleşmesini ve aileye yönelik tehditlerin artmasını gerekçe göstererek, İslam için yapılmakta olan propagandanın durdurulmasını önerdiğinde Peygamber, güneş soldan, ay sağdan doğsa, İslamî propagandanın engellenemeyeceği, muhtemel yasaklara da aldırış edilmeyeceğini söylüyor.

Sonrasında Müslümanların günbegün sayıca artış göstermesiyle birlik ruhu daha da güçleniyor; bedenen ve ruhen Yüce Allah’a imanla teslimiyet ve küffarın cahiliyesine karşı uzlaşmaz bir muhalefetle birlikte, Hz. Muhammed liderliğindeki propaganda ve şiddetli çatışmalara dönük hazırlık çalışmaları sonucunda Müslümanlar, tüm Arap Yarımadası’nın birliğini gerçekleştiriyorlar.

Tüm Arap kabilelerinin güçlü ve sağlam birliği, ilahi hükümle koşulsuz bir uyum içinde olmaya dayalı İslam ruhu ve Arabistan’ı kuşatan devlet ve halklara karşı sürekli bir saldırı içinde olma anlayışı ile birlikte, hem içeride hem de dışarıda muzaffer olma gayreti sonucu Araplar, aşağı yukarı yüz yıllık bir dönem boyunca Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki tüm Akdeniz havzasına hükmediyorlar.

Hristiyan dünyasının Arap İslam’ının ortaçağa yaptığı hizmetlerle ilgili genel kabulü, özellikle felsefe ve ampirik bilim alanlarında, hayli yetersiz kalıyor.

Arap milleti ile birlikte diyalektik yörüngenin bir çemberde sonuçlandığı görülüyor. Hz. Musa ile felsefe, “bir eşittir bir” fikrine (tez) doğru gelişme kaydediyor. Ardından Hz. İsa buna itiraz ediyor ve “üç eşittir bir” fikrini öne çıkartıyor (antitez). Hz. Muhammed ile birlikte sentez oluşuyor, gerisin geri “bir eşittir bir” anlayışına dönülüyor ama başlangıca nazaran daha eksiksiz ve zengin bir içerikle.

İslam felsefesinin kutsalla ilişkili bölümü, Tanrı’nın karşı konulamaz arzusu ve kaderi içine alan kısmıyla, eski dünyaya, örneğin Grek toplumuna bakıyor. Bu noktada İslam felsefesi, kıymetli bir rehberlik yanında gerekli materyali temin ediyor. İslam felsefesi, yüzlerce yıl Roma İmparatorluğu altında gömülü bulunan Grek felsefesini bir kez daha diriltiyor. Pirinç, kabuğundan ayrılıyor ve ortaçağda yetişmek üzere toprağa ekiliyor.

Dolayısıyla İspanya’da, Mısır’da ve Bağdat’ta muzaffer, asil ve müreffeh bir geçmiş bırakan İslam toplumunun yüzlerce yıllık tarihine baktığımızda dönüp bir kez de eski Grek toplumunu incelememiz gerekiyor.

Tan Malaka
1948
Kaynak

0 Yorum: