31 Ekim 2023

Sol Aydınlanmacı mıdır?

Kant’ın Aydınlanma Nedir? Metni Üzerinden Bir Deneme:
Sol Aydınlanmacı mıdır?


Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt, Kant’ın 1784 tarihli bir metni. Metin, o vakitler aylık olarak yayınlanan Berlinische Monatsschrift dergisinde yayımlandı. Derginin dayandığı kolektif, ilginç. İçinde Kant’ın öğrencisinin ve okul arkadaşlarının da bulunduğu “Çarşamba Derneği”, derginin dayandığı insan gücünü oluşturmakta ve derneğin umumi yayın organı olarak faaliyet göstermekte. Dernek, kraliyet bürokratları, hukukçular, politikacılar, filozoflar gibi mektepli ve üst sınıf insanlardan müteşekkil. Amacı, bir araya gelip karşılıklı fikir alışverişi, özgür tartışma, sunum gibi etkinliklerde bulunmak. Elbette dönemin aydınlanma düşmanı unsurlarına karşı da bir fikir cephesi oluşturmak. Özellikle özgür düşüncenin düşmanları olarak belirledikleri Cizvitler, kripto Katolikler ya da batıl inanç ve ruh çağırıcılığı gibi aktivitelerin kültür üzerindeki etkilerine karşı aydınlanma hattını kendi aralarında tahkim etmek. Öyle ki toplantıları kapalı gerçekleşmekte ve toplantılarda okunan elyazmaları gizli tutulmakta. İlk sayılarının önsözünde program hedeflerini şöyle dile getiriyorlar:

“Doğruluktan yana gayret, yararlı Aydınlanma’nın yaygınlaştırılmasına ve yozlaştırıcı yanılgıların kovulmasına duyulan sevgi ve hiç de yararsız olmayan bir girişimin inancı.”[1]

Dergi, “Aydınlanma Nedir?” sorusunu soruyor ve her sayıda farklı bir yazarın soruya karşılık verdiği metni yayınlıyor. Sorunun çıkış kaynağı da ilginç. Derginin kurucularından birisi ve hukukçu Johann Eric Biester, o dönemin ihtilaflı konularından birisi olan Hristiyan ve burjuva evlilik arasındaki ilişkiye dair ruhbanlar olmadan da nikâh kıyılabileceğini savunmakta. Yetişkin insanlar arasındaki böylesi bir birlikteliğe dair sözleşmede araya din adamının girmesi ve ruhbanın işe karışması, lüzumsuz. Bu konuda devletin yasası yeterli ve bağlayıcı. Ancak buna Protestan rahip Zöllner karşı çıkmaktaydı. Evlilik gibi bir konu, ona göre başka her şeyden daha çok dinin onayına muhtaçtı ve bu dini kutsamayı reddetmek örf ve adetlerin yozlaşmasına delalet ediyordu. Aydınlanma adı altında dinin değerini azaltmak ve insanların kafasını karıştırmak sorumsuzcaydı ve Zöllner ekliyordu:

“Aydınlanma nedir? Herhâlde aydınlatmaya başlamadan önce, neredeyse hakikat/doğruluk nedir sorusu kadar önemli olan bu soruyu cevaplamak gerekir! Oysa hiçbir yerde cevaplandığına rastlamış değilim!”[2]

İşte tartışmayı başlatan soru bu. Ve dergi, bu soruyu takip ederek her ay bir yanıtı yayımlamakta. Ancak soru, hem bu denemenin devamında ele alacağımız Kant’ın metnini hem de Kant’a bambaşka bir açıdan yaklaşan Johann Georg Hamann’ın çıkışının nedeni olması bakımından tarihsel bir önemi haiz. Bugün hâlâ bu soru ve bu soruya verilen yanıtlar çerçevesinde belirlenen kültürel ve politik pozisyonlar göz önüne alındığında, sorunun tarihsel güncelliğini koruduğundan kolayca söz edebiliriz.

Aydınlanma Nedir?

Ve bu soruya Kant, 1784 yılında Berlinische Monatsschrift’in Aralık sayısında yanıt veriyor. Herhangi bir Kant skoları için bu metni Kant’ın teorik felsefesi karşısında belirli bir yere koymak zor gibi görünebilir.

Resmî felsefe tarihi, modern felsefeyi Descartes’la başlatır. Aslında bunu “Felsefe Tarihi” çalışmasında söyleyen Hegel’dir, ancak resmî felsefe tarihi içinde resmi bir düşünce hâlini de almıştır. Tabii ki itiraz edeni de vardır. Modern felsefenin Descartes’la başlatılmasının sebebi, onun düşünen öznellik olarak içeriklendirdiği özne metafiziğini felsefenin gündemine taşımış olmasıdır. Antik dönemi dışarıda bırakmak kaydıyla, koca bir ortaçağdan sonra varlığın düşünme aracılığıyla insan tözüne yüklenmesi fiiline, yani insanın herhangi bir aşkınlık düzleminde filtrelenmeden özneleşmesinin premature hâline Descartes’ta şahitlik etmiştir tarih. Bu yolun sonunda bilim yapan, doğayı şekillendiren ve ona hâkim olan, teknik üretici gücünde muazzam bir sıçramanın yaratıcısı olan özneleşmiş insan belirmektedir.

Ancak “modern felsefe cismini Kant’la bulmuştur” dersek fazla ileri gitmiş sayılmayız. Çünkü Descartes, düşünen öznellikle dolu olduğu kadar skolastikle de doludur. Ancak Kant felsefesindeki özneleşme bu safralardan kurtulmuş görünmektedir. Artık tüm zihinsel yetileri ve olanaklarıyla masaya yatırılmış ve çözümlenen bir özne söz konusudur. Bu özne, anlama yetisiyle iş gören ve aklının sınırlarının farkında olan ve bu sınırları aşmanın ona herhangi bir epistemolojik faydası olmayacağının bilincinde olan, tam anlamıyla modern bir öznedir. Bundan dolayı Aydınlanma Nedir? metninde kendi aklını kullanmaya cesarete davet edilen özne, Kant’ın teorik felsefesinde olanaklı deneyimin sınırlarını aşan sorularla meşgul olmaması için kendisine epistemolojik sınırlar çizilen özneyle aynı kişidir. Kant sorunun yanıtını daha ilk paragrafta verir:

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! [‘Aklını kullanma cesaretini göster!’] sözü şimdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.”[3]

Ergin olmama olarak çevrilen kelime, metinde Unmündigkeit şeklinde geçiyor. Yani reşit olmama ve hukukta vasilik gerektiren durumu ifade etmekte. Bir nevi çocukluk. Kant için Aydınlanma demek, insanın bu durumdan kurtulması. Aslında çıkışın ta kendisi, çünkü Kant’ın metinde Ausgang sözcüğünü kullandığını görüyoruz. Yani bir binadan, mekândan çıkmak gibi bir şey.

“Kendi suçuyla düşülen reşit olmama konumu. Aydınlanma bir durum değildir. Yetişkin insanlara artık yaraşmayan bir durumdan “çıkış” imkânı veren bir süreçtir. Kant, insanın rüştünü ispatladığını söylemez. Reşit olmama durumunun hâkim olduğunu tespit eder ve aynı zamanda, bu durumdan sıyrılabilmenin zamanının geldiğine işaret eder. Kavram, tarihi bakımından ilk önce hukuki majorennes (reşit olmak) terimine başvurmuştur. Roma hukukundaki majorennitas kavramı, çocuğun babasına bağımlılıktan ve onun desteğine muhtaç olduğu durumdan kendini kurtararak kendi varlığını sürdürmeye muktedir olduğu durumu tanımlar.”[4]

Kant’ın temel olarak vurguladığı nokta, bireyin aklını tamamıyla kendi kendisine dayanarak, herhangi bir dışsal noktadan yardım ya da icazet almadan kullanması. Kant, bu sürecin ortaya çıkmamasını aydınlanmamış birey, insan olarak kurguluyor. Ancak suçun bizzat yine insanın kendisinde olduğunu görüyoruz. Yani insan bu ergin olmayışa bizzat kendi suçu ile düşüyor. Kant’a göre, insanı bu suça düşüren iki neden var. Bunlar da korkaklık ve tembellik. Yani insan, genellikle korkak olduğu için aklını kullanma cesaretini gösteremiyor ve tembel olduğu için de bu teşebbüse yeltenmiyor.

“Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.”[5]

İlginçtir, Kant insanın aklını başkalarının kılavuzluğuna bırakmasını kitap, din adamı ve doktor üzerinden örneklemekte. Bugün hâlâ insanların bu üç noktada, yani düşünme, vicdan ve sağlık konularında pek de farklı bir pozisyon edindikleri söylenemez. Kant için bu ergin olmama durumundan kurtulmak çok zordur, çünkü bu, neredeyse insan için ikinci bir doğa hâlini almıştır. Hatta insan ona göre bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir. Bu durumdan dolayı insan aklını kullanma bakımından ehliyetsizdir, çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine izin verilmemiş, bunu yapmaya hiçbir zaman imkân bulamamıştır. Aslında tam bu noktada Kant’ın başta vermiş olduğu tanımla çeliştiği gözlemlenmektedir. Çünkü Kant, kalkış noktası olarak belirlediği tanımda suçu bizzat insanın kendisine atmıştır, ancak devam eden üçüncü paragrafta insanın böylesi bir durumdan kurtulmasına izin verilmediğini belirtmektedir. Bunun nedeni olarak da dogmalar ve kuralları görür.

“Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle, kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar.”[6]

Öyleyse Kant’a burada sormak gerekir. İnsanın seve seve ve bile isteye içine düştüğü bu ergin olmama durumu onun suçu mudur, yoksa dogmaların ve kuralların belirlediği koşulların mı? Kant’ın metindeki bu kırılma noktasıyla ilgili devamında bir hesap verdiğini görmüyoruz. Biz de devam edelim.

Kant, kamunun (Das Publikum) kendi kendisini aydınlatmasını daha olanaklı görür. Çünkü kitlede, yani kamuda her zaman bağımsız düşünebilen öncülerin mutlaka olacağını ve bu bağımsız düşünen insanların kamuyu aydınlatacağını savunur. Kant, aydınlanma için özgürlükten başka bir şeyin gerekmediğini ve bu özgürlüğün özgürlüklerin en zararsızı olduğunu söyler. O da aklı her yönüyle ve her bakımdan, çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğüdür. Yani aklın aleni, açık kullanımı (öffentlichen gebrauch). Burada Kant’ın belirlediği temel bir ayrıma geliyoruz. Aklın aleni, açık, kamusal kullanımı ve aklın özel kullanımı.

Kant, özgürlüğün sınırlanışına karşın, böylesi bir ayrım yaparak ölçü belirlemeye çalışır. Ona göre, aklın kamusal kullanımı tamamıyla özgür olmalıdır ve aydınlanmayı getirecek olan kullanım da budur. Çok basitçe söylersek, toplumsal düzenleniş içerisinde insanların edindikleri pozisyonun gereklerini sorgulamadan yerine getirmek aklın özel kullanımıdır. Ancak bu pozisyona yönelik kamusal eleştiri, yani kamuya dönük o pozisyonla ilgili yapılan açık, aleni eleştiri aklın genel kullanımıdır ve bu kullanımın sonuna kadar, özgürce yapılması insanlara aydınlanma getirecektir.

Memur, işini en iyi şekilde ve sekteye uğratmaksızın yapmalıdır, bu aklın özel kullanımıdır, ancak kamusal bir platformda (bu bir yayın, dernek, sendika olabilir) devletin memurlara ilişkin uyguladığı politikaları özgürce eleştirmesi, aklın kamusal kullanımıdır. Bir askerin komutanının ona verdiği emirleri sorgusuzca ve askerlik hizmetine zarar vermeyecek şekilde uygulaması, aklın özel kullanımıdır, ancak zorunlu askerlik hizmetini herhangi bir açık kamusal platformda özgürce eleştirmesi ve buna dönük yeni politikalar uygulanması gerektiğine yönelik düşüncelerini beyan etmesi, aklın kamusal kullanımıdır.

“Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini, yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum.”[7]

Kant’ın yaptığı ayrım burada ilginç görünmektedir. Çünkü aklın kamusal kullanımı dendiğinde insanda ilk çağrışım yapan şey, insanın kamuda edindiği pozisyona uygun bir faaliyet göstermesi, kamusal pozisyonunun gerektirdiği aklı kullanmasıdır. Ancak Kant, kamusal kullanımdan tam tersini, aklın eleştiri özelliğinin bizzat kamusal platformlarda etkinleştirilmesini kastetmektedir. Ve ona göre, aydınlanmanın sağlayıcısı bu faaliyet olacaktır.

Bu temel noktalar metnin omurgasını oluşturuyor. Metni daha fazla sıkıcı bir analizle katetmeye gerek yok. Okurlar metne internetten rahatça ulaşabilir ve inceleyebilirler. Ancak metnin temel motivasyonunun sekülerlik olduğunu söyleyebiliriz.

Özellikle Kant, yöneticinin (kral ya da prens) otokratik bir formu reddetmesini, yani yöneten olarak topluma dinsel baskıda bulunmamasını onun aydınlanmış bir kimse olduğunu gösterdiğini belirtir. Kant’ın içinde yaşadığı dönemin “Friedrich Dönemi” olduğu düşünüldüğünde, metnin oturduğu bağlam daha iyi anlaşılmaktadır.

Prusya kralı II. Friedrich, Prusya kalkınması ve aydınlanmasının öncü hükümdarı olarak görülür. Temel ilkesi, “dilediğini düşün ama itaat et” olan Friedrich, düşünce özgürlüğünü (bunu itaat koşuluna bağlamasına rağmen) savunan egemen ve aydınlanmacı olarak selamlanır. Kilise ve ruhban sınıfının egemenliğin paylaşımında kendisine ayrılan alanın daraltılması ve bu daraltmayı gerçekleştiren temel düşünce olan laiklik ve sekülerleşmenin kazandığı ivme, Kant’ın metninde de temel bir motivasyon olarak belirmektedir ve dönemin koşulları düşünüldüğünde, bu, son derece doğaldır.

Bugün özellikle Türkiye’de sol içi tartışmalara, aydınlanma düşüncesini savunan öznelerin motivasyonlarına bakıldığında, laikliğin, özgür düşüncenin, bilimselliğin temel motivasyon kavramları olarak sürekli güncellendiği görülmektedir. Ancak tüm bu motivasyon kavramları dine, Türkiye’de de İslam’a göreli olarak kurgulanmaktadırlar. Yani aydınlanmaya öz veren bu kavramların özsel düşmanı din olarak belirlenmektedir ve bu kavramlara ilişkin yegâne deneyim olanağı karşılıklarının dinin yokluğu ya da dinin kamusal hayattan çıkarılması olduğu varsayılmaktadır. Bu da toplumsal hayatta din varolduğu sürece özgürleşme, bilimselleşme sağlanamayacağına dönük bir mutlakçı epistemolojik kalkış noktası üretmektedir.

Bugün Kant’ın metnini okuyup hâlâ duygusal bir coşkulanma yaşayacak aydınlanmacı sosyalistle doludur sosyalist hareketimiz. Sorun elbette ki bu değil. Kant’ın metni, kendi zamanına, güncelliğine, şimdiye dönük bir sesleniştir. Filozofun çoğunlukla yapmadığı, ama aslen yapması gereken şey. Filozof, şimdiki zamanı, içinde bulunduğu güncelliği yakıcı bir soruyla felsefî faaliyetinin içine, yani metnine taşımalıdır. Ve metnini de şimdiki zamanının tanığı hâline getirmelidir. Modernliğin başladığı noktalardan birisi de budur.

Burada özel olarak Kant’ın bu metniyle ilgili vurguyu Foucault nadide bir şekilde dile getirmiştir.

“Kısacası, bence Kant’ın metninde, konuşan filozofun da ait olduğu şimdiki zamanın felsefî olay olarak ortaya çıkmasını görürüz. Felsefe, kendine göre bir tarihi olan söylemsel bir pratik biçimi olarak anlaşılırsa, bence Aufklärung üzerine yazılmış olan bu metinde de, felsefenin -sanırım ilk kez dersem fazla bir zorlama yapmış olmam- kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırdığını görürüz: felsefenin olay olarak, anlamını, değerini, felsefî tekilliğini söylemek zorunda olduğu ve içinde kendi varlık nedeni ile söylediği şeyin temelini bulduğu bir olay olarak sorguladığı şimdiki zaman.”[8]

Söylenildiği gibi, Kant’ın metni içinde bulunduğu zamana dönük yakıcı bir soruyu gündemleştirme ve bunu formüle etme bakımından önemlidir. Ve bugün aydınlanma düşüncesine ve bu düşünceye öz verdiği varsayılan kavramlara dönük motivasyonu olan bir sosyalist, metne pozitif referans verecektir. Bu da sorun değildir. Sorun, bu tarihsel düşüncenin ve bu düşünceye öz veren kavramların sol düşünceye de özleştirilmesi, daha doğrusu, sol düşünceye bu kavramlara dönük motivasyonlarla bir öz belirleme tutumudur.

Bir diğer sorun, tüm bu kavramların ve Kant’ın metninde de ortaya konulan aydınlanmamış özneye dönük suçlamanın ardında yatan sınıfsal pozisyonları görmemek, bu düşünceye dönük motivasyonun toplumsal anlamda hangi denkleme motive olmayı nesnel olarak belirlediğini anlayamamaktır.

Denemenin başında ele alacağımızı söylediğimiz Kant’ın metnine dönük bir karşı çıkış olan Johann Georg Hamann’ın savlamalarını ortaya koyduğumuzda, ne denmek istendiği daha iyi anlaşılacak.

Hamann’ın Karşı Eleştirisi

Hamann, Kant’ın çağdaşı bir filozoftur ve akılcı felsefî geleneğin mantıksal ve katı yapısal belli bir türüne mesafelidir. O, “yüreğin lirik diline, aklın her türlü öznel, kendi hakkında bilgisinden arınmış bir kavramsal savlamasından daha fazla değer vermekteydi.”[9]

Hamann, Königsberg Üniversitesi’nde profesör ve aynı zamanda Kant’ın eski öğrencisi olan Christian Jacob Kraus’la mektuplaşmaktadır. Kraus, Kant’ın metninin de yer aldığı Berlinische Monatsschrift’in Aralık sayısını Hamann’a gönderir. Hamann, metni okur okumaz Kraus’a bu metinle ilgili eleştirilerini ortaya koyduğu bir mektup yazar. Bu, Kant’ın metnine verilmiş esaslı bir karşı çıkış olarak tarihsel bir belgedir. Hamann, Kant’ın metnine dört temel noktadan itiraz etmektedir. İlk nokta, Kant tarafından insanın kendi suçu olarak belirlenen ergin olmama durumudur. Hamann’a göre, metnin ilk kalkış noktası sorunludur. Çünkü suç, bütün olarak ergin olmayanlara yüklenmekte ve ötekiler aklanmaktadır. Kimdir bu “ötekiler”?

Kant’ın ergin olmama durumu içinde tanımladığı çoğunluk, yani halk, Kant tarafından bu ergin olmayıştan kurtulamama, buna cesaret edememenin sorumlusu olarak mahkûm edilmektedir. Ancak Kant, bu ergin olmama durumunda “ötekileri”, yani egemenleri, vasileri söz konusu etmemekte, bu durumun bizzat onların yarattığı bir şey olarak ortaya koymamaktadır. Hamann şöyle sormaktadır:

“[…] ‘Yazarın adını söylemeye yüreğinin elvermediği öteki ayı derisi yüzücü ya da yönetici kimdir?’ Cevap verir: ‘Reşit olmayanların ilişkili kişisi olarak anlaşılması gereken sevimsiz vasi.’ Hamann ilgisini, reşit olmayanları yönlendirme erkine sahip olan vasilere yöneltir. Zayıfları suçlu ilan etmek yerine kudretli olanlara saldırır. En yüksek ‘kendi suçuyla düşülmüş vesayet’ Hamann için asıl düşmandır.”10

Görüldüğü gibi Hamann suç yüklemek gerekiyorsa, bu suçu zayıflara (ezilenlere) değil, egemenlere yüklemek gibi doğru bir kalkış noktası belirlemektedir. Bu suç yükleme işini aydınlanmacı tipin karikatürize hâlinde günlük deneyim içerisinde de görürüz. Bu karikatürize aydınlanmacı tip, denize donla giren insana, çimde mangal yakana hemen suç yükleme ve ona yüklediği bu suçla kendi aydınlanmış aklı ve kültürünü sergileme konusunda zaman kaybetmez. O, kafasındaki ölçü ya da kritere uygun bir pratik sergilemeyen insanı eğitimsiz, cahil olarak (yani aydınlanmamış) belirleyip ötekileştirir ve bu durumun, yani o insanın o hâlde olmasının tüm suçunu da o insanın kendisine yükler.

Hamann’ın karşı çıktığı ikinci nokta, Kant’ın Sapere Aude!’si, yani Horatius’un kullandığı “bilmeye cesaret et” anlamındaki Latince deyişle ilgilidir. Bu sesleniş, Kant’ın kendine biçtiği pozisyonla ilgili bilinçaltını deşifre etmektedir. O, ergin olmayanlara aklını kullanmalarını öğütleyen vasiler arasında saymaktadır kendisini. Ancak bu seslenişte de bir sıkıntı vardır. Ergin olmayanlar, zayıflar, kendi aklını kullanmaya cesaret eden bir filozof olarak Kant’ın öğüdünü dinlerlerse, yine kendi akıllarını değil, bir başkasının öğüdünü takip etmiş olacaklardır. Bu öğüdü, seslenişi takip etmezlerse de ergin olmama durumundan çıkamayacak (üstelik bu, onların yine kendi suçu olacak) ve aydınlanamayacaklardır.

Aslında başta da belirttiğimiz gibi, burada yatan gizli sorun, Kant’ın kendisine belirlediği pozisyondur. Bu pozisyon, çoğunluğa seslenen bir vasi pozisyonudur.

Hamann’ın karşı çıktığı üçüncü nokta, Kant’ın aklın özel kullanımı ve kamusal (aleni) kullanımı arasında yaptığı ayrımdır. Ona göre, özel kullanımda sistemin kuralları ve işleyişine itaat edip kamusal kullanımda bunu eleştirmek özgürlüğünü kullanmak Hamann’a göre komiktir. Çünkü ona göre, gerçek özgürlük “aydınlanmış bir okurlar âlemi için âlim yazılarından ibaret olamaz.”[11] Gerçek aydınlanma, iktidar koşullarına müdahale etmek zorundadır.

Hamann’ın Kant’ta karşı çıktığı son nokta, onun Friedrich’in yüzyılını “aydınlanma çağı” olarak nitelemesidir. Kant, mutlakiyetçi egemen kralı aydınlanmacı olarak selamlamakta ve kendine biçtiği kraliyet filozofu pozisyonunu açık etmektedir.

“Hamann ise kendini, bireyci ve dışarıda kalan kişi olarak özel düşük mevkiinden, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, vasiler ve liderler olarak hareket eden ve konuşan herkese karşı oklarını atan bir Sokrates olarak görmektedir.”[12]

Şimdi Hamann’ın karşı argümanlarını ortaya koymamızın sebebi belki daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Hamann’ın cevabı, aydınlanmacı düşünceye öz veren motivasyonların kabulünün veya reddinin, özneyi nesnel anlamda nereye konumladığını teşhir ettiği için mükemmeldir. Zira bu aydınlanmacı düşünceye öz veren motivasyon kavramlarının bugün nasıl öğrenildiği ve kabul edildiği özneyi ezilenler cephesinde konumlanmakla burjuvazi cephesinde konumlanma arasında bırakmaktadır. Bunun toplumun cahil kalması, geriye düşmesi, gelişmemesi gibi saçmalıklarla ilgisi yoktur.

Politik alanın içinde yaşayan tarihsellikler ve onların getirdiği teorik politik sorunlar, bu tarihselliklerin ortaya çıkış dinamiklerini politik alanda güncellemeye devam ederler. Yani aydınlanma düşüncesi konusunda Kant’ın verdiği yanıtla Hamann’ın karşı çıkışı bugün hâlâ yaşamakta ve zayıflar arasında konumlanmakla egemenler içinde kendine rol biçmek arasında gidip gelen politik nesnellik, varlığını sürdürmektedir.

Sonuç

Kant’ın metnini ve Hamann’ın ona verdiği cevabı bugün hâlâ güncel bağlamda okuyabileceğimizi göstermek niyetindeydi bu deneme. Bunu belli oranda başardığını varsayabiliriz. Türkiye sol hareketi içinde de artık bu bağlamın ortaya çıkarmış olduğu bir yarılma ve şuursuzluk hâli boy göstermektedir.

AKP’nin toplumsal yaşamı dinselleştirme baskısına karşı sol hareket doğru tepkiler verememektedir. Başta da belirttiğimiz gibi, hayatın dinselleştirilmesi politik-pratiğine karşı sol hareketin belli bir bölümü burjuva aydınlanmasının motivasyon kavramlarına kurtarıcı bir rol biçerek sarılmışlardır. Bu motivasyon kavramlarına sarılmanın nesnel olarak onları hangi pozisyonda tuttuğunu umursamamaktadırlar. “Savruldukları pozisyon (tıpkı Kant’ın kendine egemenler yanında biçtiği ve erginleşmemiş kalabalığa aklını kullanmayı öğütlediği vasi pozisyonu gibi) gelip geçicidir” diyerek bir kenara bırakalım.

Bunun dışında daha vahim bir hata yapmaktadırlar. Burjuva aydınlanmasının motivasyon kavramlarını sol düşüncenin özü olarak belirleme hatasına düşmektedirler. Bu hatanın dayandığı kusurlu epistemolojiyi de mutlaklaştırıp solun böyle bir epistemolojiyle içinde bulunduğu toplumu okumasını ve ona göre politika belirlemesini istemektedirler.

Birincisi “sol aydınlanmacıdır”, “sol laiktir” gibi özcü yaklaşımlar, metodolojik olarak doğru değildirler. Ve bu metot doğruluk bağlamına sıkıştırılıp mutlaklaştırılamaz. Mutlaklaştırıldığı anda politik öznenin olanakları kısıtlanır. Herhangi bir şekilde sola bir öz belirleyip sol düşünceyi böyle bir özcülüğün eksik okumalarına mahkûm etmek, politik bir şuur kaybıdır.

Sonra dediğimiz gibi, bu özü burjuva aydınlanmasının politik kavramları aracılığıyla yapmak, bunu yapanları gayri iradi bir şekilde burjuvazinin kültürel alanına taşır. Bunu söylediğimizde bu öznelerin elbette somut olarak gidip burjuvaziyle iş tutuklarını söylemiyoruz (ki bunu söyleyen arkadaşlar da vardır). Ancak bu kavramlarla sola bir öz belirleme girişimi nesnel-kültürel anlamda onları burjuva kültür alanına iter.

Solun özünü belirleyen şey aydınlanmacılık, laiklik, bilimsellik değildir. İlla teorik bir özleştirme olanağı aranıyorsa, bu zaten ezilenler tarihinin kendisinde mevcuttur ve solun özü ezilenlerin tarihsel hareketiyle uyuşmaktır. Ve solun aydınlanması, bu tarihsel hareketle uyuşum yetenekleri arttıkça belirginleşir. Ezilenlerin mücadelesini yaratmak, bu mücadelenin olanaklarını geliştirmek, hatta bu olanakları icat etmek, keşfetmek, burjuva aydınlanmacılığına karşı sosyalist aydınlanmanın önünü açacaktır. Ve bu aydınlanmacılığın kalkış noktası, suçu zayıflara atma ile belirlenen Kant’ın kalkış noktası değil (bu noktayla bazı sosyalist özneler bugün bile uyuşmaktadır) Hamann’ın belirlediği, gibi suçu o büyük “ötekiler”den, egemenlerden başlatan noktadır.

Aydınlanmanın motivasyon kavramlarına karşı olmayı anlamsız bulan sosyalistler de vardır. Bu silahları burjuvazinin elinden alıp burjuvaziye doğrultmaktan söz ederler. Teorik olarak yanlış değildir. Ancak burada bir tarihselleşmeden söz ediyoruz. Burjuvazinin eşitlik kavramını onun elinden alıp ona doğrultalı çok oldu. Ancak burjuvazi, aydınlanmacı düşüncenin motivasyon kavramlarını kendi malı olmaktan çıkacak denli tüketmedi. Bugün kapitalist uygarlığın eşitlik ve adalet kavramlarını asla üretemeyeceği nesnel-tarihsel olarak sabitlendi. Bunu burjuvazinin kendisi de dâhil, tüm dünya bilmekte. Ancak laiklik, bilimsellik, özgür düşünce gibi motivasyon kavramları hâlâ burjuvazinin tarihsel araçlarıdır. O araçları onun elinden alıp ona doğrulturken ona benzeşme, onun kültürel alanıyla ve o alanı tahkim eden epistemolojiyle uyuşma riski vardır ve bu risk zaten gerçekleşmektedir.

Sosyalistlerin yapması gereken şey, hâlâ burjuva uygarlığının patentinin silinmediği bu kavramlara göz dikmek değil, ezilenler cephesi mücadelesinin ortaya çıkaracağı olanaklardan bir aydınlanma motivasyonu üretmektir. Ancak Türkiye’de buna dönük bir düşünüm gerçekleştiği görülemiyor. Örneğin neden “sosyalist aydınlanma nedir?”, “Devrimci aydınlanmacılık nedir?” diye bir soru sorulmuyor? Neden böylesi soruların izinden gidilip “ezilenler cephesinin mücadele aydınlanması burjuva uygarlığının aydınlanmasına karşı ne olabilir?” diye düşünülüp tartışılmıyor. Bu soruları sormak, politik sorumluluk duygusuna sahip tüm sosyalist, devrimci öznelerin görevidir. Ve doğru soruları sormaya başladığımızda, Kant’ın yaptığı gibi, şimdiki zamanı, içinde bulunduğumuz güncelliği felsefî-teorik faaliyetimizde gündemleştirdiğimizde ve Hamann’ın yaptığı gibi, zayıfların yanında saf tutmamızı sağlayacak bir etik-epistemolojik kalkış noktası tutturduğumuzda, ezilenler cephesinin mücadelesinin aydınlattığı bir çağa uyanmış olacağız.

Ozan Çılgın
Aralık 2016

Dipnotlar:
[1] Aktaran Manfred Geier, Kant’ın Dünyası, çev. Erol Özbek, İletişim yay., 2009, s. 187. (Referans verdiğimiz kaynak, Kant’ın bu metninin ortaya çıkışı ve derginin hikâyesini ve döneme ilişkin verdiğimiz bilgileri mükemmel bir şekilde anlatmakta. Biz burada okuyucunun affına sığınarak kötü bir özet geçiyoruz.)

[2] Aktaran: Manfred Geier, a.g.e., s. 188.

[3] Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim Sayı 11, s. 17.

[4] Manfred Geier, a.g.e., s. 190.

[5] A.g.e., s. 17.

[6] A.g.e., syf. 17.

[7] A.g.e., s. 18.

[8] Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı yay., 2014, s. 164.

[9] Manfred Geier, a.g.e., s. 176.

[10] A.g.e., s. 202.

[11] A.g.e., s. 203.

[12] A.g.e., s. 204.

Kaynakça

Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim 11 (Aydınlanma Özel Sayısı), Temmuz 2000.

Manfred Geier, Kant’ın Dünyası, çev. Erol Özbek, İletişim yay., 2009.

Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı yay., 2014.

30 Ekim 2023

Hayat Normal Akışında Devam Etmiyor


1. İdeolojik Bir Aygıt Olarak Eğitim

“İstendik davranış değişikliği oluşturma süreci” olarak tanımlanan eğitim, insanın toplumsallaşma sürecinde doğumdan ölüme kadar kesintisiz şekilde devam eder. Eğitim sürecinin kendisi ideolojik bir programa sahiptir. Marksist yazında “ideolojik aygıt” olarak belirlenen eğitim, düzene uygun kafalar yetiştirmede önemli bir role sahiptir. Değerlerin aktarımında, düzene uygun alışkanlıklar ve hayat felsefesinin belirlenmesinde egemenler ve burjuvazi için eğitim kurumları, düzenin ideolojisinin zihinlere yerleştirildiği merkezlerdir.

İdeolojik aygıtların bir diğeri de dindir. Din; burjuvaziye ve egemenlere itaat edecek, sömürüye ve yozlaşmaya itiraz etmeyecek halkın oluşturulmasında eğitimin diğer bir bileşenidir.

Ülkemizde eğitim kurumlarının nicel ve nitel açıdan artırılması Cumhuriyet’in ilânından sonra hız kazanmıştır. Halkevleri, Millet Mektepleri, Köy Enstitüleri ve üniversitelerin açılması, Cumhuriyet’in ekonomik ve toplumsal idealleri çerçevesinde sanayileşmenin, Batı düşüncesinin ve ilerlemeciliğin güçlenmesi açısından değerlendirilebilir.

Çok partili hayata geçildikten sonra 27 Mayıs’a giden süreçte mevcut yönetime geliştirilen itirazlar önce üniversitelerde boy vermiştir. Öğrencilerin gösterileri sırasında Turan Emeksiz vurulmuştur. Batı merkezli 68 öğrenci hareketlerine göre erken bir dönemdir bu.

68 hareketinin yankılarının ülkemizde görülmeye başlaması, TİP’in Meclis’e 15 vekille girmesi, şanlı 15-16 Haziran işçi direnişleri, Kavel direnişi, ülkemizde sınıf mücadelesinin yükselişe geçip kitleselleşmenin hız kazandığı hareketlilik sürecidir. TİP deneyiminden sonra 71 kopuşu sınıfsız sömürüsüz bir düzenin kurulması yolunda üniversiteli gençliğin önemli atılımlarıdır. 12 Mart ve 74 Affı sonrası üniversite gençliği tekrar harekete geçerek, yoksul semtlerde işçilerle, tarlalarda köylülerle, fabrikalarda ve tersanelerde grevlerle sınıf mücadelesinin bayrağını yükseltmiştir. İnşaat işçisi bir proleterin paylaşımı bu noktada önemlidir: “Sola sempatim ve güvenim 80 öncesine dayanır. Çalıştığımız bir üniversite inşaatında ücretimizi alamamıştık. Üniversitenin solcu gençleri gelip bize destek eylemleri düzenleyerek ücretimizi almamızı sağladı.”

12 Mart’ın, gençliğin sınıf mücadelesine katılıp halka ve sınıfa uygun politika geliştirmesini baskılaması sadece birkaç yıllık bir dönemdir. Düzene uygun kafaların yetiştirilmesinde eğitim kurumlarının üstlendiği görev dikkate alınırsa gençliğin ülkenin dört bir yanına dalga dalga taşıdığı sınıf mücadelesi ve sosyalizm ideali 12 Eylül’e kadarki süreçte birçok grev, boykot ve hak arama mücadelesini geliştirdiğinden, egemenlerin ve burjuvazinin sömürülecek insan yetiştirme idealini ve programını engellemiştir. Üniversiteliler, demokratik bir üniversite ve bilimsel eğitim mücadelesini rektör seçimlerini boykot ederek, faşistlerin yurt baskınlarında onları püskürterek yürütmüşlerdir.

Faşist çetelerin yurt baskınlarında kafasına aldığı darbeden dolayı yaşamını yitiren bir genç de bugün yaşasa iyi bir şair olacak Arkadaş Zekai Özger’dir.

Üniversitelilerin mücadelesine destek veren akademisyenler de faşistlerin hedefi hâline gelerek katledilmiştir. Gençliğin önüne soğuk savaş yıllarının etkisiyle faşist çeteler çıkarılsa da sokakta, okulda, yurtta ve iş yerlerinde faşistlerin püskürtülmesi gençlik tarafından sağlandığından ve gerek Fatsa özelinde düşünüldüğünde egemenlerin ve burjuvazinin yaşadığı çaresizlik 12 Eylül darbesini getirmiştir.

Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı

Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler.
[Enver Gökçe]

Kenan Evren’in deyimiyle, “tıbbi bir müdahale” gerçekleşmiş ve artık sokak huzura kavuşmuştur! Daha adil bir düzende sömürülmeden eşit şekilde yaşamanın önüne çıkarılan her engel “tıbbi bir müdahale”dir egemenler açısından. Bu yüzden 12 Eylül sürecinde bilim adına(!) zindanlara atılan gençliğin beyni de “hastalıklı” kabul edildiğinden, ülkenin önde gelen sözde bilim insanları tarafından incelenmek üzere zorla müdahale gerçekleştirilerek ardından konferanslar verilmiştir.

İşte vurulmuş üniversite cesetleri
Fareler dolaşıyor gözbebeklerinde
Dişetlerinde böcekler
Sanat öfkeli-düşün açlık
Gençlik yaralı-bilim yokluk
Bir yanı stadyumlar dolusu
Diskotekler dolusu bir boşluk (…)
İşte vurulmuş üniversite cesetleri
Ve aydınlar
Ki el fenerleri tarihin
Kimi çekilmiş köşesine tükenmiş
Teslim bayrağını çoktan çekmiş
Kimi gecikmiş bir yargıda
Zulüm yasasının yargısı karşısında
Gülden bir demet inanç kesilmiş.
[Adnan Yücel]

12 Eylül, üniversitelerde lümpen ve apolitik(!) gençlik yaratmaya çalışırken sol görüşlü öğretmenleri ve akademisyenleri tutuklayarak, sürgün ve ihraç ederek sistem açısından ideal bir eğitim sürecinin başlamasına çabalamıştır. Bu çaresiz çaba, darbe sonrası 89 Bahar Eylemleri’nin, Taksim’de 1 Mayıs kutlama ısrarının etkisiyle egemenler açısından tekrar başarısızlığa uğramıştır.

90 sürecinde Sovyetler dağılınca emperyalizm ve burjuvazi için yaşanan sevinç çok kısa sürmüştür. Tarihin sonu daha gelmemiştir. Dünya solunda yaşanan moral düşüşüne rağmen ülkemiz işçi sınıfı, ezilenler ve üniversite gençliği tekrar sınıf mücadelesinin içindeki yerini almıştır. Bir yandan 12 Eylül’ün getirdiği yozlaştırma sürerken, kampüsler sınıf siyasetinin merkezine dönüşmüştür. Grevlerde, boykotlarda, 1 Mayıslarda üniversite gençliği güçlü bir dinamizm sergilemiştir. Yemekhane, yurt, ulaşım zammına yönelik protesto ve eylemler, gençliğin hak arama mücadelesinde önemli adımlardır. Ülkemiz solunun yaptığı hatalar ve egemenlerin baskısıyla 2000’li yıllar itibariyle üniversite gençliğinin sınıf mücadelesine katılımı zayıflasa da hak arama mücadelesinde önemli kazanımlar yaşanarak harç ücretleri kaldırılmıştır. Aynı şekilde, 1 Mayıslara ve Gezi’ye katılım sağlanmıştır.

Yazının başında belirttiğimiz husus olan eğitimin ideolojik aygıt olmasına dönecek olursak, 12 Eylül’ün eğitim alanındaki tahribatı dinselleşmenin hız kazanması ve sömürüye uygun sınıfın oluşturulmasıdır. Bugün Aydın’da KYK yurdunda kalan Zeren’in asansörde ölmesi ve birçok arkadaşının yaralanması bu sürecin sonucudur. Bugün üniversite birinci sınıf öğrencisi bir genç 2005-2006 doğumludur. Son 20 yılda eğitim alanında yaşanan dönüşümler dikkate alınırsa nasıl bir gençlik yaratılmak istendiği ve gençliğin nelere maruz kaldığı daha net anlaşılacaktır.

Araştırmalarda görüldüğü gibi okul öncesi yaştaki çocukların büyük çoğunluğu vakıflar adı altında tarikatların eğitiminden geçmektedir. Okullarda verilen eğitimin içeriği kaderci ve itiraz geliştirme bilincine sahip olmayan gerici zihniyetin güçlendirilmesine yöneliktir. Sabah karanlığında okula giden, 40 kişilik sınıflarda öğrenim gören, kantinden alışveriş yapacak harçlığa sahip olmayan, akşam karanlığında okuldan eve giden, okul dışında çalışan; sokakta tarikatların ve uyuşturucu çetelerinin, medyanın ideolojik manipülasyonuna maruz kalan öğrencilerin oluşturduğu kitle burjuvazi için sömürüye hizmet edecek bir sınıfın oluşmasına uygun hâle getirilmektedir.

MESEM projesiyle 5 gün çıraklık adı altında sömürülen lise öğrencileri altıncı gün okulda bir günlük ders görmektedir. Çocuk işçiliği ve sömürü bu şekilde gerçekleşirken sınıf mücadelesinden bihaber sendikalar bu duruma sessiz kalmaktadır. ÇEDES projesiyle okullara “manevi danışman” adı altında din görevlileri atanmaktadır. Bu kadar tarikatlaşmayla ve dinselleşmeyle iç içe geçen eğitim sisteminin misyonu emperyalizme hizmet eden burjuvaziye sömürülecek “ara eleman” yetiştirmektir.

Bazı sol çevrelerin iddia ettiği gibi laiklik öncelikle yaşam tarzı için gerekli değildir, laiklik başta eğitim ve işçi sınıfı için gereklidir, çünkü Soma maden ocağında alınmayan önlemler yüzünden katledilen 301 madencinin ölümü için “kader ve fıtrat” denilebilmiştir. Bu yüzden laik ve bilimsel eğitim sınıf bilincinin geliştirilmesinde olmazsa olmaz ilkelerdendir. Eğitimin geliştirilmesine yönelik mücadele bu yönde verilmelidir.

2. Üniversiteli Gençliğin Sınıf Mücadelesindeki Yeri ve Önemi

2000’li yıllardan itibaren daha da baskı altına alınan üniversite kadroları dini yapılara bırakılmıştır. Yoksul ailelerin çocukları bin bir güçlükle üniversite kazanıp sonraki süreçte yoksullukla boğuşmaktadır. Birçok öğrenciye yurt çıkmadığından, dini çevrelerin ve tarikatların yurtlarında kalmaya mahkûm edilmektedir. Yurt, öğrenciler için en temel barınma hakkıdır. Bugün büyükşehirlerde öğretmenler bir araya gelip zorla ev tutabiliyorken 3-4 öğrencinin birlikte ev tutma imkânı kalmamıştır artık. Aldığı burs ve kredi 1250 TL iken bu parayla bir öğrencinin yurt, yemek ve ulaşım ücretini karşılaması mümkün değildir, kaldı ki ders kitabı bile almakta zorlanan bölümler var. En ucuz yemeğin 100 TL’yi bulduğu şehirlerde öğrencilerin karnını doyurması lükse dönüşmüştür. Özel üniversitelerde okumayan öğrencilerin aileleri yoksul işçi ve emekçi insanlardan oluşmaktadır. Bu yüzdendir ki 2020’de Türk dili ve edebiyatı öğrencisi Sibel Ünli intihar etmiştir. Onu intihara sürükleyen düzeni oluşturan “makbul vatandaşlardan biri”(!) şu ifadeleri kullanabilmiştir: “Komünistin biri kendine destek olacak kimse olmadığı için intihar etmiş, attığı twit 1 lira ile yemek yer miyim, attığı alet akıllı telefon. Parasız kaldığı için intihar edeceğine kendisine yemek alacak arkadaşları da yok ailesi de, telefonu satıp karnını doyurabilirdi…”[1] Bu ses, bireysel bir aymazlık değil ideolojik bir söylemdir, tam olarak faşizmin sınıfsal açıklamasıdır, bu yüzden faşizm sömürü düzeninin bekçisidir.

Geçtiğimiz günlerde Anadolu Üniversitesi ilköğretim matematik öğretmenliği öğrencisi yaşadığı yoksulluk yüzünden yemekhane binasında intihar etti. Aynı günlerde Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde okuyup aynı zamanda çalışan bir öğrenci intihar etti. Benzer intihar girişimleri başka üniversitelerde yaşanırken Aydın’da KYK yurdunun asansöründe sıkışıp kalan öğrencilerden Zeren Ertaş yaşamını yitirdi. 16 kişilik asansöre 17 kişi binildiği iddia edildi. Bu ülkenin işçi emekçi ailesinin çocukları üniversite yurdunda önlem alınmadığı için ölebiliyor. Yüzlerce öğrencinin 24 saat kullandığı asansörün bakımı acaba kaç günde bir yapılmıştır? Asansörlerdeki azami yük kapasitesinin esneme payı ve yedek halatı bulunmalıdır ve bu durum dikkatten kaçırılmak istenmektedir.

Benzer ihmal ve önlem alınmayan süreç Aladağ’da yaşanmıştır. Köylerden ilçe merkezine okumaya gelen öğrenciler MEB’e ait yurtlar kapatıldığı için aileler/veliler yetkililer tarafından tarikat yurduna yönlendirilmiştir. Alınmayan önlemden kaynaklı çıkan yangında “Kız çocukları gece kaçmasın”(!) diye kapatılan yangın merdiveninin de etkisiyle çocuklar katledilmiştir. Yangında çocuklar kurtarılmadan mutfak dolabındaki eti kaçıran sömürü düzeni!

Yine Diyarbakır’da dini içerikli bir kursun yurdunda çıkan yangında çocuklar ölmüştür. Karaman’da dini bir vakfın yurdunda 60’a yakın çocuk tecavüze uğramıştır. Başka bir tarikatta 6 yaşındaki bir kız geçmişte “evlendirilmiştir”. Geçtiğimiz günlerde bir tarikatın ritüellerinde çocukların şişlendiği görüntüler ortaya çıkmıştır. Geçtiğimiz yıl 20 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara, ailesinin baskısı yüzünden kaldığı tarikat yurdunda yaşadıklarından dolayı bir video çekip durumunu açıklayarak intihar etmiştir. Onun intiharının ardından ailesi dini yapıya sahip çıkmıştır. Sömürü düzeninin devam etmesi için gereken ideolojik manipülasyon burada devreye girmektedir. Madenlerde, depremlerde, sellerde, yangınlarda, yurtlarda yoksullar katledilirken geride kalanlar fıtrat ve kader diye ikna edilmelidir! Bu yüzden laiklik en çok işçi sınıfı için gereklidir. Bu yüzden çevremizi her yandan kuşatan tarikat ve cemaatler sınıf bilincini baskılamak için vardır. 12 Eylül öncesi faşist çetelerin görevini bugün bunlar almıştır. Bu yapılara karşı verilecek mücadele, kimlik ekseninde değil, sınıf mücadelesi temelinde olmalıdır.

Zeren’in ölümünün ardından bir gün içinde yurdun her yanında üniversiteliler eylemler, basın açıklamaları, gece yürüyüşleri düzenlemişlerdir. Gece yürüyüşlerinde meşale yerine akıllı telefonlarının ışıklarını açarak yürümeleri her sınıf mücadelesinin kendi yöntemlerini geliştirmesi açısından önem arz etmektedir. Gençliğin tepkisizleştirilme ve intihar gibi sapma eylemine sürüklenme süreci tamamen sınıfsaldır. 

Ülkemizde bir zorluk yaşandığında gözden ilk çıkarılan yerler eğitim kurumları ve yurtlardır. Salgın ve deprem yaşanır, okullar ve üniversiteler kapatılarak yurtlar misafirhaneye dönüştürülür. Kış olimpiyatları düzenlemek için üniversiteye 2 ay ara verilir, yurtlar otele çevrilir. Nicel açıdan her şehirde onlarca üniversite açılsa da verilen eğitimin niteliği tartışmaya açıktır. 12 Eylül ile niteliksizleştirilen üniversiteler OHAL sürecinde akademisyenlerin ihracıyla daha vahim bir noktaya sürüklenmiştir. Parayla tez yazdıranlar akademide kadro alabilmekte, hiçbir bilimsel çalışması atıf almayan kişiler bilim insanı diye kadrolara yerleştirilebilmekte, kişiye özel kadro ilânı verilmektedir. Öğrenciler bu sözde bilim insanlarının tedrisatından geçmektedir.

İntihar vakalarında öğretmenlik bölümlerini okuyan öğrencilerin olması eğitim sendikalarını düşündürmelidir. Halkın öğretmeni olabilecek gencecik insanların intiharının tek nedeni sömürü düzenidir. Aynı şekilde geçtiğimiz günlerde Akkuyu inşaatında görüldüğü gibi mezun olduktan sonra inşaatlarda çalışmak zorunda kalan öğretmenler iş cinayetlerinde katledilmektedir. Yüze yakın öğretmen, ataması yapılmadığı için intihar etmiştir. Yüz bin öğretmen, ücretli öğretmenlik adı altında sömürülmektedir. 2015 sonrası süreçte üniversite gençliğinin baskı altına alınma sürecinin çeşitli nedenleri şu şekilde özetlenebilir:

- 2015 sürecine kadar ataması yapılmayan öğretmenler, ses getiren ve kazanım elde eden eylemler ve yürüyüşler yapmıştır. Bu tarih itibariyle kamuda yaşanan ihraçlar, sendikaların sürece atıl kalması, güvenlik soruşturması, mülakat, sözleşmeli öğretmenlik uygulaması öğretmenlik bölümleri okuyan öğrencilerde tedirginliğe yol açarak sendikaların da sürece sessiz kalmasının etkisiyle en demokratik ve anayasal eylemleri yapmaları engellenmiştir.

- Sadece OHAL sürecinde 300 binden fazla üniversite mezunu genç Avrupa ülkelerine göç etmiştir.

- Diğer bölümler özelinde düşünüldüğünde, sadece demokratik ve yasal bir eyleme katılan öğrenciler KYK yurtlarından atılabilmiş, okulla ilişiği kesilmiş, aldığı burstan yoksun bırakılabilmiştir.

- Gençliğin mücadele dinamiğini zayıflatan başka bir etken de sınıf mücadelesi gibi tarihsel görevini yerine getirmeyip kimlik mücadelesi ve liberal özgürlükçülüğün savunucusu rolü üstlenen sol çevreler ve sendikalardır. Sınıf hareketlerinde yaşanan tahribat gençlikte karşılığını bulmuştur. Salgın sonrası dönemde yüz yüze eğitim için büyükşehirlere okumaya gelen üniversite öğrencileri yurt çıkmadığı için parklarda yatma eylemleri düzenlemiştir. Bu eylemler, Anadolu’nun küçük şehirlerinde yurt ve üniversite kapısı önünde yatma protestosuna kadar varmıştır, fakat sol ve eğitim sendikaları sürecin gelişmesine katkı sağlayamamıştır.

Öğrencilerle öğretmenlerin sorunları ortaktır. Her ikisi de barınma sorunuyla karşı karşıyadır. Barınma sorunu noktasında öğretmenler, memurlar, öğrenciler, işçiler ve emekçiler birleştiğinde kazanım elde edecektir, fakat son 3 yıllık süreçte ne KESK ne DİSK ne TMMOB ne İHD ne de TTB bu sorunu çözebilecek adımlar geliştirebilmiştir.

Parklar, son dönemde sınıf mücadelesinde birleşmede önemli mekânlara dönüştüğünden hem imara açmada hem halkın birleşip mücadele etmesinin önüne geçmede park sayıları azaltılmış ve yeni parklar yapılması engellenmiştir. Bu yönüyle TMMOB’un buna yönelik politikalar geliştirmesi önemlidir.

KESK ve DİSK, barınma hakkı ve konut krizi konusunda ortak bir miting-yürüyüş bile düzenleyememiştir. Bugün küçük şehirler de dâhil en ucuz kira 10 bin liradır. Açlıkla boğuşan öğrencinin sorunu TTB’yi, yurt çıkmadığı için parkta yatan ve intihar eden öğrencinin sorunu başta Eğitim-Sen olmak üzere eğitim sendikalarını ve KESK’i, yurtların artırılması konusu TMMOB’u, hem okuyup hem çalışan öğrencinin sorunu DİSK’i, tüm bu sorunların toplamı olan yoksulluk İHD’yi ilgilendirmektedir, ama bu kurumlar tüm bu süreci tribünden izlemektedir.

Boğaziçi Üniversitesi’nin rektör seçimi sürecinde de görüldüğü gibi gençliğin atacağı her adım sınıf mücadelesine güç katacaktır, ama gençlik, sol çevreleri ve sendikaları yanında görememektedir.

3. Çözüm Sınıf Mücadelesindedir

İntihar, bir sapmadır ve son yaşanan intiharlar sınıfsal düzlemde değerlendirilmelidir. Arabesk kültürdeki kol jiletleme gibi yayılan bir etkiye sahiptir. Burjuva ideolojisinin iddia ettiği gibi varoluşçu bir temeli yoktur, çünkü varoluşu anlamlı kılan ve özü/yaşamın anlamını güçlendiren değerler kapitalizmde mevcut değildir. Birkaç yıl önce yoksulluktan kaynaklı siyanürle intihar eden aileler ve insanlar karşısında çözüm diye sunulan şey, siyanür satışının yasaklanması olmuştu.

Çözüm, sınıf mücadelesinin geliştirilmesinden geçmektedir. İnsan yaşamının en verimli ve dinamik dönemi gençliktir. Aynı zamanda bir ülkenin tarihi gençlerle yazılmaktadır. Ülkemiz gençliğinin sınıf mücadelesi konusundaki deneyimi, fedakarlığı ve yarattığı değerler çok güçlüdür. 12 Mart, 12 Eylül ve OHAL süreçleriyle her ne kadar baskılanmaya çalışılsa da yaşamın kendisi sınıfsal çelişkilerle yüklüdür ve ülkemiz gençliği bunu aşacak dinamizme sahiptir.

Yaşadığımız sömürü düzeninde çelişki iki sınıf arasındadır, sınıflardan biri lehine çözülmek zorundadır. Öğrenciler ve üniversite gençliği, bu ülkenin işçi ve emekçi ailelerinin çocuklarıdır, bu yüzden yaşadıkları kuşatma sınıfsaldır. Gençliğin çıkış yolu, ekonomiden politikaya kadar kapitalizmle mücadele etmekten geçmektedir.

Dayanışma, geliştirilen yoldaşlık ve dostluk ilişkileri sadece sınıf mücadelesinde mevcuttur. Bugün gençliğe yaşam diye sunulanlar; umutsuzluk, güvencesizlik, işsizlik, gelecek kaygısı, depresyon, bencillik, narsisizm, yaşam tarzı özgürlükçülük, ırkçılık, mezhepçilik, uyuşturucu, hazcılık ve kimlik mücadeleleridir. İşçiler, emekçiler, köylüler, ezilenler ve öğrenciler olarak sorunlarımız ortaktır ve çözüm yolumuz da sömürü düzenine karşı birleşerek mücadele etmekten geçmektedir.

Gençliğe egemenlerin ve burjuvazinin propaganda ettiği “Siyaset yapmayın, siyasetten uzak durun!” ajitasyonu temelsiz bir telkinden ibarettir, safsatadır. Yaşanılan ekonomik sorunların ve depresyonun kaynağı politiktir, çünkü yoksulluğun kendisi bir travmadır ve aşılmaya mecburdur. Daha yakın dönemde motokuryeler (Trendyol işçileri örneğinin gösterdiği gibi) ve çeşitli iş kolları direnerek haklarını elde etmiştir. Daha önce değindiğimiz gibi üniversite harçlarının kaldırılması öğrencilerin mücadelesiyle kazanılmıştır. Tüm kesimler, sınıflar, çeşitli iş kolları kazanım elde eden mücadeleler vermektedir, fakat en önemli sorun, hepimiz sınıf hattında birleştirecek politikayı geliştiremeyen sendikalardadır.

Son söz olarak laik, bilimsel eğitim ve özgür-demokratik üniversite mücadelesini vermek gibi tarihsel zorunluluğa ve göreve sahip Eğitim-Sen sürece sessiz kalmayarak öğrencilerin tepkilerini sınıf mücadelesinde birleştirerek savunduğumuz ilkeyi söylemde bırakmayıp pratikte de hayata geçirerek gençliğe ve sınıflar mücadelesine umut olmalıdır. Nasıl ki Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlük seçimlerinde öğrenciler hocalarının yaşadığı haksızlığa bedel ödeyerek dayanışma gösterip direndiyse bugün de eğitimciler olarak Eğitim-Sen ve çeşitli iş kolları sendikaları aracılığıyla gençliğin direnişine destek vermeliyiz. Kendiliğindenciliğe bağlı kalmamalıyız.

Her şeyden önce ailelerin ve eğitimcilerin emeğinin sonucu olan gençlik sömürü düzeninin çarpıklığına feda edilmemelidir. Sınıf mücadelesi yolunda atılan her adım tıpkı domino taşı etkisi gibi yayılacak zemine sahiptir ve süreç buna müsaittir. 68 sürecinde üniversitelerde başlayan demokratik eylemler sınıf mücadelesini güçlendirmiştir, bugün de tüm kesimlerin birleşerek sömürü düzenine karşı mücadele etmesi yine üniversite gençliğinin ilk domino taşını devirmesiyle gerçekleşecek atmosfere uygundur. Umutsuzluk yaşamın doğasına aykırıdır, şafağa en yakın an gecenin en karanlık olduğu zamandır. Bu insanlık dışı sömürü düzenine karşı mücadele etmek bir tercih değil tarihsel bir zorunluluktur.

UMUTSUZLUK YASAK

Kar dalları örttü.
Kavruldu en yamanı çiçeklerin.
Kalbim katlan bunlara,
Çünkü kıştır yaşanılan
Amansız, limansız bir kış
Ve sarılmışız dört bir yandan.

Ama düşün kalbim!
Düşün kavgayla kazanılacak baharı
Direnen, adressiz yaşayan dostları.
Fışkıracak ekinleri
İlkyazla karlar altından.

Ve doludizgin geçerek
Her acıyı bir sevinçle
Yolu yok kalbim
Sağ çıkacağız bu acılardan.

Çünkü umutsuzluk yasak!
Yılgın türküler söylemek de.
Çünkü yürüyor umudun ordusu
Umutsuzluğu umutla yenerek.”
[Metin Demirtaş]

NOT: Yazımızın başlığı, Zeren için Kadıköy İskelesi’nde basın açıklaması yapan öğrenciler yürüyüşe geçtikleri sırada vatandaşların düzeni bozulacağı gerekçesiyle engellendiklerinde bir öğrencinin “Hayat normal akışında devam etmiyor, 4 arkadaşımız katledildi!” sözünden alınmıştır.

S. Adalı
29 Ekim 2023

Dipnot:
[1] “Sibel Ünli İçin ‘Telefonunu Satıp Karnını Doyurabilirdi’ Diyen Adam İşten Atıldı”, 6 Ocak 2020, Diken.

29 Ekim 2023

,

Amele ve Rençberin Cumhuriyeti


Türkçede Türkiye’de Komünizmin Kaynakları ismiyle yayımlanan kitabın yazarı George Harris’in Amerikan istihbaratına çalıştığına hiç şüphe yok. Bu tür isimlerin inşa ettikleri teorik ve ideolojik zeminin Amerika ölçü ve ölçeğinde inşa edilmiş “Türk devleti”ne hizmet sunduğunu görmek gerekiyor. O zeminde hareket edenler ve düşünenler de o devlete dolaylı olarak hizmet ediyorlar.

George Harris, kitabında şu tespiti yapıyor:

“Komünizm, tabii ki Türkiye’de bir kitle hareketi hâline gelmeyi hiçbir vakit başaramadı. Ama bağımsızlık mücadelesinin ilk aşamalarında bir noktada komünistler, neredeyse iktidarı almanın eşiğine geldiler.”[1]

Komünist hareketin “Anadolu’daki devrimci hareket bünyesinde önemli bir devrimci güç hâline gelmiş olan kesimlerle özel bir ilişki kurduğunu” iddia eden Harris, bu gelişme neticesinde “Ankara rejiminin ve Atatürk’ün yeni gelişmekte olan komünist hareketi kontrol altına almak için ‘resmi’ Türkiye Komünist Partisi kurmak zorunda kaldığını” söylüyor.

Devamında da şu değerlendirmesini aktarıyor:

“Komünizmin yayılmasına, Atatürk’ün General Harbord’a güvence sunduğu önceki ifadesinde dile getirdiği gibi, İslam’ın doğal niteliği ya da Türkiye’nin toplumsal yapısı mani olmadı. Bilâkis, bu tehdidi durdurmak için bu yönde kararlılıkla hareket eden milliyetçi rejimin zora dayalı eylemine ihtiyaç vardı.”[2]

“Milliyetçi rejim”in uyguladığı zor ve kurduğu resmi TKP, o havuç ve o sopa, komünist hareketi hizaya soktu. Köksüzleştirdi. Sonraki kuşaklar, George Harris, Tevetoğlu, Mete Tunçay gibi antikomünistlerden öğrendiler tarihlerini. Kimse, iktidarın eşiğine nasıl gelindiğini ve eşikte nelerin kurban edildiğini sorgulamadı. Tüm hareket, ilerleme tanrısı adına başbuğun ardına sıralandı, onun gölgesine sığındı. Solculaştı. CHP uzantısı hâline getirildi. Şefleri bir bir ajanlaştırıldı. 12 Eylül sonrası halk hareketi ve işçi hareketi bir emirle CHP ağalarına teslim edildi.

O güvenceler, Amerikan başkanı Wilson’ın Anadolu’ya gönderdiği kişiye sunulmuştu. Tevetoğlu’nun bu generale tercümanlık yapan kişinin tanıklığından aktardığına göre Harbord, “bölgede hesaba katılacak tek ciddi kuvvetin Mustafa Kemal Paşa’nın başbuğluk ettiği Anadolu’daki Milli Mücadele kadrosu olduğunu” düşünüyordu.[3]

Çünkü Paşa, kendisine şunları söyleyen kişiydi:

“Bolşevikler konusuna gelince: bu öğretiye ülkemizde asla yer yok. Dinimiz ve geleneklerimiz yanında toplumsal örgütlenme tarzımız da bu öğretinin burada uygulanmasına kesinlikle uygun değil. Türkiye’de ne büyük kapitalistler ne milyonlarca zanaatkâr ve işçi var. Diğer yandan, bizde bir tarım sorunu da yok. Nihayetinde toplumsal açıdan bakarsak, bizdeki dini ilkeler, bolşevizmin burada benimsenmesi ihtimalini ortadan kaldırıyor.”[4]

Görünüşe göre, bugünün sosyalistlerinin laik başbuğu, Amerikan emperyalizmine bolşevizmi İslam’la durdurma sözü veriyor. Tehdit savuşturuluyor. Hasbelkader güçlenen Müslüman iradeyi kontrol altında tutacak bekçilik görevini ise sosyalistler üstleniyorlar. Onlar bu görevi, işçiden köylüden değil, bağlı oldukları ordudan alıyorlar. O görevin sınıfsal niteliğini ve içeriğini hiç sorgulamıyorlar. “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” kuralı uyarınca hareket ediyorlar.

Çünkü sosyalist hareketi küçük burjuvazi yönetiyor. Küçük burjuvazi, işle ilgilenmiyor, işçileşmiyor, işin başı ve sonu olmayı istiyor. Hep efendilerince ihtiyaç duyulacak yerde olmayı arzuluyor. Kendisine her daim kahyalık ve bekçilik görevi veriliyor. Dünyayı ve hayatı bu görevin penceresinden bakarak okuyor.

Onun dün olduğu gibi bugün de bölgedeki Siyonizmin, ülkedeki Kemalizmin peşinden gitmesinin sebebini burada aramak gerekiyor. Siyonizmin ve Kemalizmin kuyruğuna takılarak aldığı yolu devrimci yol zannediyor. 

Siyonizmin Siyon’la, Kemalizmin Kemal’le bir alakası yok. Bunlar, küçük burjuvaların efendiler için, onlara hoş görünmek adına imal ettikleri ideolojiler. 

Siyonizmle ve Kemalizmle hesaplaşmayan komünist hareket, emperyalizme ve kapitalizme kul ve köle oluyor. Tam da bu kahyalık ve bekçilik bilinciyle, bugün Kürt, Kürdistan’ı emperyalist sermayenin elindeki devlete; sosyalistler, sosyalizmi devletin elindeki sermayeye kurdurmak istiyor. Kâhya ve bekçi, işçinin, mazlumun, köylünün, yoksulun iradesini asla tanımıyor, önemsemiyor. O irade vücut bulmasın diye çabalıyor.

Bugün bir HDP’li vekil, “Kusura bakma Filistin, biz de işgal altındayız” yazılamasını paylaşıyor. Yazılamanın kaynağının Zafer Partisi olmasıyla hiç ilgilenmiyor. Liberal Kürt, faşist Türk ile aynı telden konuşuyor. 

Ümit Özdağ, Meral Akşener, Uğur Dündar, milliyetçi hareketin Siyonizmle iltisaklı olduğunun kanıtı olarak konuşuyor. Dündar, o sebeple Hiram Abas’la atış talimleri yapıyor. O kurşunlar, Kudüs'ü işgal edenleri koruyor.

Avrupa kentlerinde İsrail’le dayanışma mitinglerine Barzaniciler ve İran şahı yanlısı kişiler birlikte katılıyorlar. İsrail, bir kurtuluş vaadi, bir tür özgürlük vahası olarak takdim ediliyor, satılıyor. 

Bir dönem Bolşevik tehdidini savuşturmak için siperlere sürülen yoksul mazlum Müslümanların tepesine bugün ilerleme ve liberal pazarlar adına, bombalar yağdırılıyor. Gazze, Dersim’le kardeş şehir olduğunun bilincinde olmadan yakıyor ağıtını.

Bu zulmün üzerine örülecek şal, sosyalistlerin elinden çıkıyor. Eski TKP’li, sonrasında Lazlığını pazara çıkartıp satarak dünyalığını biriktiren şarkıcı Fuat Saka, Cumhuriyet Marşı besteliyor.[5] Şarkının sözleri sosyalistlerin elli yıllık tarihini özetliyor. “Devrimlerin halkıyla buluşması bu.” Dökülen kanın, sömürülen terin üzerine eşitlik-özgürlük-laiklik desenleriyle örülü bir şal örtülüyor. Bunu sosyalistler yapıyor. Sosyalistler, Celal Şengör ve Müjdat Gezen gibi heykellerle konuşup sahiplerine yalvarıyor.

Sosyalistler, Cumhuriyet’i ve yüzüncü yılını kutlarken, onun Kemalizmin eğretilemesi, mecazı olduğunu çok iyi biliyorlar. Aslında utangaçça Kemalistleşme süreçlerini ve elde ettikleri mevzileri kutluyorlar. Aldıkları siyaset iznine seviniyorlar. Sosyalistler, elli yıldır Kemalizmin devrimlerine aşağıdan kitle örmek, “halk” inşa etmek için uğraşıyorlar. Sınıfsal olarak komünist hareket, bu sosyalistlerle ve şefleriyle dövüşmeden yol alamayacağını görüyor.

Son dönemde komünist partiler, “Avrupa Komünist İnisiyatifi” adı altında bir birlik kuruyorlar. Bu birlik, Eylül ayı içerisinde Rusya meselesi yüzünden bölünüyor ve kendisini feshediyor.[6] Tartışmanın bir tarafında Büyük Britanya Komünist Partisi (ML), diğer tarafında Yunan Komünist Partisi duruyor. YKP, Rusya’nın da “emperyalist” olduğunu söylüyor, tüm cehaletiyle ve Marksizme-Leninizme küfrederek. Partinin son belediye seçimlerinde bir iki yer kazanmasını, aldığı bu konumla ilişkilendirmek gerekiyor.

Ukrayna konusunda TKP de YKP’nin kuyruğuna tutunuyor. Donbas’taki direnişe küfreden bir tutum alıyor. O da önümüzdeki seçim süreci için şimdiden Defne’ye yükleniyor. Kendisine belediye meclis üyeleri armağan ediliyor. TKP, efendilerinin kendisine vereceği koltuklar için şimdiden avuçlarını ovuşturuyor. Bu yüzden bugün Boyner reklâmı gibi konuşuyor, “Cumhuriyet cumhuriyet gibi yaşansın istiyor.” Bugün tüm bankaların reklamlarında sosyalistlerin sloganları çınlıyor. 

Cumhuriyet, proleter devrimi toprağa gömsün diye bu ülkedeki TKP’nin başına normal koşullarda ancak vasat bir reklâm şirketinde metin yazarlığı yapabilecek biri oturtuluyor. Bu kişi, tüm Kemalistliğiyle, biri binmiş gibi satmayı, azı çok göstermeyi, reklâmcı metinleri döşenmeyi, sahneye çıkıp kötü oyunculuğuyla şov yapmayı görev belliyor. Partisi, en fazla, sermayeye sitem edip “ya artık bu gericileri desteklemeyin n’olur” diye yalvarmaktan başka bir işe yaramıyor. Partisi, biri binmiş gibi göstermeye çalışırken, her seçim döneminde sıfırları birin yanlış tarafına koyuyor!

Çünkü bir düşman olarak George Harris, doğru söylüyor. Bolşevik hareketi “zora dayalı eylemler durduruyor.” Komintern toplantılarında o zora zorla karşı koymayı tartışanlar tasfiye ediliyorlar. Zora karşı zor örgütlemeyi düşünen kimse kalmıyor. O düşünce, siliniyor. Zora olan ihtiyaç da hükmünü yitiriyor. 

Partinin kuruluş tarihi, 10 Eylül’den, bir çiftlik sahibinin Ankara’da arkadaşlarını topladığı toplantının tarihine çekiliyor. O çiftlikte Kemalizmin sosyalizme giden yolu açtığına dair teoriler üretiliyor. Sonrasında komünistler ve sosyalistler, Kemalizmi temellük etmek, onun boyasıyla boyanmak, onun ipine tutunmak için uğraşıyorlar.

Bölgede Siyonizm, ülkede Kemalizm şahsında somutluk kazanan küçük burjuva ideolojisi, komünist hareketi teslim ve esir alıyor. Kendi suretinde yeniden imal ediyor. “Birinci İsrail” olarak Türkiye, “İkinci Türkiye” olarak İsrail, komünist hareketin içeriğini ve biçimini de belirliyor. Sol şahsında bu ikisi konuşuyor.

Demek ki monarşi tarihinden sürekli öcü gibi bahsetmenin, olmayan tehdit ve tehlike üzerinde durmanın, kendisini sürekli o monarşi tarihine ve Osmanlı’ya göre kurmanın sebebi bu. Menşevikler, her Osmanlı, gericilik, yobazlık vs. dediklerinde birilerine hâlen daha işlevli ve gerekli olduklarını hatırlatmanın derdinde. İnanmadıkları şiirleri sarhoş narası gibi okumayı ilericilik ve devrimcilik sanmaya devam ediyorlar.

Oysa tersten bakıldığında, bu kadar laiklik yaygarası kopartılmasından, ülkede laikliğin tehlikede olan en son şey olduğunu anlamak mümkün. Zira Erdoğan, en az Alper Taş, Kemal Okuyan ve Erkan Baş kadar laik!

Esasında sosyalist şefler, “yaralı parmağa işemeyecek” tıynette kişiler. Herhangi bir davaya işçi ve yoldaş olacak, kan ve ter dökmeyi göze alacak kişiler değiller. Dolayısıyla, bunlar “laiklik” diye bağırıyorsa demek ki laiklik hiç tehlikede değil. Onlar, aslında başka bir görev dâhilinde kendilerine ihtiyaç duyulması için uğraşıyorlar. İş ve görev dileniyorlar.

Bu kişilerin derdi, “döktükleri kan-terleri hak etmek, işledikleri işe ve toprağa sahip olmak, memleket ve hükümet işlerini ellerine almak isteyen amele ve rençber milleti”nin[7] iktidarını kurmak değil. “Halkın sırtından geçinen ve cumhuriyet denilen hükümet biçimi”ni muhafaza ve müdafaa etmek, o geçimden pay almak. O nedenle, bugünün TKP’si, “biz yüz yıldır cumhuriyet için çalışıyoruz” diyor, o kâr oranları için kahyalık ve bekçilik yapıyor, Mustafa Suphi ise “yaşasın Türkiye amele, rençber ve askerlerin hükümet ve cumhuriyeti” diye haykırıyor.

Suphilerin yoluna yoldaş olanlar, işçileşmeyi, kolektifi; davayı ve kavgayı işçileştirip kolektifleştirmeyi bilenlerdir. Onlar, amele ve rençber için yol açmayı bileceklerdir.

Burjuvanın devletine uşaklık eden sosyalistlere ise tek bir şey söylenebilir: “Cumhuriyet bayramları kutlu olsun!”

Eren Balkır
28 Ekim 2023

Dipnotlar:
[1] George Harris, The Origins of Communism in Turkey, Hoover Institution Publications, 1967, s. 7.

[2] A.g.e., s. 7.

[3] Dr. Fethi Tevetoğlu, “Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi Tanık ve Tercümanı: Prof. Hulûsi Y. Hüseyin (Pektaş)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt 4, Sayı 10, s. 201.

[4] Aktaran George Harris, a.g.e., s. 3.

[5] “Cumhuriyet’in 100. Yıl Marşı”, 26 Ekim 2023, Birgün.

[6] “On the Termination of the Activity of the European Communist Initiative”, 11 Eylül 2023, CWPE.

[7] Mustafa Suphi, “Saltanattan Sonra”, 28 Haziran 1920, İştiraki.