31 Ekim 2023

Sol Aydınlanmacı mıdır?

Kant’ın Aydınlanma Nedir? Metni Üzerinden Bir Deneme:
Sol Aydınlanmacı mıdır?


Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt, Kant’ın 1784 tarihli bir metni. Metin, o vakitler aylık olarak yayınlanan Berlinische Monatsschrift dergisinde yayımlandı. Derginin dayandığı kolektif, ilginç. İçinde Kant’ın öğrencisinin ve okul arkadaşlarının da bulunduğu “Çarşamba Derneği”, derginin dayandığı insan gücünü oluşturmakta ve derneğin umumi yayın organı olarak faaliyet göstermekte. Dernek, kraliyet bürokratları, hukukçular, politikacılar, filozoflar gibi mektepli ve üst sınıf insanlardan müteşekkil. Amacı, bir araya gelip karşılıklı fikir alışverişi, özgür tartışma, sunum gibi etkinliklerde bulunmak. Elbette dönemin aydınlanma düşmanı unsurlarına karşı da bir fikir cephesi oluşturmak. Özellikle özgür düşüncenin düşmanları olarak belirledikleri Cizvitler, kripto Katolikler ya da batıl inanç ve ruh çağırıcılığı gibi aktivitelerin kültür üzerindeki etkilerine karşı aydınlanma hattını kendi aralarında tahkim etmek. Öyle ki toplantıları kapalı gerçekleşmekte ve toplantılarda okunan elyazmaları gizli tutulmakta. İlk sayılarının önsözünde program hedeflerini şöyle dile getiriyorlar:

“Doğruluktan yana gayret, yararlı Aydınlanma’nın yaygınlaştırılmasına ve yozlaştırıcı yanılgıların kovulmasına duyulan sevgi ve hiç de yararsız olmayan bir girişimin inancı.”[1]

Dergi, “Aydınlanma Nedir?” sorusunu soruyor ve her sayıda farklı bir yazarın soruya karşılık verdiği metni yayınlıyor. Sorunun çıkış kaynağı da ilginç. Derginin kurucularından birisi ve hukukçu Johann Eric Biester, o dönemin ihtilaflı konularından birisi olan Hristiyan ve burjuva evlilik arasındaki ilişkiye dair ruhbanlar olmadan da nikâh kıyılabileceğini savunmakta. Yetişkin insanlar arasındaki böylesi bir birlikteliğe dair sözleşmede araya din adamının girmesi ve ruhbanın işe karışması, lüzumsuz. Bu konuda devletin yasası yeterli ve bağlayıcı. Ancak buna Protestan rahip Zöllner karşı çıkmaktaydı. Evlilik gibi bir konu, ona göre başka her şeyden daha çok dinin onayına muhtaçtı ve bu dini kutsamayı reddetmek örf ve adetlerin yozlaşmasına delalet ediyordu. Aydınlanma adı altında dinin değerini azaltmak ve insanların kafasını karıştırmak sorumsuzcaydı ve Zöllner ekliyordu:

“Aydınlanma nedir? Herhâlde aydınlatmaya başlamadan önce, neredeyse hakikat/doğruluk nedir sorusu kadar önemli olan bu soruyu cevaplamak gerekir! Oysa hiçbir yerde cevaplandığına rastlamış değilim!”[2]

İşte tartışmayı başlatan soru bu. Ve dergi, bu soruyu takip ederek her ay bir yanıtı yayımlamakta. Ancak soru, hem bu denemenin devamında ele alacağımız Kant’ın metnini hem de Kant’a bambaşka bir açıdan yaklaşan Johann Georg Hamann’ın çıkışının nedeni olması bakımından tarihsel bir önemi haiz. Bugün hâlâ bu soru ve bu soruya verilen yanıtlar çerçevesinde belirlenen kültürel ve politik pozisyonlar göz önüne alındığında, sorunun tarihsel güncelliğini koruduğundan kolayca söz edebiliriz.

Aydınlanma Nedir?

Ve bu soruya Kant, 1784 yılında Berlinische Monatsschrift’in Aralık sayısında yanıt veriyor. Herhangi bir Kant skoları için bu metni Kant’ın teorik felsefesi karşısında belirli bir yere koymak zor gibi görünebilir.

Resmî felsefe tarihi, modern felsefeyi Descartes’la başlatır. Aslında bunu “Felsefe Tarihi” çalışmasında söyleyen Hegel’dir, ancak resmî felsefe tarihi içinde resmi bir düşünce hâlini de almıştır. Tabii ki itiraz edeni de vardır. Modern felsefenin Descartes’la başlatılmasının sebebi, onun düşünen öznellik olarak içeriklendirdiği özne metafiziğini felsefenin gündemine taşımış olmasıdır. Antik dönemi dışarıda bırakmak kaydıyla, koca bir ortaçağdan sonra varlığın düşünme aracılığıyla insan tözüne yüklenmesi fiiline, yani insanın herhangi bir aşkınlık düzleminde filtrelenmeden özneleşmesinin premature hâline Descartes’ta şahitlik etmiştir tarih. Bu yolun sonunda bilim yapan, doğayı şekillendiren ve ona hâkim olan, teknik üretici gücünde muazzam bir sıçramanın yaratıcısı olan özneleşmiş insan belirmektedir.

Ancak “modern felsefe cismini Kant’la bulmuştur” dersek fazla ileri gitmiş sayılmayız. Çünkü Descartes, düşünen öznellikle dolu olduğu kadar skolastikle de doludur. Ancak Kant felsefesindeki özneleşme bu safralardan kurtulmuş görünmektedir. Artık tüm zihinsel yetileri ve olanaklarıyla masaya yatırılmış ve çözümlenen bir özne söz konusudur. Bu özne, anlama yetisiyle iş gören ve aklının sınırlarının farkında olan ve bu sınırları aşmanın ona herhangi bir epistemolojik faydası olmayacağının bilincinde olan, tam anlamıyla modern bir öznedir. Bundan dolayı Aydınlanma Nedir? metninde kendi aklını kullanmaya cesarete davet edilen özne, Kant’ın teorik felsefesinde olanaklı deneyimin sınırlarını aşan sorularla meşgul olmaması için kendisine epistemolojik sınırlar çizilen özneyle aynı kişidir. Kant sorunun yanıtını daha ilk paragrafta verir:

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! [‘Aklını kullanma cesaretini göster!’] sözü şimdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.”[3]

Ergin olmama olarak çevrilen kelime, metinde Unmündigkeit şeklinde geçiyor. Yani reşit olmama ve hukukta vasilik gerektiren durumu ifade etmekte. Bir nevi çocukluk. Kant için Aydınlanma demek, insanın bu durumdan kurtulması. Aslında çıkışın ta kendisi, çünkü Kant’ın metinde Ausgang sözcüğünü kullandığını görüyoruz. Yani bir binadan, mekândan çıkmak gibi bir şey.

“Kendi suçuyla düşülen reşit olmama konumu. Aydınlanma bir durum değildir. Yetişkin insanlara artık yaraşmayan bir durumdan “çıkış” imkânı veren bir süreçtir. Kant, insanın rüştünü ispatladığını söylemez. Reşit olmama durumunun hâkim olduğunu tespit eder ve aynı zamanda, bu durumdan sıyrılabilmenin zamanının geldiğine işaret eder. Kavram, tarihi bakımından ilk önce hukuki majorennes (reşit olmak) terimine başvurmuştur. Roma hukukundaki majorennitas kavramı, çocuğun babasına bağımlılıktan ve onun desteğine muhtaç olduğu durumdan kendini kurtararak kendi varlığını sürdürmeye muktedir olduğu durumu tanımlar.”[4]

Kant’ın temel olarak vurguladığı nokta, bireyin aklını tamamıyla kendi kendisine dayanarak, herhangi bir dışsal noktadan yardım ya da icazet almadan kullanması. Kant, bu sürecin ortaya çıkmamasını aydınlanmamış birey, insan olarak kurguluyor. Ancak suçun bizzat yine insanın kendisinde olduğunu görüyoruz. Yani insan bu ergin olmayışa bizzat kendi suçu ile düşüyor. Kant’a göre, insanı bu suça düşüren iki neden var. Bunlar da korkaklık ve tembellik. Yani insan, genellikle korkak olduğu için aklını kullanma cesaretini gösteremiyor ve tembel olduğu için de bu teşebbüse yeltenmiyor.

“Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.”[5]

İlginçtir, Kant insanın aklını başkalarının kılavuzluğuna bırakmasını kitap, din adamı ve doktor üzerinden örneklemekte. Bugün hâlâ insanların bu üç noktada, yani düşünme, vicdan ve sağlık konularında pek de farklı bir pozisyon edindikleri söylenemez. Kant için bu ergin olmama durumundan kurtulmak çok zordur, çünkü bu, neredeyse insan için ikinci bir doğa hâlini almıştır. Hatta insan ona göre bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir. Bu durumdan dolayı insan aklını kullanma bakımından ehliyetsizdir, çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine izin verilmemiş, bunu yapmaya hiçbir zaman imkân bulamamıştır. Aslında tam bu noktada Kant’ın başta vermiş olduğu tanımla çeliştiği gözlemlenmektedir. Çünkü Kant, kalkış noktası olarak belirlediği tanımda suçu bizzat insanın kendisine atmıştır, ancak devam eden üçüncü paragrafta insanın böylesi bir durumdan kurtulmasına izin verilmediğini belirtmektedir. Bunun nedeni olarak da dogmalar ve kuralları görür.

“Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle, kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar.”[6]

Öyleyse Kant’a burada sormak gerekir. İnsanın seve seve ve bile isteye içine düştüğü bu ergin olmama durumu onun suçu mudur, yoksa dogmaların ve kuralların belirlediği koşulların mı? Kant’ın metindeki bu kırılma noktasıyla ilgili devamında bir hesap verdiğini görmüyoruz. Biz de devam edelim.

Kant, kamunun (Das Publikum) kendi kendisini aydınlatmasını daha olanaklı görür. Çünkü kitlede, yani kamuda her zaman bağımsız düşünebilen öncülerin mutlaka olacağını ve bu bağımsız düşünen insanların kamuyu aydınlatacağını savunur. Kant, aydınlanma için özgürlükten başka bir şeyin gerekmediğini ve bu özgürlüğün özgürlüklerin en zararsızı olduğunu söyler. O da aklı her yönüyle ve her bakımdan, çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğüdür. Yani aklın aleni, açık kullanımı (öffentlichen gebrauch). Burada Kant’ın belirlediği temel bir ayrıma geliyoruz. Aklın aleni, açık, kamusal kullanımı ve aklın özel kullanımı.

Kant, özgürlüğün sınırlanışına karşın, böylesi bir ayrım yaparak ölçü belirlemeye çalışır. Ona göre, aklın kamusal kullanımı tamamıyla özgür olmalıdır ve aydınlanmayı getirecek olan kullanım da budur. Çok basitçe söylersek, toplumsal düzenleniş içerisinde insanların edindikleri pozisyonun gereklerini sorgulamadan yerine getirmek aklın özel kullanımıdır. Ancak bu pozisyona yönelik kamusal eleştiri, yani kamuya dönük o pozisyonla ilgili yapılan açık, aleni eleştiri aklın genel kullanımıdır ve bu kullanımın sonuna kadar, özgürce yapılması insanlara aydınlanma getirecektir.

Memur, işini en iyi şekilde ve sekteye uğratmaksızın yapmalıdır, bu aklın özel kullanımıdır, ancak kamusal bir platformda (bu bir yayın, dernek, sendika olabilir) devletin memurlara ilişkin uyguladığı politikaları özgürce eleştirmesi, aklın kamusal kullanımıdır. Bir askerin komutanının ona verdiği emirleri sorgusuzca ve askerlik hizmetine zarar vermeyecek şekilde uygulaması, aklın özel kullanımıdır, ancak zorunlu askerlik hizmetini herhangi bir açık kamusal platformda özgürce eleştirmesi ve buna dönük yeni politikalar uygulanması gerektiğine yönelik düşüncelerini beyan etmesi, aklın kamusal kullanımıdır.

“Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini, yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum.”[7]

Kant’ın yaptığı ayrım burada ilginç görünmektedir. Çünkü aklın kamusal kullanımı dendiğinde insanda ilk çağrışım yapan şey, insanın kamuda edindiği pozisyona uygun bir faaliyet göstermesi, kamusal pozisyonunun gerektirdiği aklı kullanmasıdır. Ancak Kant, kamusal kullanımdan tam tersini, aklın eleştiri özelliğinin bizzat kamusal platformlarda etkinleştirilmesini kastetmektedir. Ve ona göre, aydınlanmanın sağlayıcısı bu faaliyet olacaktır.

Bu temel noktalar metnin omurgasını oluşturuyor. Metni daha fazla sıkıcı bir analizle katetmeye gerek yok. Okurlar metne internetten rahatça ulaşabilir ve inceleyebilirler. Ancak metnin temel motivasyonunun sekülerlik olduğunu söyleyebiliriz.

Özellikle Kant, yöneticinin (kral ya da prens) otokratik bir formu reddetmesini, yani yöneten olarak topluma dinsel baskıda bulunmamasını onun aydınlanmış bir kimse olduğunu gösterdiğini belirtir. Kant’ın içinde yaşadığı dönemin “Friedrich Dönemi” olduğu düşünüldüğünde, metnin oturduğu bağlam daha iyi anlaşılmaktadır.

Prusya kralı II. Friedrich, Prusya kalkınması ve aydınlanmasının öncü hükümdarı olarak görülür. Temel ilkesi, “dilediğini düşün ama itaat et” olan Friedrich, düşünce özgürlüğünü (bunu itaat koşuluna bağlamasına rağmen) savunan egemen ve aydınlanmacı olarak selamlanır. Kilise ve ruhban sınıfının egemenliğin paylaşımında kendisine ayrılan alanın daraltılması ve bu daraltmayı gerçekleştiren temel düşünce olan laiklik ve sekülerleşmenin kazandığı ivme, Kant’ın metninde de temel bir motivasyon olarak belirmektedir ve dönemin koşulları düşünüldüğünde, bu, son derece doğaldır.

Bugün özellikle Türkiye’de sol içi tartışmalara, aydınlanma düşüncesini savunan öznelerin motivasyonlarına bakıldığında, laikliğin, özgür düşüncenin, bilimselliğin temel motivasyon kavramları olarak sürekli güncellendiği görülmektedir. Ancak tüm bu motivasyon kavramları dine, Türkiye’de de İslam’a göreli olarak kurgulanmaktadırlar. Yani aydınlanmaya öz veren bu kavramların özsel düşmanı din olarak belirlenmektedir ve bu kavramlara ilişkin yegâne deneyim olanağı karşılıklarının dinin yokluğu ya da dinin kamusal hayattan çıkarılması olduğu varsayılmaktadır. Bu da toplumsal hayatta din varolduğu sürece özgürleşme, bilimselleşme sağlanamayacağına dönük bir mutlakçı epistemolojik kalkış noktası üretmektedir.

Bugün Kant’ın metnini okuyup hâlâ duygusal bir coşkulanma yaşayacak aydınlanmacı sosyalistle doludur sosyalist hareketimiz. Sorun elbette ki bu değil. Kant’ın metni, kendi zamanına, güncelliğine, şimdiye dönük bir sesleniştir. Filozofun çoğunlukla yapmadığı, ama aslen yapması gereken şey. Filozof, şimdiki zamanı, içinde bulunduğu güncelliği yakıcı bir soruyla felsefî faaliyetinin içine, yani metnine taşımalıdır. Ve metnini de şimdiki zamanının tanığı hâline getirmelidir. Modernliğin başladığı noktalardan birisi de budur.

Burada özel olarak Kant’ın bu metniyle ilgili vurguyu Foucault nadide bir şekilde dile getirmiştir.

“Kısacası, bence Kant’ın metninde, konuşan filozofun da ait olduğu şimdiki zamanın felsefî olay olarak ortaya çıkmasını görürüz. Felsefe, kendine göre bir tarihi olan söylemsel bir pratik biçimi olarak anlaşılırsa, bence Aufklärung üzerine yazılmış olan bu metinde de, felsefenin -sanırım ilk kez dersem fazla bir zorlama yapmış olmam- kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırdığını görürüz: felsefenin olay olarak, anlamını, değerini, felsefî tekilliğini söylemek zorunda olduğu ve içinde kendi varlık nedeni ile söylediği şeyin temelini bulduğu bir olay olarak sorguladığı şimdiki zaman.”[8]

Söylenildiği gibi, Kant’ın metni içinde bulunduğu zamana dönük yakıcı bir soruyu gündemleştirme ve bunu formüle etme bakımından önemlidir. Ve bugün aydınlanma düşüncesine ve bu düşünceye öz verdiği varsayılan kavramlara dönük motivasyonu olan bir sosyalist, metne pozitif referans verecektir. Bu da sorun değildir. Sorun, bu tarihsel düşüncenin ve bu düşünceye öz veren kavramların sol düşünceye de özleştirilmesi, daha doğrusu, sol düşünceye bu kavramlara dönük motivasyonlarla bir öz belirleme tutumudur.

Bir diğer sorun, tüm bu kavramların ve Kant’ın metninde de ortaya konulan aydınlanmamış özneye dönük suçlamanın ardında yatan sınıfsal pozisyonları görmemek, bu düşünceye dönük motivasyonun toplumsal anlamda hangi denkleme motive olmayı nesnel olarak belirlediğini anlayamamaktır.

Denemenin başında ele alacağımızı söylediğimiz Kant’ın metnine dönük bir karşı çıkış olan Johann Georg Hamann’ın savlamalarını ortaya koyduğumuzda, ne denmek istendiği daha iyi anlaşılacak.

Hamann’ın Karşı Eleştirisi

Hamann, Kant’ın çağdaşı bir filozoftur ve akılcı felsefî geleneğin mantıksal ve katı yapısal belli bir türüne mesafelidir. O, “yüreğin lirik diline, aklın her türlü öznel, kendi hakkında bilgisinden arınmış bir kavramsal savlamasından daha fazla değer vermekteydi.”[9]

Hamann, Königsberg Üniversitesi’nde profesör ve aynı zamanda Kant’ın eski öğrencisi olan Christian Jacob Kraus’la mektuplaşmaktadır. Kraus, Kant’ın metninin de yer aldığı Berlinische Monatsschrift’in Aralık sayısını Hamann’a gönderir. Hamann, metni okur okumaz Kraus’a bu metinle ilgili eleştirilerini ortaya koyduğu bir mektup yazar. Bu, Kant’ın metnine verilmiş esaslı bir karşı çıkış olarak tarihsel bir belgedir. Hamann, Kant’ın metnine dört temel noktadan itiraz etmektedir. İlk nokta, Kant tarafından insanın kendi suçu olarak belirlenen ergin olmama durumudur. Hamann’a göre, metnin ilk kalkış noktası sorunludur. Çünkü suç, bütün olarak ergin olmayanlara yüklenmekte ve ötekiler aklanmaktadır. Kimdir bu “ötekiler”?

Kant’ın ergin olmama durumu içinde tanımladığı çoğunluk, yani halk, Kant tarafından bu ergin olmayıştan kurtulamama, buna cesaret edememenin sorumlusu olarak mahkûm edilmektedir. Ancak Kant, bu ergin olmama durumunda “ötekileri”, yani egemenleri, vasileri söz konusu etmemekte, bu durumun bizzat onların yarattığı bir şey olarak ortaya koymamaktadır. Hamann şöyle sormaktadır:

“[…] ‘Yazarın adını söylemeye yüreğinin elvermediği öteki ayı derisi yüzücü ya da yönetici kimdir?’ Cevap verir: ‘Reşit olmayanların ilişkili kişisi olarak anlaşılması gereken sevimsiz vasi.’ Hamann ilgisini, reşit olmayanları yönlendirme erkine sahip olan vasilere yöneltir. Zayıfları suçlu ilan etmek yerine kudretli olanlara saldırır. En yüksek ‘kendi suçuyla düşülmüş vesayet’ Hamann için asıl düşmandır.”10

Görüldüğü gibi Hamann suç yüklemek gerekiyorsa, bu suçu zayıflara (ezilenlere) değil, egemenlere yüklemek gibi doğru bir kalkış noktası belirlemektedir. Bu suç yükleme işini aydınlanmacı tipin karikatürize hâlinde günlük deneyim içerisinde de görürüz. Bu karikatürize aydınlanmacı tip, denize donla giren insana, çimde mangal yakana hemen suç yükleme ve ona yüklediği bu suçla kendi aydınlanmış aklı ve kültürünü sergileme konusunda zaman kaybetmez. O, kafasındaki ölçü ya da kritere uygun bir pratik sergilemeyen insanı eğitimsiz, cahil olarak (yani aydınlanmamış) belirleyip ötekileştirir ve bu durumun, yani o insanın o hâlde olmasının tüm suçunu da o insanın kendisine yükler.

Hamann’ın karşı çıktığı ikinci nokta, Kant’ın Sapere Aude!’si, yani Horatius’un kullandığı “bilmeye cesaret et” anlamındaki Latince deyişle ilgilidir. Bu sesleniş, Kant’ın kendine biçtiği pozisyonla ilgili bilinçaltını deşifre etmektedir. O, ergin olmayanlara aklını kullanmalarını öğütleyen vasiler arasında saymaktadır kendisini. Ancak bu seslenişte de bir sıkıntı vardır. Ergin olmayanlar, zayıflar, kendi aklını kullanmaya cesaret eden bir filozof olarak Kant’ın öğüdünü dinlerlerse, yine kendi akıllarını değil, bir başkasının öğüdünü takip etmiş olacaklardır. Bu öğüdü, seslenişi takip etmezlerse de ergin olmama durumundan çıkamayacak (üstelik bu, onların yine kendi suçu olacak) ve aydınlanamayacaklardır.

Aslında başta da belirttiğimiz gibi, burada yatan gizli sorun, Kant’ın kendisine belirlediği pozisyondur. Bu pozisyon, çoğunluğa seslenen bir vasi pozisyonudur.

Hamann’ın karşı çıktığı üçüncü nokta, Kant’ın aklın özel kullanımı ve kamusal (aleni) kullanımı arasında yaptığı ayrımdır. Ona göre, özel kullanımda sistemin kuralları ve işleyişine itaat edip kamusal kullanımda bunu eleştirmek özgürlüğünü kullanmak Hamann’a göre komiktir. Çünkü ona göre, gerçek özgürlük “aydınlanmış bir okurlar âlemi için âlim yazılarından ibaret olamaz.”[11] Gerçek aydınlanma, iktidar koşullarına müdahale etmek zorundadır.

Hamann’ın Kant’ta karşı çıktığı son nokta, onun Friedrich’in yüzyılını “aydınlanma çağı” olarak nitelemesidir. Kant, mutlakiyetçi egemen kralı aydınlanmacı olarak selamlamakta ve kendine biçtiği kraliyet filozofu pozisyonunu açık etmektedir.

“Hamann ise kendini, bireyci ve dışarıda kalan kişi olarak özel düşük mevkiinden, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, vasiler ve liderler olarak hareket eden ve konuşan herkese karşı oklarını atan bir Sokrates olarak görmektedir.”[12]

Şimdi Hamann’ın karşı argümanlarını ortaya koymamızın sebebi belki daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Hamann’ın cevabı, aydınlanmacı düşünceye öz veren motivasyonların kabulünün veya reddinin, özneyi nesnel anlamda nereye konumladığını teşhir ettiği için mükemmeldir. Zira bu aydınlanmacı düşünceye öz veren motivasyon kavramlarının bugün nasıl öğrenildiği ve kabul edildiği özneyi ezilenler cephesinde konumlanmakla burjuvazi cephesinde konumlanma arasında bırakmaktadır. Bunun toplumun cahil kalması, geriye düşmesi, gelişmemesi gibi saçmalıklarla ilgisi yoktur.

Politik alanın içinde yaşayan tarihsellikler ve onların getirdiği teorik politik sorunlar, bu tarihselliklerin ortaya çıkış dinamiklerini politik alanda güncellemeye devam ederler. Yani aydınlanma düşüncesi konusunda Kant’ın verdiği yanıtla Hamann’ın karşı çıkışı bugün hâlâ yaşamakta ve zayıflar arasında konumlanmakla egemenler içinde kendine rol biçmek arasında gidip gelen politik nesnellik, varlığını sürdürmektedir.

Sonuç

Kant’ın metnini ve Hamann’ın ona verdiği cevabı bugün hâlâ güncel bağlamda okuyabileceğimizi göstermek niyetindeydi bu deneme. Bunu belli oranda başardığını varsayabiliriz. Türkiye sol hareketi içinde de artık bu bağlamın ortaya çıkarmış olduğu bir yarılma ve şuursuzluk hâli boy göstermektedir.

AKP’nin toplumsal yaşamı dinselleştirme baskısına karşı sol hareket doğru tepkiler verememektedir. Başta da belirttiğimiz gibi, hayatın dinselleştirilmesi politik-pratiğine karşı sol hareketin belli bir bölümü burjuva aydınlanmasının motivasyon kavramlarına kurtarıcı bir rol biçerek sarılmışlardır. Bu motivasyon kavramlarına sarılmanın nesnel olarak onları hangi pozisyonda tuttuğunu umursamamaktadırlar. “Savruldukları pozisyon (tıpkı Kant’ın kendine egemenler yanında biçtiği ve erginleşmemiş kalabalığa aklını kullanmayı öğütlediği vasi pozisyonu gibi) gelip geçicidir” diyerek bir kenara bırakalım.

Bunun dışında daha vahim bir hata yapmaktadırlar. Burjuva aydınlanmasının motivasyon kavramlarını sol düşüncenin özü olarak belirleme hatasına düşmektedirler. Bu hatanın dayandığı kusurlu epistemolojiyi de mutlaklaştırıp solun böyle bir epistemolojiyle içinde bulunduğu toplumu okumasını ve ona göre politika belirlemesini istemektedirler.

Birincisi “sol aydınlanmacıdır”, “sol laiktir” gibi özcü yaklaşımlar, metodolojik olarak doğru değildirler. Ve bu metot doğruluk bağlamına sıkıştırılıp mutlaklaştırılamaz. Mutlaklaştırıldığı anda politik öznenin olanakları kısıtlanır. Herhangi bir şekilde sola bir öz belirleyip sol düşünceyi böyle bir özcülüğün eksik okumalarına mahkûm etmek, politik bir şuur kaybıdır.

Sonra dediğimiz gibi, bu özü burjuva aydınlanmasının politik kavramları aracılığıyla yapmak, bunu yapanları gayri iradi bir şekilde burjuvazinin kültürel alanına taşır. Bunu söylediğimizde bu öznelerin elbette somut olarak gidip burjuvaziyle iş tutuklarını söylemiyoruz (ki bunu söyleyen arkadaşlar da vardır). Ancak bu kavramlarla sola bir öz belirleme girişimi nesnel-kültürel anlamda onları burjuva kültür alanına iter.

Solun özünü belirleyen şey aydınlanmacılık, laiklik, bilimsellik değildir. İlla teorik bir özleştirme olanağı aranıyorsa, bu zaten ezilenler tarihinin kendisinde mevcuttur ve solun özü ezilenlerin tarihsel hareketiyle uyuşmaktır. Ve solun aydınlanması, bu tarihsel hareketle uyuşum yetenekleri arttıkça belirginleşir. Ezilenlerin mücadelesini yaratmak, bu mücadelenin olanaklarını geliştirmek, hatta bu olanakları icat etmek, keşfetmek, burjuva aydınlanmacılığına karşı sosyalist aydınlanmanın önünü açacaktır. Ve bu aydınlanmacılığın kalkış noktası, suçu zayıflara atma ile belirlenen Kant’ın kalkış noktası değil (bu noktayla bazı sosyalist özneler bugün bile uyuşmaktadır) Hamann’ın belirlediği, gibi suçu o büyük “ötekiler”den, egemenlerden başlatan noktadır.

Aydınlanmanın motivasyon kavramlarına karşı olmayı anlamsız bulan sosyalistler de vardır. Bu silahları burjuvazinin elinden alıp burjuvaziye doğrultmaktan söz ederler. Teorik olarak yanlış değildir. Ancak burada bir tarihselleşmeden söz ediyoruz. Burjuvazinin eşitlik kavramını onun elinden alıp ona doğrultalı çok oldu. Ancak burjuvazi, aydınlanmacı düşüncenin motivasyon kavramlarını kendi malı olmaktan çıkacak denli tüketmedi. Bugün kapitalist uygarlığın eşitlik ve adalet kavramlarını asla üretemeyeceği nesnel-tarihsel olarak sabitlendi. Bunu burjuvazinin kendisi de dâhil, tüm dünya bilmekte. Ancak laiklik, bilimsellik, özgür düşünce gibi motivasyon kavramları hâlâ burjuvazinin tarihsel araçlarıdır. O araçları onun elinden alıp ona doğrulturken ona benzeşme, onun kültürel alanıyla ve o alanı tahkim eden epistemolojiyle uyuşma riski vardır ve bu risk zaten gerçekleşmektedir.

Sosyalistlerin yapması gereken şey, hâlâ burjuva uygarlığının patentinin silinmediği bu kavramlara göz dikmek değil, ezilenler cephesi mücadelesinin ortaya çıkaracağı olanaklardan bir aydınlanma motivasyonu üretmektir. Ancak Türkiye’de buna dönük bir düşünüm gerçekleştiği görülemiyor. Örneğin neden “sosyalist aydınlanma nedir?”, “Devrimci aydınlanmacılık nedir?” diye bir soru sorulmuyor? Neden böylesi soruların izinden gidilip “ezilenler cephesinin mücadele aydınlanması burjuva uygarlığının aydınlanmasına karşı ne olabilir?” diye düşünülüp tartışılmıyor. Bu soruları sormak, politik sorumluluk duygusuna sahip tüm sosyalist, devrimci öznelerin görevidir. Ve doğru soruları sormaya başladığımızda, Kant’ın yaptığı gibi, şimdiki zamanı, içinde bulunduğumuz güncelliği felsefî-teorik faaliyetimizde gündemleştirdiğimizde ve Hamann’ın yaptığı gibi, zayıfların yanında saf tutmamızı sağlayacak bir etik-epistemolojik kalkış noktası tutturduğumuzda, ezilenler cephesinin mücadelesinin aydınlattığı bir çağa uyanmış olacağız.

Ozan Çılgın
Aralık 2016

Dipnotlar:
[1] Aktaran Manfred Geier, Kant’ın Dünyası, çev. Erol Özbek, İletişim yay., 2009, s. 187. (Referans verdiğimiz kaynak, Kant’ın bu metninin ortaya çıkışı ve derginin hikâyesini ve döneme ilişkin verdiğimiz bilgileri mükemmel bir şekilde anlatmakta. Biz burada okuyucunun affına sığınarak kötü bir özet geçiyoruz.)

[2] Aktaran: Manfred Geier, a.g.e., s. 188.

[3] Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim Sayı 11, s. 17.

[4] Manfred Geier, a.g.e., s. 190.

[5] A.g.e., s. 17.

[6] A.g.e., syf. 17.

[7] A.g.e., s. 18.

[8] Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı yay., 2014, s. 164.

[9] Manfred Geier, a.g.e., s. 176.

[10] A.g.e., s. 202.

[11] A.g.e., s. 203.

[12] A.g.e., s. 204.

Kaynakça

Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim 11 (Aydınlanma Özel Sayısı), Temmuz 2000.

Manfred Geier, Kant’ın Dünyası, çev. Erol Özbek, İletişim yay., 2009.

Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı yay., 2014.

0 Yorum: