22 Ekim 2023

, ,

Mayıs Olayları


Bu, Louis Althusser’in Maria Antonietta Macciocchi’ye 1969 yılında gönderdiği mektupta yer alan, Mayıs 1968 ile ilgili tahlilidir. 1969'da İtalya ve Fransa'da yayımlanan, sonrasında Stephen N. Hellman'ın, New Left Books’un 1973 tarihli baskısı için İngilizceye çevirdiği Louis Althusser'e İtalyan Komünist Partisi'nden Mektuplar isimli çalışma, Fransız filozof ile Maria Antonietta Macciocchi arasında gerçekleşen önemli mektuplaşma sürecini içeriyor. l'Unita’nın Paris muhabiri Macciocchi, 1968 seçimlerinde Napoli’de aday olmak için İtalyan Komünist Partisi tarafından 1967’nin sonlarında İtalya’ya geri çağrıldı. Macciocchi, bu teklifi kabul etmesinin en büyük nedenini şu şekilde açıklıyor: “Ülkemde ve partimde olan bitenin ardındaki hakikati öğrenme arzusu ve ihtiyacına binaen kabul ettim teklifi.” Althusser ile yazışmasını da bu hakikat arayışı ile ilişkilendiriyor: “Paris'ten ayrılmadan önce komünist filozof Louis Althusser’e bir yazışma projesi önermeme neden olan gerçeği öğrenmek de aynı ihtiyaçtan kaynaklanıyordu.”

Aşağıda yer verilen, Althusser’in Mart 1969 tarihli mektubu, Macciocchi’nin isteği üzerine Althusser’in yaptığı Mayıs 1968 olaylarıyla alakalı ön tahlilini içeriyor.

* * *

Sevgili M. A.,

Geçen yaz seni Temmuz sıcağında gördüğümde Mayıs olayları ve Öğrenci Hareketi üzerine bir şeyler yazacağıma söz vermiştim. Şimdi anlıyorum ki bu, pek çok yönden aptalca bir sözmüş. Çünkü bir insan, elinde az sayıda da olsa nesnel belge olmadan bu tür olaylardan bahsetmeyi nasıl öngörebilir? Nasıl olur da herkes, en azından Mayıs olaylarını üreten “somut durum”un “somut tahlil”ini özetlemeye izin verecek asgari nesnel bilgi olmadan, önemli bir tarihi olaydan bahsedebileceği vehmine kapılabilir?

Hastalık nedeniyle eve mecburen kapandığım için geçen yaz gerekli bilgilere sahip olamadım. Bugün bile “Öğrenci Hareketi” ile ilgili bilgim epey sınırlı. Gerçekten gerekli malzemeden yoksunum. İşçi sınıfı ve onunla birlikte Mayıs genel grevini yapan, proleter olmayan en geniş halk kitleleri içerisinde tam olarak ne yaşandı, bilmiyorum. L’Humanité’de ve diğer birkaç dağınık raporda ortaya çıkan makaleler, sadece bir tahlilin en genel unsurlarını ortaya koyuyorlar.

Bu şartlar altında, söyleyebileceğim her şey, sadece çok şematik, kaba ve hatta belki de temelde eksik olabilir. Aslında tahlilimi sana tez şeklinde göndermeyi umuyordum. Bunun yerine, elimde sadece en iyi ihtimalle hipotez olarak nitelendirilebilecek tespitler var.

Ama böyle diye, sonsuza dek beklememiz de gerekmiyor, yani gerçekten Marksist bir tarihsel çalışma yapmak mümkün olana kadar beklememiz veya aynı şeye denk gelen gerçekten Marksist bir siyasi tahlil (somut bir durumun somut tahlili) olması şart değil. Söyleyebileceğimiz şeyler varsa söylemeliyiz. Ama tabii ki bu noktada dikkatli de olmalıyız ve düşündüklerimizi dile dökmeliyiz. Hipotezlerimizi yoldaşlarımızın eleştirilerine sunmak için bunu yapmalıyız. Böylelikle hipotezlerimizi aşan bir şeyler ortaya çıkacak ve her şeyin ötesinde, Mayıs ayından sonra oluşan durumu daha net görebilme imkânı bulacağız.

Çünkü Mayıs ayında büyük önem taşıyan şeyler oldu. “Batı’nın kapitalist ülkelerinde” devrim beklentileri açısından oldukça önemli şeyler yaşandı. Politikalarımız üzerinde yankılara yol açması gereken gelişmelere tanıklık ettik. Bu yaşananlar hakkında düşünmez, kalem oynatmazsak politikalarımız, olayların rüzgârına kapılıp gitme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Ben, burada şu an geçmişin bir parçası olan Mayıs olaylarından değil, Mayıs olaylarını aşacak, bugüne ve geleceğe ait olaylardan bahsediyorum.

Mektup şu şekilde devam edecek. İki olguyu tespit edeceğim, bir tez ortaya atacağım, aynı zamanda bir hipotez geliştireceğim.

“Olgu” derken, tartışılmaz gerçekleri, terimin en güçlü anlamıyla tarihî gerçekleri, yani ulusal ve uluslararası konjonktürün kurucu gerçeklerini kastediyorum.

“Tez” derken de kanıtlanabilir politik ya da teorik önermeden bahsediyorum.

Hipotez ise ya yer eksikliği (Bir mektupta sonsuza kadar kelam edilemez) ya da sadece “alandaki” nesnel sosyolojik sorgulamalarla sağlanabilecek bilgi eksikliği sebebiyle kesin olarak kanıtlayamadığım politik veya teorik önermeyi ifade ediyor.

Yazmak üzere olduğum şeyde nispeten keyfi bir düzeni takip edeceğim. Her şeyden evvel siyasetin önceliği meselesine tabi olsa da bu, pedagojik bir düzene denk düşüyor. Neticede aktardığım Olgular (I. Olgu ve II. Olgu), Tez (I. Tez) ve Hipotez (I. Hipotez) karışık bir sıra ile takdim edilecektir.

Argümanın pedagojik düzeni, şu anda Mayıs olaylarının güncel yorumlarına hâkim olan şeyle başlamamı gerektiriyor. Bu yüzden

I. Olgu

Mayıs ayındaki olaylarda belirleyici rol, son tahlilde, dokuz milyon işçinin genel grevine aitti. Üniversite öğrencilerinin, ortaokul öğrencilerinin ve genç entelektüel işçilerin Mayıs eylemlerine kitlesel katılımı son derece önemli bir olguydu, ama bu kitlesel katılım, dokuz milyon işçinin ekonomik sınıf mücadelesine bağlıydı.

Bu, bizi ilk olgunun eşiğine getirip bırakıyor: Kapitalist ülkelerde şu anda piyasaya sürülen yorum ve değerlendirmelerde, bu iki fenomenin, genel grev ve “öğrenci” eylemlerinin göreceli önem sırası tamamen tersine çevrildi.

Komünist partilerimiz ve özellikle Fransız Komünist Partisi için durum böyle değil. FKP, bazı şeyleri gerçek sırasına göre sundu: Grev, öğrenci eylemlerine göre öncelikli bir yere sahipti. Bu, sadece Mayıs ayındaki güçlerin gerçek ilişkisini yansıttığı için değil, aynı zamanda işçi sınıfının devrimci karakterinin Marksist-Leninist tezine ve sadece buna uygun olduğu için de doğrudur. “Devrimci” derken, öznel olarak devrimcileri (küçük-burjuva devrimci bildirileri) değil, nesnel olarak devrimcileri (proleter devrimle sonuçlanan devrimci eylemleri) kastediyoruz.[1]

Buna karşılık, bu terse çevirme işlemi, öğrenci eylemlerini grevin önüne alma girişimi, öğrenci hareketi yayınlarının çoğunluğu da dâhil olmak üzere, tüm burjuva ve küçük-burjuva yayınlarında karşımıza çıkıyor. De Gaulle’ün doğrudan “totaliter”, işçi sınıfına saldıran dayatmaları ve eylem komitelerinin birkaç manifestosu dışında, bu yayınların hepsi genel grevi arka plana itiyor; artık kimse genel grevden bahsetmiyor. Dünyanın en büyük işçi grevini tarihten silip atıyorlar. Onun yerine öğrenci hareketi, Sorbonne Üniversitesi ve civarında kurulan barikatlar türünden olgular öne çıkartılıyor. Bu yaklaşımı benimseyenler, ilgili hareketin ve barikatların önemine bakıp tarihin küçük burjuva öğrencilerce yapıldığına, bu öğrencilerin işçi sınıfını devrime götüreceklerine inanıyorlar.

Bazı öğrencilerin bu burjuva tuzağına düşmediğini biliyorum. En azından bunu yazı düzeyinde yapmıyorlar, kaleme aldıkları yazılarda, Mayıs ayındaki genel grevin Mayıs ayındaki öğrenci eylemleri karşısında sahip olduğu önceliğin farkında olduklarını ortaya koyuyorlar. Gelgelelim, mesele de zaten doğru bir tez yazmak değil. Bu Tezin, (a) onu kendi eylemlerine, ardından da (b) Öğrenci Hareketi'nin somut eylem çizgisine nakşeden sınırlı sayıdaki “bilinçli” öğrencinin zihninde var olması gerekiyor.

Ben, bugün Öğrenci Hareketi'nin mevcut somut eylem çizgisinin pratikte, birkaç önemli istisna dışında, bu doğru tez ile çeliştiği iddiasındayım. Öğrenci hareketinin hareket çizgisi, öğrenci hareketinin “fikirlerini”, başka bir deyişle, öğrencilerin büyük bir kısmının fikirlerini yansıtıyor. Öğrencilerin büyük bir kısmı, hâlâ öğrencilerin eylemlerinin Mayıs olaylarında belirleyici rol oynadığına inanıyor.

Öğrenci kitlesi, bir yanlış anlamaya dayanan bir rüyada yaşıyor. Öğrenciler, kurdukları “barikatlar”ın vahşice bastırılmasını (bu tarihsel kronolojik açıdan gerçek olan durumu) genel greve bir "fünye" görevi gördüğü tespiti üzerinden Mayıs ayında işçilerin eylemlerine öncülük ettiklerini, bu sayede öncülük misyonunu üstlendiklerini düşünüyorlar. Bunun apaçık bir yanılsama olduğu ortada. İlgili iddia, kronolojik düzen konusunda kafa karışıklığı yaşamaktadır, zira barikatlar, 13 Mayıs gösterisinden önce ve dolayısıyla genel grevden önce kurulmuştur. Ayrıca bu iddiayı dillendirenler, orman yangınını başlatan kıvılcım veya fünyenin rolü (Lenin) ile son tahlilde belirleyici olan tarihsel (kronolojik olmayan) rolü birbirine karıştırmaktadırlar. Mayıs ayında, son tahlilde belirleyici rolü oynayanlar, öğrenciler değil, işçi sınıfıydı.

Öğrenci hareketi, Fransızca, Almanca, Japonca, İngilizce, İtalyanca veya hangi dilde olursa olsun, yaptığı teoride (kaleme aldığı yazılarında) ve hepsinden önemlisi, pratikte (çizgisi dâhilinde örgütlenme ve eylem biçimlerinde) bu gerçeği tanımadığı ölçüde, onun Mayıs olaylarına dair yorumları, bir biçimde burjuva ve küçük burjuva yorumlarıyla yan yana düşecektir. Öğrencilerin yorumu, sadece öğrenci “örgütler”indeki çeşitli ideolojilere (özgürlükçü, yeni Lüksemburgcu, Guevaracı ideolojilere) uygun bir biçim alan dil dâhilinde burjuva yorumlara çekilen basit ve yavan bir sınırdan ibarettir.

Öğrenciler, bu gerçeğin farkına varmalıdırlar. Onlar, nesnel planda ve elbette ki kendi tarzlarında, en ileri unsurlarının öznel açıdan devrimci niyetlerine karşın, burjuvazinin olguların gerçek sırasını terse çevirme girişimine, yani Mayıs ayında belirleyici bir rol oynayan, dokuz milyon işçinin gerçekleştirdiği genel grev olgusunun sessizliğe gömülmesine katkı sunmaktadırlar.

Öğrencileri tanımadıkları bu gerçekliğe ikna etmek için, onların yararına iki gözlem yapacağım. Her iki gözlem de Sorbonne'un işgaliyle ilgili.

Öğrenciler, Sorbonne’u yeniden işgal ettiler ve 13 Mayıs'ta düzenlenen gösteride kızıl bayrak açtılar. Şurası açık ki öğrencilerin Sorbonne’u bu kadar uzun süre işgal altında tutup teslim etmemiş olmalarının ilk sebebi, 13 Mayıs gösterisinde yüz binlerce işçinin varlığı, ikinci sebebi ise bundan sonra patlak veren büyük genel grevdir. Bu genel grev, burjuvazi için “öğrenci cephesinden” çok daha büyük bir tehlikeyi temsil eden bir cephe dâhilinde devletin baskı aygıtının büyük kısmını harekete geçirmesine neden oldu. Bu grev ve seferberlik olmasaydı, Sorbonne’un işgali en fazla iki üç gün sürerdi.

Aynı işgal, öğrencilerin karşısına nesnel planda başka bir sorun çıkarttı. Sadece kendilerine ait olduklarını sandıkları, oysa aslında genel grevin kudretinden kaynaklanan o güce çok güvendikleri için öğrenciler işgal üzerine bir an bile düşünmediler. Onlar bir işgalin, Sorbonne’daki işgalin bile, doğaçlama ilerletilemeyeceğini görmediler. Öğrencilerin fabrika işgalleri konusunda hiçbir deneyimi olmasa bile (ki bu olaylar “ateş altında” ilk sınavları olduğu için bu anlaşılabilir) ortalıkta işgal pratiğinde zaten uzman olan insanlar vardı. Burada tabii ki 1936’da bu mücadele biçimini “başlatan”, işgal pratiğinin fitilini ateşleyen ve o zamandan beri birçok kez o pratiği sürdürüp onu geliştiren, öğrendiklerini hiç unutmamış olan işçilerden bahsediyorum. Bu tespitin ispatını, Mayıs-Haziran 1968’deki fabrika işgallerinin örnek başarısında bulmak mümkün.

Sorbonne öğrencileri, işçilere “yardımlarını sunmak” için sadece fabrika kapılarına gitmek yerine, aynı zamanda bu fabrikaların militan işçilerinden Sorbonne’a gelip onlara bir işgalin nasıl etkili bir şekilde gerçekleştirileceğini, bugün herkesin bildiği gibi, diledikleri zaman okulda ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşan polis ajanlarının ve istenmeyen unsurların okula izinsiz girişine karşı savunmanın nasıl örüleceğini, gerektiğinde Sorbonne’u baskıcı güçlerin saldırılarına karşı nasıl savunulacağını kendilerine öğretmelerini istemelidirler. O vakit işgal altındaki Sorbonne, öğrenci eylemleri ile işçi mücadelesi arasında gerçekleşmesi öngörülen kaynaşmanın belirli bir biçim almaya başladığı Mayıs ayı içerisinde sınıf mücadelesinin en önemli alanlarından biri hâline gelebilirdi. Burada da bazı şeyler açıkça belirtilmelidir: Öğrenciler, işçilerin kendilerine ihtiyaç duyduklarını düşündüler, oysa gerçekte işçi sınıfının tavsiyeleri ve desteği üzerinden en fazla yardıma muhtaç olan kesim, mücadelenin bu biçimi dâhilinde acemi olan öğrencilerdi.

Bu örnekten, bir “karşılaşmaya” katılan güçlerin göreceli öneminin doğru veya hatalı bir tahmininin pratik sonuçlarının ne olabileceğini görebiliyoruz. 13 Mayıs’taki karşılaşma, esasen bir sonuca sahip değildi. Mayıs'tan sonra böylesi bir sonuç, bir gün mutlaka ortaya çıkacak sonuç, geçici niteliğiyle, yakın bir tarihte ortaya çıkacak bir sonuç değildi. Bunun sebebi, en azından tartıştığımız husus bağlamında, sürece dâhil olan güçlerin gerçek önem sırası ile ilgili yanlış değerlendirmedir.

Bu nedenle, olgular uygun bir perspektife kavuşturulmalıdırlar. Dolayısıyla aşağıdaki Tez önemlidir.

I. Tez

Yaygın olarak “Mayıs Olayları” olarak adlandırılan şey, iki tür eylemin nesnel planda karşılaşmasının bir sonucuydu:

1. Fransız işçi ve çalışan kitlesinin ekonomik ve siyasi sınıf mücadelesinin eylemi, yani dokuz milyon kadın ve erkeğin bir ay süren genel grevi, Mayıs olaylarının son tahlilde tarihsel olarak belirleyici unsuruydu.

2. Hükümetin ve polisin baskıcı eylemlerinin muhteşem bir patlamaya kıvılcım sağladığı; üniversite öğrencilerinin, lise öğrencilerinin ve genç entelektüel işçilerin eylemleri. (Bu baskıcı eylemler, burjuva bakış açısıyla objektif olarak “sakar”dı: Mayıs'tan bu yana, politikacılar ve burjuva devlet aygıtının temsilcileri “kendilerini ele verdiler” ve şimdi buna göre davranıyorlar, yani kendilerine yakışan burjuva tavırla hareket ediyorlar.) Patlama, 11 Mayıs gecesi ve daha sonra Sorbonne, Odéon gibi kültürün temel dayanağı olan kurumların işgali sırasında kurulan barikatlarda zirveye ulaştı.

Olan şey, tarihi bir karşılaşmaydı, kaynaşma değil. Bir karşılaşma oluşabilir veya gerçekleşmeyebilir. Nispeten tesadüfî bir “kısa karşılaşma” olabilir, bu durumda herhangi bir güç kaynaşmaya yol açmaz. Mayıs olayları için de bu durum geçerliydi. O dönemde işçilerin ve çalışanların, öğrenciler ve genç entelektüel işçilerle buluşması kısa süreli bir karşılaşmaydı ve bu karşılaşma, kısa ve genel ifadelerle aktaracağım bir dizi sebebe bağlı olarak, belirli bir kaynaşmaya yol açmadı.

Uzun bir karşılaşma olan veya hâline gelen bir karşılaşma, mutlaka bir kaynaşma şeklinde olmalıdır. Bu kaynaşma mayısta yaşanmadı. Mayıs'tan bu yana yaşanan gelişmeler şu tezi doğruluyor: İşçi hareketi ile öğrencilerin ve diğer kesimlerin eylemleri, hâlen nesnel planda kaynaşmış değil. Kaynaşmanın gerçekleşebilmesi için proleter olmayan gençlerin şu anda bulundukları yerden çok uzun bir yol kat etmeleri gerekecek ve İşçi Hareketi de (evet, o da) belli bir aşamaya gelmiş olmak zorunda. Her iki taraf ilgili mesafeyi katetmediği sürece, önünde uzanan yolu kendince katettiği ölçüde, söz konusu kaynaşma asla gerçekleşmeyecek. Dolayısıyla, işçi hareketi kendi yolunu yürüyecek, proleter olmayan gençlik de kendi yolunda tereddütle ilerleyecek.

I. Tez üzerinden olayların kronolojisine onu tarihe tabi kılarak, belirli bir düzen verilebilir. Karşılaşma, kelimenin tam anlamıyla 13 Mayıs günü yapılan devasa gösteride, De Gaulle’ün darbesinden on yıl sonra atılan “On Yıl Yeter!” sloganında gerçekleşti. Bu, tabii ki politik bir slogandı, ama aynı zamanda De Gaulle’e karşı atılan savunmacı ve negativite içeren bir slogandı. Ana kitle içerisinde CFDT (Fransız Demokratik İşçi Konfederasyonu) gibi yapıların “İşçi İktidarı” türünden münferit anarko-sendikalist sloganları da işitildi. Başka gruplardan da sloganlar yükseldi: “Halka hizmet edin!”, “İşçileri destekleyin!” Savunmacı siyasi slogana (“On Yıl Yeter!”) ek olarak proleter enternasyonalizmin güçlü bir ifadesine de tanık olundu: “Kahrolsun ABD Emperyalizmi!”, “Ulusal Kurtuluş Cephesi kazanacak! Vietnam Muzaffer Olacak!” Gelgelelim, “Kahrolsun Emperyalizm!” ve “On Yıl Yeter!” gibi kitlesel politik sloganlar, perde gerisinde, 13 Mayıs yürüyüşünde atılan ekonomik sınıf mücadelesine ait şu türden sloganları gizliyordu: "Ücret Artışı İstiyoruz!”, “Gereksiz Diye Tek Bir İşçi Bile Atılmasın!”, “Herkese İş Güvencesi Verilsin!”, “Zamanlanmış Üretime Hayır!”, “Sendikalara Yönelik Baskılara Son!” vs.

Yüz binlerce işçi, üniversite ve lise öğrencisi ile genç entelektüel işçilerin temsil ettikleri bu yürüyüşün ortaya koyduğu karşılaşmada görülen en sıra dışı şey, işçilerin dilindeki sloganlarla, öğrencilerle entelektüellerin dilindeki sloganlar arasındaki nesnel uyumsuzluktu.

Öğrenciler ve başını Sauvageot ile Geismar’ın çektiği entelektüeller, “On Yıl Yeter!” ve “Kahrolsun De Gaulle” gibi sloganlarla sadece hükümetin değişmesini değil, “devrim” de istiyorlardı. Bu “devrim” çağrısı, sonrasında “İşçi İktidarı! Öğrenci İktidarı! Köylü İktidarı!” türünden anarko-sendikalist sloganlarda karşılık buldu. Bu sloganlar, SNES-SUP (İleri Düzey Eğitimde Ulusal Öğretmenler Birliği) ile UNEF’teki (Ulusal Fransalı Öğrenciler Birliği) doktrinerlerin devrimciliği ile öğrenciler arasında hâkim olan anarşizme ait bir tür sentezi ifade ediyorlardı. Ancak muazzam işçi kitlesi başka amaçlar güdüyor, bu amaçlar “On Yıl Yeter!” gibi savunmacı politik sloganlarda ve kitlesel düzeyde ekonomik sınıf mücadelesine ait sloganlarda karşılık buluyordu.

Bu uyumsuzluğu kimler düşünmeyi bıraktı? Oysa Mayıs olaylarını takip eden her gelişmeye rengini, hem kronolojik hem de tarihsel anlamda, bu uyumsuzluk çaldı. Her şeyden önce, işçi eylemleri (genel grev) ile öğrencilerin ve entelektüellerin eylemleri arasında, nadiren başarılı olan ve daha çok parçalı veya açıkçası aslında var olmayan müteakip tüm karşılaşmaların biçimini bu uyumsuzluk tayin etti.

Öğrenciler, kendi rolleri gereği, gidip Sorbonne ve Odéon gibi yerleri işgal ettiler ve buraları ideolojik, kendi düşüncelerine göre, politik üsleri hâline getirdiler. Çoğunlukla genç ama aynı zamanda bazı yaşlı işçiler Sorbonne ve Odéon’a özgürce gelip gittiler. Doğal olarak, bu mekânlara yiyecek ve barınma imkânı bulduğunu düşünen, toplumsal açıdan uyumsuz kişiler ve lümpen proletarya mensupları yanında, Kongo’dan ayrılma sürecinde umduklarını bulamayan, gelip Sorbonne’da korumalık yapan Katangalılar türünden, kendi kişisel trajedilerini yüceltme ihtiyacı duyanlar da geldi.[2]

Öğrenciler, “halka hizmet etmek” ve “işçilere yardım etmek”le ilgili o yakıcı arzuyla birbirlerine üstünlük sağmaya çalıştılar ve bu anlayışla, hizmet etmek adına, fabrika kapılarına gittiler. Başta kapılar neredeyse her yerde onlara açıldı, ama sonra, kapıların bulunmadığı Flins gibi kimi istisnalar dışında, tüm kapılar öğrencilere kapandı, bu da militan öğrencileri büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Kimi örneklerde (Flins, Cléon, Nantes, Sochaux) öğrenciler, polisin fabrikalara müdahalesiyle başlayan şiddetli çatışmalara doğrudan katılma imkânı buldular. Hatta bu çatışmalarda bir öğrenci öldü. Bu genç, Flins’te boğularak katledildi. Ayrıca iki işçi, belirli sayıda polisin konuşlandırıldığı Sochaux'da tüfekle öldürüldü.

Ama genel kural gereği işçi kitlesi, öğrencilerin bu coşkulu davetine karşılık vermedi. Öğrencilerin ütopik (ideolojik-politik) umutları ile işçilerin acil talepleri arasında belirgin bir uçurum, bunun sonucunda da ciddi bir anlayış eksikliği söz konusuydu.

Bazı öğrenciler, oldukça basit bir şekilde, bunun nedenini Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) ve Fransız Komünist Partisi liderlerinin “ihanetine” atfettiler. Bu, basit bir yaklaşımdı, çünkü Marksist-Leninist açıklama gereği, bu oranda bir kitle hareketi söz konusu olduğunda, liderlerin belirleyici rolüne inanmak doğru değildir. Gerçek şu ki, sadece işçi liderliği değil, esasında tüm işçi sınıfı, öğrencilerin gerçekliğe dair bir anlayıştan çok, düş kurma pratiğinin ürünü olan önerileri uyarınca, hareket etme gereği duymadı.

İşçi sınıfı, öğrencilerin sınıf mücadelesindeki açık deneyimsizliği göz önüne alındığında, ucu açık maceralarının peşinden sürüklenmenin riskli olduğunu gördü.

Bu nedenle işçi sınıfı, kendi deneyiminin bilgisine sahip olarak, kendi yolunda yürümeye devam etti. Bu, elbette, Geismar, Sauvageot ve daha sonra Herzberg gibi öğrenci “liderler”inin ardı ardına kaleme aldıkları bildirilerde karşılık bulabilecek bir yol değildi. Zira söz konusu bildiriler kamuoyunda yankı buluyor, burjuva radyolarda ve basında sevinçle karşılanıyorlardı (Burjuvazi, öğrenci “liderlerinin” düşündüğü kadar aptal değildi. Bu arada belirtmek gerek: Geismar ve Herzberg öğrenci bile değildi, hoca ve araştırmacıydı. Geismar Birleşik Sosyalist Parti, Herzberg FKP üyesiydi ve kendisi, kısa bir süre sonra partiden ihraç edildi.)

İşçi sınıfı, tam da bu burjuva basındaki ilgi sebebiyle Birleşik Sosyalist Parti’nin Charléty’de düzenlediği o büyük mitinge sıcak yaklaşmadı (O dönemde BSP, “Üniversitelilerin Sosyalist Partisi” olarak anılıyordu). Dolayısıyla işçi sınıfı, pratikte kendi sorunlarını tek başına çözdü. Bu sorunların ilki talepler meselesi, diğeri de mevcut durumda geliştirilen bakış açısı uyarınca tali olarak görülen, kendi liderleriyle ilişki meselesiydi. Bu ikinci sorunu işçi sınıfı her durumda kendi sorunu olarak gördü ve öğrencilerin bu işe karışmasını istemedi. Ona göre, öğrencilerin bu basit gerçeği idrak etmeleri güç olsa bile onu bir biçimde kafalarına sokmaları gerekiyordu.

İşçi sınıfı, kendi işinin başına döndü. Üstelik bunu zafer naralarının atıldığı, bayrakların dalgalandığı dönemde yaptı. Bazı durumlarda belirli sendika liderleriyle sık sık sorun yaşamak durumunda kaldı. Sonra her şey normal sırasına geri döndü. Ama bazı şeyler değişmişti. Ücretler, geçici olarak daha büyük bir satın alma gücü ile donatılmıştı. Sendikalar, fabrikalar içinde temel haklarını kazanmıştı (Citroën fabrikasında kazanılan hak, gerçekten büyük bir zaferdi).

Asıl önemlisi de işçi sınıfının şu gerçekleri hafızasına nakşetmiş olmasıydı: Süreç içerisinde patronlar, hükümet ve devlet aygıtı kitlelerin eylemiyle bir gecede büyük korkuya duçar oldu. Böylesi bir eylemin mümkün olduğu görüldü ve bu türden bir eylemin ileride bir gün Paris Komünü’nden, 1917 Ekim Devrimi’nden ve Çin’de 1949’da gerçekleşen proleter devrimden beri dillendirilen devrime yol açabileceği anlaşıldı.

İşçi sınıfı işine geri döndü, öğrencilerse o ünlü sloganları “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” uyarınca, mücadeleye devam ettiler. İyi ama bu, neyin başlangıcıydı? Neyin mücadelesi verilmekteydi?

Bu soruları sormam demek, hiçbir şeyin başlamadığını düşünüyorum demek değil. Bilakis, üniversite öğrencileri, liseliler, teknik okul öğrencileri ve genç entelektüel işçiler için o çok temel süreç, en gerekli şey başlamıştı. Ama neyin başlangıcıydı bu?

Öğrenciler, bunun devrimin başlangıcı olduğunu düşünüyorlar. Uzun vadede bu, elbette ki doğru bir düşünce, ama o vakit görülüyor ki öğrenciler, o yolda ilk adımı atma konusunda başarılı olamamışlar. Asıl başarı ise “mücadeleye başlamak için” Mayıs ayını beklemeyen, esasında yüz yılı aşkın bir süredir mücadelenin içinde olan işçi sınıfına ait. Peki o zaman öğrencilerin başlattığı şey neydi?

“Mücadeleye devam!” diyorlar, ama mücadele zaten bir şekilde devam etti, pratikte geriledi ve önümüzdeki aylarda, en azından Fransa’da dar anlamda öğrenci sahasında öğrencilerin “öğrenci hareketi” dediği şey tümüyle dağılma sürecine girecek.

Bu dağılma süreci Fransa’da başladı bile. İlk olarak grupçuklar pıtrak gibi çoğaldı. Son dönemde bu dağılma süreci, eylem komiteleri içerisinde cisimleşen, yeni Lüksemburgcu tarzda gelişen, grupçuk karşıtı ideoloji biçimini aldı. Söz konusu dağılma devam edecek ve daha da belirgin hâle gelecek. Dahası, eğitim bakanı E. Faure’nin, o burjuvalara has zekâsıyla, en azından üniversitelerde sahip olduğu tüm kudretiyle, bu dağılma sürecine katkıda bulunacağından emin olabiliriz. [3]

“Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” sloganında başladığı iddia edilen şey ne? Neyin mücadelesinden bahsediliyor? Buradan şu soruyu sormamız gerekiyor: “Öğrenci hareketi terimi ne anlama geliyor?”

I. Hipotez

Başlarken, en azından Fransa ve İtalya’da, aynı zamanda Almanya, İspanya ve ABD’de “öğrenci hareketi”nin gerçekte esasen taşıyamadığı bir unvanla taçlandırıldığına dair gözlemimi aktarmak isterim.

Bu bakımdan, Fransa’da Mayıs 1968 bir tür bilimsel deneydi, birçok gizli gerçeğin ortaya çıktığı bir doğrulama testiydi. Her şeyden önce, şu gerçeği dillendirmek gerekiyor: Öğrenciler, en azından olayların başında, en katı manada belirli bir üstünlüğe ve temel bir role sahip olduklarını düşündükleri için, kendilerinden daha önemli olan başka toplumsal katmanların fiilî varlığını kabul etmeme eğilimi içine giriyorlar. Bu katmanların başında liseliler geliyor ve bu kesim, teknik okul öğrencilerini, hatta ilkokula giden son sınıf öğrencilerini içeriyor. Bu öğrencilerin dışında, bir de farklı katmanlara ayrılmış, geniş bir genç “entelektüel işçi” kesimi var ve bu kesim; genç doktorları, avukatları, sanatçıları, mimarları, mühendisleri, gazetecileri, düşük ve orta düzey beyaz yakalı işçileri, teknisyenleri, öğretmenleri, araştırmacıları vs. kapsıyor.

Esasında “öğrenci hareketi” ifadesi, fazla belirsiz ve tek boyutlu bir ifade. Dolayısıyla, yanlış olan bu ifade, genç entelektüel işçilerin muhtelif katmanlarını ve genç öğrencilerin muhtelif katmanlarının ortaya koyduğu, Mayıs ayı içerisinde kesişen farklı faaliyetleri kapsıyor. Bu muazzam çeşitlilik, Mayıs ayında meydana gelen birçok şeyi, hem eylemler arası çakışmaları (örneğin, genç sanatçıların ve mimarların muazzam afişlerini) hem de çatışmaları ve hatta ayrışmayı açıklıyor.

Bu büyük çeşitlilik ortak bir unsura sahipti. Küçük burjuva kökenli bu kitleye ortak bir ideolojik kaynak hükmediyordu: küçük burjuva ideolojisi. Ancak aynı çeşitlilik, Mayıs ayında ifade edilen küçük burjuva ideolojisinin farklı varyantlarını açıklamaya yardımcı oluyor: Bu ideoloji, sadece hâkim liberter anarşizmde değil, ayrıca Troçkizmde, anarko sendikalizmde, Guevaracılıkta ve Çin Kültür Devrimi ideolojisinde karşılık buluyor. Bu arada, Almanya ve İtalya’daki öğrenci gençler için çok önemli olan Marcuse’nin doğrudan etkisinin Fransa’da neredeyse sıfır olduğunu belirtmek gerek.

Diğer bir gözlemimse şu şekilde: “Öğrenci hareketi” denilen unvan, az önce söylediklerim ışığında, büyük bir belirsizlikle malul. Bu belirsizliğin bir delili de öğrencilerin eylemlerini “hareket” olarak niteliyor olmaları ki bu, onların niyetleri ve işçi hareketine yönelik hayranlıkları dikkate alındığında, gayet anlaşılır bir durum. Ama öğrencilerin bu unvanın hakkını vermeleri güç. Çünkü kanaatimce işçi hareketi, taşıdığı bu unvanı bir toplumsal sınıfın (proletaryanın), nesnel planda devrimci bir sınıfın hareketi olduğu için hak ediyor. Üniversite öğrencileri, lise öğrencileri ve genç entelektüel işçiler bir sınıf değil, küçük burjuva ideolojisine sahip “orta tabaka”yı teşkil ediyorlar. Dahası, bazı üyeleri otantik devrimci militanlara dönüşse bile objektif olarak devrimci değiller (Marx ve Lenin, tam da toplumsal kökenleri itibarıyla küçük burjuva aydınlardı.)

“Öğrenci hareketi”nin gerçek bir hareket, yani birleşik bir hareket olmadığı, mayıs ayında hem alınan inisiyatifler hem de yapılan eylemler düzleminde yaşanan ayrışmalar ve çatışmalarda net bir biçimde görüldü. Örneğin temel yönelim itibarıyla öğrenci partisi olmayan Birleşik Sosyalist Parti gibi bir politik partinin ideolojik müdahalelerinin kendisini yönetmesine izin verdiğine göre, Charléty gibi yerlerde ortaya çıkan öğrenci hareketi, gerçek bir hareket olarak görülemezdi.

Bunları söylerken, öğrenci yoldaşlarımızın kendilerini “hareket” olarak niteleme hakkını reddetmek istemem. Zira bu ifade, onların akademik ve mesleki kurumların sınırlarını aşıp, kapitalist devletin tüm yapısına saldıracak birleşik eyleme ve birleşik örgütlenmeye dair arzularını ortaya koyuyor. Benim niyetim, hareketi uygun bir bakış açısı dâhilinde değerlendirmek.

Bu anlamda, şu önemli gerçeği dikkate almak gerekiyor: Bu hareket, bir iki ülkeyi değil, pratikte tüm kapitalist ülkeleri, hatta birkaç sosyalist ülkeyi hedefe koyan bir harekettir. On beş yıl önce başlamış olan bu hareket ileriye dönük önemli adımlar atmayı bilmiş, Fransa’da Mayıs 1968’de zirvesine ulaşmazdan önce, Türkiye’de faşist diktatörlüğün ezdiği o muhteşem öğrenci hareketi türünden, kimi dikkat çekici hatalara imza atmıştır.

1955’te doğan bu uzun ömürlü beynelmilel hareket, zaferlerle ve yenilgilerle ilerledi, geriye düştü, ama sonra çarpıcı bir hamleyle toparlanmayı bilerek, bugüne geldi.

Peki o vakit tarihsel planda herhangi bir emsali bulunmayan, kaçınılmaz yenilgilere rağmen yok edilemeyen, ileride de yenilgilerle yüzleşecek olan, ama bir daha asla durdurulamayacak olan bu olay neyin nesidir?

Sahip olduğum sınırlı bilgi temelinde bu soruya belirli bir izahat sunabilmek adına, aşağıdaki temel hipotezi sunmak isterim: Bu beynelmilel hareket, son tahlilde, ölümün eşiğinde olan, kriz içerisinde kıvranan emperyalizmin tahrik ettiği, küçük burjuvazinin fiili ortamında en genel manada ütopyacı-solcu biçimler altında sürdürülen sınıf mücadelesinin kendiliğinden gelişen biçimlerinden birisidir.

Uluslararası antiemperyalist sınıf mücadelelerinin bu hareketin doğuşu ve gelişimi üzerindeki etkisine dair kanıt bulmak çok da zor değil. Sadece en önemlilerini belirtmek gerekirse, Cezayir’deki savaşın genç öğrenciler ve entelektüeller üzerindeki etkisini, Küba Devrimi’ni, “Che”nin kahramanca, ama politik olarak maliyetli bir ölümle karşılaştığı Latin Amerika’daki gerilla savaşını, Vietnam halkının dünyanın en büyük askerî gücünün saldırısına karşı verdiği o muazzam ve muzaffer mücadeleyi, Çin Kültür Devrimi’ni, Afrikalı-Amerikalıların ABD’nin büyük şehirlerindeki şiddetli isyanı ve Filistin direnişini hatırlayalım. Bu antiemperyalist mücadeleler, genç işçiler de dâhil olmak üzere, ülkelerimizin çağdaş gençleri arasında olağanüstü bir anlama çabası ve kabulle karşılaştı (Unutmayalım ki Fransa’da Cezayir Savaşı için seferber olan, proleter ve köylü gençlerdi. General Salan’ın Cezayir ayaklanması için başlattığı “Darbe Operasyonu”nu felce uğratan ve subayların tereddüt yaşamasını sağlayan onlardı. O gençler, aldıkları bu dersi hiç unutmadılar.)

Doğal olarak, 1930’dan 1960’a kadar uzanan sürece damga vuran olaylar ardı ardına gerçekleşmiş, burjuva ideolojisini son derece kırılgan ve savunmasız bir hâle sokmuş olmasaydı, bu anlayış bu denli derin olmazdı. Mussolini’nin faşizmi, Hitler’in Nazizm’i, İspanya İç Savaşı ve cumhuriyetçilerin uluslararası faşizmin darbeleri altında yaşadığı yenilgisi, İkinci Dünya Savaşı, Orta Avrupa’da, özellikle Çin’de bu savaştan kaynaklanan devrimler, “Üçüncü Dünya” ülkelerinin siyasi ve kimi zaman sosyal kurtuluşu, yenilgilerin yanı sıra “zaferler” (Kore, Vietnam!), “müttefiklerinin” zayıflığı ve çelişkileri sonucu emperyalizmin tek uluslararası jandarması hâline gelen ABD’nin doğrudan siyasi ve askerî müdahaleleri, kısacası, burjuvazinin devasa ekonomik ve askerî güçlerinin siyasi ve ideolojik iktidarsızlığının kamuoyuna faş edilmesi… tüm bu olaylar, tamamen yok edilmemiş olsa bile, geleneksel burjuva ideolojisinin gücünü, bugün hâlâ etkili olsa da neredeyse yok olmanın eşiğine getirmiştir.

Bu, oldukça önemli bir gerçekliktir ve bu gerçekliğe gereken değeri vermemek, hâkim sınıfın ideolojisi olan bu burjuva ideolojisinin yenilgilerinden az bahsetmek, büyük bir hata olacaktır. Bu yenilgi, tüm dünyayı kuşatan bir yenilgidir. İsyandaki küçük burjuvazi, Marksizm-Leninizme uzanan yolu “çocuksu”, ütopik ve ideolojik biçimlerde arasa da bu yenilgi sayesinde Marksist-Leninist ideoloji, hegemonya oluşturma imkânı bulacağı bir boşluğa, geniş bir kapı aralığına kavuşmuştur. Her şeyden önce biz biliyoruz ki anarşizm, anarko sendikalizm, yeni Lüksemburgculuk ve en genel manada “solculuk” biçimi alan ütopyacılık, Lenin’in de ifade ettiği gibi, ancak uygun bir tedaviden geçtiği takdirde ıslah edilebilecek bir çocukluk hastalığıdır.

Dolayısıyla, bir yandan emperyalizme karşı verilen muzaffer mücadelenin prestijli örneklerinin, diğer yandan burjuva ideolojisinin gerçekte yaşadığı yenilginin açtığı boşluğun, öğrenci ve entelektüel gençliğin ideolojik isyanı için geniş bir savaş alanı açmasına kimse şaşırmasın.

Buna ek olarak belirtmek gerekiyor ki emperyalizmin ekonomik krizi, sadece sömürülen işçi sınıfının değil, aynı zamanda, belki de ilk kez, doğrudan küçük burjuvazinin nispeten iyi durumda olan tabakalarının (ara kadroların, mühendislerin, öğretmenlerin, araştırmacıların vs.) maddi varlığını etkiliyor. Bu kesimler işsizlik yükünün altında bunalıyorlar, bu anlamda, söz konusu kesimin aynı işsizliği yaşamayı bekleyen çocuklarının savaş alanına hücum etmesine şaşırmamak gerekiyor.

Emperyalizmin politika, ekonomi ve ideoloji düzleminde çektiği ölüm sancıları, küçük burjuva gençliğin devlete ait kimi kapitalist aygıtlara saldırması için gerekli koşulları oluşturdu. Bu aygıtlar içerisinde ilk saldırıya uğrayansa eğitim sistemi, yani burjuva ideolojisinin bugün giderilmesi imkânsız bir zafiyetle malul olan ideolojik beyin yıkama aygıtı oldu.

Bu nedenle ben, geliştirdiğim hipotez dâhilinde, genç öğrencilerin ve entelektüellerin hareketinin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, ideolojik bir isyan olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorum. (Önemli Not: İdeolojik bir isyan, öğrencilerin çok kolay inandığı gibi, kapitalist ülkelerin eğitim sistemlerine ait aygıtlara saldıran, kendiliğinden ve kendisi için bir politik devrim değildir.)

Şimdilik bu aşamadayız. Ama bence insan, nereden geldiğini ve hangi tarihsel derinliklerde kökleri olduğunu biliyorsa, nereye gittiği veya herhangi bir olayda yönelimin ne yöne doğru olduğu, olayların onca iniş çıkışın ardından nerede sona ereceği konusunda makul öngörülerde bulunabilir.

Esasında kapitalist ülkeler, genç öğrencilerin ve entelektüellerin ideolojik isyanlarına ilk kez sahne olmuyor. Yirmilerdeki isyanlar, Batı Avrupa’daki sürrealizm ve Rusya’daki Proleter Kültür akımı da birer ideolojik isyandı. Ancak, o zamanın dünya durumuyla ilgili emperyalizmin gücü ve burjuva ideolojisinin gücü türünden nedenlere veya Rusya’da görülen türden, başka nedenlere bağlı olarak bu hareketler, sözlerini yerine getirmediler. Bu hareketler, en azından Batı Avrupa’da, çocukluk hastalığı aşamasının ötesine geçemediler.

İkinci Dünya Savaşı öncesi tüm Avrupa ve Japonya’daki faşist hareketlerin “ideolojik isyanına” gençlik kitlelerinin de büyük bir hevesle seferber edildiğini bilmeyen yok. Ancak büyük burjuvazinin işçi sınıfına karşı savaşmak için siyasi lider olarak benimsediği faşist liderler tarafından bir şekilde sömürülen bu isyan, faşistlerin korkunç yöntemleriyle çarpıtılıp çürütülmüş, ardından Mihver güçlerinin yürüttüğü savaşlarda katledilmiştir.

Bugünse her şey tamamen farklı. Faşist hareketler, egemen sınıfın neo-faşist tepkisinin gerçek, nesnel ve hatta yakın tehlikelerine rağmen, öğrenci gençler arasından paralı asker toplama şansına neredeyse hiç sahip değil. Burjuvazi, gençlerinin en iyileri üzerindeki ideolojik etkisini kesin olarak kaybettiği gerçeğini artık idrak etse iyi olur.

Bu gerçeğe bağlı olarak, yanılma korkusuna kapılmadan, şunu söyleyebiliriz: Zaman zaman kimi unsurlarında görülen ve tehlike arz eden nesnel antikomünizm gibi bazı kusurlarından bağımsız olarak, gençlerin dünya genelinde gerçekleştirdiği ideolojik isyan, nesnel planda, kesin olarak ilericidir ve emperyalizme karşı yürütülen beynelmilel sınıf mücadelesi dâhilinde sahip olduğu sınırlar ve ulaştığı düzey bakımından asla göz ardı edilemeyecek olumlu bir role sahiptir.

Öğrenci Hareketi’nin yüzleşmesi gereken, ama henüz büyük ölçüde efsanelere yaslanan dili dâhilinde yüzleşmediği temel ve can alıcı soru şudur: Öğrenci Hareketi, hangi koşullarda, hangi zaman diliminde ve hangi sınavlardan geçtikten sonra işçi hareketi ile kalıcı bir bağ kurmayı ve nihayetinde onunla birleşmeyi başarabilecek?

Tam bu noktada ikinci bir olguyu takdim etmem gerekiyor.

II. Olgu

Bu olgu, ciddiyetle ele alınması gereken bir olgu olduğu için onunla yüzleşmek gerçekten cesaret istiyor. Tam da bu sebeple kimse onunla cesaretle yüzleşebilmiş değil.

Şu, uluslararası sınıf mücadelesi açısından içler acısı bir şeydir, ama ne yazık ki tartışılmaz bir gerçektir: Komünist partilerimiz, öğrenciler ve genç entelektüellerle, ideolojik ve siyasi temaslarını pratikte yitirdi. Umarız bu, geçici bir durumdur.

Mayıs ayından bu yana temasların yeniden kurulması için çaba sarf edilmiş olması, bu temasın Mayıs ayında Fransa’da etkili bir şekilde var olmadığının kanıtı ve mutlak bir göstergesidir. Aynı şeyin diğer ülkelerde de olduğunu düşünüyorum. İtalyan Komünist Partisi genel sekreteri Luigi Longo’nun, İtalyan öğrenci hareketinin bir dizi “liderini” partiye şahsen almayı vazgeçilmez bir adım olarak görmesi, komünist öğrenci örgütlerinin kaybettikleri teması normal bir şekilde sağlayamadıklarının da kanıtıdır.

Gerçek şu ki Mayıs ayında Komünist Öğrenciler Birliği (UEC) olaylardan tamamen bunaldı. Genç kitleler, öğrenciler, entelektüel işçiler ve hatta bir dizi işçi, UEC liderlerini değil, diğer liderleri takip etti; komünist sloganlarla değil, başka sloganların öncülüğünde savaştılar. Cohn-Bendit’in ve bir örgüt bile olmayan “22 Mart” grubunun peşinden gittiler; Ulusal Fransız Öğrenciler Birliği’ni (UNEF) temsil eden Sauvageot’u takip ettiler; bu öyle bir hayalet örgüttü ki eski başkanı istifa ettiğinden beri örgütün bir başkanı bile yoktu. Geismar’ı ve ardından İleri Düzey Eğitimde Ulusal Öğretmenler Sendikası (SNES-SUP) sekreterleri Herzberg'i izlediler. Hatta bazıları, mitingi örgütleyen Birleşik Sosyalist Parti’nin, Mendès-France’ı orada olmasına rağmen konuşturma imkânı bulamadığı Charléty mitinginde Barjonet’yi dinledi. Devamı bir türlü gelmeyen 13 Mayıs’taki büyük miting dışında gençler, ne Komünist Öğrenciler Birliği’nin peşinden gitti ne de FKP ve CGT’nin talimatlarına uydu. Doğrudur, o eyleme gençler büyük bir coşkuyla katıldılar, fakat FKP veya CGT yerine işçi sınıfının peşinden gittiler. Hatta gençler, kendi grupçuklarının sözünü bile dinlemediler ve bu grupçuklar, mayıstaki öğrenci hareketi dalgasının altında kaldılar.

Bu, sadece tefekkürü değil, aynı zamanda her şeyden önce gerçeğe dair belgeleri ve daha derin bir tahlili hak eden ciddi ve etkileyici bir olgudur. (Olgular, gerçekler ve tahlil olmadan tefekkür nasıl mümkün olabilir?)

Öğrenciler nezdinde kendi örgütleri tarafından temsil edilen komünist partiler, Mayıs ayında öğrenci gençliğin kendiliğinden eylemleri ve ideolojisi tarafından geride bırakıldıkları süreçte öğrenci gençlerle pratikte tüm temaslarını neden kaybettiler?

Burada sadece soru soruyorum, zira bir hipotez formüle etme riskini göze almak için gerekli bilgilere sahip değilim. Şurası kesin ki Fransa açısından Cezayir Savaşı öğrencileri epey etkiledi, dolayısıyla bu etkiye geri dönüp bakmak gerekiyor, zira Komünist Öğrenciler Birliği, tam da bu savaşın yol açtığı etki sebebiyle, savaş sonrası ciddi hasara yol açan iki ayrışmaya tanıklık etti ve bu iki ayrışma da örgütü epey zayıflattı, onun üye ve takipçi yitirmesine sebep oldu. Burada bir de Çin Kültür Devrimi’ni ve Çin Komünist Partisi’nin Çin dışında gelişen hareketlere yönelttiği ayrıştırmacı sloganlarını anmamız gerekiyor. Ancak tüm bunlar, nedenlerin teşkil ettiği genel sistem içerisinde kısmi bir yere sahip unsurlardır; bu sistem, hem ayrıntılarıyla hem de kesinlikle bir bütün olarak tahlil edilmelidir, çünkü sadece tek bir ulusun gençliğini değil, kapitalist ülkelerin ve aynı zamanda belirli sosyalist ülkelerin gençliğini de ilgilendirmektedir.

Bu temas kaybı için nihai nedenler ne olursa olsun, kesin olan bir şey var: Parti, gençlik isyanının nihayetinde solculuğa doğru itildiği sürece mâni olacak tek bir tedbir bile almadı. “Solculuk”, hareketin aldığı muhtelif biçimleri tanımlamak için kullanılabilecek, yerinde bir terim. Bugün grupçuklardan geriye kalanlarla eski solcuların bolca kanıt sunduğu bir husus da hareketin bölündüğüne dair gerçekliktir. Neticede bu bölünme sürecinde kimi gruplar iyice uzlaşmaz bir nitelik kazanmıştır.

Burada belirtmek gerekir ki biz, burada esasen küçük burjuva solculuktan bahsediyoruz, Lenin’in hiçbir ayrım gözetilmeden alıntılanıp durulan Sol Komünizm çalışmasında değindiği proleter soldan değil. Bir hususu daha belirtmeliyim: Lenin, sağcı doktrinerizmin devrim için proleter solculuktan bin kat daha tehlikeli olduğunu, onun daha güç tedavi edileceğini, neticede proleter solculuğun işçi hareketine ait bir çocukluk hastalığı olduğunu düşünüyordu. Ama gene de Lenin’in formüllerini küçük burjuva öğrencilerdeki solculuğa doğrudan tatbik edilemeyeceğini söylemem gerek.

Güvenle belirtmeliyim ki “sağcı doktrinerizmden daha az tehlikeli” olsa bile, hatta proleter solculuktan daha az tehlikeli olsa bile, küçük burjuva solculuğun tedavisi proleter solculuğun tedavisine kıyasla daha zordur. Çünkü küçük burjuvazi, kendisini iyileştirecek, “proleter sınıf içgüdüsü” denilen o ilaca sahip değildir, bilakis, bu sınıf, “proleter sınıf konumu”na dönüştürülmesi gayet güç olan bir “küçük burjuva sınıf içgüdüsü”ne sahiptir.

Tüm bu özel koşullar, entelektüellerde ve öğrencilerde görülen bu solculuğun özel bir yoldan tedavi edilmesini gerekli kılmaktadır. Lenin’in 1916’daki gençlik hareketleri hakkında söylediği gibi, “Onlara her türlü yardım yapılmalıdır. Onların hatalarına karşı sabırlı olmalı ve onları mücadele ile değil, esasında ikna yoluyla, yavaş yavaş düzeltmeye gayret etmeliyiz.”

Ne var ki gençliğin o çorbaya dönmüş solculuk ideolojisine yürüyeceği yolu nasıl tarif edebiliriz? Her şeyden önce bu hareket, tarihsel planda gerekli örneğe ve emsale sahip değil. Bu emsalden yoksun olan, ama tüm yanlışlarına, kibirli hâline ve kusurlarına rağmen kitlesel bir hareket olarak ilericiliği tartışılmaz olan bu ideolojik isyanın bilinmeyen yönlerine vakıf değiliz, bunun için gerekli koşullardan mahrumuz. Bir hata yapmamak için tekrar edelim: Bu, gerçek manada, kelimenin karşılığını veren bir kitle hareketidir, küçük burjuva bir hareket olsa da bir kitle hareketidir.

Kanaatimce, isyanın bilinmeyen yönlerini açığa çıkartmak için gerekli koşullar şunlardır:

1. Her şeyden önce, sansasyonel mayıs genel grevinde meydana gelenlerin ayrıntılarını anlamak için sosyolojik (ekonomik, siyasi ve ideolojik) tahlil biçimlerinin oluşturulması gerekir; şeylerin tarihsel düzenini yeniden oluşturmak önemlidir. Dolayısıyla, dokuz milyon işçinin genel grevinin öğrencilerin ve entelektüel gençliğin eylemleri karşısında tarihsel açıdan öncelikli olduğu iddiası aslidir (Bu iddia, Marcuse ve yandaşlarının ideolojisini çöpe atmaktadır.) Bu tahlil, ayrıntılandırıldığı takdirde, muazzam bir avantaja sahiptir. Söz konusu tahlil, bu hâliyle, işçi sınıfını sahip olduğu güçler ve kaynaklar konusunda bilgilendirmekle, buradan da sınıfın devrimci müdahalenin elindeki muazzam güçleri öğrenmesini sağlamakla kalmayacak, ayrıca genç öğrencileri ve aydınları hakkında çarpık bilgilere sahip oldukları işçi sınıfı ve işçi hareketinin gerçekliği konusunda eğitecek, kimi genç işçilerle kurdukları (ki bu genç işçilerin belirli bir kısmı işçi sınıfına mensup değil) temasın ötesine geçmelerini sağlayacaktır. Bu tahlil aynı zamanda, talepleri ve öfkesi herkesin malumu olan kır proletaryasının, yoksul köylülerin ve küçük toprak sahiplerinin Mayıs ayındaki çekimserliğini de ortaya çıkarmalıdır. Bu kesim neden çekimser kaldı? Bu soruya cevap vermek için mutlaka ulusal bir referans çerçevesinin ötesine geçilerek uluslararası bağlama, emperyalizme ve emperyalizme karşı uluslararası mücadeleye ve gerçekliği, bileşenleri asla göz ardı edilemeyecek olan uluslararası komünist hareketteki bölünmenin yarattığı o oldukça zor koşullara atıfta bulunulmalıdır.

2. Öğrencilerin ve genç entelektüellerin ideolojik isyanının arkasında yatan ulusal ve uluslararası nedenler hakkında derin bir çalışma yapmak da önemlidir. Bu tahlil, sunduğu o muazzam avantajla, gençlerin kendilerini harekete geçiren nedenler, “özgürlük” olarak tecrübe ettikleri olayların gerekliliği, o çırpınıp durdukları, bundan sonra da çırpınmaya devam edecekleri kör sokakların (çıkmazların) zorlukları konusunda bilgilenmelerini sağlayacaktır. Böylesi bir çalışma, gençlerin Mayıs ayında ortaya koydukları tarihsel eylemlere yön veren küçük burjuva ideolojisinin kendiliğinden biçimlerinin sınırlarını ve hatalarını anlamalarını sağlayacak, onları işçi sınıfıyla birleşme, Lenin tarafından eşsiz bir netlikle doğrulanan, devrimci mücadelede işçi sınıfının liderliği ilkesini tanıma ve şu anda onlara işkence eden örgütlenme zorunluluğu meselesiyle yüzleşme konusunda hazırlayacaktır (Örgütlenmenin zorunlu olduğunu bazı gençler hissetmekte, bazıları bilmektedir. Şu veya bu şekilde gençler örgüt olmadan politik eylemin olamayacağının bilincindedir.) Bunun dışında, böylesi bir tahlil, işçilerin öğrenci ve entelektüel gençliğin ideolojik isyanının nedenlerini ve duygusunu, ayrıca öğrencilerin işçileri rahatsız edecek, genelde güvensiz kılmasa bile onları temkinli hâle sokacak ütopik tepkilerinin nedenlerini anlamamızı sağlayacaktır. Daha önce açıkça dile getirdiğim gibi, bu tür bir tahlil hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yapılmalıdır.

3. Son olarak, Komünist Partilerin çoğunluğu ile gençler arasındaki pratik, ideolojik ve politik temasın sıra dışı bir gelişme dâhilinde yitirilmesinin nedenlerinin kapsamlı bir biçimde tahlil edilmesi gerekmektedir. Burada da olayların temeline inilmeli, böylesi bir temassızlık tek bir ülkenin sınırlarını aşan bir konu olduğu için uluslararası düzlemle alakalı nedenler ele alınmalı, ama aynı zamanda olguya yol açan nedenler, bilhassa ulusal düzeyde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu çalışma yapılmadan, partilerimizin şu anda öğrenci ve entelektüel gençlerle yeniden bağ kurma girişimleri, Mayıs ayında oluşan ve çok tehlikeli sonuçlar doğuran boşluğu tahmin yoluyla çizilen bir hat dâhilinde geliştirilmiş yöntemlerle, yani dostlar alışverişte görsün anlayışı uyarınca doldurma riskini doğuracaktır. Elbette bu son tahlilin sunduğu sınırlı, ama kimsenin inkâr dahi edemeyeceği sonuçlar, uygun bir biçimde, sabırla yürütülen bir tedavi sürecinin yokluğunda, bahsi geçen gençliğin başına sürekli belâ olacak tüm solcu ideolojilerdeki yükselişe dair tahlil içerisinde kendisine yer bulmalıdır.

Sana uzun zamandır “yazacağım” diye söz verdiğim mektup bu kadar uzun olduğu için kusura bakma. Neticede tüm bu zaman, Mayıs ile ilgili basit değer yargılarından veya basit olgusal açıklamalardan daha fazlasını formüle etmek için gerekliydi. Bu yüzden bu mektubu sana Mayıs ayından on, seçim kampanyanızın bitiminden sekiz ay sonra gönderiyorum. Önerilerimin çoğunun son derece tehlikeli olduğunu biliyorum ve çoğu durumda yanıldığıma hiç şüphem yok. Tek istediğim, hatanın bana gösterilmesi.

Sana yayımlayacağını bilerek kaleme aldığım bu mektup, Mayıs olaylarını daha net anlamamızı sağlayacak bazı tahlilleri kışkırtırsa çok mutlu olurum. Zira eşi benzeri görülmemiş bir ölçeğe sahip olan bir genel greve tanıklık eden Mayıs 1968, Direniş’ten ve Nazizm’e karşı kazanılan zaferden bu yana Batı tarihindeki en önemli olayı ifade ediyor.

Louis Althusser
15 Mart 1969
Kaynak

0 Yorum: