Günel
Filedelfiya’daki Büyük Yeşa Balo Salonu’nun önünde 400’ü aşkın insan toplandı.
Birbirlerini itip kakan bu insanlar, önceden planlanmış bir toplantıya katılmak
istiyorlardı. Polis, biraz uzakta durmuş, kitleyi izliyordu. İtiş kakışın
ardından, küçük çocukların aileleri geri çekildi. Bu şekilde olmaması gereken
bu etkinlik, çocuk bakımı ile ilgiliydi ve katılanlara yiyecek dağıtılacaktı.
“Çimenliği
kurtarın!” diye bağıran göstericiler güvenliği sıkıştırdı. İçlerinden biri
kapıdaki bekçiyi gösterip, “adam saatte 11 dolar kazanıyor” diye bağırdı.
“İçeri girmemize mani olamaz!” diye ekledi.
Bu
coşkulu kitle, haklı bir dava için orada olduğunu düşünüyordu. Asıl amaçları
ise polis zulmünü, kitlelere sıkılan kurşunları, okullara aktarılan paralardaki
kesintileri, su faturalarındaki artışı ya da başka toplumsal sorunları protesto
etmek değildi.
Kitle,
şehirlerindeki parklara futbol ve beysbol sahaları yapılmasına karşı çıkıyordu.
Pandemi
döneminde park ve bahçeler müdürlüğü, insanlar kapanmalar dâhilinde biraz soluk
alsınlar diye FDR Parkı’nda uzun süre ihmal edilmiş olan golf sahasını halka
açtı. Çimler, aşırı derecede uzamış olduğu için orada köpeklerini gezdiren,
piknik ve yürüyüş yapan, evden çalışan profesyoneller, burayı “Çimenlik” olarak
adlandırmışlardı.
Pandemi
döneminde getirilmiş olan kısıtlamalar kaldırılınca, belediye, uzun zamandır
beklemede olan yeniden geliştirme planlarını yeniden devreye soktu. Park
planında gelişkin oyun sahaları bulunuyordu. Bu sahalar, her hafta maç yapmak
için binlerce sporcunun tozlu, çimsiz, taşlı arazide toplandığı bir mahallede
inşa edilecekti. Genç sporcuların kurduğu kulüpler, uygun saha bulmak için
oyuncularını kırk beş dakikalık bir mesafeye götürmek zorunda kalıyorlardı.
Yeni spor kompleksi, bu oyuncuların derdine deva olacaktı. Ne var ki bu yeni
sahalar, Çimenlik’in bir kısmına inşa edilmek zorundaydı.
Yeni
sahaların inşa edileceği alanı kurtarma talebini bizzat ilerici hareket
dillendirdi. Proje konusunda sayısız dedikodu yapıldı. Örneğin, FIFA’nın
2026’daki Dünya Kupası için alanın temizlenmesini istediği söylendi.
Şehirdeki
Amerikalı Demokratik Sosyalistler türünden ilerici örgütler, eyaletin solcu
senatörü ve gene eyaletin temsilciler meclisindeki ilerici üyesi, yeni
yapılacak sahaların çevre, halk sağlığı, hatta fiziki güvenlik için yarattığı
büyük tehlikeye işaret etti.
Gezip
dolaşmaya dair tercihleriyle ve yalnızlaşma arzularıyla toplumsal davayı
birbirine karıştıran eylemciler, kapsamlı bir kampanya yürüttüler. “FDR
Parkı’ndan Elinizi Çekin!” yazılı dövizler taşıdılar. Yağmur ormanlarında yol
açan buldozerlerin resimlerini kullandılar.
Ortada
gayet şaşırtıcı bir manzara vardı. Gerçek plan, parkın yıkılmasını içermiyordu.
Yeni spor sahalarına ek olarak, yaklaşık 12 hektarlık bataklığın kurutulması,
onlarca yeni doğal patikanın açılması ve parkın ekosisteminin gelecek nesil
için muhafaza edilmesi öngörülüyordu. Yeni geliştirilecek parkta sporcular ve
doğaseverler için birçok alan oluşturulacaktı.
Ama
plana karşı çıkanlar, bu tür gerçeklerle hiç ilgilenmiyorlardı. Onlar, derin,
içgüdüsel, hatta metafizik bir sorunla meşgullerdi. Şehirde eylemlere
sempatiyle yaklaşan bir kişinin yorumuna göre Çimenlik, aslında bakımsız
olduğu, insanlar keyfini çıkartsınlar diye yapılmadığı, toplumsal kullanım için
planlanmış olmadığı için cazip geliyordu. Bu kişiye göre, “Çimenlik’in arazisi,
kişilerin yönlendirdiği bir yaratım sürecinin parçası”ydı. “O, bir nesne değil,
özne”ydi. “Hem de kendinde değil, kendisi için bir özne.”
Birçok
ilericinin, hatta kendisini sosyalist olarak niteleyen birçok insanın bu türden
toplum karşıtı bir konum alması gerçekten şaşırtıcı. Her şeyden önce kamuya ait
parklar, halk keyfini çıkartsın diye var. Amatör spor kadar toplumsal açıdan
insanı kuran, inşa eden çok az faaliyet mevcut.
Kamuyu
gözeten toplumsallık anlayışıyla çelişen bir tavırla, parkın yeniden
geliştirilmesi kararına karşı çıkan göstericilerin, doğaya kaçmayı seven bir
tür münzeviliği tercih etmeleri, asla rastlantı değil. Ayrıca bu tavır, beysbol
stadyumlarından nefret eden birkaç kaçıkla da sınırlı değil. Söz konusu toplum
karşıtı ruh hâli, tüm ülkeyi ele geçirdi ve bilhassa politik solda karşımıza
çıkıyor.
Bugüne
hâkim olan toplum karşıtı davranış, tehlikeli. Her türden toplumsal marazı ve
bozukluğu yeniden üretme, hatta hızlandırma riskini taşıyor. Yalnızlıktan
cinsiyetsizliğe, uyuşturucu kullanımından cinayete birçok konuda solcular,
kolektif antisosyal davranıştaki artışa kendilerince bahaneler buluyorlar veya
bu artışı görmezden geliyorlar.
Bazı
ilericilerse pandemi politikalarının uzun süre uygulanmasını savunarak,
yalnızlığın kurumsallaşması fikrini savundular. Bazıları ise kamusal hayatta
gelişen toplum karşıtı davranışı erdemli bir davranış gibi görüyor. Solcular,
kitlesel uyuşturucu kullanımı ve cinayet gibi toplumsal yabancılaşmanın en
berbat sonuçlarını hâlen daha görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Toplum
meselesini bu şekilde terk edenler, sadece halkın moralsizleştiği süreci
besliyor, onun politik yenilenme ihtimallerine karşı körleşmesine neden oluyor.
Kapanmalar,
Liberalizm ve Yalnızlık
Toplum
karşıtı tavrın kökleri derinlere uzanıyor. Büyük toplumsal dürtülerimiz
karşısında kararsızlık içerisinde olan veya onlarla çelişen, topluma ait tüm
yapısal özellikler yol açıyor bu tavra. Hayatımızın en mahrem yerlerine bile
sızan piyasa mantığı, bir zamanlar kamuya ait olan her şeyin özelleştirilmesine
yönelik çabalar ve tabii bir de hayatımızın iş dışında kalan kısmını yiyip
tüketen çalışma pratiği, bu türden yapısal özelliklerden bazıları.
En
iyi ihtimalle, geçen yüzyılın ortalarından beri biz, takım sporlarına, gönüllü
çalışmaların yürütüldüğü derneklere, işçi sendikalarına, sosyal kulüplere,
politik örgütlere ve yardımlaşma faaliyetlerine katılım oranlarında önemli bir
düşüşe tanıklık ediyoruz. Toplumsal yalnızlaşma denilen uçuruma doğru
yürüyüşümüz, uzun zamandır sürüyor.
Ama
pandemiyle birlikte toplumsal hayat, kendi içine çöktü ve vahim bir hâl aldı.
Bugün Amerikalılar, her zamankinde daha fazla yalnızlar, bir başınalar.
Kısa
süre önce yapılmış olan bir çalışmaya göre, her beş Amerikalı erkekten birinin
bir tane bile dostu yok. Ülkenin yarısı, pandemi yüzünden arkadaşlarıyla
temasının kalmadığını söylüyor. Raporun aktardığına göre, halkın üçte biri
sürekli yalnızlık içerisinde yaşıyor. Toplumsal manzara her zamankinden daha
fazla kötü.
Tabii
bu noktada sosyal mesafeden, okulların kapanmasından ve evden çalışmadan
bahsetmek gerekiyor. Hastalığın yayılma hızını düşürebilseydik, tıp bilimi,
bunca zarar verilmezden önce derde deva sunabilirdi. Ne var ki tecrit
politikasının ilk cevap olarak uygulanması, ne tek yoldu ne de bu yol “eğriyi
düzleştirecek” en iyi yoldu. Daha da kötüsü, herkesi bir çuvala atan ve herkese
aynı anda dayatılan kapanma politikasının muazzam toplumsal maliyetleri oldu:
cinayet sayıları, uyuşturucu kullanımı oranları, depresyon hızla arttı. Ayrıca
öğrencilerdeki okuryazarlık, arkadaşlık ilişkileri ve cinsellik azaldı.
Bazı
sosyal demokrat hükümetlerin sunduğu yola benzer başka yollar vardı oysa.
Avrupa ülkeleri içerisinde toplam aşırı ölüm oranı en düşük düzeyde olan İsveç,
“evde kal” talimatından da kalıcı maske takma politikasından da uzak durdu. Bu
ülkedeki sağlık uzmanları (yaklaşık yüz yıldır savundukları sosyal demokrat
görüşe sırtlarını yaslayarak) pandemiyle mücadelenin bir 100 metre yarışı
değil, maraton olduğunu gördüler. Bu noktada aynı sağlık uzmanları, toplumsal
hayatı sekteye uğratan değil, onunla uyumlu çözümler bulmaya çalıştılar.
Okullar, bu süreçte açık kaldı. İsveç, çocukları pandemi sürecini öğrenme
konusunda önemli bir kaybı yaşamadan geçiren az sayıda ülkeden biri.
İngiltere
ve ABD’de siyasetçileri, verdikleri ilk tepki konusunda affetmek mümkün. Peki
ama bugün toplumsal tecridin, izolasyonun sürmesini isteyenleri ne yapacağız?
ABD’de
sol, maskesiz normal hayata dönüş çağrılarını nadiren dillendirdi. Geçen yıl,
okula giden çocuğu olan ebeveynlerin yüzde 79’unun yüz yüze okul eğitimini
tercih ettiği gerçeği ortada iken birçok Amerikalı ilerici isim, gelişmiş
dünyanın geri kalan kısmı okulların yeniden açılması fikrini kabullenmesine
rağmen, bu fikre karşı çıkmayı sürdürdü. Burada da toplum karşıtı tavır galebe
çaldı ve bu tavır, tehlikeli sonuçlara yol açtı. Okulların uzun süre kapalı
kalması, öğrencilerin öğrenme süreçlerinde gerilemesine neden oldu. Bugün
çocuklar hocalarına yetişmek zorunda, ayrıca temel toplumsal becerileri yeniden
edinmek durumunda.
Aşılama
oranları yükselip vaka sayıları azaldıkça somutta ilericilerde insanların
kapısını açmayla ilgili bir tereddüt gelişti. Beyaz yaka işçilerin sonsuza dek
evden çalışabileceğine, çalışması gerektiğine dair görüş benimsendi. Pandemiden
önce ofis işlerinin yaklaşık yüzde 5’i evden yapılıyordu. Bugün bu oran yüzde
30 civarında. Manhattan’da ofis çalışanlarının yarısı ofise gitmekten vazgeçti.
Uzaktan çalışma devrimi, profesyonel sınıftaki kapanmacılığın daimi biçimi. Bu
çalışanlara göre, ofis hayatının az sayıda kıymetli toplumsal yönleri pratikte
ortadan kalktı. Bazı yetişkin insanlar, tıpkı okula giden çocuklar gibi
toplumsal açıdan gerilediler. Değişime uyum sağlayan şirketler, pratikte
işgücünün yol açtığı genel giderlerden kurtuldular, zira çalışanlar, ev
ofislerinin maliyetlerini kendileri yüklendiler. Öte yandan, neticede şehir
merkezleri, pandemi öncesi sahip oldukları canlılığa yeniden kavuşmak için
mücadele etmek için uğraştılar.
Eğer
ofisler açısından küçük bölmeler toplumsal bir kâbus ise Zoom Dünya Düzeni
toplumsal bir felâkettir.
Restoranlar
ve barlar, pandemiyle oluşan fasıla sonrası yavaş da olsa yeniden açıldıkça tek
başına yemek yiyenlerin sayısı arttı, sosyal içicilerin sayısı düştü. Tek
başına yemek yiyenler, bugün ABD’de restorana gidenler içerisinde en büyük payı
oluşturuyor. Yalnız akşam yemeği yemek, Amerika’da yaşanan koşuşturmanın
kendine has distopik özelliği hâline geldi.
1986’da
Jean Baudrillard, “Fakirlikten daha üzücü, dilencilikten daha hazin bir şey
varsa o da insanın halkın içinde tek başına yemek yemesidir” diye dile
getiriyordu şikâyetini. Bugün dışarı çıkıp yemek yemek moda. New York Times
okurlarına, “yalnız nasıl yemek yenileceğine, bundan nasıl zevk alınacağına”
dair tavsiyeler sunuyor. Liberal Guardian gazetesi ise “yalnız yemek
yemenin keyfi”nden bahsedip bu pratiği övüyor. Yalnız yemek yeme talebi
sebebiyle bugün restoranlar tek kişilik masa sayısını artırıyorlar ve eski tarz
oturma düzenlerini değiştiriyorlar.
Bugün
kent nüfusunun üçte biri evden çalışıyor ve düzenli olarak dışarı çıkıp tek
başına yemek yiyor. Bu yalnız takılalımcılar, tek başına tefekkür etme fikrine
göre hareket eden bir tür züht hareketinin üyesi değiller. Her zaman kendi
başlarına olsalar da hiçbir vakit yalnız değiller. Hep internette dolaşıyorlar,
ilgilerini çeken linklere tıklıyorlar, tvit atıyorlar, eposta yolluyorlar,
mesaj atıyorlar, tiktok videoları yüklüyorlar vs. Sosyal medya sürekli
hayatlarında olduğu için toplumsal açıdan yalnızlıklarının erdemli yönü olarak
görülebilecek kendi üzerine düşünmek denilen pratik imkânsızlaşıyor.
Kişiler
arası etkileşimin inceliklerinin yerini sosyal medyanın o yavan ve sığ
ahlaksızlığı aldıkça insanlar da adab-ı muaşerete dair anlayışlarını, hatta
benlik bilinçlerini yitiriyorlar.
Bardayken
veya biriyle çıktığınızda yediğiniz yemekte yaptığınız kötü ve yersiz şakayla
Twitter’da yaptığınız şaka arasındaki farkı ele alalım. Araştırmalara göre,
aşırı derecede sosyal medya kullananlar sadece daha yalnız kişiler değiller,
aynı zamanda bunlar, daha saldırgan, daha fazla nefret yüklü ve daha kabalar.
Başka bir ifadeyle bu insanlar, yalnızlık hastalığının tedavisi için ihtiyaç
duyulan tüm özelliklerden mahrumlar.
Bu
yalnız ve kaba kalabalık, aynı zamanda politik açıdan ilerici bir topluluk.
Pinterest hariç tüm sosyal medya platformlarında ilericilerin sayısı,
muhafazakârların sayısının katbekat üzerinde. Ayrıca bu kişiler, sosyal medyayı
toplum için olumsuz bir şey olarak görmüyorlar. Yüzde 83’ü sosyal medyanın
toplumsal hareketler için olumlu bir araç olduğunu düşünüyor. Çok azı, sosyal
medyanın toplumsal hayatları için bir tehlike arz ettiğini düşünüyor.
İnternette
tek başına geçirdiğimiz tüm o zaman bizim başkalarına güvenimizi daha da
azaltıyor, bizi daha saygısız ve kötümser kılıyor. Kamuoyu anketleri,
Amerikalıların bugün gelecek kuşağın yüzleşeceği ihtimaller konusunda,
2008-2012 arası dönemde yaşanan Büyük Resesyon’un gölgesinde olduğumuzdan daha
fazla kötümser olduğumuzu ortaya koyuyor. Daha da kötüsü, bugün gençler de
başkalarına daha fazla şüpheyle yaklaşıyorlar. Yaşları 18-29 arasında olan
insanların yüzde 60’ı “insanların çoğuna güvenilemeyeceğini” düşünürken, aynı
grubun yüzde 71’i “fırsat bulduğunda birçok insan sizden istifade etmeye
çalışıyor” görüşünü dile getiriyor.
Yalnızlığın
kurumsallaştığı, halk arasında kötümserliğin kemikleştiği süreç, sadece
toplumun demoralize olmasına ve en temel toplumsal bağların sürekli aşınmasına
yol açar.
Ailenin
İlgası ve Cinselliğe Yönelik Sol Duyarlılık
Toplumsal
bir kurum olarak ailenin başı, her açıdan dertte. Bir zamanlar toplumun atomik
düzeyi olarak görülen aile denilen çekirdeğin parçalanacağı bir momente doğru
ilerliyoruz.
Bugün
ücretler durağan, iş piyasası güvencesiz, barınma maliyetleri artıyor. Bunlara
eşlik eden başka yapısal faktörlerle birlikte, aile hayatı, gelişmiş ve
azgelişmiş ülkelerin ekonomilerinde zayıflıyor.
Evli
çiftler daha az çocuk sahibi oluyorlar, hane halkı küçülüyor, evlilikler eskisi
gibi uzun sürmüyor, çocukların bakımı, artık iki yakalarını bir araya getirmek
için mücadele eden insanların üstlenebileceği bir yük değil.
Eskiden
toplumsal bir olgu olarak kabul edilen aile hayatı, giderek bir lüks hâline
geliyor.
1970’te
ABD’de evlenme oranı yüzde 85,9 iken, 2019’da bu oran, tüm zamanların en düşük
seviyesine gerileyerek, yüzde 33,2 oldu. Eskiden evlilik hayatında sınıfsal
ayrım az görülürken, bugün giderek daha fazla görülüyor. En düşük geliri elde
eden en alttaki beşte birlik dilimde yer alan yetişkinlerin yüzde 38’i
hâlihazırda evli, en yüksek beşte birlik dilimde yer alanlarda bu oran yüzde
80.
Zenginler,
uzun ve istikrarlı devam eden evliliklere sahip, ama yoksullar böyle bir
şanstan yoksunlar. İnsanların ortak özelliklere sahip kişilerle evlenmesi
anlamında “sınıflandırıcı çiftleşme”, bu ayrımın muhafaza edilmesini güvence
altına alıyor. Boşanmalardaki farklılık da sınıfsallığın belirlenimi altında.
ABD’de bugün tek ebeveynli evlerin oranı yüzde 23. Bu oran, dünyanın geri kalan
kısmının üç katından fazla.
Tüm
bu konular hepimizi endişelendiriyor olmalı. Çocuk yetiştirmenin yol açtığı
yükü alacak toplumsal altyapıya yönelik yapılacak devasa kamu yatırımlarına ek
olarak, işçi sınıfından çiftlerin ayrılma sürecini hızlandıran mali
istikrarsızlığı çözüme kavuşturacak bir ekonomi programıyla bu soruna deva
bulmak mümkün. Neticede toplumun genelini kuşatan ekonomik eşitsizlik meselesi,
ailelerin yüzleştiği dertlerin sebeplerinden biri.
Buna
karşın, birçok solcu, aile hayatının yüzleştiği bu krizi toplumsal bir sorun
olarak görmüyor. Bunun yerine, solcular, ailelerin dağılmasını bir çözüm olarak
sunuyor. Evliliklerin dağıldığı, çocukların ortadan kaybolduğu, yaşlıların
hücre tipi huzurevlerine tıkıldığı koşullarda sol, bize “aileyi ilga etmeyi”
tembihliyor.
Karl
Marx, bir yerde “pratikte proleterlerin aile kurmamasından” şikâyet ederken,
Karl Kautsky, halkı onda yerleşik olan, sosyal demokratların aile hayatına
karşı olduğuna dair anlayıştan arınmasını sağlamak için bin bir çile çekiyordu.
Bir yerde Kautsky, “hiçbir sosyalistin aklında uzak bir gelecekte aileyi ilga
etmek, ortadan kaldırmak gibi bir fikir yoktur” diyordu. Ama bugünün
sosyalistleri, tam da bunu söylüyorlar.
Sophie
Lewis’in 2022 tarihli “bakım ve özgürleşme” manifestosunda “aile hayatı
küçüldükçe toplumsal özgürlük artacak” yazılı. Kısa süre önce Dissent’te
çıkan bir makale, “aile hayatının geriye döndürülemez biçimde yoksullaştığı”nı
söylüyordu. Bugün ilerici çevrelerde bir kurum olarak aile, her yönden redde
tabi tutulan bir olgu. Fakat bugün mevcut piyasa eğilimleriyle uyum içerisinde
gelişen ve güçlenen antisosyal davranışın her şeyin daha kötü olmasına katkı
sunmaktan başka bir işe yaramayacağını kimse görmüyor.
Ailenin
krizinin yoğunlaşmasına katkı sunan bir olgu da ilericilerdeki kötümserlik.
Morgan Stanley’ye göre:
“İklim değişikliği
sebebiyle çocuk sahibi olmamayı salık veren hareket giderek büyüyor ve
doğurganlık oranlarını doğurganlıktaki düşüş konusunda bugüne dek görülmüş her
türden eğilime kıyasla, daha hızlı etkiliyor.”
Bu,
gerçekten de çok çarpıcı bir gelişme. Buna karşın, doğum karşıtı (antinatalist)
hareket, doğum oranlarındaki düşüşü hayırlı bir gelişme olarak görüyor. Doğan
her çocuğun karbon ayak izine dikkat çeken kimi insanlar, çocuk sahibi olma
işine bir süre ara vermenin hayırlı olacağını söylerken, bazı isimler de insan
denilen canlı türünün yok olması gerektiği üzerinde duruyorlar. Solun çok
sevdiği bir kongre mensubu, çocuk sahibi olmada bir sorun olup olmadığını
tartışıyor. İnternette kendi dölleriyle dünyaya yük olan, “sahip oldukları
çocukları besleyip büyüten” insanlarla alay eden, onları hor gören yazılar
giderek yaygınlaşıyor.
Ailedeki
çöküş, gerçek bir toplumsal kriz aslında ve bu krizin dünya çapında ekonomik
felâketle sonuçlanma ihtimali mevcut. Buna karşın birçok solcu, bu krizle
yüzleşmek yerine ortadaki somut sorundan kaçmayı tercih ediyor. Ailenin
dağılmasına yönelik eğilimi hem gönüllü bir tercih hem de ahlaki bir erdem
olarak ambalajlamak suretiyle ailenin çöküş sürecine uyum sağlıyor. Solcular,
belki de farkında olmadan, daha yalnız ve daha yabancılaşmış insanlarla yüklü
bir gezegen için tezahürat yapıyorlar.
Ailelerin
yüzleştikleri, giderek artan güçlükler görmezden gelinemez. Nüfusun hızla
yaşlanmasıyla açığa çıkan krize çocukların ailelerinin sırtına daha az ekonomik
yük yüklemesini sağlayacak bir politika olmadan çözüm bulamayız. Ayrıca
çocukları yetiştirecek asli toplumsal birim olarak ailenin yerini kolektif
bakımın üst bir biçimine bırakacağı görüşü de pek makul bir görüş değil. Mevcut
hâlleriyle aileler çile çekiyorlar. Bugün hayatta kalabilmeleri için ailelerin
büyümesine ve istikrara kavuşmasına katkıda bulunacak politikalara ihtiyaç var.
Aile
çözülüp dağıldıkça onun evvelden beri ana bileşenlerinden biri olan cinsellik
de çözülüp dağılıyor.
Gençler
daha az cinsel birliktelik yaşıyor, ayrıca cinsellikle ilgili kaygıları daha da
artıyor. Aseksüellik yüceltiliyor ve cinsel kimliğin yeni yüzü hâline geliyor.
Bir araştırmada araştırmacılar, Amerikalılara “lütfen daha fazla seks yapın”
diye yalvarıyor. Araştırmada son 12 ay içerisinde seks yapmayanların oranının
yüzde 26 olduğu söyleniyor. Bu oran, son 30 yılın en yüksek oranı. Dünya
genelinde de benzer haberlere ve raporlara rastlanıyor.
Tüm
bu gerçeğe rağmen, belki de tam da bu gerçek yüzünden kültürel hayata
hovardalık (liberterlik) hâkim oluyor. OnlyFans influencer’ları, milyonlarca
dolar kazanan popüler isimler hâline geliyor. Seks işçileri, Kongre üyeliği
için aday oluyorlar. Porno, isteyene ücretsiz sunuluyor, eposta göndermek için
kullanılan cihaz, pornonun yaygınlaşmasını sağlıyor. Özel pazarlarda satılan
seks doğallaşıp yaygınlaşıyor.
Tüm
bu gelişmeler, ikircikli bir tutumla karşılanıyor veya kültürel ilerlemeye denk
düştüğü iddia edilip övülüyor. Buna karşılık, birbirine âşık çiftler arasında
cereyan eden gerçek seks, sayısal açıdan azalıyor. En tuhaf cinsel fetişleri
eleştirmek gibi bir terbiyesizliği yaptığınızda, insanların cinsel
tercihlerini, ilgilerini ve fetişlerini alaya alıp eleştirdiğinizde, birden
karşınızda Viktoryen dönemden çıkıp gelmiş namus kumkumaları buluyorsunuz.
Her
dönem politik kampanya yürütmüş eski seks işçisi kongre adayı Alexandra Hunt’ı
yüzleştiği çelişki sebebiyle yaşadığı kafa karışıklığı için bağışlamak mümkün.
2022’de
Hunt, seks işçiliğini ona vurulmuş damgalardan kurtarma çağrısı yaptığı için
göklere çıkartıldı. O konuşmasında Hunt, seks işçilerinden birer kahraman
olarak söz ediyordu. Adaylığı o dönemde seks işinin sorunlarına hoşgörülü
gençlerin nasıl yaklaşması gerektiğini söyleyen bir bildiri olarak görülmüştü.
Üzerinde “Orospuları seçin” yazılı kampanya svetşörtleri peynir ekmek gibi
satıldı.
Sonrasında,
aynı yıl içerisinde Hunt, birçok insanın sekse son verdiğinden şikâyet etti ve
insanların dikkatini bu soruna çekmeye çalıştı. Bu sebeple Hunt, birçok insan
tarafından eleştirildi, kınandı, alay edildi.
Hunt’ın
söz konusu soruna işaret etmesi yanlış değildi. Toplumda cinsellik körelmekte,
azalmaktaydı. Esasen bu, ciddiye alınması gereken, toplumsal bir bozukluktu.
Ama Hunt’ın sunduğu çözümler pek de güven telakki eden çözümler değildi.
Hunt’a
göre “seks yapma hakkı”, “seks satın alma hakkı” demek. Oysa zaten seksin bu
kadar aşırı metalaşması ve dijitalleşmesi yüzünden bu noktaya geldik. Seks
pazarlama işinin bu kadar artmış olması, bizi seks eyleminden uzaklaştırıyor.
Pornografinin ulaştığı yaygınlık ve seksin her yerde satılıyor olması, toplumda
sekse olan hürmeti artırmadı, bilâkis azalttı. Piyasa, seksi ucuzlattı.
Değerini düşürdü. Seksi ve cinselliği toplumsal hayatın neredeyse tamamından
söküp attı.
Bugün
seks partneri bulmak için gençler, potansiyel eşlerini yüzeysel kriterlere göre
yargıladıkları, belirli bir algoritmanın organize ettiği, tek tıklamayla karar
verdikleri internet sitelerine üye oluyorlar. Bu sitelerde cinsiyetler arasında
ciddi bir dengesizlik mevcut. Tinder uygulamasını kullananların sadece yüzde
23’ü kadın. Heteroseksüel erkekler, çoğunlukla eş bulamıyorlar. Eş bulamayan
erkekler OnlyFans’e yöneliyorlar, bile isteye kabul ettikleri şartlar üzerinden
herhangi bir güvence sunmayan bu tür sitelere para akıtıyorlar. Aşk, duygu ve
romantizm karşıtı bir sistem inşa ediliyor. Üstelik bu sistemden kimse mutlu
değil.
Amerikalıların
yüzde 56’sı flört uygulamalarına olumsuz yaklaşıyor. Oldukça “romantik” bir
ifade dâhilinde “seks pazarı” olarak adlandırılan yerin hâkimi olan kadınların
yüzde 59’u bu tür uygulamalara hiç onay vermiyor.
Dijital
dünya, giderek Pasolini’nin savaş sonrası İtalya’yla ilgili çektiği bir filme
benziyor: İşsiz erkeklerin eş ve aile arayışı içerisinde, paramparça olmuş
şehirde dolaştığı, sadece ümitsizlikle, yalnızlaşmayla ve paralı seksle
yüzleştikleri bir gerçeklik anlatılıyor bu filmde. İş, meslek, ayrıca ne
tesadüf ki fuhşu sonlandırma vaadinde bulunan Komünist Partisi’ne birçok
İtalyan örgütleniyor.
Uyuşturucu,
Ölüm ve Yoksullara Ayrılan Paranın Kesilmesi
Amerikalılar
olarak biz, bizi toplumsal sefaletten kurtarmayı vaat eden, güvenilir bir kitle
partisinden mahrumuz. Buna karşın, elimizde sadece bireysel olarak bize nefes
olacak uyuşturucular var.
Aşırı
dozdan ölümler rekorlar kırıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış görülmemiş
düzeylerde. 2000 yılında yasadışı uyuşturucuların aşırı dozda kullanılması
neticesinde ölen Amerikalıların sayısı 17.000 civarındaydı. Yirmi yıl sonra bu
sayı, yüzde 500 arttı. Bilhassa pandemiden beri daha fazla insan, aşırı dozdan
öldü. ABD’de 2019-2021 arası dönemde aşırı dozdan ölenlerin sayısı yüzde 51
arttı. 2022’de 100.000’den fazla kişi, aşırı uyuşturucu kullanımı sebebiyle
hayatını kaybetti. Yani bu süreçte bir yıl içerisinde bir İndiana şehri
haritadan silindi.
Uyuşturuculara
yönelik ilginin giderek güçlenen toplum karşıtı itkiyle bir ilişkisi olduğu
gibi, ilericilerin uyuşturucuların serbest bırakılmasına dönük yaklaşımları da
bu noktada önemli bir rol oynuyor. Eroin kullanan, “sorumluluk sahibi” olan bir
profesör, “uyuşturucu kullanımının insanı özgürleştirdiğini” söylüyor. New
York Times’a yazdığı yazıda Dr. Carl Hart, “Amerikalıların uyuşturucuların
zararlı etkilerine aşırı vurgu yapmak suretiyle suç işlediklerini” söylüyor.
Filedelfiya’nın
Kensington mahallesinde dolaşanlar, gördükleri karşısında şoke oluyorlar.
Burada binlerce takatten düşmüş uyuşturucu bağımlısı, kendinden geçmiş hâlde,
pislik içerisinde yaşıyor. Bu insanların çektikleri çileye yönelik ikircikli
tutum, toplum karşıtı tavrın somut bir örneği aslında. Bugüne bize, kişisel
özgürlükler adına bizim toplumun intiharını hoş görmemiz, hatta yüceltmemiz
gerektiği söyleniyor.
Carl
Hart’ın görüşleri aşırı bulunabilir, ama birçok solcu da bugün uyuşturucunun
yasallaşması ve üzerindeki lekelerden kurtarılması gerektiğine, bunların en
makul ve hayırlı politikalar olduğuna inanıyor. Bu anlayış, bizim uyuşturucuya
yönelik olumsuz yaklaşımları ortadan kaldırmak için gayret sarfetmemiz
gerektiğini, öte yandan, bağımlıların kendi kararlarını kendilerinin
almalarının şart olduğu söylüyor. Tam da bu sebeple bugün New York’ta
uyuşturucu kullanıcılarının söz, yetki, karar sahibi olmaları gerektiği
üzerinde duran güvenli iğne sitelerine ait reklâmlar yayınlanıyor. Bu sitelere
göre uyuşturucu bağımlılarının yüzleştiği sorun, esasen bu alternatif yaşam
tarzını yeterince kabul edemeyen toplumun ta kendisi.
Bir
vakitler bağımlılığın cehalet veya yobazlık türünden toplumsal bir hastalık
olduğuna inanılırdı. Sosyalistler ve ileriyi düşünen tüm güçler, bağımlılık
denilen virüsü yok etmeyi görev bellerlerdi. Lenin, kendi döneminde uyuşturucu
ve alkol kullanımını ağır bir dille eleştiren yazılar yazdı. Viyanalı sosyal
demokratlar, cumhuriyeti aşırı alkol tüketimi denilen beladan kurtarmayı bir
politika hâline getirmişlerdi. Buna karşılık, bugünün toplum karşıtı
sosyalistleri ise bağımlılığı yok etmeye çalışmak yerine, ona uyum sağlayan bir
politikayı savunuyorlar.
Bağımlılık
tedavisi pahalı. Hastanede bir yıl boyunca bir bağımlıya verilen hizmetin
bedeli 27.000 doları buluyor. Buna karşılık, bağımlılık tedavisi konusunda
fikrini beyan etmeyen güvenli iğne siteleri ise nispeten daha ucuz.
Oysa
bağımlılık meselesi konusunda ikircikli bir tutum benimsemiş olan toplumsal bir
politika, asla toplumsal bir politika değildir. Bu tür bir politika, bağımlının
kişisel tercihlerini öncelikli görür, bu tercihleri bağımlının çocuklarının,
sevgililerinin, ailelerinin ve geniş manada toplumun ihtiyaçlarının üzerinde
tutar. Bağımlının kişisel tercihlerini yüce tutan bu tür bir politika,
toplumsal, hatta fiziksel ölüm hakkını içeren, dizginlerinden kurtulmuş
tüketici özgürlüğünün hüküm sürdüğü tuhaf bir bireyciliği yeniden üretmekten
başka bir işe yaramaz.
Uyuşturucu
krizi, ileride çözüme kavuşturulması daha da pahalıya patlayacak bir sorun
hâline gelecek. Bu sorunu çözmek içinse öncelikle bağımlılığın ortadan
kaldırılması ve uyuşturucu kullanımının toplumsal bir yanlış olarak görülmesi
gerekiyor. Bu tür bir mücadele yoksa reforma dönük hiçbir çaba sonuç
vermeyecektir.
Sol,
şiddetli suçlardaki şaşırtıcı artışa cevap üretemediği gibi, ilerici bir
toplumsal program ortaya koyma görevini de yerine getirmedi. Biz, bir toplumun
tahammül etmek zorunda kaldığı en antisosyal davranış olan sanayideki
cinayetler meselesine bile rasyonel cevaplar geliştiremedik.
Son
üç yıl içerisinde silâhlı şiddet olaylarında büyük bir artışa tanık olduk. 2019
ve 2020’de cinayet vakalarının sayısı yüzde 30 arttı. Sadece 2020 yılında
ABD’de Afganistan’da son yirmi yıl içerisinde yaralanan Amerikan askerlerinden
daha fazla insan katledildi. Baltimore ve St. Louis’deki cinayet oranları,
Meksika’da kartel savaşlarının yaşandığı bölgelerle ve Brezilya’daki
favelalarla (gecekondu mahalleleriyle) yarışır duruma geldi.
Sabit
fikirlilere göre, gecekondu mahallelerindeki şiddetin izahı çok basit: “Bu
insanlar hayvan.” Oysa hayvanlar mülkiyet nedir bilmezler. Yunusların gettoları
yoktur. Canileri, katilleri üreten insanlık dışı koşullar, insanlığa ait bir
olgu.
Bazı
solcular açısından bu şiddet krizini ele almaya gerek bile yok. Suç dalgasını
inkâr eden bu solcular, olan biteni anlama çabası içinde bile değiller.
2021’de
Filedelfiya bölge başsavcısı Larry Krasner, meramını yalın bir şekilde dile
getirmekteydi: “Hukuksuzluk diye bir kriz yok. Suç krizi de şiddet krizi de
yok.”
Kimse,
cinayet sayılarındaki büyük artışı sanayisizleşmenin mahvettiği, yarınsız olan
bir halkın yardım çığlığı olarak görmedi. Bunun yerine toplum içerisinde turist
gibi gezinen, ilerici sola mensup kişiler ki bunların önemli bir kısmı en derin
yoksulluğun yaşandığı mahallelerin yakınında yaşayan orta sınıfa mensup
kişiler, kapılarını döven suç dalgasını görmezden geldiler ve “polise akan
paralar kesilsin” cümlesinde karşılık bulan, en orta sınıf dışı talebi
dillendirmekle yetindiler.
Oysa
çözüm, polise akan paraların kesilmesinde değil. Esasında şiddet dalgasının
önemli nedenlerinden biri de polise yeterince paranın akmaması. Siviller
arasında, polisler arasında ve devriye attıkları yerlerle polis arasında
yaşanan şiddet olaylarının sebebi burada. Ülke genelinde tüm karakollar ve
emniyet müdürlüklerinin iş yükleri artarken, çalışan sayısı azalıyor. Cinayet
olaylarında ciddi bir artışa tanıklık eden, 2019’da cinayet olaylarının yüzde
60 oranında arttığı Filedelfiya’da emniyet müdürlüğü eksik bir güçle faaliyet
yürütüyor. Müdürlüğün daha 1.200 memura ihtiyacı var. Bu eksiklik, şiddetin
daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Amerika’da karakollar, şiddet olaylarının
düzeyi dikkate alındığında, fazla küçük.
Adaner
Usmani ve Christopher Lewis’e göre, “ABD’de işlenen cinayetlerin polis sayısına
oranı dokuza bir ki bu, diğer gelişmiş ülkelere nazaran oldukça düşük.”
Polise
ayrılan bütçedeki düşüklük, bir yandan da karakolları polis sayısını artırmak
adına polislik faaliyetlerini düşük standartlarda yürütmeye zorluyor.
“Bürokratik engelleri kaldırma” bahanesi ardına saklanan karakollar, ülke
genelinde polisliğe kabul ölçütlerini epey geriye çekti. Bu da neticede deneyim
ve eğitimden yoksun insanların memur olmasını sağladı. Memfis’te Tyre Nichols’ı
dövüp öldüren beş polis de yeni memur olmuş kişilerdi.
Başka
bir ifadeyle, polise giden paraların kesilmesini savunanlar, krizin mevcut
sonucunu o krize sunulacak çözüm olarak takdim ediyorlar. Hayal âleminde
kurguladıkları ve dövüştükleri polis devleti, bir seraptan ibaret. Gerçekte ise
kamu yararı adına yapılan diğer işler gibi polislik de yeterince
geliştirilmeyen ve maddi açıdan beslenmeyen bir alan.
Polis
zulmü korkunç düzeyde, ama şunu da görmek gerekiyor: yoksulluk, bugün polis
copundan daha fazla insanı eziyor. Tarihte insanın davranışını fakirliğin
otoritesiyle bu kadar çok şekillendiren bir başka rejim daha yok. En zalim ve
en şiddetli adaletsizlikler bu düzende. Bu düzenin çilesini çekenler, koşullar
gereği acımasız ve şiddete eğilimli hâle geliyorlar. Şiddetli suçları
küçümseyenler, onun ulaştığı yoğunluğu önemsemeyenler, ısrarla bu suçların
anlamsız ve önemsiz olduğu üzerinde duranlar, toplumumuzda yoksulluk sorununu
ve toplumsal çürümenin ulaştığı derinliği inkâr ediyorlar.
Her
gün dostlarını ve aile fertlerini toprağa veren, korku içerisinde yaşayan
yoksullara kamunun maddi açıdan desteklediği polisin sunduğu asgari korumaya
ayrılan paranın, tıpkı okullara ve hastanelere ayrılan paralar gibi kesilmesi
gerektiğini söylemek, ahlaksızlık.
Öte
yandan, gerçek çözümlere ulaşmak daha da zorlaşıyor. Kimse, silâh satışlarının
yasaklanmasından, satışın zorlaştırılmasından bahsetmiyor. Kentlerde yaşayan
Amerikalılar, muhtemelen bugün polisin yeterince parayla beslenmesine ve
polislik faaliyetinin reforma tabi tutulmasına dair çağrılara da şüpheyle
yaklaşıyor. Bu politikalar, hayatları kurtaracak o yöntemle birlikte ele
alınmalı. Bugün şehirlerimizde yaşanan toplumsal çöküş meselesini gerçek manada
çözüme kavuşturacak olan şey, polisin değil, yoksulluğun ilga edilmesi.
Asosyallik
Meselesi
Burada
aralarında pek ilişki yokmuş gibi görünen sorunları da içeren bir dizi sorunu
ele aldım. Bu sorunların her biri (ailedeki çöküş, seksten uzaklaşma,
uyuşturucu salgını, cinayet dalgası vs.) toplumsallığın bugün yaşadığı krizden
kaynaklanıyor. Amerika’da eşit durumda olmayan şehirler, toplum karşıtlığı
üzerinden, özelciliği, bireyciliği ve kötümserliği ödüllendiriyor, toplumsal
dayanışmayı yok ediyor. Bu ortamda yapılan politik çağrılar, mevcut güçlüğü
ortadan kaldıracak beceriye sahip değil, hatta kimi örneklerde durumu daha da
kötüleştiriyor.
Esasında
bugün “ilerici” olarak görülüp selamlanan birçok talep ve fikir, mevcut
toplumsal eğilimlerle ve piyasadaki yönelimlerle uyum içerisinde. Bu talepler
ve fikirler, toplumdaki atomizasyon, izolasyon, tüketici tercihlerinin kolektif
normlar karşısında üstün hâle gelmesi ve tabii insanları sürekli cezalandıran
tasarruf tedbirleri gibi eğilim ve yönelimlere uygun olarak dillendiriliyorlar.
Başka bir ifadeyle, bugün özgürleştirici şeylermiş gibi görülüp yüceltilen
görüşlerin önemli bir bölümü, gerçekte toplumsal ilerlemeye vurulmuş birer
pranga.
Yalnızlık
kriziyle yüzleşmek yerine dijitale bağımlılık denilen ucuz kaçış yoluna
yöneldik. Bunun neticesinde daha da yalnızlaştık. Ailedeki çöküş ve seksten
uzaklaşma meselesiyle yüzleşmek yerine hovardalığa, sefahat düşkünlüğüne
yöneldik, “seks pazarı”na yönelik tüketici tercihinin artırılması için
uğraştık, neticede daha da izole olup yalnızlaştık. Uyuşturucu bağımlılığının
toplumsal sebepleriyle yüzleşmek, birçok insanın başkalarını ve kendilerini bu
kadar hızlı bir biçimde öldürmeleri meselesiyle boğuşmak yerine uyuşturucunun
serbest bırakılmasını, yasaların bu konuda gevşetilmesini savunduk, polisi
günah keçisi hâline getirip onları, geçmişte tıpkı devlet okulu öğretmenlerini
günah keçisi yapıp taşlayan muhafazakârlar gibi, taşladık.
Esasında
bu makale, geçmişte yaptığım bir konuşmanın yazıya dökülmüş hâli. O konuşmayı
yaparken biri çıkıp dert edindiğim konu başlıklarının muhafazakâr eleştiriye
ait başlıklar olup olmadığını sordu. Bu, yerinde bir soruydu aslında. Oysa bu
kişi, şu gerçeği görmüyordu. Eğer bu konuşmayı içi tıka basa cumhuriyetçiyle
dolu bir salonda yapsaydım ve orada Amerikan şehirlerinde kamuya daha fazla
yatırım yapılması gerektiğini, uyuşturucu bağımlılığına, bayındırlık işlerine
milyarlarca doların ayrılmasının şart olduğunu, sosyal medyanın erişim alanını
ve gücünü sınırlamak zorunda olduğumuzu, ailelere ücretsiz çocuk bakımı
verilmesi, kamu sektörünün büyütülmesi, sanayisizleştirilmiş pas kuşağının
yeniden sanayileştirilmesi ve toplumsal altyapımızın yeniden inşa edilmesi
gerektiğini söylesem, o salondakiler muhtemelen bana güleceklerdi.
Muhafazakârlar,
toplumu doğru yola sokmak için aşırı zenginlerin elindeki o muazzam servete
saldırmanın anlamını ve önemini idrak edebilecek kişiler değiller. Onlar
devletten uzak duruyorlar, kollarının her yere ulaşıyor olmasından korkuyorlar,
ama kollarını her yana ulaştıran, gücünü her yerde hissettiren piyasa konusunda
hiçbir endişe taşımıyorlar. Elitlerin elindeki imtiyazlara yönelik her türden
saldırının nihayetinde kültürel ilişkilerin devrimcileşmesiyle
neticelenmesinden korkuyorlar, ama yoksulluğa ve eşitsizliğe saldırmadığımız
takdirde toplumsal ilişkilerin çözülmeye devam edeceği gerçeğini kendilerine
hiç dert edinmiyorlar.
Muhafazakârlar,
kültür alanında açığa çıkan yeni modaları mahkûm ediyorlar, ama kültürel alanda
moda düşkünlüğünü gerekli kılan toplumsal sisteme kapsamlı bir saldırı
gerçekleştirmekten imtina ediyorlar. Muhafazakârlar, toplumsal bağlarımızı
piyasa köktenciliğinin suyuna daldırıp çözdüler. Bugün de çıkıp karşımıza, bu
bağların çözülmesi karşısında şoke oluyorlar.
Bana
kalırsa, muhafazakârlar ve antisosyal sosyalistler, kültür savaşının iki
tarafı, ama bunlar nihayetinde “tüm sabit, hızla donmuş olan ilişkileri”
sürekli devrimcileştirme davasına bağlılık konusunda müttefikler.
Bizim
işimizin muhafazakârlıkla bir alakası yok. Bugün reform yanlılarının toplumsal
dayanışma fikrine bağlı olmaları gerekiyor. Biz toplumsallık fikrinden yana
olmalıyız, dünyayı toplumsallığa zemin sunan bir yer hâline getirmeliyiz.
Bugün
yoğun eşitsizlik ve kitlesel yoksulluk çağında yaşıyoruz. Politik
istikrarsızlık ve kalıcı ekonomik güvensizlik, bu çağın ana özellikleri.
Kamusal alan giderek küçülüyor, demokrasi giderek zayıflıyor. Bu, toplumsal
sefalet çağı.
Bir
çözümmüş gibi sunulan bu kapsamlı toplumsal yabancılaşmayla toplumun her
düzeyinde yüzleşebilmek için merkezi hükümete yatırım yapılması gerekiyor.
İnatçı ve aptal bir kurum olarak kongreden o yatırım kararını çıkartabilmek
için bizim yeniden müştereklere ve birbirimize olan inancımızı tazeleyecek
politik bir vizyona ihtiyacımız var.
Bu
da nihayetinde toplumun gündeminde olması gereken şu soruyu sormayı gerekli
kılıyor: madem toplumumuz, birçok kişiyi inanılmaz ölçülerde zenginleştirecek
düzeyde o vakit toplumumuz neden toplumsal hayata zemin sunacak ölçüde zengin
olmasın?
Dustin Guastella
22 Mayıs 2023
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder