29 Ocak 2018

, ,

Doğu’yu Unutmayalım

Afiş Yazısı (1920): “Yoldaşlar-Müslümanlar: Emekçi halkın düşmanları hürriyetinizi gasp ediyorlar! Ailelerinizi sadece siz koruyabilirsiniz! O hür kızıl steplerinizin, dağlarınızın ve kayalarınızın efendisi olmanızı sağlayacak tek güç Sovyet iktidarıdır. Atlarınızı eğerleyin! Müslüman süvari alaylarının verdiği eğitimlere katılın. Hepiniz Kızıl Yıldız altında birleşin!”
◄►
Devrimci hareketin Avrupa’da yükselişe geçtiği, eski saltanatların ve krallıkların yıkılıp yerlerini devrimci işçi-asker sovyetlerine bıraktığı, işgal altındaki bölgelerin emperyalistleri topraklarından söküp attığı bir dönemde, herkesin gözü doğal olarak Batı’ya dönüyor. Avrupa’da dövülüp imal edilen ve tüm dünyayı boğan emperyalist zincir Batı’da kopartılacak. Yeni sosyalist hayatın tüm zindeliği ile ilk olarak gelişip serpileceği yer orası. Böylesi bir momentte insan, emperyalizmin köleleştirdiği yüz milyonlarca insanı ile Doğu’yu bilmeden de olsa unutma, gözden kaçırma gafletinde bulunabiliyor.
Oysa Doğu, tek bir an bile unutulmaması gereken bir olgu. O, dünya emperyalizminin “en çok güvendiği” arka bahçesi, “tükenmek bilmeyen” rezervi.
Emperyalistler, her daim Doğu’yu kendi zenginliklerinin temeli olarak gördüler. Ne büyüklükte olduğu tahmin bile edilemeyen (pamuk, petrol, altın, kömür, maden filizleri gibi) doğal kaynakları, emperyalistler arasında çatışmalara yol açan temel mesele olageldi. Bu da Avrupa’da kavga verip Batı konusunda gevezelik ederken emperyalistlerin Çin’i, Hindistan’ı, İran’ı, Mısır’ı ve Fas’ı neden hiç aklından çıkartmadıklarını da izah ediyor, zira Doğu, her daim ana tartışma başlığı olma vasfını dün olduğu gibi bugün de sürdürüyor. Bu nedenle emperyalizm, Doğu’daki ülkelerde “asayiş”i sağlama meselesine hırsla sarılıyor ve bu asayiş olmaksızın arka bahçesinin güvende olamayacağını görüyor.
Lâkin emperyalistlere lâzım gelen, sadece Doğu’nun zenginliği değil. Onlar, ayrıca Doğu’daki sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde bol miktarda bulunan “itaatkâr” insan gücüne de muhtaç. Emperyalizmin asıl ihtiyaç duyduğu şey, Doğulu halkların “uyumlu” ve ucuz “işgücü”. İhtiyaç duyulan bir diğer şey de Doğu’nun “genç delikanlıları”. Emperyalizm, o gençleri “beyaz olmayanların oluşturduğu” askerî birliklere dâhil ediyor ve devrimci işçilerin üzerine salınan bu askerlerin kılları bile kıpırdamıyor. Emperyalistlerin Doğu’daki ülkelere “tükenmek bilmeyen” rezerv olarak görmesinin sebebi burada.
İşte komünizmin görevi de Doğu’nun yüzlerce yıldır uyuyan mazlum halklarının uykusunu bölmek, bu ülkelerdeki işçi ve köylülere devrimci, kurtuluşçu bir ruh aşılamak, onları emperyalizmle mücadele noktasında ayaklandırmak, böylelikle dünya emperyalizmini en çok güvendiği arka bahçesinden ve “tükenmek bilmeyen” rezervinden mahrum etmek.
Bu olmadan, sosyalizmin nihai zaferi, emperyalizme karşı elde edilecek zafer tahayyül bile edilemez.
Rusya’da devrim, emperyalizmle mücadele noktasında Doğulu mazlum halkların ilk ayaklanışıdır. İran, Hindistan ve Çin’de kurulan Sovyetler, Doğulu işçi ve köylülerin yüzlerce yıldır süren uykusunun artık geçmişe ait bir olgu hâline geldiğini ortaya koyuyor.
Hiç şüphesiz Batı’da yaşanacak devrim, Doğu’daki devrimci momente yeni bir itki sağlayacak ve zafere olan inancı ve cesareti artıracaktır. Ayrıca emperyalistler, yeni yerleri ilhak ederek, Doğu’nun devrimcileşmesine katkı sunacak, bu da yeni ülkelerin emperyalizmle mücadele sürecine dâhil olmalarını sağlayacak ve dünya devriminin kitle tabanını genişletecektir.
Dolayısıyla komünistlerin görevi, Doğu’da kendiliğinden gelişen harekete müdahale edip onu ileri taşımak, emperyalizme karşı bilinçli mücadele aşamasına yükseltmektir.
Bu açıdan son yapılan Müslüman Komünistler Konferansı’nın aldığı kararla Doğu’da, İran, Hindistan ve Çin’de propaganda faaliyetini yoğunlaştırma çağrısında bulunması, hiç şüphesiz devrimci mücadele açısından büyük bir öneme sahiptir.
Umarız Müslüman yoldaşlarımız, aldıkları bu hayli önemli kararı uygulamaya sokarlar.
Şu gerçek kesin olarak idrak edilmek zorunda: sosyalizmin zafere ulaşmasını arzulayanlar, Doğu’yu asla unutmamalıdırlar.
J. V. Stalin
Zhizn Natsionalnostei [“Milliyetlerin Hayatı”]
Sayı. 3
24 Kasım 1918
[Kaynak: Works, Moskova 1953, Cilt 4, s. 174-176.]

28 Ocak 2018

, ,

Bolşevizm ve Doğu

Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Partisi [1918-1921]

Birinci Dünya Savaşı sonunda eski Rus İmparatorluğu topraklarında yaklaşık 60.000 Türk savaş mahkûmu vardı. Bu mahkûmların hapsedildikleri kamplarda 1915’ten itibaren komünist propaganda yürütülmeye başlanmıştı. Militanların gayreti hızla sonuç aldı. Ekim Devrimi’nin yaşandığı dönemde tüm Rusya’ya dağılmış durumda olan bu Türk devrimcilerinden oluşan çok sayıda birim, yurttaşlarına devrimci görüşleri benimsetmek için çalışmalar yürüttü. Birleşme yolları arayan muhtelif çekirdek unsurlar, kısa süre sonra Türkiye Komünist Partisi’nin doğumuna zemin hazırlayacak rahmi teşkil ettiler.
Her ne kadar bu teşkilâtlanma süreci, Müslüman Doğu genelinde Bolşevizmin yayılmasında önemli bir rol oynamışsa da onun tarihinin pek fazla bilinmediğini belirtmek gerek. Son yıllarda “Türk enternasyonalistler”i inceleyen birçok Sovyet araştırması[1] kimi meseleleri açıklığa kavuştursa da yap-bozun kimi parçaları hâlen daha eksik. Bilhassa hareketin kadrolarını belirlemek güç bir iş. Bu noktada sadece tek bir isim öne çıkıyor: Mustafa Suphi. Onun hakkında çelişkili görüşler mevcut. Resmi makamların elinden çıkmış olan biyografi çalışmalarında[2] Suphi’nin inançlı bir komünist olduğundan bahsedilirken, kimi kaynaklar, onu iktidar hırsı yüzünden her tür pazarlığa ve anlaşmaya yanaşabilecek bir siyasetçi olarak tarif ediyor.
Elimizdeki belgelerde TKP’nin kökeniyle alakalı tarih çalışmaları ile Mustafa Suphi’nin hayat hikâyesi neredeyse iç içe geçmiş durumdadır. Harekete mensup diğer isimler, sanki onun dostundan başka bir şey değil gibidirler. Peki bu insanlar ihmal edilebilecek roller mi oynadılar? Anlaşıldığı kadarıyla hiçbiri, gerçek bir lider niteliğini haiz değildir.[3] Mustafa Suphi ise ne özgün bir düşünür ne de büyük bir siyasetçidir, o, daha çok örgütlenme konusunda dahi sayılabilecek bir isimdir. O hâlde Bolşevik liderlerin Suphi’nin faaliyetlerine destek sunmalarının sebebini ondaki örgütçülükte aramak gerekmektedir.
Mustafa Suphi kimdi? Daha işin başında sorulması gereken soru işte budur. İkinci aşamada ise biz, Yeni Dünya’nın ilk sayısının Moskova’da yayınlandığı 27 Nisan 1918 gününden Mustafa Suphi ve 15 kadar yoldaşının Trabzon açıklarında katledikleri 28 Ocak 1921 gününü 29 Ocak’a bağlayan geceye kadar uzanan süreçte TKP’nin kuruluşunun muhtelif evrelerini belirlemeye çalışacağız.
I. Ekim Devrimi Öncesi Mustafa Suphi
Mustafa Suphi, Karadeniz kıyısındaki küçük bir liman kenti olan Giresun’da, 1883 yılında dünyaya geldi. Üst düzey bir Osmanlı memurunun oğlu olan Suphi’nin çocukluğu oradan oraya gezerek geçti. Biyografisini kaleme alan ilk araştırmacılara göre[4] babasıyla Kudüs ve Şam’da bulunduktan sonra orta öğrenimini Erzurum’da tamamladı, ardından da İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdi.
Jön Türk devriminin hemen ardından onu birçok Osmanlı aydını gibi Paris’te Siyasal Bilimler Okulu’na devam ederken görüyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla Suphi, bu dönemde İttihatçı mahfillere çok yakın bir isimdi. Bir yandan hükümetin gazetesi Tanin’in muhabirliğini yapan Suphi, bir yandan da Türk Büyükelçiliği’nin parasal açıdan desteklediği Osmanlı Talebe Birliği’nin yönetiminde çalışmaktaydı. Paris emniyet müdürünün hazırladığı bir rapora göre bu birliğin kimi üyeleri, Paris’te yaşayan İttihat Terakki Komitesi’ne muhalif kişileri gözetim altında tutmakla görevliydiler.[5]
1910’da Mustafa Suphi, Türkiye’de tarım kredisi sisteminin örgütlenmesi ile ilgili bir tez hazırladı. Özeti Ekonomik ve Toplumsal Kurumlar Bürosu Bülteni’nde yayınlanan bu tez[6], tarımın Türk ekonomisi için sahip olduğu öneme ve köylülük dâhilinde şahsi teşebbüsün teşvik edilmesinin gerekliliğine vurgu yapmaktaydı. Milliyetçiliğin baskın olduğu bu metin, bir yandan da Avrupa sermayesinin Türkiye’deki kırsal bölgelere sızmasını eleştiriyordu. Suphi açısından Osmanlı İmparatorluğu’nda tarım sahasının yabancı güçlerin kontrolüne girmesi, acilen karşı çıkılması gereken bir meseleydi. Tarım kredilerinin öncelikli amacı da köylülerin toparlanmasını sağlayıp onların rekabet edebilecek çiftlikler kurmalarını mümkün kılmaktı.
1910 sonlarında Türkiye’ye döndükten sonra Mustafa Suphi, İstanbul’daki muhtelif yüksek okullarda hukuk, iktisat ve sosyoloji dersleri vermekle görevlendirildi. Suphi bu süreçte bir yandan da gazetecilik faaliyetlerini de sürdürdü. Hayat hikâyesini kaleme alan kimi insanların Suphi’nin Paris’te kaldığı dönemde Fransız sosyalistlerden etkilendiğini iddia etmesine karşın[7] ilgili dönemde yayınlanmış yazılarında sosyalizm izine rastlamak mümkün değil. 1914’teki İtalya-Türkiye savaşı Suphi’de yoğun sömürgecilik karşıtı hisler uyandırsa da büyük güçlerin sömürgeciliğine ve sömürücülüğüne değindiği, “burjuva ideolojiler”e yönelik atıflarla dolu bildirisinde Enternasyonal’in geliştirdiği tezler görmezden gelinmektedir.[8] Gerçekte ise Suphi, bu yıllarda kendisini millet meselesiyle ilgilenen bir aydın olarak takdim etmektedir. Célestin Bougie’nin kaleme aldığı Sosyoloji Nedir? kitabının Türkçe çevirisine yazdığı önsözde Suphi, yazarı milliyetler meselesini bilimsel açıdan incelediği iddiası üzerinden över ve imparatorluktaki muhtelif azınlıklara belli düzeyde özerklik bahşedilmesinden yana tavır ortaya koyar.[9]
Ekim 1911’de Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki Komitesi’nin üçüncü kongresine katıldı. Anlaşıldığı kadarıyla bu dönemde Suphi ekonomi bakanı olabilmek için belirli ilişkiler geliştirdi.[10] Bu makama layık görülmemesi sebebiyle, muhtemelen Suphi eskiden kendisine hamilik yapan isimlerin karşısına geçti. İttihatçılarla girdiği kavganın hangi koşullarda gerçekleştiği bugün tam olarak bilinmemekle birlikte iki taraf arasında sert suçlamaların yöneltildiğini belirtmek gerekmektedir. Zaten kısa bir süre sonra da Suphi hareketin dışına düşmüştür.
Söz konusu kopuş süreci Ağustos 1912’de tamama erdi. Bu tarihten itibaren Mustafa Suphi, eski mebuslardan Ferit Tek ve Tatar kökenli, önde gelen ideologlardan Yusuf Akçura’nın kurduğu Milli Meşrutiyet Fırkası bünyesinde hareket etmeye başladı.[11] Bu teşkilatın ana amacı, Pantürkist mahfillerinde geliştirilmiş olan öğretileri politik, iktisadî ve toplumsal düzeylerde yayarak İttihat ve Terakki’nin “milliyetçi kanadı”na hâkim olmaktı.[12] Parti ile ilişki kuran Mustafa Suphi, onun yayın organı İfham’ın yazar kadrosuna katıldı.
Elbette İttihat ve Terakki ile kıyaslandığında Milli Meşrutiyet Fırkası siyasal güç açısından küçük bir yapı idi. Lâkin İttihatçı liderler böylesine ufak bir muhalefete bile tahammül gösteremeyecek durumdaydılar. 11 Haziran 1913’te Başbakan Mahmut Şevket Paşa’nın suikasta kurban gitmesi, İttihatçılara rejime muhalif tüm isimleri bertaraf etme fırsatı sundu. İki yüzü aşkın kişi sürgüne gönderildi. Bu toplam içerisinde sosyalist eylemciler de vardı. Süreç içerisinde Pantürkist mahfiller de uygulanan baskıdan nasibine düşeni aldılar. Mustafa Suphi de bu süreçte sürgünden kurtulamadı.
Birlikte sürgüne gönderilen bir arkadaşının ifadesine göre Suphi, İttihatçılardan intikam almak adına, muhtemelen “enternasyonal” Hür Mason Jön-Türklerin yerini alacak olan, İslamî ve milli bir Hür Masonluk teşkilâtı kurmayı planlıyordu.[13] Muhtemelen 1914 yılı başında, ev hapsinde bulunduğu Karadeniz’deki küçük liman kenti Sinop’tan kaçarken aklında bu projeyi yürürlüğe koymak vardı.[14]
Sonrasında Suphi Rusya’ya kaçtı ama bu kaçış hiç de akıl kârı değildi. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Çarlık rejimi onu Osmanlı yurttaşı başka kişilerle birlikte Kaluga Kampı’na götürdü, ardından Almanlar Polonya içlerinde ilerlemeye başladıklarında Ural’daki esir kamplarına gönderildi.[15]
1914 yılının “burjuva” aydını nasıl oluyor da bundan dört yıl sonra Rusya’daki Türk komünist örgütlerinin başına geçebiliyor? Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül ayında Bakû’de toplanan birinci kongresine verdiği bir raporda Mustafa Suphi, daha 1915 yıllarında Bolşevik propagandacıların fikirlerinden etkilendiğini ve kısa bir süre içinde kendisinin de devrimci fikirlerin yayılmasına katıldığını belirtmektedir.[16] Açık ki bu anî değişiklik, çok şaşırtıcıdır. Mustafa Suphi’nin özellikle Bolşeviklerin anti-emperyalist sloganlarından etkilendiği öne sürülebilir. Ama kendisine karşı olan kimilerinin ileri sürdüğü gibi Suphi, komünizme sırf fırsatçılık üzerinden yönelmiş de olabilir.[17] Acaba o, komünizm kılıfı altında, gerçekte bir gün Jöntürkleri devirecek olan “milli masonluğu” Çar rejiminin esir kamplarında kurmaya mı çalışıyordu? Bu, akla yatkın bir hipotezdir.
Mustafa Suphi’nin anlattığı hikâyeye inanılacak olursa, esir kampındaki yılları neredeyse tümüyle Bolşevik propaganda broşürlerinin çevrilmesiyle geçmiştir. Buna paralel olarak, Türk işçi ve köylülerini toplu kıyımdan geçirmekle suçladığı İttihat ve Terakki yöneticilerine karşı da yoğun bir propaganda kampanyası sürdürdüğü anlaşılıyor. 1917 Şubat’ından itibaren açıktan sürdürdüğü bu faaliyetler, onun yavaş yavaş gerçek bir devrimci olarak ün kazanmasını sağlıyor ve Ekim olayları, onun bu sefer taraflar arasında doğru ata oynadığını ortaya koyuyor. Brest-Litovsk görüşmeleri sırasında, başka Osmanlı esirleriyle birlikte, Bolşevikler tarafından serbest bırakılarak, "inançlı bir militan" etiketiyle, 1918 Mart’ının başında Moskova’ya gelerek, Merkezî Müslüman Komiserliği’ne hizmette bulunmayı teklif ediyor.
II. Mustafa Suphi Merkezî Müslüman Komiserliği’nde
1 Şubat 1918’de Rusya’nın iç bölgeleri için kurulan Merkezî Müslüman Komiserliği’nin başlıca görevi, Müslüman toplumları siyasal hayata katmak ve onları Bolşevikler tarafından temelleri atılan devrimci faaliyetlere katılmalarını sağlamaktı. Halkın Milliyetler Komiserliği’ne bağlı olan bu örgüt, (çalışma, endüstri, eğitim vb. gibi alanlarda) yetkilere sahip on üç seksiyondan oluşuyordu. Komiserlik, kuruluşundan birkaç ay sonra Rusya’nın 26 şehrinde şubelere sahipti.[18]
Asli liderleri olan Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev, Rus Komünist Partisi (Bolşevik) üyesi, samimi birer Marksistti.[19] Ama bu isimler İslam dinine bağlı kalmışlardı ve Rusya’da sosyalizmin kurulmasının Müslüman halkların ulusal kurtuluşunu sağlayacağını umuyorlardı. Her ikisi de Tataristan doğumlu olduklarından, özellikle orta Volga üzerinde millî bir Tatar-Başkurt devletinin kurulmasını arzuluyorlardı. Sultan Galiyev’e göre bu devlet, “sosyalist devrimin doğuya yayılmasında büyük bir rol oynayacaktı”.[20] Merkezî Müslüman Komiserliği, bunların elinde kısa süre içerisinde Müslüman halkların yönetim ve toprak özerkliği mücadelesinin kilit taşı hâlini aldı. 1918 ilkbaharından itibaren Müslüman toplulukları yönetmekle görevli bir yerel komiserlikler ağı oluşturmuşlardı. Buna paralel olarak, Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’ten bağımsız bir Müslüman komünistler örgütü de kurmaya çalışmışlardı.[21] Yine aynı tarihlerde Milliyetler Halk Komiserliği’nden, yerel Rus örgütlerinin muhalefetine rağmen, millî Müslüman bir cumhuriyetin kurulacağını kesinlikle vaat eden “Rus Sovyet Sosyalist Federasyonu’na bağlı Tatar-Başkurt Cumhuriyeti” ile ilgili bir karar da çıkartmışlardı.[22]
Bu şartlarda Mustafa Suphi’nin Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev’in “milliyetçi” ve Müslüman hissiyatını tümüyle paylaştığını düşünmek için birçok sebep var. Suphi’nin 1918 yılındaki faaliyetleri Merkezî Müslüman Komiserliği tarafından belirlenen çizgiye kesinkes uygun: Komiserlik, Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’nin kuruluşunu destekleyecek, özerk Müslüman örgütlerin oluşturulması çalışmalarına katılacak, Tataristan’ın ve Rusya’nın öteki Müslüman bölgelerinin kültürel gelişmelerine aktif bir şekilde yardımcı olacaktı. Görünüşe göre, 1918’in Bolşevik militanı, kendisiyle 1914 öncesinin Pan-Türkist militanı arasında hiçbir çelişki bulunmadığını düşünüyordu. Gerçekten de her iki durumda da yabancı zalimlerden ve onların yerli işbirlikçilerinden intikam alma amacından hiçbir şekilde sapılmamıştı.
Merkezî Müslüman Komiserliği’ne Şerif Manatov[23] tarafından alınan Mustafa Suphi, kısa süre içerisinde, öncelikle Osmanlı savaş esirlerine, ardından da Türkiyeli emekçi kitlelere yönelik bir dergi çıkartmakla görevlendirildi. Yeni Dünya’nın ilk sayısı 27 Nisan 1918’de yayınlandı. Tatarcayla iç içe geçmiş Osmanlı Türkçesi olarak hazırlanan gazete, başlangıçta Merkezî Müslüman Komiserliği’nin yayın organı olarak çıkarken, birkaç sayı sonra kendisini Türk komünistlerin yayın organı olarak tanıtmaya başladı.[24] Sovyet Hükümeti ve Merkezî Müslüman Komiserliği tarafından yayınlanan resmî belgeler, bu gazetede büyük yer tutmakla birlikte, Mustafa Suphi ve arkadaşları[25] güncel haber ve propaganda yazıları da yazıyorlardı. Okur mektupları ve devrimci şiirler ise bu kuru üsluba daha renkli ve dokunaklı bir hava vermekteydi.
Yeni Dünya’nın ilk sayısından itibaren Mustafa Suphi’nin İttihatçılara olan o eski düşmanlığına rastlamak mümkün. Güçsüz ve ahlâksız olarak nitelendirilen İttihat Terakkiciler, aynı zamanda Türkiye’yi “Alman sanayiinin çelik yumruğuna bile bile teslim etmekle” suçlanıyorlardı.[26] Türk ordularının Kafkasya yönünde büyük bir saldırıya geçtikleri bir sırada yayınlanan bu eleştirilerin amacı, hiç şüphe yok ki İttihatçıların Rusya’daki Müslüman halklar üzerinde sahip oldukları itibarı sarsmaktı. Gazetenin her yeni sayısında daha da etkili olan bu propagandaya karşı Osmanlı Hükümeti’nin Moskova Büyükelçisi Galip Kemali Bey, Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalayan devletlerin askerî ve siyasal kurumlarına karşı Bolşevik propagandacıların her türlü ajitasyonunu yasaklayan anlaşmanın ikinci maddesinin uygulanmasını talep etti. Ama kendisine Rusya’da basının özgür olduğu ve Sovyet yetkililerinin “Müslüman sosyalistlerin görüşlerini değiştirmek” durumunda olmadıkları söylendi.[27]
Özellikle “İstanbul’daki paşa ve beylere” saldırmak söz konusu olduğunda Mustafa Suphi’nin kalemi gayet sivriydi. Ama kendisi, öğretiye dair tartışmalarda hiç de mahir değildi. Çoklukla kapitalizmin ve emperyalizmin kötülüklerinin izah edildiği Yeni Dünya’daki makalelerinde Merkezî Müslüman Komiserliği’nin görüşlerini yüzeysel bir şekilde dile getirmekle yetinmekteydi.
Bu kaba yazım tarzının tek yararlı yönü varsa o da söz konusu yazım tarzının büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen Türk savaş esirlerinden oluşan okur kitlesine uyarlanmış olmasıydı. Bununla birlikte, Mustafa Suphi’nin çalışmalarını takdir eden üstleri, onu dış propaganda şubesinin başına getirmekte gecikmediler. Molla Nur Vahidov’un girişimiyle 1918 ilkbaharında kurulan bir şubenin görevi, Müslüman ajitatörleri eğitmek, ayrıca Türkçe, Arapça ve Farsça olarak broşür, bildiri ve çağrı kaleme alıp yayınlamaktı. Birkaç ay içerisinde Mustafa Suphi önemli işler başarmayı bildi. Bunların arasında çok sayıda önemli metnin, özellikle Komünist Parti Manifestosu’nun çevrilip on binlerce nüsha olarak basılması ve yayınlanması da vardı.[28] 1918 Ağustos ya da Eylül ayında, o dönemde tirajı on bine ulaşan Yeni Dünya’nın basım masrafları hariç olmak üzere, Mustafa Suphi’nin Merkezî Müslüman Komiserliği’ne sunulan masraf faturası 225.000 rubleyi bulmaktaydı.[29]
Bu yayıncılık faaliyetine paralel olarak Mustafa Suphi, Türk komünist hareketini örgütlemeye başlamakta da gecikmedi. İlk yapılması gereken şey, Rusya’nın muhtelif bölgelerine dağılmış durumda olan militanları biraraya toplamak ve onlara Merkezî Müslüman Komiserliği’nin önderliğini kabul ettirmekti. 1918 Haziran ayının ikinci yarısında Kazan’da durum somutlaşmaya başladı.
17-23 Haziran günlerinde Merkezî Müslüman Komiserliği yöneticileri, Tataristan’ın bu kültürel başkentinde, Birinci Müslüman Komünistler Konferansı’nı toplamışlardı. Bu konferansın başlıca amacıysa, Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’ten bağımsız olarak, Müslüman komünist bir örgütün kurulmasını sağlamaktı. Kongreye gelen Mustafa Suphi bu fırsatı değerlendirerek, Tatar yöneticilerin de onayıyla, bölgede bulunan on kadar eski savaş esirini bir araya getirdi. Türk komünistlerin gayet ateşli bir havada geçen bu ilk toplantısında, bir Türkiye işçi ve köylü partisinin temellerini atmak amacıyla, Moskova’da bir “kongre”nin tertip edilmesine karar verildi. 25 Haziran’da yapılan son oturumda Asım, Nihat, Şevket ve İbrahim adlarındaki dört ajitatör, esir kamplarını dolaşıp tercihen okuma yazması olan kişiler arasından delegeleri belirlemekle görevlendirildiler.[30]
Böylelikle 1918 Haziran’ının sonundan itibaren Mustafa Suphi, belirli sayıda militanı kendi çevresinde harekete geçirmeyi başarmayı bildi. Ajitatörlerinin kamplarda yürüttükleri çalışmalar, toplamda beklenen sonucu vermese de Moskova’da kongre toplanması kararından cayılmadı. Tüm devrimci eğilimlere (sosyalistlere, sol Sosyalist Devrimcilere, Bolşeviklere vb.) açık olan ve bu nedenle Birinci Türk İştirakiyyun Kurultayı olarak isimlendirilen bu çalışma[31], Rusya’nın çeşitli bölgelerinden gelen yirmi delegenin katılımıyla, 22 Temmuz 1918’de başladı.[32] Mustafa Suphi, aynı zamanda Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’in Alman, Macar ve Romen partilerinin temsilcilerinin de kongreye katılmalarını sağladı.
Doğmakta olan Türk komünizminin bu ilk resmî tezahürü, tam bir başarı elde edemedi. Kurultay, daha henüz başlamadan önce Mustafa Suphi kendi grubu içerisinde belirle bir muhalefetle yüzleşmişti. 17 Temmuz’da yapılan bir oturumda Yeni Dünya’nın redaktörlerinden olan Hüseyin Hüsnü, bir Müslüman Kızıl Ordusu oluşturulmasını desteklediği için Mustafa Suphi’yi şiddetle eleştirmişti. Kurultay süresince eleştiriler daha da arttı. Aralarında Osmanlı büyükelçiliğine bağlı bir provokatörün de bulunduğu kimi delegeler, onu fırsatçılıkla, bazıları da öğretideki kesinliği eylemin gerekleri uğruna feda etmekle suçladılar. Herkes, kendi devrimci çalışma anlayışını başkalarına dayatmak niyetindeydi. Bu şartlarda somut tercihler dile getirmek oldukça güç bir işti. Kurulacak partinin programı üzerine yürütülecek tartışma, gündemin ana maddelerinden birini teşkil ediyordu. Delegeler, kendi platformlarının oluşturulmasını, daha sonra yapılacak bir toplantıya erteleyerek, sadece Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’in programını ilkece benimsediklerini bildirmekle yetinmek zorunda kaldılar. 1918 Kasım’ı için öngörülen bu toplantı gerçekleştirilmeyecekti ve partinin programı, ancak 1920 yılının Eylül ayında, Bakû’de toplanan kongre sırasında belirlenebildi. Bununla birlikte, kâğıt üstünde de olsa, bir Türk İştirakiyyun Fırkası kurmayı ve Mustafa Suphi’nin başkanlığında beş üyeden oluşan bir merkezî komite oluşturmayı başardılar. Bu komite, kendisine bağlı olarak kurulan bir propaganda ve ajitasyon komitesi ile birlikte, Rusya’da dağınık olarak bulunan muhtelif grupların eylemlerini koordine etmekle ve yeni bir konferans toplamakla görevlendirildi.[33]
Toplantıda tartışılan hassas konular arasında “Sovyet iktidarını savunmak ve dünya devrimini desteklemek” amacıyla silâhlı Türk müfrezelerinin oluşturulması meselesi de vardı. Mustafa Suphi bu fikre taraftardı, zira Sultan Galiyev gibi o da ordunun devrimin temel gücü olduğunu savunmaktaydı. Merkezî Müslüman Komiserliği ise 1918 Nisan’ında bir Tatar-Başkurt taburu oluşturmuştu. Haziran ayında Tatarlar, Başkurtlar, Türkmenler ve Özbeklerden oluşan ikinci bir tabur kuruldu. Mustafa Suphi’ye göre, şimdi Türklerden gönüllü toplayarak, onları da varolan Müslüman taburlara katmak gerekliydi. Gerçekte Türk savaş esirlerinden oluşan gruplar, daha şimdiden Tataristan’da ilerleyen Çekoslovak lejyonerlerine karşı Kızıl Ordu saflarında çarpışıyorlardı.[34] Bu gruplar, 1918 Haziran ve Temmuz aylarında Samara, Orenburg ve Ufa savunmalarına da katılmışlardı. Moskova kurultayına katılan delegeler, yalnızca bu oldubittiyi onaylamakla yetinebilecekleri hâlde, içlerinden bir kısmı, Mustafa Suphi’nin zararlı ve tehlikeli faaliyetlerinden söz etmekten çekinmediler. Ama sonuç olarak, gene onun dediği oldu ve kurultay Türk sosyalist müfrezeleri kurulmasından yana olduğunu açıkladı.
İhsan Saduli[35] tarafından yönetilen bu müfrezelerin ilki, Kazan’ı Beyaz Kuvvetler’e karşı savunan Tatar-Başkurt taburuyla birleştirildi. Daha sonra Kırım, Türkistan ve Azerbaycan’da da benzer müfrezeler kuruldu. Mustafa Suphi’nin, 1919 Mart’ında toplanan Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi’nde şüphesiz biraz da abartarak, “hâlen binlerce Türk’ün Sovyet iktidarını savunmak için Kızıl Ordu’yla omuz omuza savaştığını” söylemesinin sebebi, işte bu türden gelişmelerdi.[36]
Bu askerî müfrezelerin yanısıra, süreç içerisinde Türk İştirakiyyun Fırkası’nın yerel şubelerinin de kurulmakta olduğunu görüyoruz.[37] Bilindiği kadarıyla bunların en önemlisi, 25 Eylül 1918 tarihinde bizzat Mustafa Suphi tarafından Kazan’da kurulan şubeydi.[38] Kazan grubu, Türk savaş esirlerine yardım için bir komite kurmuş olan ve silâhlı Türk müfrezelerinin çalışmalarını da yönlendiren aktif kırk kadar militandan oluşmaktaydı. Öyle görünüyor ki bu şube, propaganda ve ajitasyonda da uzmanlaşmıştı. Böylelikle 1918 Aralık’ında İhsan Saduli, kendisine bağlı isimleri Rusya’daki en önemli esir kamplarının bulunduğu Volga üzerindeki Saratov Oblastı'na gönderdi. Başka ajitatörler de Kafkasya’da görevlendirildiler. 1919 Nisan’ında ise bu şube dağıtılarak, üyelerinden 35’i Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu emrine alındılar.[39]
Kazan şubesinin kurulduğu dönemde Mustafa Suphi, aynı zamanda Müslüman Bilimsel Merkez Koleji’ni yeniden örgütleme çalışmaları ile de ilgilenmekteydi. Bu kolej, 1918 Mayıs’ında Müslüman öğretmenlerin topladığı Pan-Rus kongresi tarafından kurulmuş ve faaliyetleri Tataristan’da çıkan iç savaş sonucunda sona ermişti. Mustafa Suphi’nin eski bir öğretmen olma vasfından dolayı başkanlığını üstlendiği bu kuruluşun başlıca amacı, Müslümanların yaşadığı bölgelerde genel eğitim düzeyini yükseltmekti. Eylül ortasından itibaren içlerinde parti üyesi olmayan bazı Tatar aydınlarının da bulunduğu kolej üyeleri, çalışmalarına yeniden başlamışlardı. Kısa bir süre içerisinde muhtelif projeler hazırlandı: Özellikle Kazan’da bir Müslüman Üniversitesi ile Doğu müzesi ve merkezî bir Müslüman kütüphanesi kurulması tasarlandı. Ancak Merkezî Müslüman Komiserliği yöneticilerinin eğitim sorunlarına verdikleri büyük öneme rağmen, bu projeler hemen gerçekleştirilemedi. Yalnızca Tatar imlâsının yeniden düzenlenmesi alanında, elle tutulur sonuçlara ulaşılabildi.[40]
Bilimsel Kolej’deki sorumlulukları ve Tataristan’da kamplarda tutulan savaş esirleri üzerinde partisinin sahip olduğu etkiyi artırmak istemesi sebebiyle Mustafa Suphi, 1918 sonunu Kazan’da geçirdi.[41] 1918 Kasım’ının başında Moskova’da toplanan Birinci Müslüman Komünistler Kongresi’ne de Türk İştirakiyyun Teşkilâtı’nın Kazan şubesi delegesi olarak katıldı. Stalin’in kişiliğinin egemen olduğu bu kongre, Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Tatar yöneticileri için tam bir yenilgi oldu.[42] Delegelerin üzerinde tartıştıkları başlıca mesele, Müslüman komünistler ile Rus Komünist Partisi (Bolşevik) arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiydi. Stalin, “Milli Komünistler”in özerklik istemlerini reddetti ve Müslüman örgütlerin Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’e bağlanmalarını zorunlu kıldı. Diğer yandan gene Stalin’in girişimi üzerine kongre, Müslüman Örgütler Merkez Bürosu’na Merkezî Müslüman Komiserliği’ni yeniden düzenlemek için çağrıda bulundu. Bu, Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev tarafından oluşturulan tüm askerî ve sivil aygıtın kısa vadede dağıtılması anlamına geliyordu.[43]
Bu kongrenin Mustafa Suphi’nin çalışmaları üstündeki etkilerine ilişkin fazla bir şey bilmiyoruz. Bazı delegelerce anarşistlikle suçlanan[44] Türk komünistlerin önderinin bir an için gözden düşmüş olması muhtemel. Ama bu konuda Suphi’yle ilgili olarak kaleme alınmış biyografiler, bize herhangi bir bilgi veremiyorlar.
Bir süre için ortadan çekilmeyi kabul etmiş olsa bile, (Merkezî Müslüman Komiserliği’nin yeniden örgütlenmesi sırasında ilk tasfiye edilen bölümlerden biri de kendisinin yönettiği dış propaganda şubesiydi) öyle görünüyor ki Suphi, kendisini yeniden kabul ettirmekte hiç güçlük çekmedi. 1919’un başlarından itibaren, hem de Stalin’in açık desteğiyle, yine devrimci mücadelenin ileri mevkilerinde yerini almayı bildi.
III. Türkiye’ye Girmek İçin İlk Teşebbüsler
1919 Mart ayında yapılan Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi’ne Mustafa Suphi, Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’nun Türkiye bölümü temsilcisi olarak katıldı. Danışman olarak oy hakkına sahip olmasına rağmen, öyle görünüyor ki, tartışmalara aktif olarak katılmadı. Zaten kongreye katılanların konuşma süreleri, ikinci günden itibaren, sıkı bir şekilde sınırlandırılmıştı. Açık ki kongre tutanaklarında yer alan tebliği, hiçbir öneme sahip değildi.[45] Lâkin tebliğde yer alan şu cümlenin üzerinde durmayı hak ettiğini geçerken belirtmek gerekiyor: “Şurası gayet açıktır ki Fransız-İngiliz kapitalizminin başı Avrupa’da, karnı da verimli Asya tarlalarındadır.” Mustafa Suphi, bu sözüyle dünya devriminin kaderinin, kelimenin geniş anlamıyla, “sömürgelerde” belirleneceğini vurgulamak niyetindeydi. Kendisinden önce Doğu’yu Unutmayalım adlı bir makalesinde[46] Stalin de aynı konuyu, biraz daha ayrıntılara inerek işlemişti.
Propaganda ve ajitasyonda yetenekli olduğu açık olan Türk komünistlerin önderi, kongrenin hemen ardından, öğretiye ilişkin tartışmalardan çok, yeni bir eylem alanına yönelmeyi tercih etti. Nisan ayının başında Ukrayna’dan gelerek Kırım’a giren Sovyet birlikleri, 1918 Kasım’ından beri iktidarda bulunan Kadet [Anayasal Demokrat Parti] Hükümeti’ni devirmişlerdi. Şimdi yapılması gereken iş, yeni rejimi güçlendirmek için burada Bolşevik propagandayı örgütlemekti. Ama bu, son derece hassas bir görevdi, zira 1918’in Ocak-Nisan ayları arasındaki Kırım’ın ilk işgali esnasında Bolşevikler pek çok acemiliğin altına imza atmışlardı.[47]
Muhtemelen Türk ajitatörler, yarımadaya 1919 yılının başlarından itibaren sızmaya başladılar.[48] Ama Nisan ayından sonra Mustafa Suphi’yi destekleyen isimleri, tam bir seferberlik içinde görmekteyiz. Kazan’daki militanların hemen hemen tamamı Kırım’a gönderilir.[49] Yeni Dünya’nın çıkarılmasında kullanılan araç ve gereçler Moskova’dan nakledilir ve Türk komünist örgütünün merkezî komitesi, Kırım millî hareketinin merkezi olan Simferopol’e yerleşir.
Yeni Dünya’nın 14. sayısı 20 Nisan 1919’da bu şehirde yayınlanır. Türk komünistlerin yayın organı Kırım’da Haziran ayının ortalarına dek, ilk aşamada düzensiz olarak, 13 Mayıs’tan itibaren de günlük gazete biçiminde yayınlanır. Bu dönemde Mustafa Suphi, Sovyet yöneticileri tarafından verilen ılımlılık yönündeki talimatlara uymaya çalışacak ve yazdığı başyazılarda Kırımlı ilericilere karşı uzlaşmacı bir tavrı benimseyecektir. Ama buna paralel olarak da bu dönem içinde Yeni Dünya’da çok sayıda devrimci yazıya yer verilmesine devam edilir. Bu dönemde çevirisi yayınlanan en ilginç belgeler arasında Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi ile ilgili iki metni, Troçki tarafından kaleme alınan ünlü Manifesto’yu ve Buharin’in kaleme aldığı Platform’u özellikle belirtmek gerekmektedir.[50]
Ayrıca bu yayınlar, yalnızca yerel halka yönelik de değillerdi. Artık Türk kıyılarının çok yakınındaki Kırım’a yerleştiği için Mustafa Suphi, kendi ifadesiyle, “aydın gençliği ve belki de Anadolu’nun işçi ve köylülerini” etkileyebilecek durumdaydı.[51] Karadeniz kıyılarının tümünde yaşanan karışıklıklar nedeniyle deniz trafiği önemli ölçüde aksamış olmasına rağmen, Kırım’la Türk limanları arasında ilişkiler sürmekteydi. Yeni Dünya ve komünist broşürleri Türkiye’ye sokabilmek için Mustafa Suphi, yalnızca Yalta veya başka limanlara uğrayan İstanbullu denizcilerden değil, aynı zamanda Türkiye’nin Pontus sahiline silâh ve muhtelif emtia temin eden sayısız kaçakçıdan da yararlanma imkânına sahipti. Dolayısıyla 1919 Mayıs’ında Samsun ve Trabzon gibi bazı Anadolu limanlarının Kırım kaynaklı yıkıcı yayınların dağıtım merkezleri hâline geldiğine hükmedebiliriz.[52] Bu dönemde Sovyetler’e yönelik müttefik saldırısı her zamankinden daha yoğundu, zira Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan (30 Ekim 1918) sonra bunlar, Boğazlar’a ve Anadolu’nun büyük bir kısmına egemen olmayı başarmışlardı. Mustafa Suphi’ye verilen görev, denetim altında tuttukları bölgelerde ajitasyon merkezlerinin sayısını artırarak, düşman güçlerini sürekli hırpalamaktı. Şunu belirtmek gerekir ki emperyalistlerin baskısı, can çekişen Osmanlı İmparatorluğu üzerinde günden güne yoğunlaşırken, Bolşevikler tarafından öne sürülen bu seçeneğin Türkiye’deki eylemci kesimlerin ilgisini çekmesi son derece doğaldı.
Anladığımız kadarıyla Mustafa Suphi, Simferopol’e Kırım Obkom’unun[53] Müslüman Şubesi Başkanı unvanı ile gönderilmişti.[54] Burada yaptığı ajitasyon çalışması çok etkili görülmese de umut verici kabul edilmişti. Birkaç hafta içinde, kıyı şeridinde yerleşmiş olan Türk toplulukları arasında birçok küçük “sovyet” örgütleyerek, aralarında Kırım Milli Fırkası’nın sol kanadından kişilerin de bulunduğu 400 kadar Tatar’ı Bolşevizme kazandırdı. Kısa süre içerisinde yarımadanın on yedi yerleşim bölgesinden delegelerin katıldığı bir kongre düzenlendi. Aynı zamanda Sovyet yetkilileri, Kırım’da komünist hareketin elde ettiği mevzileri pekiştirmek adına bir parti okulu kurarak, ilk planda 27 ajitatör yetiştirdiler.[55]
Gelgelelim Kırım’daki Bolşevik etkisi uzun sürmedi. Haziran ayının başlarında Müttefikler’e ait donanma tarafından desteklenen General Denikin’in ordusu saldırıya geçti. 24 Haziran’da tüm Kırım işgal edildi. Bu tarihte Türk militanların büyük bir kısmı zaten yarımadayı terk etmişti. Bazılarının Karadeniz kıyısındaki Türk limanlarına erişmeyi başardıkları anlaşılıyor. Bazıları ise Nisan ayının başından beri Bolşeviklerin elinde bulunan Odesa’ya çekilmişlerdi.[56]
Mustafa Suphi genel merkezini, Komintern’in yerel şubesinin himayesi altında, bir süre için bu şehirde yeniden oluşturdu. Bir kez daha yer değiştirmek zorunda kalan Yeni Dünya’nın matbaası da kurularak çalışmaya başladı. Yeni bir bildiri ve manifesto stoğu oluşturuldu. Bu sefer söz konusu propaganda malzemesi, bilhassa Türkiye’ye yönelikti. Mustafa Suphi’nin bir raporuna bakılırsa, İstanbul’a veya Anadolu’ya gitmek üzere 1919 yazı başlarında Odesa’dan ayrılan çok sayıda ajitatörün arasında Türk İştirakiyyun Teşkilâtı’nın merkezî komitenin önemli iki üyesi de bulunuyordu.[57]
Bununla birlikte Mustafa Suphi, Rusya’da kalmayı tercih etti. Zira Türkiye’ye dönmüş olsaydı, müttefiklere ait polis güçleri tarafından tutuklanacaktı. Odesa da tehlikeye düşünce, Kırım’da bulunduğu sırada kurduğu gönüllü müfrezesinin başına geçerek, Beyaz Kuvvetler’in arasından kendisine kuzeye doğru yol açmaya çalışan 12. Sovyet Ordusu’na katıldı.
Kırım seferi, Bolşevikler açısından yenilgiyle sona ermişti. Lâkin Mustafa Suphi için olumlu bir bilanço ortaya çıkıyordu. Türkiye Komünist Partisi, kuruluşundan beri ilk kez Türkiye ile gerçek ilişki kurmayı başarmıştı. Çok sayıda savaş esiri gizlice memleketlerine geri gönderilmiş, parti temsilcileri İstanbul’a yollanmış, gazeteler, bildiriler ve broşürler Anadolu’da dağıtılmışlardı.
1919 Eylül’ünde Moskova’ya dönen Mustafa Suphi, fazlasıyla hak kazandığı bir dinlenme imkânına bir süreliğine de olsa kavuştu. Ama kısa bir süre sonra kendisine yeni bir görev verildi. Türkistan’a giderek Hazar Denizi ve Kafkasya aracılığıyla, Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da örgütlenmeye başlayan ulusal direniş hareketiyle ilişki kuracaktı. 13 Eylül’de yayınlanan bir radyo mesajıyla Halkın Dışişleri Komiseri (Bakanı) Çiçerin, Türkiyeli işçi ve köylülere “kardeşçe el uzatmıştı.”[58] Şimdi bu hareketi somutlaştırmak ve millî kuvvetlerle birlikte müdahaleye hazır hâle gelmek gerekmekteydi.
Peki Anadolu yolu neden Türkistan’dan geçiyordu? Kuşkusuz ki Ukrayna’nın elden çıkmasından sonra Sovyet yöneticileri, stratejik konumu nedeniyle, Türkistan’a emperyalist güçlere karşı mücadelede bir kavşak noktası gözüyle bakıyorlardı.[59] 21 Eylül 1919’da Zhizn' Natsionál'nostei’de [“Milliyetlerin Hayatı” –Halkın Milliyetler Komiserliği yayın organı –çn] yayınlanan bir makalede, sadece Türkistan sınırları içinde büyük bir propaganda merkezinin oluşturulmasını talep etmekle kalmıyor, aynı zamanda Doğu halklarının ayaklanmalarına yardımcı olmakla görevli gönüllü Müslüman taburlarının oluşturulması çağrısında bulunuyordu.
Mustafa Suphi, büyük bir ihtimalle 1920 yılının başlarına doğru, Taşkent’e geldi. Derhal Türkiye’ye doğru yola çıkmayı tasarlamıştı ama yereldeki yetkililerin isteği üzerine yolculuğunu ertelemek zorunda kaldı. Gerçekten de bulunduğu yerde siyasî durum epey karışıktı ve Türk komünistlerin önderinin yardımı büyük bir önem taşıyordu.
Peki neydi söz konusu siyasî durum? Yaklaşık iki yıldan beri Taşkent’teki Sovyet rejiminin[60] iç savaş yüzünden Rusya’nın öteki bölgeleri ile olan ilişkisi tümüyle kesilmişti. Bu süre içinde Rus komünistler, beceriksizlik üzerine beceriksizlik sergilemişlerdi. Önceleri Müslümanları iktidarın dışında tutmaya gayret etmişler, ardından da gecikerek yaptıkları bir U dönüşüyle Türkistanlı Cedidîlerin[61] partiyi ele geçirmelerine göz yummuşlardı. Rusya ile ilişkilerin yeniden sağlandığı bu dönemde Bolşevik yöneticiler, eski hatalarını düzeltmek ve Türkistan’ın yönetimini yeniden örgütlemek istiyorlardı. Lâkin durum son derece tehlikeli görünüyordu. Türkistan’da Kasım ayından beri Moskova tarafından görevlendirilen özel bir komisyonun, Türkestanskaya Komissiya’nın varlığına karşın Cedidîler, iktidarı tümüyle ellerine geçirme aşamasına geldiler. 1920 Ocak’ında toplanan Üçüncü Müslüman Komünistler Konferansı ise onların etkisiyle Türkistan’ı özerk bir Türk cumhuriyeti ve Türkistan Komünist Partisi’ni de Bolşevik Parti’den bağımsız bir Türk Komünist Partisi hâline getirmeye karar vermişti. Bunun dışında, Rusya’da yaşayan tüm Müslümanlar ayırt edici vasıf ve özelliklerinden vazgeçmeye ve geniş bir Pantürk Cumhuriyeti kadrosu içinde, Türkistan’la birleşmeye çağrılmışlardı.
Bu bağlamda Mustafa Suphi, pratikte ne tür bir rol oynadı? Türkestanskaya Komissiya tarafından görevlendirilen ve merkezî iktidarca Taşkent’e gönderilen Suphi’nin görevi, “gerici güçler”le ve “komünist kılığına girmiş parazitler”le mücadele etmekti.[62] Ama eski Pantürkist militan, Merkezî Müslüman Komiserliği’ndeki çalışmaları süresince Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev’in eski mücadele arkadaşı, acaba Türkistanlı özerklik taraftarlarını gerçekten düşman olarak kabul edilebilir miydi? Konumu şüphesiz çok rahatsızdı. Bununla birlikte, Suphi’nin yereldeki yetkililerin içinde bulundukları kararsızlıktan yararlanarak, bölgedeki komünistleri gizlice desteklediği haklı olarak düşünülebilir. Bu konuda elimizde anlamlı bir gösterge var: Cedidîler tarafından Türkistan davasını Lenin’e kabul ettirmekle görevlendirilmiş olan, millî Başkurt hareketinin önderi Zeki Velidi Togan, hatıratının birçok yerinde, Mustafa Suphi’yi bir dost olarak değilse bile, en azından Müslümanların tümüyle güvenebilecekleri “emin bir kişi” olarak tanımlamaktadır.[63]
Türk komünistlerin önderi, Türkistan’da geçirdiği yaklaşık dört aylık süre zarfında, neredeyse sadece bu ülkeyle alakalı işlerle meşgul oldu. Öyle görünüyor ki bu süre dâhilinde Türkistanlı komünistlerin 1920 Ocak’ında topladıkları kongre sonucunda belirledikleri Merkez Yürütme Kurulu’na üye bile seçildi.[64] Ama aynı zamanda Türkestanskaya Komissiya’nın başkanı Şalva Elieva tarafından Türkistan’a, komşu ülkelerde devrimci fikirleri yaymayı amaçlayan bir uluslararası propaganda merkezinin yaratılmasıyla görevlendirildi. Bu merkezin başlıca hedefleri, İran, Afganistan ve Hindistan olarak belirlendi.[65] Bu teşebbüse büyük önem veren Moskova’daki yöneticiler, Ocak ayının sonlarına doğru Taşkent’e ajitatörler ve propaganda malzemeleri ile dolu bir “Kızıl Tren” yolladılar.[66] Birkaç hafta içinde Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türkistan sınırlarının dışında kurdukları, “irtibat büroları”ndan oluşan bir ağ üzerinden faaliyet yürütmeye başladılar.
Bunun dışında Türkiye’ye yapılması muhtemel bir askerî müdahalenin de temellerini atmak gerekmekteydi. “Kızıl Tren”in gelişinden kısa bir süre sonra Sibirya’da kamplarda tutulan Türk savaş esirleri Taşkent’e akın etmeye başladılar. Bunlar, şehrin eski mahallelerinde toplanarak, önce ideolojik çıraklık aşamasından geçirildiler. Daha sonra, oluşturdukları “Kızıl Müfreze” ile bölgedeki Rus birliklerinin komutanı olan Frunze’nin emrine verildiler. Bu esirlerin büyük bir kısmının Mustafa Suphi’nin bahsi edilen teşebbüsünü sadece vatanlarına dönebilmek için bir imkân olarak gördüklerini düşünmek mümkünse de içlerinden kırk kadar kişinin komünizme gerçekten inandığını söylemek gerek.
Mustafa Suphi’nin Taşkent’te geçirdiği süre zarfında, Türkiye ile ilişkilerini sürdürüp sürdüremediği konusunda elde pek fazla bilgi yok. Bildiğimiz tek şey, onun Türk topraklarının en azından yakınına gelebilmek için acele ettiği. Bu yol da zaten ciddi tehlikelerle yüklüydü. İngilizler ve Denikin’in donanması tarafından denetlenen Hazar Denizi kimseye geçit vermemekteydi. Mustafa Suphi Türkistan’dan ayrılmayı ancak Sovyet filosu komutanı Raskolnikov’un Denikin’in gemilerini ele geçirmesinden ve İngilizleri Enzeli ile Reşt’ten çekilmek zorunda bırakmasından sonra, 18 Mayıs 1920’de göze alabildi. Raskolnikov’un Enzeli’ye çıkarma yaptığı haberini alır almaz yola koyulan Mustafa Suphi, 27 Mayıs 1920’de, 23 yoldaşıyla birlikte, Bakû’ye geldi. Azerbaycan’ın başkenti, tam bir aydan beri Bolşeviklerin elinde bulunmaktaydı.
IV. Nihai Aşama
Mustafa Suphi Bakû’ye gelir gelmez hassas bir meseleyle yüzleşti. 1920 ilkbaharında burada kendisinin haberi olmadan kurulan, Türkiye Komünist Partisi adıyla ortaya çıkmış olan bir örgüt vardı ve bu konuda bir şeyler yapılması gerekmekteydi.
Bu örgüt, önde gelen İttihatçılardan Halil Paşa, Salih Zeki, Fuat Sabit ve arkadaşları tarafından kurulmuştu.[67] Bu kişiler, Azerbaycan’a 1919 yılında gelerek, ilk önce Azerbaycan’ın “kurtarıcısı” Nuri Paşa tarafından 1918 Eylül’ünde Bakû’de kurulan ve bir tür konsolosluk olan Türkiye Halk Murahhaslığı[68] [Temsilciliği] çerçevesinde çalışmalarına başlamışlardı. Sonraları Mustafa Kemal tarafından kendilerine Türk millî hareketi ile Sovyetler arasındaki ilişkiyi sağlama görevi verilince, bir Türk komünist örgütü kurmayı uygun gören ekip, örgütü sonrasında, 1920 Mart ayının sonlarına doğru, Türkiye Komünist Partisi olarak isimlendirdi.[69] Peki neden böyle teşebbüse ihtiyaç duymuşlardı? Hiç şüphesiz burada amaç, ilişki kurdukları Ruslara daha inandırıcı görünmekti. Bunun yanısıra, muhtemelen Bolşeviklerin yaydıkları fikirlerin siyasal kapsamından etkilenerek, gerektiğinde Mustafa Kemal’e karşı yönetilecek bir muhalefete gerekçe teşkil edebilecek bir İslamî sosyalizmin temellerini atmak istemiş olabilirlerdi. Zaten, şimdilik Kemalist yönetimi desteklemeye karar vermiş olmalarına rağmen, günün birinde tekrar iktidara gelmek amaçlarını da gizlemiyorlardı.[70]
Komünizm postuna bürünmüş bu bir avuç maceracının kendi çıkarlarını savunan söz konusu örgütü dağıtmak şarttı. Ama Mustafa Suphi, Bolşevik yöneticilerin şimdilik İttihatçılarla iyi ilişkileri korumak amacında olduklarını biliyordu. Bolşevikler, Müslüman kitleler üzerinde büyük bir itibara sahiplerdi ve destekleri Sovyetler’in Doğu stratejisi çerçevesinde büyük bir koz temin edebilirdi. Demek ki mevcut dönemde çok tedbirli hareket etmek gerekiyordu. Öte yandan muhtemelen Mustafa Suphi, Türk idarî ve askerî mekanizmasının büyük bir bölümünü hâlâ perde arkasından denetleyen bu adamlara iyi niyetini gösterecek güvenceler vermek niyetindeydi. Şurası kesin ki Suphi, tercihi onlarla anlaşma yoluna girmek yönündeydi.
İttihatçı yöneticilerle yaptığı uzun pazarlıklar sonucunda örgütlerini desteklemeye razı oldu, ancak bu örgüt, Türkiye Komünist Partisi’nin “Bakû Şubesi” şekline sokulacaktı. Yapılan temizlik harekâtı ise mensuplarından yalnızca kendileri için çok sakıncalı olan birkaç kişiyi, özellikle Halil Paşa’yı uzaklaştırmak şeklinde oldu. Öteki İttihatçı yöneticilerin parti bünyesinde kalmalarına izin verildi. Hatta bazıları, yeni örgüt içerisinde önemli görevlere bile getirildiler. Önceki ekibin en karanlık kişilerinden olan Küçük Talât[71] “çeviri komisyonu”nun başına getirildi, Salih Zeki ve Yüzbaşı Yakup[72] ise partinin merkez komitesine alındı. Hatta (Gizli İstihbarat Servisi’nin bir raporuna göre) dünkü düşmanlarıyla yaptığı barışı sağlamlaştırmak amacıyla Mustafa Suphi, onları düğününe bile davet etti. Bu tuhaf dostluk iki tarafın da işine gelmekteydi. Mustafa Suphi, böylelikle rakip bir örgütü az masrafla ele geçirirken, İttihatçıların Türk Komünist Partisi’ne sızmaları da bir bakıma yasallaşmış oluyordu.
Bu sorun da çözümlendikten sonra Mustafa Suphi, Kırım’dan beri eylemlerini yavaşlatmış olan örgütünü yeniden canlandırmakla ilgilenebildi. Bakû’de emrinde bulundurduğu yaklaşık 200 militan, kendisinin büyük işlerin altına imza atabilmesini mümkün kılmaktaydı. Suphi bir sekreterlik teşkil ederek, merkezî komiteye her birinin belirli görevleri olan birçok “şube” ekledi.
Bu “şubeler”in en önemlisi, partinin yeni hücrelerinin örgütlenmesi ile görevli olanıydı. Anlaşıldığı kadarıyla, 1920 Haziran’ının başından itibaren faaliyete geçmişti. Bildiğimiz kadarıyla, bu tarihte partiye üye kazandırmak amacıyla otuz kadar propagandacının Anadolu’ya ve Karadeniz kıyılarına gönderildi.[73] Görünüşe göre amaç, devrimcilerin gerektiğinde Türkiye’ye rahatça girebilmeleri için ülkenin belirli stratejik noktalarında komünistlerin varlığını güvence altına alabilmekti. Daha önce Karadenizli kaçakçılardan yararlanmış olan Mustafa Suphi, Pontus kıyılarındaki limanlara özel bir önem veriyordu. Temmuz ayının ortalarına doğru çeşitli Anadolu limanlarında (Trabzon, Rize, Zonguldak, Ereğli) Rusya’daki Tuapse ve Novorossisk limanları ile sürekli ilişki içinde olan birçok hücre kurulmuştu. Bu sahil şeridi boyunca ağ oluşturulduktan sonra, iç bölgelerde (Anadolu ile Azerbaycan arasındaki en önemli yol olan Aras Vadisi’ni kontrol altında tutan Nahcivan, Erzurum, Sivas ve son olarak da Ankara’da kurulan hücrelerle yeni bir ağ meydana getirildi. Müttefiklerin işgalinde bulunan İstanbul’a erişebilmek elbette ki daha güçtü. Ama Türkiye’de “muhabirler”e sahip olan Bakûlü “Yahudi komünist örgüt”ün temin ettiği teknik bilgi sayesinde, bu şehirdeki militanlarla da temas kurma imkânı bulundu.[74]
Bu dönemde Mustafa Suphi tarafından oluşturulan diğer şubelerden “propaganda şubesi” de son derece faaldi. Yeni Dünya’nın yayınlanması işi de bu şubeye verilmişti. 4.000 nüsha basılan parti organı, Türkiye’de, Azerbaycan’da, Rusya’da ve Türkistan’da dağıtılmaktaydı. Ayrıca bu şubeye bağlı olarak ajitatör yetiştirilmekle görevli bir “parti okulu” ve bir “çeviri komisyonu” kuruldu. Bu, Küçük Talât gibi ünlü bir İttihatçının yönettiği, tuhaf bir komisyondu. Komünizme kesinlikle karşı olan Küçük Talât, görevine çok bağlıydı: birkaç ay içerisinde (aralarında Lenin’in Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Görüşleri, Sovyet İktidarı Nedir? isimli çalışmaların da bulunduğu) on kadar propaganda broşürü ile Komünist Parti Manifestosu ve Buharin ile Preobrajenski’nin Komünizmin Alfabesi gibi temel eserler de yayınlandı.
Bu “propaganda şubesi”ne paralel olarak, Bakû’deki örgütün “İrtibat ve İstihbarat Şubesi” adı verilen bir tür casusluk servisi de vardı. Taşkent’teki Beynelmilel Propaganda Merkezi ile işbirliği içinde çalıştığı sanılan bu servisin en önemli görevi, Türkiye’deki yöneticilerin ve halk kitlelerinin her konudaki düşünceleri üstüne bilgi edinmekti.
Mustafa Suphi, inşa ettiği idarî yapıyı önem bir unsur olan “askerî şube”yi teşkil ederek tamama erdirdi. Şubenin amacı, Anadolu’ya yapılması muhtemel bir müdahale için 20.000 kişilik bir silâhlı güç oluşturmaktı. Askerî şube daha şimdiden 700 gönüllü toplamıştı. Kuşkusuz ki bu eski savaş esirlerinin derdi, bir an önce Türkiye’ye dönmekti, ama Ankara Hükümeti’yle bu konuda yapılan görüşmeler sonucunda kesin bir ret cevabı alındı. Türk milliyetçileri, bu “Kızıl Müfrezeler”den çok çekiniyorlardı, zira bu müfrezelerin sunacağı “desteğin” Sovyet güçlerine Anadolu’nun yolunu açması muhtemeldi. Bu konuda Kemalist yönetimin Moskova’daki temsilcisi İbrahim Tâli Bey’e silâh ve cephane yardımlarını kabul edebileceği, lâkin Büyük Millet Meclisi tarafından belirlenen bölgelere Kızıl Ordu’nun doğrudan müdahalesine yol açabilecek her şeye karşı çıkma talimatı iletilmişti.[75]
Haziran ayının sonlarına doğru Bakû örgütünün muhtelif şubeleri, yoğun bir faaliyet içerisine girdiler. Şimdi Mustafa Suphi, iki yılı aşkın bir süredir devam eden propaganda ve ajitasyon çalışmasının semeresini toplamayı artık düşünebilirdi. Türkiye ve Rusya’daki tüm hücrelerin temsilcilerini bir araya getirecek bir kongre toplamak, 1920 yazının en önemli çalışması olacaktı. Bu kongre, parti yöneticilerinin örgütlerinin dayanacağı öğretiyle alakalı temelleri belirleyebilmelerini ve gelecek aylar için bir eylem programı hazırlamalarını sağlayacaktı. Yani 1918 Temmuz’unda Moskova’da yapılan Türk Komünistleri Konferansı sırasında çözülemeyerek askıda bırakılmış pek çok meselenin çözülmesi gerekiyordu. Mustafa Suphi’nin bir amacı daha vardı. Partisinin III. Enternasyonal’e kabul edilmesi için başvuruda bulunmayı istiyordu ve bu nedenle 1920 Temmuz’unda Moskova’da toplanan Komintern İkinci Kongresi’nin kararlarına uygun olarak, en kısa süre içerisinde bir “olağanüstü kongre” toplayıp bu kararı onaylatmak niyetindeydi.[76]
Önceleri kongrenin 1 Eylül’den itibaren Bakû’de toplanması öngörülmüştü.[77] Daha sonra delegelerin büyük önem taşıyan ve Komintern tarafından düzenlenmiş olarak aynı ayın ilk haftasında toplanacak olan Doğu Halkları Kurultayı’nı izleyebilmeleri için bu tarih, partinin merkezî komitesi tarafından birkaç günlüğüne ertelendi.[78]
1918 Temmuz’unda, Moskova’da Mustafa Suphi ancak yirmi kadar delege toplayabilmişti. 10 Eylül 1920’de Bakû’de toplanan kongrede ise 74 delege bir araya geldi. Bu sayı, iki yılda alınan yol konusunda fikir verebilir. Elbette bu sayıya partinin merkezî komiteye bağlı eski savaş esirleri de dâhildi. Ama parti tarihinde ilk kez kırk kadar militanın Türkiye’den gelmiş olması önemli bir konuydu. Özellikle İstanbul, Ankara ve Erzurum grupları ile Pontus sahillerinde faal olan örgüt çok iyi temsil edilmekteydi.[79] Peki tüm delegeler komünist miydi? Mustafa Suphi’nin Bakû örgütünü ellerine geçiren İttihatçı öğeleri bu kongreden uzak tutmayı başardığı anlaşılmaktadır, lâkin gene de katılanların ekseriyetinin komünizmi yalnızca İslamî öğretinin biraz daha aşırı bir türü olarak gördükleri de açıktı.[80] Hiç kuşkusuz öğreti konusunda ciddi bir düzeye sahip delegelerin sayısı onu geçmiyordu. Mustafa Suphi dışında kongrenin en dikkat çeken üyeleri, İstanbul grubu tarafından yetki ve görev verilmiş bir öğretmen olan Ethem Nejat, gene başkentten gelen militanları temsil eden Hilmioğlu Hakkı ile aslen Giritli olan, aydın kimliği ile öne çıkan, para ve kadına düşkün olduğu iddia edilen, daha sonra yoldaşlarına ihanet etmekle suçlanacak olan Ahmet Cevat idi.[81]
Kongre üyeleri, öncelikle yeni bir merkezî komite seçtiler. Doğal olarak Mustafa Suphi, parti başkanlığını elinde bulunduruyordu, lâkin önceki komitenin kimi üyeleri, bilhassa İttihatçılar tasfiye edilerek, yerlerine Ethem Nejat, Hilmioğlu Hakkı, Süleyman Nuri gibi daha güvenilir militanlar getirildiler.[82] Böylelikle oluşturulan ekibin nispeten türdeş olmak gibi yararlı bir özelliği bulunmasına karşın, gene de o Mustafa Suphi’nin kişiliğinin gölgesinde kalıyordu.
Toplantının gündemi daha Temmuz ayından belirlenmişti.[83] Merkezî Komite, bir genel rapor, parti programı üzerine bir rapor ile millet ve sömürge meseleleri üzerine bir bildiri sunacaktı. Düzenleyiciler, ayrıca Rus devrimci hareketi üzerine bir tartışma ile işçi örgütleri ve kooperatifler konulu bir rapor da hazırladılar. Son olarak da farklı yerel şubeler, kendi çalışma bölgelerindeki durum üzerine kısa birer açıklama hazırlayıp sunmakla görevlendirilmişlerdi. Kongre süresince bu gündeme tümüyle sadık kalındı, ancak delegeler başka bazı meselelere de girdiler. Özellikle köylü meselesi, birçok kere tartışma konusu yapıldı. Komünist strateji içinde köylü kitlelerine ne gibi bir yer verilmeliydi? Bazı parti militanları, Komintern’in İkinci Kongresi’nde Lenin’in geliştirdiği bir düşünceyi benimseyerek, köylülüğün devrimci potansiyeline dikkati çekiyorlar ve mümkün olan her yerde köy sovyetleri kurulmasını teklif ediyorlardı.[84] Çözümü zor bir başka konu da din meselesiydi. Delegelerin çoğunluğu, (muhtemelen Mustafa Suphi’yi de içerecek biçimde) İslamî geleneklerin korunmasına büyük önem veriyorlardı. İçlerinden bazıları, parti programında getirilen adlî ve idarî aygıtın laikleştirilmesi siyasetine şiddetle karşı çıktılar. Burada son derece uzlaşmacı bir dil kullanmış olmasına rağmen, Mustafa Suphi, onları alınması öngörülen bu tedbirlerin zararsızlığına ikna etmekte büyük güçlük çekti.[85] Halifeliğin kaldırılmasını isteyen bir maddenin dışında, dindarları öfkelendirebilecek her şeyin kongre süresince delegelerin onayına sunulan muhtelif metinlerden özenle silinmiş olması önemli bir husustu.
Tartışmalar esnasında Komintern’in İkinci Kongresi tarafından o günlerde ön plana çıkarılan “millet ve sömürge meseleleri”ne önemli bir yer verildi. Meselenin tarihçesi ile ilgili hazırladığı o uzun raporunda Hilmioğlu Hakkı, II. Enternasyonal’in bu konudaki “revizyonist” tavrını teşhir ederek, Lenin tarafından savunulan tezleri basit bir dille özetledi. Bu arada Mustafa Suphi de delegelere Komintern’in kararlarına uygun bir görüşü kabul ettirmek için uğraştı: devrimci mücadeleyi sürdürmek zorunda olan sömürgeler ve mazlum milletlerdeki emekçi kitleler, komünizm davasına hizmet etme noktasında, her ne kadar burjuva unsurlarca yönetilseler de, millî kurtuluş hareketlerine destek olmalılardı.[86] Türkiye bağlamında bu karar, açıktan, komünist militanların yıkıcı faaliyetlerini yavaşlatarak, hedefleri şimdilik Sovyetler’in hedefleriyle örtüşen Kemalist hareketi desteklemeleri gerektiği anlamına geliyordu.
Görüldüğü kadarıyla, bu karara hiç kimse itiraz etmedi. Gerçekten de Mustafa Suphi ve arkadaşları, Komintern tarafından belirlenen çizgiye uymaya ve gerekirse uyulmasını sağlamaya kararlıydılar. Zaten yapabilecekleri başka bir şey de yoktu: III. Enternasyonal’e katılabilmek için İkinci Kongre tarafından belirlenen 21 koşulu kabul etmek zorundaydılar. Bakû’de toplanan delegelere verilen başlıca görev ise bu 21 koşul üzerindeki görüşlerini belirtmek ve yeni komünist stratejinin “normlarına” uygun bir program hazırlamaktı.
Bununla birlikte, TKP’li militanlar, ülkelerinin kültürel ve sosyo-ekonomik gerçeklerini tümüyle bir kenara atamazlardı. III. Enternasyonal’in yönetmeliğine uymak için Rus Komünist Partisi (Bolşevik) programından esinlendiği açıkça belli olan bir düzlemi kabul etmiş olmalarına karşın[87] Türkiye halkının geleneklerini ve İslam’a bağlılığını da hesaba katmaları gerektiğini biliyorlardı. Bakû Kongresi ardından yayınladıkları Türkiyeli Emekçilere Çağrı’da öne çıkan, nispeten ılımlı üslubu buradan izah etmek mümkün.[88] Bu çağrıda dile getirilen, grev hakkının tanınması, genel oy hakkının kabul edilmesi, düzenli ordunun tasfiye edilerek halk milislerinin kurulması, vergi reformu, yoksul köylülere toprak dağıtılması, zorunlu ve ücretsiz ilköğrenim, emekçilerin hayat şartlarının düzeltilmesi gibi talepler, kuşkusuz ki egemen sınıfların ayrıcalıklarına zarar veriyorlardı, lâkin ülkedeki toplumsal yapıların köklü bir değişimini içermiyorlardı. Bununla birlikte, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, Anadolu’daki halk kitlelerinin gözünde bağışlanamaz bir küfür olan, sultanlığın ve hilâfetin kaldırılmasını da istediklerini biliyoruz. Ancak 1920 yılının sonbaharında sultanın çekilmesini isteyenler, yalnızca komünistler değildi. Ankara’daki milliyetçi çevreler de kendilerini bu fikre yavaş yavaş alıştırmaya başlamışlardı.[89]
Tartışmalarla geçen birkaç gün sonunda, Bakû Kongresi tamamlandığında, Mustafa Suphi’nin memnun olmamasını gerektirecek hiçbir neden kalmamıştı. Parti, öğreti bağlamında artık sağlam bir temele sahipti. Bunun haricinde, şimdiye dek tümüyle özerk kalmış olan muhtelif gruplar, III. Enternasyonal’e kabul edilmek için yerine getirilmesi gereken 21 şarttan biri olan, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini zorunlu olarak kabul etmişlerdi. Sayıca güçsüz olmalarına, tahminen, en iyi ihtimalle birkaç yüz kişiyi içermelerine rağmen[90], Türk komünistleri artık Anadolu’daki siyasal hayata gerçekten katılabilecek durumdaydılar. Bununla birlikte önemli bir sorun ortaya çıkıyordu: Partinin merkezî komitesi, Türkiye’deki devrimci eylemi, Rus sınırları içinden yönetmeye devam edecek miydi? Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne taviz verme pahasına da olsa, memlekete dönmek imkânsız mıydı? Bu konuda Mustafa Suphi kararını çoktan vermişti. 1920 Mayıs’ının sonlarında Bakû’ye geldiğinden beri Türk sınırına yakın olan bu şehri geri dönüş yolunda son bir konak olarak değerlendirmişti. 1920 sonbaharında Kafkasya ötesi topraklar konusunda Türk-Rus anlaşmazlığı henüz çözülmüş olmaktan çok uzakken, bu tasarı pek kolay gibi görünmüyorsa da Sovyetler ile millî Türk iktidar şimdiden geri dönülemez bir işbirliğine girmiş bulunuyordu. Dolayısıyla Mustafa Suphi, Ankara Hükümeti’nin kendisini nezaketle olmasa bile hoşgörüyle karşılayacağını düşünmekte haklıydı.
V. Türkiye’ye Dönüş
Bakû’deki örgütle Ankara Hükümeti arasında ilk temas, 1920 Temmuz ayının ikinci yarısında kuruldu. 19 Temmuz günü Mustafa Kemal’e Mustafa Suphi’nin yakın arkadaşlarından Süleyman Sami’nin Trabzon’a geldiği bildirildi. Bu kişi, TBMM başkanına hitaben yazılmış kısa bir mesaj getirmekteydi ve Ankara Hükümeti’ne şu üç soruyu sormakla görevlendirilmişti:
a) Bolşeviklerin Anadolu’da yasal bir örgüt kurmalarına izin verilecek miydi?
b) Anadolu’da uygulamaya konabilmesi için şimdiki Bolşevik programında ne gibi değişiklikler yapılması uygun görülüyordu?
c) TBMM’nin Bolşevik programının uygulanması ile ilgili görüşleri nelerdi? Bunun dışında Mustafa Suphi’nin sözcüsü, Ankara Hükümeti’ne bundan sonraki Sovyet yardımlarının hâlen elinde 50 top, 70 mitralyöz ve 17.000 tüfek bulunan Bakû örgütü aracılığıyla yapılacağını da bildirmekle görevliydi.[91]
Böylelikle Mustafa Suphi, kuşkusuz Moskova’daki yöneticilerin de onayıyla, kartlarını açık oynuyor, partinin faaliyet göstermesine hoşgörüyle yaklaşılmasına karşılık, silâh, cephane ve para teklif ediyordu. Bununla birlikte komünist önder taviz vermeye de hazırdı. Suphi, eğer Ankara Hükümeti gerekli görürse, Bolşevik ilkeleri yeniden düzenleyeceğini açıkça dile getirdi.
Bundan yaklaşık iki hafta sonra Bakû’deki örgütün başka bir temsilcisi Salih Zeki de Doğu ordusu komutanı olan Kâzım Karabekir’in karşısına hemen hemen aynı tekliflerle çıktı. Bolşeviklerle taktiksel düzeyde bir ittifaka taraftar olan Karabekir, 3 Ağustos 1920 tarihli telgrafıyla Mustafa Kemal’e “kendilerine onur niteliği taşıyan birer görev vermek suretiyle bu beyefendilerle anlaşmasını” tavsiye etmekteydi.[92] Gerçekte Mustafa Suphi ve arkadaşlarının geri çevrildikleri takdirde ülkede karışıklık çıkartarak “intikam almak” istemelerinden çekinmekteydi. Ankara Hükümeti’nin komünist hareketi etkisizleştirmesi gerektiği, çünkü denetlenmeyen bir hareketin Halife’ye bağlı güçlerin anti-komünist duygularını hiç çekinmeden istismar edecek olan İngilizlerin işlerine yarayacağını da düşünüyordu.
Mustafa Suphi’nin teşebbüsünün millî hareketin başındaki yöneticileri zor duruma düşürdüğüne hiç şüphe yoktu. Temmuz ortalarına doğru Müslümanları Bolşevikleri desteklemeye çağırmış olmasına rağmen[93], Mustafa Kemal, Sovyetler’in Anadolu’nun içişlerine müdahale edebilmesini mümkün kılacak her şeye kesinlikle karşıydı. Ama o, aynı zamanda Sovyet yardımının Türkiye için hayatî bir önemi olduğundan ihtiyatlı davranmak zorundaydı. Mustafa Suphi’nin mesajının Ankara’ya eriştiği sıralarda, TBMM Hükümeti’nin Moskova’daki temsilcileri de Halkın Dışişleri Komiserliği ile yapılmakta olan görüşmeleri iyi bir biçimde sonuçlandırmaya çalışıyorlardı. Millî hareketin kaderinin bağlı olduğu bu görüşmeleri tehlikeye atabilecek her hareketten kaçınılmalıydı. Kâzım Karabekir’in tavsiyelerine rağmen, Mustafa Kemal orta yolu tercih etti: Mustafa Suphi’nin kendi elinde olan bir şeymiş gibi göstermeye çalıştığı Sovyet yardımı da bu sıralarda Anadolu’ya geldiği için “bu beyefendilerle anlaşmak” yerine, şimdilik Bakû’deki örgütün tekliflerini duymamış olmayı tercih etti.
TBMM başkanı, Mustafa Suphi’nin mesajına ancak Eylül ayının ortalarına doğru cevap verdi. Bu arada Kafkasya ötesi topraklar konusundaki Sovyet talepleri yüzünden Türk-Rus görüşmeleri bir çıkmaza girdi.[94] Lâkin Batı’da Polonya ordusu, Doğu’da da Vrangel’in güçlerinin tehdidi altında olan Sovyetler, bu sıralarda hiçbir şekilde Türkiye ile bir çatışmaya girme niyetinde olamayacağı için, bu durum gene de Ankara Hükümeti’nin lehine idi. Öyleyse Mustafa Kemal, komünist önderin tekliflerine kararlı biçimde karşı çıkabilecekti. 13 Eylül tarihinde Bakû’deki merkezî komiteye gönderdiği mektup, son derece nazik olmakla beraber, bu konudaki tavrı kesinlikle belirliyordu: “Halkın birliğini bozarak millî bağımsızlık mücadelesini başarısızlığa sürükleyebilecek olan zamansız ve yararsız teşebbüslerden kaçınmalıyız.”[95] Mustafa Suphi ve arkadaşları, böylece Türkiye’nin siyasal hayatının dışına çıkarılmış olmuyorlardı elbette, yalnızca kendilerinden TBMM Hükümeti’nden habersiz hiçbir şeye kalkışmamaları isteniyordu. Bu da, Türkiye’de millî iktidardan bağımsız komünist örgütler kuramayacaklarını ifade ediyordu. Bununla birlikte, gizli bir ajitasyon faaliyeti ihtimalini de ortadan kaldırmak isteyen Mustafa Kemal, anlaşma için bir açık kapı da bırakıyordu. Komünist militanlar ile Ankara Hükümeti’nin aynı hedefe, ülkeyi Batı kapitalizminin boyunduruğundan kurtarma hedefine yönelmiş olduklarını belirttikten sonra, mektubunu “Türk komünist örgütü ile millî iktidarın gerekli işbirliğini kurabilmesini mümkün kılmak amacıyla” Bakû’deki merkezî komitenin Ankara’ya yetkili bir temsilci göndermesini rica ederek bitiriyordu.
13 Eylül tarihli bu mesaj açık bir ret cevabı niteliğindeydi. Mustafa Suphi ise buna Türkiye’ye geri dönme yolunda bir davet görmeyi tercih etti. Gelgelelim mevcut şartlar böylesi bir yolculuğa hiç uygun değildi. Gerçekten de Eylül ayı sonunda Ankara Hükümeti, Kâzım Karabekir’e Ermenistan’a saldırma emri vermişti. Ağustos ayından beri oldukça gergin olan Türk-Sovyet ilişkileri, şimdi açık bir çatışmaya dönüşmek üzereydi. Gene de örgütün merkezini en kısa sürede Anadolu’ya nakletmeyi öngören Bakû Kongresi kararlarına rağmen, bir süre daha durumun aydınlanmasını beklemek daha yerindeydi.
Bolşevikler, bu Türk saldırısı karşısındaki tavırlarını kesin olarak ancak 30 Ekim 1920 tarihinde, Kars’ın Kâzım Karabekir’in kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra belirleyebildiler. Doğu ordusunun bu hızlı ilerleyişine silâh zoruyla engel olamadıkları için, Ankara Hükümeti’ne karşı iyi niyet gösterilerini arttırarak, Türklerin Ermenistan’ı tümüyle ele geçirmelerini engelleme yoluna gittiler. Böylece Kasım ayının başında Mustafa Suphi, “tekliflerine uygun olarak yetki verilmiş bir misyonun” Ankara’ya gelme hazırlığında olduğunu TBMM başkanına bildirdi.[96] Türk komünistlerin önderi, aynı mektubunda partisinin millî hükümeti elinden geldiğince destekleyerek, savaşan güçleri bölecek veya zayıflatacak her eylemden kaçınacağını da belirtme tedbirini aldı. Bu Komintern’in İkinci Kongresi’nde alınan kararlara da tümüyle uygundu. Mustafa Suphi, proletaryanın davasına “ihanet etmeyi” kesinlikle düşünmüyordu, yalnızca Lenin’in millet ve sömürgeler meselesi ile alakalı tezlerinin doğrultusunda emperyalist güçlere karşı verilen mücadele süresince geçerli olacak, geçici bir ittifak teklif ediyordu.
Peki Mustafa Kemal bu mektuba ne tür bir tepki verdi? Mustafa Suphi’yi tasarılarını uygulamaya koyması için cesaretlendirdi mi yoksa bu konuyla hiç mi ilgilenmedi? Ne yazık ki elimizde bu sorulara cevap verebilmemizi sağlayacak hiçbir belge yok. Lâkin şu var ki 2 Aralık 1920 tarihli Türk-Ermeni Gümrü (Aleandropol) Anlaşması’yla Trans-Kafkasya yolu yeniden açılınca, Anadolu’daki iktidarın kendilerine karşı takındığı düşmanca tavra rağmen Mustafa Suphi ve yirmi kadar arkadaşı Türkiye’ye doğru yola çıktı. Acaba göze aldıkları tehlikenin büyüklüğünün bilincinde miydiler? Tam tersine, Mustafa Kemal’in 13 Eylül tarihli mektubundaki, nispeten anlayışlı ifadeye aldanarak, kendilerini güvenlik içinde sandıklarını ileri sürebiliriz.
28 Aralık 1920 tarihinde vardıkları Kars’a kadar yolculukları olaysız geçti.[97] Kışlık karargâhını bu şehirde kurmuş olan Kâzım Karabekir, kendilerini nezaketle kabul etti. Ancak ülkede karışıklık çıkarmak istediklerinden kuşkulandığı komünist heyetine gösterdiği bu nezaketin arkasında derin bir öfke saklıydı.
Aslında Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türkiye’ye dönüş için çok yanlış bir zaman seçmişlerdi. Kars’a vardıklarında, eskiden Ankara Hükümeti’nin safında iken artık ona karşı olan ve Mustafa Kemal’e karşı olan tüm “aşırı” unsurları çevresinde toplayabilme umuduyla kendisine “Bolşevik” süsü veren Çerkes Ethem’in çeteleri ile Kemalist kuvvetler arasında şiddetli çarpışmalar sürüyordu.[98] Bu durum, Ankara Hükümeti’ne “Bolşevizm”in (en geniş mânâda) birliği bozucu tehlikeli bir etmen olabileceği kanısını vermişti. Millî iktidar, bu koşullarda, Anadolu’daki komünist faaliyetlerin artmasını hoş karşılayabilir miydi? Hiç şüphesiz ki hayır. Mustafa Suphi, Kars’ta Kâzım Karabekir’le samimi bir hava içerisinde görüşürken, Türk yöneticiler kararlarını vermişlerdi bile: ne pahasına olursa olsun, bu grup geri dönmek zorunda bırakılmalıydı.[99]
Lâkin bu, gene de güç bir işti, zira Ankara Hükümeti, başlıca müttefiki olan Sovyetler’e kendisini komünizme karşıymış gibi tanıtmak istemiyordu. Tam tersine, mümkün olduğunca Moskova tarafından savunulan görüşlere taraftar olduğu izlenimi vermek niyetindeydi. Dolayısıyla kendilerine böylesi bir görev verilen yereldeki yetkililer çok dikkatli davranmak zorundaydılar.
Bilindiği kadarıyla, yapılması gerekenler konusundaki kararı Kâzım Karabekir aldı. Acaba Türk komünistlerin izleyecekleri yol boyunca, gitgide şiddetini artırarak, sonunda onları Bakû’ye dönmeye zorlayacak “halk gösterileri” tertiplenemez miydi? Böylesi bir manevra, millî hareketin yöneticilerinin suçlu duruma düşmelerine engel olacaktı, hatta yanlarına birkaç jandarma vererek heyet üyelerini “koruyormuş” gibi bile yapabilirlerdi.[100]
Sovyetler’in Anadolu Hükümeti ile ilişkilerin sürdürülmesi için görevlendirdiği Budu Medivani’nin Kars’ta bulunması sebebiyle, Kâzım Karabekir bu operasyonu kişisel olarak yönetemezdi, ama 3 Ocak 1921 tarihli telgrafıyla Erzurum Valisi Hamit Bey bundan sonra işi üstlenebilirdi.[101] Bu telgrafı alır almaz, Doğu ordusu komutanı kendisine kesin talimatı verdi: Mustafa Suphi ve yoldaşlarına karşı çok şiddetli bir basın kampanyası ile birlikte, “bu amaca matuf gösteriler” düzenlenerek, bu eylemler, Türkiye’de değil çalışmak, hayatlarını tehlikeye atmadan yolculuk bile edemeyeceklerine onları inandırana dek sürdürülecekti. Ancak tüm bu eylemler, “genel olarak Bolşevizme değil, yalnızca kişilere” yönelikmiş izlenimi verecek şekilde düzenlenecekti.[102]. Karabekir, kendilerinde doğrudan doğruya tavır alınmadığını gören Rusların adamlarının başlarına gelenlere daha kolaylıkla göz yumabileceklerini umuyordu.
Mustafa Suphi’nin tüm bu hazırlıklardan haberdar olduğuna inanmak gerekiyor. 11 Ocak günü, henüz Kars’ta iken, Ethem Nejat’la birlikte Suphi, Kâzım Karabekir’e başvurarak, ona saldırganca eylemlerden kuşkulandığı için Erzurum’dan geçmekten kaçındığını, arkadaşlarından bazılarının önceden belirlenen güzergâhı izlemeye kararlı olmalarına rağmen, kendisinin Tiflis üzerinden giderek yolculuklarına deniz yoluyla devam etmek görüşünde olduğunu iletti. Bu teklif, Karabekir’in planlarına ters düşüyordu. Bu nedenle kendisi, böyle bir düzenlemeye yanaşmayı reddederek, uzlaşmaz bir tavırla ziyaretçilerini iki seçenek ile karşı karşıya bıraktı: Türk komünistler, hep birlikte ya Erzurum üzerinden yollarına devem edecek, böylelikle de halkın kendileri için beslediği duygulara tanıklık edecek ya da Ankara’ya gitmekten vazgeçerek gerisin geri döneceklerdi. Başka hiçbir tartışmaya yer bırakmadığı görülen bu seçenek karşısında Mustafa Suphi de Erzurum’da düzenlenen gösterileri göğüslemeye razı olmak zorunda kaldı.[103]
Kendisi bu kararı alır almaz, Karabekir Hamit Bey’e haber verdi. Her şey planlandığı gibi gelişiyordu. Bununla birlikte, Erzurum valisi yolcuların taciz edilmemelerine de dikkat etmek zorundaydı. Özellikle halkın onları eşeklere bindirerek hakaret etmesine veya buna benzer başka aşağılayıcı gösterilerde bulunmasına engel olunmalıydı. Kamuoyu, duygularını ılımlı ve terbiyeli bir biçimde dile getirmeliydi.[104]
Sonrasında Mustafa Suphi ve arkadaşları, merdaneye kollarını kaptırdılar. Heyet üyeleri arasında bazıları arkadaşlarını yarı yolda bırakıp kaçmayı tercih etti elbette[105] ama toplam on beş kişi kadar olan başka isimler sonuna kadar gitmeye kararlıydılar. Erzurum’da ise özellikle bu durum için kurulmuş olan “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti” adındaki bir örgüt, ajitasyon çalışmasını üstlendi. Yolcular, 22 Ocak günü bu şehre geldiklerinde taşkın bir kalabalık tren istasyonundan ayrılmalarına engel oldu. Derhal yola devam etmek zorunda kaldılar. Kâzım Karabekir’in talimatları gereğince yereldeki yöneticiler, onları sahil şeridine doğru yönelmeye zorladılar. Yol boyunca küfürler, hakaretler ve anti-komünist sloganlar yağmur gibi yağıyordu. Hiçbir yerleşim bölgesi onları ağırlamayı kabul etmiyor, fırıncılar onlara ekmek satmayı reddediyor, göstericiler kendilerini taş yağmuruna tutuyorlardı. Sona gelinmişti. 28 Ocak günü bitkin ve umutsuz bir hâlde Trabzon’a varabildiler. Olayın çözüme kavuşacağı an gelip çatmıştı artık. Bir kere daha halkın aleyhte gösterileriyle yüz yüze geldiklerinden, kayıkçılar loncası başkanı olan Yahya, derhal denize açılmaları gerektiğini belirterek, motorlu bir tekneye binmelerini önerdi. Mustafa Suphi ve yoldaşları bu teklifi hemen kabul ettiler. Belki de onlar, Ankara’ya en yakın Karadeniz limanı olan İnebolu’ya gitmeyi amaçlıyorlardı. Ama tekneleri kıyıdan epeyce açıldıktan sonra, içinde Yahya ve adamlarının olduğu öne sürülen bir başka tekne onlara yetişti. Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı dâhil tüm isimler katledilerek denize atıldılar.[106]
Acaba Kâzım Karabekir ile “suç ortağı” Hamit Bey, Trabzon faciasını öngörmüşler miydi? Bu korkunç oyunu önceden hazırlamışlar mıydı? Öyle görünmüyor. Karabekir tarafından Erzurum valisine gönderilen telgraflarda, tam tersine, komünist militanlara karşı hiçbir şiddet eylemine girişilmemesi gerektiği vurgulanıyordu. Peki bu durumda, Yahya’nın Trabzon’daki bu inisiyatifini nasıl izah edebiliriz? Tüm kıyı boyunca gaddarlığıyla tanınan bu kişi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürmeye kendi başına mı karar vermişti? Böyle bir varsayımın makul olmadığını söylemek pek mümkün değil. Muhtemelen Yahya, Anadolu’daki komünist hareketin finansmanı amacıyla Mustafa Suphi’nin yanında taşıdığı “hazine”nin çekiciliğine kapılmıştı. Peki ama “adi suç” iddiası üzerine kurulu bu varsayımı kabul edecek olursak, Yahya’nın adalet önüne çıkarılıp, buralarda bazı çevreleri “baklayı ağzından çıkarmakla”[107] tehdit ettiğinde, kendisinin de bir suikast sonucu öldürülmesini nasıl açıklayacağız? Ne olursa olsun bazı kişilerin onun açıklamalarından çekindikleri açıktır. Acaba o, kimleri zor duruma düşürecekti? Trabzon’da İttihatçılar hesabına mı çalışıyordu? Kentteki eşraftan birilerinin mi adamıydı? Ankara Hükümeti’nin ajanı mıydı? İttihatçıların Mustafa Suphi’ye kastetmelerini gerektirecek yığınla neden vardı ve birçok yazar, özellikle Kâzım Karabekir[108], Yahya’nın onlardan aldığı talimat üzerine bu işi yaptığını savundu. Fakat çeşitli siyasî çevreleri hedef alan tüm öteki suçlamalar gibi, bu da yalnızca bir varsayım olmaktan ileri gidemeyecekti.
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi, TKP’nin ölümüne yol açabilecek bir darbeydi.. Lâkin 1920 Eylül’ünde yapılan kongreden beri yerlerini alacak kadrolar hazırdı. Trabzon faciası sırasında Türkiye’de Bakû’deki ekip tarafından başlatılan çalışmaları kendi güçleriyle sürdürebilecek birçok komünist örgüt bulunuyordu. Bunun dışında militanlardan bir bölümü de Azerbaycan ve Rusya’da kalmışlardı. Kendilerine kısa bir süre sonra Nâzım Hikmet ve arkadaşı Vâlâ Nurettin gibi “yeniler”in de katılacağı bu isimler, beynelmilel komünist hareketin bağrında Türkiye’yi temsil etmeyi sürdürdüler.
Bununla birlikte, partinin Türkiye sınırları içindeki çalışmalarında kısa süren bir duraklama yaşandı. Yöneticilerin Trabzon açıklarında öldürülmeleri ile birlikte, TBMM Hükümeti’nin emriyle başlayan bir dizi tutuklama, Anadolu’daki en önemli iki örgüt olan Ankara ve Eskişehir örgütlerini devreden çıkarttı.[109] Bu dönemde yalnızca İstanbul örgütünün belirli bir ajitasyon faaliyetini sürdürdüğü görülüyor. İşgal kuvvetlerinin sürekli gözetimine rağmen, Şefik Hüsnü’nün grubu 1921 Haziran’ında, Türkiye’de Marksist-Leninist düşüncenin yayılmasına büyük katkısı olan Aydınlık adında “sosyolojik, edebî ve eğitim amaçlı” bir dergi çıkarmayı bile başardı.
Tam da Ankara Hükümeti’nin beklediği gibi, Sovyetler Anadolu’daki ağın parçalanmasına seyirci kaldı. Rus basını, Mustafa Suphi’nin ölümü ile 1921’in Ocak ayında gerçekleştirilen tutuklamaları bildirmek için birkaç ay geçmesini bekledi.[110] Şimdilik hiçbir şey, Moskova’da sürdürülen ve Kafkasya ötesi toprakların durumunun belirlenmesinin bağlı olduğu Türk-Rus görüşmelerinde havayı bulandırmamalıydı. Çiçerin, bu konuda Türk heyetinin başkanı olan Ali Fuat Paşa’nın dikkatini çektiyse de Ali Fuat Paşa, Çiçerin’i Türk hükümetinin suçsuzluğuna kolayca inandırdı. Suphi ve yoldaşlarının ölümü bir kazaydı, büyük bir ihtimalle gemileri batmıştı.[111] Ankara ve Eskişehir’deki tutuklamalarsa komünist militanların “taktik hatalar”ından kaynaklanmıştı. Bunlar, milletin tüm güçlerinin dış düşmanlara karşı verilen mücadelede kullanılmaları gerektiği bir dönemde, vakitsiz olarak, bir toplumsal devrim yapma çabası içine girmişlerdi.
Aslında Ali Fuat Paşa’nın açıklamaları tümüyle temelsiz değildi. Komintern’in İkinci Kongresi’nin talimatlarına rağmen, Türk komünistlerin “ilk kuşağı”, gerçekten de zaman zaman gereksiz bir eylemlilik sergileme yanılgısına düşmüştü. Anadolulu militanlardan bazıları ise 1920 yılının sonlarına doğru Kemalist güçleri oldukça uğraştıran bir hareket olan Çerkes Ethem isyanına karışmışlardı.
İstanbul grubunun egemen olduğu “ikinci kuşak”, Moskova’nın talimatlarına çok daha iyi uyacak durumdaydı. Mustafa Suphi’nin eserini tamamlamaya çalışan başlıca isimlerden biri olan Şefik Hüsnü, Lenin’in millet ve sömürgeler meselesi üzerine tezlerini harfi harfine uygulayarak, millî kurtuluş hareketinin desteklenmesi gerektiğini sürekli vurgulayacaktı. Ama bundan böyle TKP, Ankara Hükümeti’nin otoritesini gerçekten sarsabilecek hiçbir teşebbüste bulunmaya cesaret edemeyerek, bekleyiş içinde yaşamaya mahkûm oldu.
Acaba Mustafa Suphi ve yoldaşları sağ kalsalardı, kurdukları örgüt gene de aynı ihtiyatlı, bekle-gör tavrını takınmak zorunda kalır mıydı? Öyle görünüyor ki bu soruya evet cevabını vermek gerekiyor, zira Bakû Kongresi’nden bu yana Türk “enternasyonalistler”, artık izleyecekleri stratejiyi özgürce tespit etme imkânından mahrumdular. Tümüyle Komintern’e tabi olan örgüt, artık pratikte sadece basit bir uygulayıcıdan başka bir şey değildi.
Paul Dumont
Meudon 1977
[Kaynak: Cahiers du monde russe et soviétique (“Rus ve Sovyet Dünyası Defterleri”), Cilt: 18, Sayı: 4, Ekim-Aralık 1977, s. 377-409.]
Dipnotlar
[1] Yaklaşık yirmi yıldır Sovyet tarihçileri Türkiye Komünist Partisi tarihi üzerine birçok çalışma kaleme almışlardır. Bu çalışmaların bazıları yeni ve temini güç kaynaklara dayandığından veya hiç yayınlanmamış olduğundan, çok kıymetlidir. Biz bu noktada esas olarak şu çalışmalardan istifade ettik: A. M. Šamsutdinov, “Pervyj s’’ezd kommunističeskoj partii Turcii” (TKP Birinci Kongresi), Kratkie soobščenija instituta narodov Azii, 30, 1961, s. 227-237; du même Nacional'no-osvoboditel'naja bor'ba v Turcii. 1918-1923 gg. (1918-1923 Arası Dönemde Türkiye’de Millî Kurtuluş Mücadelesi), Moskova, 1966; R. P. Kornenko, Rabočee dviženie v Turcii. 1918-1963 gg. (1918-1963 Arası Dönemde Türkiye İşçi Hareketi), Moskova, 1965; E. F. Ludšuvejt, “Konferencija levyh tureckih socialistov v Moskve letom 1918 goda” (Türk Sol Sosyalistleri Konferansı -1918 Yazı, Moskova), Akademija nauk armjanskoj SSR, Vostokovedčeskij sborník içinde (Doğu Üzerine Araştırmalar), Erivan, 1964, 2, s. 174-192; R. Nafigov, “Dejatel'nost' central'nogo musul'manskogo komissariata pri narodnom Komissariate po delam nacional'nostej v 1918 godu” (1918 Yılında Halkın Milliyetler Komiserliği Bünyesinde Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Faaliyetleri), Sovetskoe vostokovedenie, 5, 1958, s. 1 16-120; M. A. Persic, “Tureckie internacionalisty v Rossii” (Rusya’da Türk Enternasyonalistler), Národy Azii i Afriki, 5, 1967, s. 59-67; N. Subaev ve F. Hamidullin, “Mustafa Subhi v Tatarii. 1918-1919” (Mustafa Suphi Tataristan’da. 1918-1919), a.g.e., 2, 1969, s. 72-77; N. Subaev, “Organ tureckih internacionalistov 'Yeni Dùnya' kak istoričeskij istočnik. 1918-1919” (Tarihsel Kaynak Olarak Türk Enternasyonalistlerin Yayın Organı Yeni Dünya: 1918-1919), a.g.e., 2, 1975, s. 62-71.
[2] Bilhassa 28-29 Kanunisâni 1921. Karadeniz Kıyılarında Parçalanan Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının İkinci Yıldönümleri, Moskova 1923. Bu eser 28-29 Ocak 1921’i Unutma. Mustafa Suphi ve Yoldaşları adıyla Brüksel’de 1975’te yeniden yayınlanmıştır. Suphi’nin diğer “resmî” biyografileri arasında ölümünden sonra Sultan Galiyev’in ondan söz eden makalesi, “Mustafa Suphi ve Yapıtı”, Zhizn natsional’nostei, 14 (112) 1921 yayınlanmıştır; daha yakın bir tarihte yayınlanmış olan şu eserlere de bakılabilir: J. N. Rosaliev, “Ubeždennyj internacionalist” (İnançlı Bir Enternasyonalist), parue dans un ouvrage consacré aux divers “héros” du mouvement communiste international, Žizn' otdannaja bor'be (Mücadeleye Adanmış Bir Hayat), Moskova, 1964.
[3] Elimizdeki muhtelif kaynaklar kırk kadar militanın ismini veriyor. Ama onlar hakkında başka hiçbir bilgiye sahip değiliz. Bununla birlikte, birkaç kişinin Mustafa Suphi’nin yanı başında partide önemli rolleri olduğu anlaşılıyor: bilhassa Bakû Kongresi’nin düzenlenmesinde faal bir rol oynayan Hilmioğlu Hakkı ile İstanbul grubunun eylemcilerinden ve yetenekli bir pedagog da olan Ethem Nejat’ın ismini anmak gerek.
[4] Ali Yazıcı, “Mustafa Suphi Yoldaşın Tercüme-i Hâli ve Siyasî Şahsiyeti”, 28-29 Kanunisâni 1921 içinde, s. 3-7. Mustafa Suphi’nin elimizde bulunan ilk biyografisi 1914 tarihlidir. Nevsâl-i Millî adlı eserden alınan bu metin Türkiye Defteri’nde yayınlandı (Sayı: 20, 1975, s. 86).
[5] Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi (AMAEF) yeni dizi, Türkiye 7, f. 91. Paris Emniyet Müdürü’nün 29 Temmuz 1910 tarihli bir raporunun nüshası: “Şerif Paşa bana siyasî düşmanlarının hayatına kastettiklerini sandığından bahsettiği bir mektup gönderdi. […] Bu mektup üzerine tahkikata girişerek hayatı tehlikede olmasa bile, Paşa’nın çevresinde muhtelif entrikaların çevrildiği haberini aldım. Paris’te ajanları öğrenci kılığına girmiş olan ve şubelerinden biri de 51, Monsieur le Prince sokağındaki Osmanlı Talebe Birliği merkezinde olan bir gizli polis merkezinin faaliyette olduğunu öğrendim. Bu tahkikatta ismini tespit edebildiklerimden biri olan aslen Arnavut Daniş adında biri arkadaşları ile birlikte Osmanlı hükümetinin isteği üzerine Institute National Agronomique’e dinleyici-öğrenci olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Talebe Birliği’ni 43 Ecoles sokağında oturan ve Tanin adlı hükümetçi gazetenin muhabirliğini yapan Mustafa Suphi adında bir kişi yönetmektedir. Birlik, Osmanlı büyükelçiliğinin tavsiyesi üzerine kendilerine 1000 Frank’a kiralanan bir dairede toplanmaktadır.”
[6] Mehmed Moustafa Soubhy, “L'organisation du crédit agricole en Turquie”, [Türkiye’de Tarımsal Kredilerin Örgütlenmesi] Uluslararası Tarım Enstitüsü, Bulletin du bureau des institutions economiques et sociales 2, 1910, s. 59-76.
[7] Bkz. özellikle Sultan Galiev, a.g.m., J. N. Rosaliev (a.g.m., s. 509) Mustafa Suphi’nin Jean Jaurés ile sürekli ilişkide olduğunu yazarsa da elimizde bununla ilgili hiçbir delil yoktur. Rosaliev’in tezini kanıtlamak için incelemesine aldığı verilerin çoğu, sanırız Mustafa Suphi efsanesini süslemeye yarayan ve tahminden öte bir nitelik arz etmeyen tespitlerden ibarettir.
[8] Bkz. Vazife-i Temdin, İstanbul 1328/1912, Türkiye Defteri, 20, 1975, s. 87-108’de yeniden yayınlanmıştır.
[9] Bu Önsöz (İlm-i İçtimai Nedir, İstanbul 1327/1911), Türkiye Defteri 9 Temmuz 1974, s. 2-5’te tekrar yayınlanmıştır.
[10] İttihatçıların belli balı şahsiyetlerinden Dr. Nâzım tarafından eski Maliye Vekili Cavit Bey’e 15 Nisan 1921’de yazılan bir mektuba göre. Bu mektup, H. C. Yalçın tarafından 15 Aralık 1944 tarihinde Tanin’de yayınlandı. Bkz. Hikmet Bayur, “Mustafa Suphi ve Milli Mücadeleye El Koymaya Çalışan Bazı Kökü Dışarıda Akımlar”, Belleten, 140, Ekim 1971, s. 588.
[11] Yusuf Akçura (1876-1933), Pantürkist hareketin belli başlı şahsiyetlerinden biri. 1908 yılında İstanbul’a yerleşerek birçok Tatar-Türk cemiyeti kurdu ve 191 yılında Pantürkist fikirlerin propagandasını yapan Türk Yurdu dergisini çıkarmaya başladı. İttihat ve terakki geçici bir süre için iktidardan ayrıldığı zaman “Milli Meşrutiyet Fırkası”nı kurmuştu. Başlarda bu partinin İttihatçılara karşı kesin bir tavrı olmamakla birlikte, iki örgüt arasına kısa sürede bir uçurum oluştu. Bu konuda özellikle Mustafa Suphi’nin İfham’da yayınlanan yazılarının büyük bir rolü vardır. Bu konuda Bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, 1859-1952, s. 358-368. Bu kitapta bilhassa partinin programına bakınız. Tarımsal sorunlara büyük önem veren “Ekonomi” bölümü, Mustafa Suphi tarafından düzenlenmişe benziyor.
[12] Pantürkist ideoloji üzerine bilgi için bkz. Paul Dumont, “La revue ‘Türk Yurdu’ est les musulmans de l'Empire russe, 1911-1914”, (“Türk Yurdu Dergisi ve Rus İmparatorluğu’nda Müslümanlar 1911-1914”), CMRS, XV (3-4), 1974, s. 315-331. Bu makale Pantürkist militanlar tarafından savunulan bazı görüşlerin “ilerici” yanlarını belirtir. Ekonomik alanda o sıralar Türkiye’de bulunan sosyalist İsrael Helland “Parvus’un etkisiyle Batı emperyalizmine karşı mücadeleye ağırlık verilmiştir. Toplumsal alanda hareketin ideologları gelenekleri yeniden canlandırmayı amaçlıyorlardı; ancak Avrupa uygarlığından alıntılar yapmanın olumlu yönlerini de vurguluyorlardı. Son olarak da siyasî alanda Türk ırkından olan tüm halkların birliğinden yanaydılar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ırksal yapısını korumaktan yana olan Jön-Türklerin “Osmanlılık” stratejisine karşı çıkıyorlardı.
[13] Bkz. Ahmet Bedevi Kran, Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1959, s. 622. Jön-Türklerin “masonluğu” gerçekten beynelmilel bir nitelik mi arz ediyordu? Bildiğimiz kadarıyla, 1908 Devrimi’nden sonra Türkiye’de kurulan birçok locadan hiçbiri Avrupalı kuruluşlarca tanınmamıştı. Bu localar tam da Suphi’nin kurmayı amaçladığı “Türk Masonluğu”nu oluşturuyorlardı.
[14] Kaçaklar (12 kişi) Sinop’u sandalla terketmişlerdi. Kırım’a gidebilmek için korsanlar gibi davranarak açık denizde bir yelkenliyi ele geçirdiler. Bkz. A. B. Kuran, a.g.e., s. 623-626.
[15] Ali Yazıcı, a.g.m., s. 4.
[16] Bu rapor, 28-29 Kanunsâni 1921, s. 52-65’te yayınlanmıştır. TKP’nin muhtelif oluşum evreleri üzerine bizi aydınlatan temel bir metindir. Latin harfleriyle yakın tarihlerde birçok kez yayınlanmıştır.
Bkz. Mustafa Suphi, Kavgası ve Düşünceleri, Brüksel, 1974, s. 63-83; Türkiye’nin mazlum Amele ve Rençberlerine, M. Suphi, İstanbul 1976, s. 29-42.
[17] Fransız Dışişleri Bakanlığı’na verilen 6 Ocak 1921 tarihli bir rapor Mustafa Suphi’yi yerici bir ifadeyle düzenlenmiştir: “M. Suphi yoldaş Said Molla, Rıza Tevfik, Ali Kemal benzeri bir politikacıdır. Kendilerini devredışı bırakmak hatasına düşen İttihat ve Terakki’ye karşı düşmanlıklarından başka hiçbir ilkeleri olmayan bu kişiler her zaman İttihatçıların ak dediğine kara deme siyasetini gütmüşlerdir. Bu devirde İttihatçılar Bolşevizme karşı oldukları için Mustafa Suphi Bolşeviklerle birlikte onları rahatsız eden ve aynı zamanda kendisi için çok kârlı bir çalışmaya girişmiştir.” (AMAEF, Série E, Levant 1919-1929, Turquie 95, f. 69). A. K. Varınca “Mustafa Suphi’nin Macerası”, Meydan 55, 1966, s. 15) buna benzer bir kanıyı dile getirir. Türk komünist hareketinin eski bir militanı olan Ahmet Cevat Emre ise anılarında “Mustafa Suphi Marksizmden hiçbir şey anlamayan bir yoldaştı” diye yazacak kadar ileri gider. Bkz. “1920 Moskova’sında Türk Komünistleri”, Tarih Dünyası 2, 1965, s. 149.
[18] Merkezî Müslüman Komiserliği’nin faaliyetlerine dair birçok inceleme kaleme alınmıştır. Özellikle R. Nafigov, a.g.m. ve Alexandre Benningsen-Chantal Quelquijay (Les mouvements nationaux chez les Musulmans de Russie. Le ‘sultan galievisme’ au Tatarstan, Paris-La Haye, 1960, s. 111.
[19] Molla Nur Vahitov (1885-1918) Ufa yöresinde doğmuş bir Tatar’dı. Kazan Rus lisesinden sonra eğitimine Saint Petersburg Politeknik Enstitüsü’nde devam etti, buradan siyasî inançları üzerinden kovulduktan sonra Psikonöroloji Enstitüsü’ne kaydoldu. 1910’dan itibaren Rus başkentindeki Marksist çevrelerde çalışmaya başladı. İnançlı bir sosyalist olarak 1917’de Müslüman Sosyalist Komitesi’ni kurdu ve Ekim Devrimi’nden sonra Kazan Devrim Komitesi üyeliğinde bulundu. Stalin tarafından Merkezî Müslüman Komiserliği’nin başına getirilerek Rusya’daki Müslümanlara yönelik önemli bir idarî ve askerî örgüt oluşturdu. 1918 yazında Kazan’ı Çekoslovak alaylarına karşı savunurken esir düşerek 18 Ağustos’ta kurşuna dizildi. 1880’lerde doğan Sultan Galiyev, Vahidov’un en yakın çalışma arkadaşıydı. Müslüman Sosyalist komitesinin yöneticileri arasında iken 1917 Kasım’ında komünist partiye üye oldu. Merkezî Müslüman Askerî Koleji’nin bakanı iken Molla Nur Vahidov’un ölümü üzerine onun Merkezî Müslüman Komiserliği’ndeki yerini aldı. Ama bazı ideolojik konularda doğrudan üstü Stalin’le anlaşmazlığa düşünce bu görev uzun sürmedi. Partinin kumanda organlarından uzaklaştırılıp 1923’te milliyetçi sapma ve karşı-devrimci eylemde bulunma suçlarından tutuklandı. Daha sonra ikinci kez tutuklanarak on yıl hapse mahkûm oldu (1928). Molla Nur Vahidov ile Sultan Galiyev için bkz. Alexandre Benningsen-Chantal Quelquijay, a.g.e.
[20] Sultan Galiev, “Tatary i Oktjabrskaja revoljucija” (Tatarlar ve Ekim Devrimi), Zhizn’ Natsional’nostei, 21 (122) 1921.
[21] 8 Mart 1918’de Molla Nur Vahidov, RKP(B)’nin programını kabul etmekle birlikte, özerk bir Müslüman komünist partisinin kurulmasına karar alan bir konferansı Moskova’da topladı. Bu konferanstan sonra 1918 Haziran’ında partinin etiketini değiştirmekle yetinen bir toplantı daha yapıldı. Rus Müslüman Komünist Partisi (Bolşevik) ismini alan bu örgüt, bu isme rağmen, özellikle Rus partisine karşı Müslüman militanların bağımsızlıklarını savunmakla uğraştı. Bkz. Alexandre Benningsen-Chantal Quelquijay, a.g.e., s. 113.
[22] A.g.e., s. 121.
[23] 1917 yılının sonlarına dek Şerif Manatov millî Başkurt hareketinin sağ kanadının başlıca yöneticilerinden biriydi. 1918 Şubat’ında Merkezî Müslüman Komiserliği’nde Molla Nur Vahidov’un yardımcısı oldu. Daha sonra özellikle Türkiye’de Anadolu’nun en önemli iki komünist örgütünün, Ankara ve Eskişehir örgütlerinin kuruluş çalışmalarını da içeren bir ajitasyon faaliyetinde bulundu.
[24] Gazetenin değişik isimleri, bir dereceye kadar Mustada Suphi’nin gerçekleştirdiği örgütleme çalışmasının çeşitli evrelerini de yansıtmaktadır. Önce Merkezî Müslüman Komiserliği’nin organı (sayı 1-7), daha sonra Türk iştirakçilerinin organı (8-9), Türk komünistlerinin organı (10), RKP(B) Müslüman Örgütler Merkez Bürosu’nun Türk Şubesi organı (12-25) ve sonunda Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’nun Türk Şubesi organı (26) isimlerini almıştır. B. N. A. Subaev, a.g.m., s. 63-64. Bu değişiklikler tabii ki Stalin’in 1918 Kasım’ından itibaren Merkezî Müslüman Komiserliği’nde yaptığı değişikliklerle çakışır. Burada Milliyetler Komiseri tarafından amaçlanan şey Molla Nur Vahidov’un ekibinin özerklik yanlısı taleplerine mani olarak, Müslümanları RKP(B)’ye katılmaya zorlamaktı. 1919 ilkbaharında Stalin amacına erişti. Müslüman Örgütler Merkez Bürosu yerine kurulan Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu Rus Müslümanlarının bağlı olduğu aygıtta Müslümanlığa her türlü başvuruyu engelliyordu. Bu konuda bkz. Alexandre Benningsen-Chantal Quelquijay, a.g.e., s. 126.
[25] Yeni Dünya, Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Tatar yöneticilerinin yazılarına önemli bir yer ayırıyordu. Burada özellikle Molla Nur Vahidov ve Tataristan’ın en üretken aydınlarından olan Galimcan İbrahimov’un imzalarına rastlanıyordu. Derginin Türk kadrosu arasında Subaev (a.g.m., s. 64) H. Hüsnü, L. İsmet, M. Nazmi ve S. Vali’nin adlarını verir.
[26] Yeni Dünya I, 1918, Akdes Nimet Kurat, “Türkiye ve Rusya, 18. Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşı’na Kadar Türk-Rus İlişkileri 1798-1919”, Ankara 1970, s. 433.
[27] A.g.e. s. 678’de Çiçerin’in yardımcısı Karahan tarafından 23 Mayıs 1918’de Galip Kemali Bey’e gönderilen mektuba geniş bir yer ayrılmıştır.
[28] Dış propaganda şubesi tarafından çevrilerek yayınlanan öteki metinler arasında “Türkiye ve İran’ın Paylaşılması Üzerine Gizli Belgeler” (10.000 nüsha), Devrimimizde Proletaryanın Görevleri (30.000 nüsha) ve RKP(B) programından bir derlemeden (40.000 nüsha) de bahsetmek gerek. B. M. A. Persic, a.g.m., s. 67.
[29] A.g.e.
[30] A.g.e., s. 60. Bu ajitatörlere, yeni katılanların dinî duygularını incitmemeleri, onlara dolaysız ve basit bir dille seslenmeleri talimatı verilmişti.
[31] “Türk İştirakiyyun” ismini 1918 Ocak’ında Kazan’da bir Müslüman İştirakiyyun Komitesi kuran Müslüman Tatarlardan almışlardı. Bu adlandırma Bolşeviklerle işbirliği yapmaya hazır olmaları koşuluyla kendilerini sosyalist kabul eden herkesi örgüte alma imkânı veriyordu.
[32] Bkz. E. F. Ludšuvejt, a.g.e. ve M. A. Persic, a.g.m. Konferans delegelerinin isimleri şu şekildedir: Asım Necati (İvanova’dan, Şevket Mustafa (Ribinsk), Cevdet (Kazan), Nusret Nihad (Kostroma), Hüseyin Hüsnü (Nereht), İbhraim Ahmet (Jurevsk), Halid Cevat (Ufa), Mehmet Cemil (Orel), Edhem Necati (Moskova), Şevki Ahmet (Riyazan), Ahmed Musa (Kazan), Mustafa Suphi (Ural’ı temsilen), Abbas Halil (Kafkasya), Osman Hattat (Kazan), Hasan Hüsnü (Astrahan), Arslan Tevfik (Moskova), Osifullah Kerim (Moskova). Tahminen bu kişilerin çoğu sonrasında TKP’de çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Örneğin Asım Necati 1920 Eylül’ünde partinin merkezî komiteye seçilmiştir. Bkz. Dr. Samih Çoruhlu (A. N. Kurat’ın takma adı) “İstiklal Savaşı’nda Komünizm Faaliyeti”, Yeni İstanbul, 11 Temmuz 1966, Yeni Dünya’nın redaktörlerinden olan Hüseyin Hüsnü belki de 1920 Temmuz’undaki Komintern’in İkinci Kongresi’nde Mustafa Suphi’nin örgütünü temsil etmiştir. M. A. Persic, a.g.e., s. 66; Yazar, konferans protokolünde ismi “Ethem Nedjati” olarak yazılan militanın Ethem Nejat olduğunu iddia eder. Ethem Nejat 1919’dan sonra partinin en parlak isimlerinden biridir ve bu iddia temelsizdir. Parantez içerisinde verilen yer isimleri, Rusya’daki Türk savaş esirlerinin kaldıkları kampların bulunduğu yerlerin isimleridir.
[33] M. A. Persic, 1918 Temmuz’undaki tartışmaların en iyi özetini verse de konferans sırasında ortaya çıkan çeşitli uzlaşmazlıkları belirtmemeye dikkat eder. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. E. F. Ludsuvejt, a.g.m.
[34] Bkz. N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.m., s. 73.
[35] N. Subaev ve Y. Hamidullin, a.g.e., s. 74. Bu çalışmaya göre İhsan Saduli Kazan’daki Türk Komünist Örgütü’nün üyelerindendi. Ajitasyon ve propagandada uzman olduğundan, 1918 Aralık’ında Saratov’daki kampta tutulan Türk savaş esirlerini Bolşevikleştirmekle görevlendirildi.
[36] Bkz. Paul Broue, Premier Congrès de l'Internationale communiste, [Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi] Paris, 1974, s. 268.
[37] Ali Yazıcı, Moskova, Kaza, Samara, Saratov, Riyazan ve Astrahan şubelerinden söz eder. Ancak başka şehirlerde de Türk komünist örgütlerinin oluştuğuna da değinir.
[38] N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.e., s. 74. Bu çalışmaya göre, Kazan şubesinin başkanı Moskova Konferansı’ndaki delegelerden biri olan Osman Hattat’tı. Sekreterliği Rıza Bekiroğlu yapıyordu. Mustafa Suphi ise Türk askerî birliğinin komiserliğine atanmıştı.
[39] N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.e., s. 75. Bu ajitatörler önce Ukrayna’ya, ardından da Mustafa Suphi’nin karargâhını naklettiği Kırım’a gönderildiler.
[40] Bkz. a.g.m., s. 75-77. Bilim koleji 1919 yılı başında Stalin tarafından Vahidov’un kurduğu birçok örgütle birlikte dağıtıldı. Yöneticileri arasında olup komünist partisi üyesi olmayanlar Sibirya’ya kaçmak zorunda kaldılar.
[41] A.g.m.’den anlaşıldığı kadarıyla. Sultan Galiev, “Mustafa Subhi i ego rabota”, a.g.m.
[42] N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.m., s. 75.
[43] Bkz. A. Bennigsen ve Ch. Quelquejay, a.g.e., s. 126.
[44] Subaev, a.g.m., s. 68-69’da verdiği kongre özetlerinden böyle bir sonuç çıkmaktadır. Mustafa Suphi özellikle örgütüne Türk İştirakiyyun Partisi adını verdiği için eleştirildi. Bu zamana dek Türk devrimcilerin sürdürdüğü sosyalizmin her çeşidine açık olma siyasetinden vazgeçerek RKP’nin oluşturduğu platforma bağlılığını bildirmek zorunda kaldı. Mustafa Suphi ve kongredeki diğer Türk delegelere yapılan saldırıların kökeninde de bunların Sultan Galiyev ile Molla Nur Vahidov’un özerklik istemlerini desteklemiş olmalarının bulunduğu düşünülebilir.
[45] Bkz. P. Broué, éd., a.g.e., s. 266-268.
[46] “Ne zabyvajte vostoka”. Bu ünlü makale, 24 Kasım 1918’de Zhizn’ Natsional’nostei’de çıkmış ve Stalin’in Toplu Eserler’inin 4. cildinde tekrar yayınlanmıştır.
[47] 26 Kasım 1917’de Kırımlı Tatarlar Bahçesaray’da bir kurultay toplayarak fiilen özerk bir Tatar hükümeti oluşturmuşlardı. Ama 1918 Ocak’ının sonlarına doğru Sivastopol Bolşevik Komitesi bu kurultay kuvvetlerinin üzerine Karadeniz denizcilerini gönderdi. Başkanları Cemebev öldürüldü, öteki yöneticiler dağıtıldı, 1918 Mart’ında Bolşevikler Kırım’da içinde yalnızca Müslüman işleriyle görevli tek bir Tatar bulunan br hükümet kurdular. Bu ilk Sovyet hükümeti 1918 Nisan’ında Alman ordusunun Kırım’ı işgal etmesiyle devrildi. Bu dönem Kırım tarihi üstüne daha geniş bilgi için bkz. E. Kırımal, Der nationale Kampfder Krimttirken mit besonderer Beriiksichtigung der Jahre 1917-1918, Emsdetten, 1952.
[48] 1920 Eylül’ünde Bakû’de toplanan TKP Birinci Kongresi’ne Mustafa Suphi tarafından sunulan rapordan bu sonuç çıkarılıyor. Bkz. “Türkiye Komünist Teşkilâtı Merkezî Heyetin Faaliyeti Hakkında, 28-29 Kanunisâni 1921, s. 56. Lâkin bu metinde yer verilen kronolojik göstergeler genellikle pek güvenilir gibi görünmüyor. Örneğin Mustafa Suphi’nin Kırım’da bulunuşunu 22 Ocak-23 Nisan 1919 olarak veriyor ki gerçekte Bolşevikler Simferopol’e ancak 10 Nisan’da ulaşmışlardı ve Yeni Dünya’nın buradaki ilk sayısı da aynı ayın 20’sinde çıkmıştı. Öyle görünüyor ki Mustafa Suphi (veya raporun tashihini yapan kişi?) 1919’daki Rus işgalini gerçekten de 20 Ocak 1918’de başlayıp Nisan sonlarında sona eren 1918’dekiyle karıştırmıştır.
[49] Yukarıda belirtilen kaynağın 56. sayfası. Mustafa Suphi’nin verdiği bilgiler şu çalışmada aktarılan arşiv belgelerince de doğrulanmaktadır: N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.m., s. 75.
[50] “Manifesto”, Yeni Dünya’nın, 14-18 (20 Nisan-14 Mayıs 1919), “Platform” ise 25 Mayıs 1919’da çıkan 26. sayısında yayınlandı. Bkz. N. Subaev, a.g.m., s. 69.
[51] Bkz. Mustafa Suphi “İkinci Devir”, Yeni Dünya’nın Kırım’da yayınlanan ilk sayısının başyazısı 28-29 Kanunisâni 1921’de yeniden yayınlandı, s. 43.
[52] Bkz. Musta Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 56.
[53] Obkom: Komünist Partisi’nin bölge (Oblast’) komitesi.
[54] N. Subaev, a.g.m., s. 69.
[55] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 56.
[56] Odesa’nın Bolşevikler eline geçmesi, Karadeniz’deki Fransız denizcilerin ünlü isyanı sayesinde kolaylaşmıştı. Bkz. André Marty, La révolte de la mer Noire, Paris, 1970, tıpkıbasım.
[57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 57. Odesa’dan İstanbul’a giderken İngilizlerce tutuklanan Hüseyin Seyd belki de bu sözcülerden biriydi; Bkz. Dışişleri Bakanlığı Arşivi, FO 371/5171, 16 Eylül 1920 tarihli SIS raporu, s. 122.
[58] Bu çağrının metni için X. J. Eudin ve R. C. North, Soviet Russia and the East 1920-1927: A Documentary Survey, Stanford 1957, s. 184-186.
[59] Bkz. Yukarıda belirtilen belgeler, s. 160-61.
[60] Şubat Devrimi’nden itibaren Taşkent’te bir işçi, köylü ve asker sovyeti kurulmuştu. Ekim Devrimi’nden sonra Menşevik ve Sağ SR’lar, Sol SR’lar lehine elenerek Bolşeviklerin eline geçti. Sovyetler’in Üçüncü Bölgesel Kongresi’nden sonra 15 üyesinin tümü de Rus olan bir Türkistan Halk Komiserleri Konseyi (Türksovnarkom) işbaşına getirildi. Rus devrimcilerinin bu (sömürgeci) tavırlarının yarattığı hoşnutsuzluğa rağmen Taşkent Sovyeti Moskova ile yeniden ilişki kurabilene dek tutunabildi. Bkz. d'Hélène Carrère d'Encausse, Réforme et révolution chez les Musulmans de l'Empire, Russe, Paris, 1966, s. 190 ve şu eserde Türkistan bölümü: S. A. Zenkovsky, Pan-Turkism and Islam in Russia, Cambridge, Mass. , 1967.
[61] Arapçada “yeni” anlamına gelen ve modernistlerle reform yanlılarını ifade eden kelime. Yerli “burjuvazi”den kaynaklanan reformist hareket, Türkistan’da 19. yüzyılın sonunda ortaya çıktı. 1905’ten sonra Cedidîler millî talepleri içeren bir programa doğru yöneldiler ve içlerinden bazıları Pantürkizme kaydı.
[62] [57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 58. Bu ifadelerin fazla muğlâk olduğunu görmek gerek. Cedidîleri olduğu kadar, Türkistanskaya Komissiya üyelerinden birinin deyimiyle, Türkistan’da “yerli halk kitlelerin geniş bir kısmının Kızıl Ordu askerleri ve görevlileri tarafından feodaliteye has biçimde sömürülmesine dayanan” bir rejim kurmuş olan Rus komünistlerini” de kastediyor olabilir.
[63] Z. V. Togan, Hatıralar (“Souvenirs”), İstanbul, 1969, s. 333.
[57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”. Suphi burada karmaşık bir dil kullanıyor: “Merkezî komitenin faaliyetlerine katıldık […]” Bu ifadesiyle Suphi merkezî komiteye girdiğini mi söylüyor yoksa sadece Türkistanlı yoldaşlara öğüt vermekle yetindiğini mi?
[65] Bkz. Eudin ve North, a.g.e., s. 160-161.
[66] Žhizn' natsionál 'nostei, 4 (61), 1920, aktaran: E. H. Carr, The Bolshevik Revolution, 1917-1923, Harmondsworth, Penguin Books, 1969, I, s. 340. Muhtemelen Şubat ayının (1920) ilk yarısında Suphi bu trenle Taşkent’e geldi.
[67] Halil Paşa (1881-1957) Enver Paşa’nın amcasıydı. Irak’ta Kutu’l Amare’de General Townshend’i 13.000 kişilik ordusuyla esir alarak meşhur olmuştu. Mondros Ateşkesi ertesinde İngilizlerce İstanbul’da tutuklanan paşa Ağustos 1919’da kaçtı. Mustafa Kemal’e yardım önerdi. Kemal Paşa onu millî hareket adına Bolşeviklerle ilişki kurmakla görevlendirdi. Eski Zor mutasarrıfı olan Salih Zeki, özellikle 1916 yılında, kendi bölgesindeki Ermenileri topluca katlettiği için belirli bir şöhrete sahipti. Dr. Fuat Sabit ise Türk Ocakları’nın eski militanlarındandı. Erzurum Kongresi sonrasında M. Kemal tarafından Azerbaycan’a gönderilerek burada Bolşeviklere yakınlaşmakta hiç gecikmedi. İngiliz dışişlerinin bir raporuna göre (7 Eylül 1920, FO 371/5178) Kazan’da Haziran veya Temmuz 1920’de “resmî bir göreve” de getirildi.
[68] Bu Türkiye temsilciliğinin asıl amacının Azeri yönetimine İttihat ve Terakki üyelerini sızdırmak olduğu anlaşılıyor. (FO 371/5171) Başka bir rapora göre de (FO 371/5178) Nuri Paşa’nın çevresinde toplanan İttihatçıların programında gizli olarak Bakû’de bir Türk Komünist Partisi kurulması da vardı.
[69] Kâzım Karabekir’in İstiklâl Harbimiz (İstanbul, 2. Baskı, 1969) isimli anılarında bu örgüte ilişkin birçok belgeye yer verilmektedir. Bkz. Trabzon’daki 3. Tümen’in komutanı Şükrü’nün raporu, 10 Nisan 1920, s. 573-576.
[70] Bkz. Paul Dumont, “La fascination du bolchevisme : Enver pacha et le parti des soviets populaires. 1919-1922”, CMRS, XVI (2), 1975, s. 141-166.
[71] Eski sadrazam Talât Paşa’dan ayırmak için böyle adlandırılan Talat (Küçük) İttihat ve Terakki merkezî komite üyeliğinde bulunmuştur. 1918’de bazı İttihatçılarla birlikte İngilizler tarafından tutuklanmış, 1919 Ağustos’unda kaçmayı başarmıştı. Komünizme karşı hiçbir sempatisi olmamakla birlikte, Anadolu’da hem Sultan’a hem de Kemalist yönetime karşı “kanlı bir devrim” yapmayı tasarlıyordu. Bkz. H. Bayur, a.g.m., s. 634.
[72] 1920 yılının başında Yüzbaşı Yakup Türkiye temsilciliğinin yöneticiliğini yaptı. Daha sonra İttihatçılarca kurulan “komünist” örgütün merkezî komite üyesi oldu ve TKP’nin 1920 Eylül’ünde yapılan kongresinde Suphi’nin belirlediği hatta çıktı.
[73] Bkz. [57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 59-61.
[74] FO 371 /51 71, sept. 1920, f. III.
[75] [57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 63.
[76] Bkz. partilerin Komintern’e kabulü için 19. Koşul, Komintern’in ilk dört kongresi, Manifesto, Tez ve Kararları, 1919-1923, Paris 1934 /tıpkıbasım 1971, Paris, Maspero).
[77] 22 Temmuz 1920 tarihli Yeni Dünya’daki bir haberden, FO 371/5171’de yeniden basılmış nüshası, Eylül 1920, f. 104.
[78] Doğu Halkları Kurultayı üzerine birçok yorum dile getirilmiştir. Bu kurultayın amacı, Moskova’da Temmuz ayında toplanan Komintern’in İkinci Kongresi’ndeki tezleri geniş bir kitleye duyurmak ve “popüler kılmak”tı. Kurultaya katılan 1891 delegenin 600’den fazlası komünist parti üyesi değildi.
[79] Bkz. A. M. Şamsutdinov, a.g.m., s. 232. Karar alma noktasında mevcut 74 delegeden yalnızca 32’sinin oy hakkı vardı.
[80] Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam (“L'homme à la recherche de la source”), İstanbul, 1965, s. 207-208.
[81] Daha sonra “Kemalist” dilbilimin kurucularından biri olacak olan Ahmet Cevat Emre’nin kişiliği üstüne bkz. Tarih Dünyası, 1964-5; anılarına kendi kendisini “spekülatör” olarak niteler (halı tüccarıydı). Bkz. N. A. Tepedelenlioğlu, “Ahmet Cevat Emre’nin (1887-1961) Hatıraları Dolayısıyla”, Tarih Dünyası, 4-7, 1965.
[82] Merkezî Komite şu isimlerden oluşuyordu: Mustafa Suphi, Mehmed Emin, Nazmi, Hilmioğlu Hakkı, Binbaşı İsmail Hakkı (Batum’daki Türk Komünist Örgütü’nün yöneticisi, Komintern’in İkinci Kongresi’nde partiyi temsil etmişti), Ethem Nejat, Süleyman Nuri (partiyi üçüncü kongrede temsil etti). Delegeler bazı “aday” ve “yedek” üyeler de belirlemişlerdi: Hüseyin Said (Suphi’nin 1919 ilkbaharında Türkiye’ye gönderdiği iki görevliden biri), bkz. 57. dipnot; Asım Necati (eski bir militan, 1918 Temmuz’undaki Moskova Konferansı’na katılanlardan), Selim Mehmedoğlu, Süleyman Sami (partinin önde gelen ajitatörlerinden, 1920 Haziran’ında Ankara ve Eskişehir’deki komünist örgütlerle ilişki kurmakla görevlendirilmişti.), Lütfü Necdet ve İsmail Çıtoğlu. Bkz. Türkiye Komünist Fırkası’nın Birinci Kongresi, Bakû 1920, s. 107.
[83] Yeni Dünya’nın 22 Temmuz 1920 tarihli sayısında ilân edilmişti. Benzer bir plan, kongrenin tutanak özetlerinde karşımıza çıkıyor: yukarıda adı geçen eser. Bu protokoller tartışmaların gelişimini yakından izlememize imkân veren birer kaynaktır. Burada bunun bir özetini vermek yararlı olacaktır:
a. Birinci Oturum: açış konuşmaları (Mustafa Suphi, Neriman Nerimanov, Mehmed Emin, İsmail Hakkı). Abid Alimov’un mevcut durumla ilgili raporu, s. 12-14), Erzurum Delegesi Cevat Dursunoğlu’nun Anadolu’daki durum üzerine raporu;
b. İkinci Oturum: M. Suphi’nin Türk Komünist Örgütü merkezî komite faaliyetleri ile ilgili raporu (s. 17-35);
c. Üçüncü Oturum: Hilmioğlu Hakkı’nın sömürgeler sorunu ile ilgili konuşması (s. 38-46, Nazmi’nin millet meselesi ile ilgili raporu (s. 50.60), Zinetullah’ın (Nuşirvanov?) işçi dernekleri ile ilgili açıklaması (s. 60-61);
d. Dördüncü, beşinci ve altıncı oturumlar, programın tartışılmasına ayrıldı: Mustafa Suphi’nin giriş konuşması, Suphi’nin kaleme aldığı program takdimi, tartışmalar (Katılanlar: Mehmet Cevat, Abid Alim, Yakup, Hilmioğlu Hakkı);
e. Altıncı Oturum: İstanbul’daki işçi hareketi ve komünist örgütler üzerine Lütfü Necdet, Hilmioğlu Hakkı ve Ethem Nejat’ın raporları. Pontus kıyı bölgelerinde faal olan örgütler üzerine Abdurrahman’ın sunduğu rapor; gençlikle ilgili kararlar, Türkiye’deki komünist örgütlerin toplanması hakkında Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı’nın önerileri, Yoldaş Naciye Hanım’ın Türkiye’deki kadın hareketi ile ilgili açıklaması;
f. Yedinci Oturum: Merkezî Komite seçimleri; İsmail Hakkı’nın kırsal alandaki propaganda ve ajitasyon konusundaki önerileri; kapanış konuşması (Mustafa Suphi, Pavloviç).
[84] A.g.e., s. 107.
[85] A.g.e.; dinî mahkemeler üzerine tartışma, s. 85-86.
[86] A.g.e., s. 38-46; Hilmioğlu Hakkı’nın konuşması. Suphi tarafından önerilen çözüm yolunun metni şu çalışmada yer almaktadır: 28-29 Kanunisâni 1921, s. 37-38.
[87] Bildiğimiz kadarıyla bu program hiç yayınlanmadı. Ancak kongrede yürüttüğü tartışmalar ondan haberdar olduğunu ortaya koyuyor. Şurada sunulan metin büyük olasılıkla hayal ürünüdür: İbrahim Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Partisi. 1946 (“Pourquoi 2 partis socialistes. 1946”), İstanbul, 1977, III”, s. 450-458.
[88] A. M. Şamsutdinov, a.g.m., s. 235.
[89] İlgili dönemde Mustafa Kemal halife sultana bağlılığını bildirmeye devam ediyordu. Lâkin TBMM’nin sol kanadı 1920 yılında halifeliği ve saltanatı reddeden bir anayasa taslağı hazırlamıştı.
[90] 22 Temmuz 1920 tarihli Yeni Dünya’da Bakû Kongresi’ne her 25 militan için bir delege katılacağı bildirilmişti. Bu sayıya doğru kabul edersek, kararların oylanması sürecinde oy hakkına sahip olan 32 delege bulunduğuna göre, hareketin 800 kadar militana sahip olması gerekir. Ama partinin gerçek üye sayısı, bu iyimser tahminin çok altında olmalıdır.
[91] Şu çalışma ilgili belgeye yer vermektedir: F. Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (“Les activités socialistes et communistes en Turquie”), Ankara, 1967, s. 221-223.
[92] K. Karabekir, a.g.e., s. 780-781.
[93] Mustafa Kemal’in bildirgesi Le Temps’in 24 Temmuz 1920 tarihli sayısında yayınlandı.
[94] Çiçerin, Kafkasya ötesinde bir “etnik sınır” oluşturulmasını öneriyordu. Buysa açıktan, Türklerin Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını Ermenilere bırakmaları anlamına geliyordu. Bu konudaki Türk-Sovyet görüşmeleriyle ilgili olarak bkz. P. Dumont, “L'axe Moscou-Ankara. Les relations turcosoviétiques de 1919 à 1922”, CMRS, XVIII (3), 1977, s. 165-193.
[95] Bu mektuba şu çalışmada yer verilmektedir: F. Tevetoğlu, a.g.e., s. 223-225.
[96] Bu mektup için bkz. R. N. İleri, Atatürk ve Komünizm, İstanbul, 1970, s. 202-206. Bu dönemde Suphi’nin TBMM başkanına birçok mesaj gönderdiği iddia edilse de bu mesajların hiçbirisi temin edilemedi. Lâkin öte yandan İngiliz istihbaratının 28 Ekim 1920 tarihli bir raporunda (FO 371/5178, f. 234) Suphi’nin M. Kemal’e gönderdiği bir mektuptan söz edilmektedir. Bu telgrafta Suphi, “Anadolu’yla Kafkasya’daki Bolşevik kuvvetler arasında doğrudan ilişki kurulmasını” öneriyor ve bunun dışında bir Rus generalinin (muhtemelen General Cebisev’in) Anadolu’ya 80 milyon rublelik bir “kredi”yle birlikte bir “irtibat heyeti” göndermekle görevlendirildiğini de bildiriyordu.
[97] K. Karabekir, a.g.e., s. 852.
[98] Çerkes Ethem isyanı üstüne daha fazla bilgi için P. Dumont, “La révolution impossible. La pénétration du bolchevisme en Anatolie. 1920-1921”, CMRS’te yayınlanacak.
[99] 2 Ocak 1921 tarihli bir telgrafında Kâzım Karabekir, Erzurum valisi Hamit Bey’e TBMM Başkanı ile Dışişleri Bakanı’nın kendisinden Mustafa Suphi ile yoldaşlarının Ankara’ya gelmelerine engel olmasını istediklerini bildiriyor. Bu telgraf Hikmet Bayur tarafından şurada yayınlanmıştır: A.g.e., s. 642.
[100] K. Karabekir’in Hamit Bey’e gönderdiği 3-4 Ocak 1921 tarihli telgrafından. A.g.e., s. 643-644.
[101] A.g.e., s. 642-643.
[102] A.g.e., s. 644.
[103] K. Karabekir, a.g.e., s. 852-853.
[104] H. Bayur, a.g.e., s. 645, K. Karabekir’in 11 Ocak 1921 tarihli telgrafı.
[105] Bu ihanetlere dair pek bir şey bilinmiyor. Dr. Semih Çoruhlu (müstear adı A. N. Kurat) heyet üyelerinden ikisi olan Mehmed Emin ve Süleyman Sami’nin Erzurum’a gelindiğinde “hastalandıklarını” belirtir. (Bkz. “İstiklâl Savaşında Komünizm Faaliyeti”, Yeni İstanbul, 14 Temmuz 1966). Anlaşılan, iki yolcu Yüzbaşı Yakup ve Nedim Agâh, Erzurum’la sahil şeridi arasında bulunan Bayburt’a gelindiğinde kaçmışlardır. (Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru. 1921-1922, Ankara, 1971, s. 43).
[106] Mustafa Suphi ve yoldaşlarının vefatı sayısız kez anlatılmıştır. Ahmed Cevad’ın M. Pavloviç’e Gönderdiği Mektup, Revoljucionnaja Turcija içinde (Devrimci Türkiye), Moskova, 1921, s. 119-121. Bkz. 28-29 Kanunsâni 1921 isimli eserde bulunan çeşitli makaleler. Nâzım Hikmet, Les romantiques, [Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim] Paris, 1964, s. 120-121. Bu eserde Nâzım yaşananları roman olarak aktarmaktadır. Bu tür kaynaklar, Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı dışında Trabzon açıklarında katledilenler arasında Binbaşı İsmail Hakkı, Kâzım Ali ve Şefik’in isimlerini de vermektedir. Öldürülen diğer kişilerin isimleri bilinmemektedir.
[107] K. Karabekir, a.g.e. s. 1075; F. Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi, İstanbul, 1966, s. 184-186; F. Tevetoglu, a.g.e., s. 255.
[108] K. Karabekir, a.g.e.; Sami Sabit Karaman, İstiklâl Mücadelesi ve Enver Paşa, Trabzon ve Kars Hatıraları, 1921-1922, İzmit, 1949, s. 19.
[109] Bkz. P. Dumont, “La révolution impossible…”, a.g.e.
[110] Örneğin Zhizn’natsional’nostei’nin 16 Temmuz 1921 tarihli sayısında çıkan Sultan Galiyev’in Suphi ile ilgili yazısında onun ölümünün trajik şartlarından hiç söz edilmemiş olması çok şaşırtıcıdır. Ancak öte yandan 26 Ekim 1922 tarihli Pravda’da Ankara Hükümeti’nin anti-komünist tutumları mahkûm edilir.
[111] Ali Fuat Paşa’nın olayda dâhli olduklarını inkâr eden ifadeleri konusunda bkz. W. Z. Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East, New York, 1956, s. 211. Ayrıca bkz. G. S. Harris, The Origins of communism in Turkey, Stanford, 1967, s. 94.