Dolayısıyla asıl mesele, Charlie Hebdo saldırısının
niteliğine dair farklı anlama biçimleri. Bu saldırı, her yana yayılan bir zulme
karşı korkutucu bir tepki mi yoksa güçlü bir muhalefete muhtaç olan, yarı-özerk
bir ideolojinin ürünü mü, temel soru bu. Tartışmanın her iki tarafı, inceleme
konusu olarak “cihadcılığı” aynı şekilde tanımlıyor aslında. Ama peki ya cihad
anlayışı, bilinenin aksine daha karmaşıksa? Sadece cihadcılarla bir bütün
olarak Müslümanlar arasında ayrım yapmakla kalmayıp daha ileri giderek, cihadın
niteliğine dair bir incelemeye başlamadan önce, cihad ve cihadcılığın tanımı
konusunda belirli bir netleşme çabası içerisine girmemiz gerekmez mi?
Sol, Charlie Hebdo bürosunda işlenen cinayetler
karşısında şaşkına döndü, sonuçta da sert tartışmalara tanıklık etti. Michael
Löwy ve Slavoj Žižek gibi isimler, dergiyi güçlü bir dille savundular, bir
yandan da giderek güçlenen İslamofobiye karşı ihtiyatlı bir bakış açısı
geliştirdiler. Buna karşılık Noam Chomsky ve Norman Finkelstein ise dergiyi
savunma çabası içine hiç girmedi, hatta Finkelstein derginin sert dilini
şiddetle eleştirdi.
Bence Chomsky’nin meseleyi belirli bir çerçeveye
oturtma girişimi doğru değil, zira o, yaşanan olayı emperyalist şiddet
bağlamında ele almak suretiyle, somut sorunun kendisinden uzak duruyor. Kendi
ifadesine göre, Batı Avrupa ve ABD’de yaşanan terörizme gereğinden fazla ilgi
gösteriliyor; Medya, “onlara karşı işlediğimiz suçları görmezden gelirken,
onların bize karşı işlediği suçları içine alan bir kategoriyi içine alan ‘canlı
bir hafıza’yı meydana getiriyor” diyen Chomsky, kendince medyadaki anlatı
biçimini tarif ediyor, ama bence “biz ve onlar” ayrımına atıfta bulunmak, Batı
ile diğer her yer arasında net bir ayrım olduğu düşüncesini perçinlemekten
başka bir işe yaramıyor. İlk bakışta saldıranların sahip olduğu ideolojinin
yeryüzünün lanetlilerinin ilk elden, kısa vadede ortaya koydukları bir ifade
olarak görünmesi büyük bir ihtimal. Chomsky, televizyonlarda aktarılanlara dair
konuşurken haklı, ama şu da görülmeli: bir bütün olarak dünyadaki duruma hemen
dönüp bakmak yerine bu özel âna dikkat kesilmek gerekiyor. Özetle Löwy ve
Žižek, İslamofobinin ırkçılığa nasıl evrildiğini görmezken, Chomsky ve
Finkelstein, bu özel duruma ait özel ayrıntılara dikkat kesilmiyor ve yaşanan
olayı emperyalist ideoloji ile ona karşı geliştirilen, şiddete dayalı direniş
arasındaki bir çelişkinin basit bir ifadesi olarak değerlendiriyor. Charlie
Hebdo’nun benimsediği ırkçılık tipi ile ona yönelik saldırı arasında ayrım
yapmak gerek. Bence bu saldırı, ırkçılığa yönelik basit bir tepki olarak
üretilmiş, özel ve sadece kendisiyle kıyaslanabilecek bir ideolojinin ortaya
çıkarttığı bir sonuç.
Étienne Balibar’ın yorumları meseleyi daha iyi
kavrıyor, zira Balibar, derginin gösterdiği cüreti akılsızlık olarak tarif
ediyor ama aynı zamanda onun cehaletin bağnazlığın hâkim olduğu iklime katkı
sunduğunu söylüyor. Gelgelelim diğer yandan Balibar da cihadın teorisi ve
pratiği konusunda endişelerini dile getirmekten geri durmuyor ve şunları
söylüyor:
“Dünya
genelinde ve Avrupa’da asıl Müslümanları mağdur eden cihadcı şebekelerin
İslam’ı istismar etmesine verilebilecek yegâne cevap, ilahiyat temelli
eleştiri, dine ait ‘ortak akıl’da reform yapılması, böylelikle inananların
cihadcılığı bir tür sahtekârlık olarak görmelerinin sağlanmasıdır.”
Balibar, bir bütün olarak Müslümanlarla cihadcılık
arasında yaygın görülen bir ayrıma gidiyor ki bu ayrım çabası takdire şayan ama
bence asıl önemli olan, “cihad”ın aynı zamanda çokanlamlı olduğunu görmek.
Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar arasında basit bir “biz ve onlar” ayrımı söz
konusu değil. Dahası, bu ikiliğin yerine cihatçılarla cihadcı olmayanlar
arasındaki karşıtlığı koymak, ister istemez doğru sonuçlar doğurmuyor. Batılı
solcular, “cihad” terimini tek, bütünleşik bir referans noktası olarak kullanıyorlar
çoğunlukla ve terimin sahip olduğu çokanlamlılığa hiç bakmıyorlar. Bu
çokanlamlılığı bir vakitler yaşadığım, Ramallah’taki “Cihad Caddesi”nde
görmüştüm. Bu cadde, El-Masion bölgesindeki pahalı evlerin olduğu bir
mahalledeydi. Cihad, Arapça “mücadele” demek. Teolojik bir anlama sahip, ayrıca
bir dizi kültürel veya politik çatışmayı tarif eden bir kavram.
Cihadcılık gibi “radikal” veya “aşırı” kelimeleri
de fazla muğlâk, ayrıca ele aldığımız konuda belirli bir netleşmeye asla imkân
sağlamıyor. Bunlar, farklı ideolojileri kapsayan bir tür şemsiye görevi
görüyorlar ve ne incelenen konu başlığını ne de genel eğilimler arasındaki bir
dizi içsel, sonuçta ortaya çıkan anlaşmazlığı tarif ediyor. Yorumcular, örtük
veya açıktan, çoğunlukla politik İslam’daki sürekliliğe kilitleniyorlar. Bu
noktada Türkiye’deki politik İslam’ın en ılımlı form, IŞİD’inkinin aşırı eğilim
olduğu üzerinde duruluyor ve tüm diğer gruplar, bu sürekliliğin belirli
yerlerine serpiştiriliyorlar. Oysa bunlar, aynı ideolojiyi farklı yoğunluklarda
ifade eden değil, ayrı ve çoğunlukla birbirine karşıt politik ve teolojik
taahhütleri dile getiren, tümüyle farklı gruplar. Örneğin Suudi Arabistan dış
politikası açısından, kimi yönlerden “ılımlı” iken, iç hukuk bağlamında gayet
aşırıcı. Bunun ötesinde herkesin de bildiği gibi, Vehhabizmin, dolayısıyla
Selefîliğin dünya genelinde yayılmasının ana nedeni, Suudilerin akıttığı
paralar ve sahip oldukları nüfuz.
El-Kaide ve IŞİD gibi grupları tartışırken,
kanaatimce “Selefî-Tekfiri cihadcılık” terimi daha yerinde ve daha faydalı. On
yıl önce yayınlanan Terror’s Source: The
Ideology of Wahhabi-Salafism and Its Consequences [“Terörün Kaynağı:
Vehhabi-Selefîlik ve Sonuçları”] isimli kitabında Vincenzo Oliveti bu terimi
kullanıyor. Ürdün’de kendisini Tekfiri-Selefî Grup olarak adlandıran bir örgüt
bulunsa da genelde bu adlandırma, onun tarif ettiği gruplarca dillendirilmiyor
veya savunulmuyor. Bu isim bir tür jargondan ibaret, bu nedenle üç bileşeninden
bahsetmek gerekli. Selefî ideoloji, yedinci yüzyıla ait öğretilere geri
dönülmesini savunuyor. Bu ise, sonraki yorumların bıraktığı mirasla farklı
ilişkiler geliştirmiş muhtelif İslamî yorumlarla çatışan bir fikir. Birini
kâfir olarak suçlamayı ifade eden “tekfiri” ise mürtedleri ve kâfirleri
tanımlama konusunda özerk bir ehliyete sahip olma iddiasına işaret ediyor. Bu
bağlamda cihadcılık, silâhlı mücadele ve şiddet araçları ile bu ilkelere göre
hareket etme zorunluluğunu anlatıyor. Bu üç vasıf, nitelik açısından son
döneme, esas olarak yirmi birinci yüzyıla ait bir politik olguyu tasvir ediyor.
Şurası açık olmalı: Balibar, “cihad” kelimesine
teolojik veya kültürel anlamları açısından atıfta bulunmuyor, özünde o, cihadı
silâhlı mücadele olarak anlayan grupları kastediyor. Burada da önemli kimi
ayrımlara değinmek lazım: Selefî-Tekfiri olmayan başka cihadcılar da var.
İslamcı bir programla bağlantılı olarak silâhlı mücadele yürüten üyelere sahip
olması itibarıyla Hamas “cihadcı” bir grup. Ancak Hamas, Fransa’da Yemen
El-Kaidesi’nin giriştiği eylemleri açık bir dile kınamıştı. Dolayısıyla
kanaatime göre, “Selefî-Tekfiri”, Binyamin Netanyahu gibi tüm grupları cihadcı
ilân edip aralarındaki farkları silmek yerine, söz konusu ideolojiye net bir
isim verme noktasında önemli bir gösteren. Bu sorun, doğalında bana Filistin’de
tecrübe ettiğim kültürü hatırlatıyor. Fransa’daki kenar mahallelerdeki durumla
Filistin’deki durum arasında tabii ki bazı farklılıklar ama aynı zamanda
benzerlikler söz konusu.
Politik İslam türleri arasındaki ayrım bence çok
açık: örneğin Fetih, görünüşte “seküler” milliyetçi bir parti olarak belirli
bir itibara sahipse de örgüte bazı İslamcıların da iştirak ettiği biliniyor.
Fetih’in askerî kanadı El-Aksa Şehidleri Tugayı cihadcı örgüte has kimi
özelliklere sahip. Hamas ise Müslüman değerlerin politik düzlemde uygulamaya
sokulması fikrine bağlı bir yapı ama şu bilinmeli ki Hamas ulusal kurtuluş
hareketi, hatta Müslümanlara ait mirasa uygun olarak ulusal kurtuluşun iç
birliğin tam manasıyla kurulması suretiyle gerçekleşeceğine inanıyor. Hamas,
Selefî bir örgüt değil, yedinci yüzyıla ait öğretilere geri dönme fikrini
reddediyor, kesinlikle Tekfiri değil, zira örgüt kimin mürted kimin kâfir
olduğuna karar verme ehliyetinden mahrum. Hamas, Gazze’de bulunan az sayıda
Selefî-Tekfiri örgütü ezmiş bir hareket.
Bu noktada Filistinli grup İslamî Cihad örneğine
de bakılabilir. Örgüt, politik ve askerî cihada bağlı. Üç yıl önce Kudüs
Üniversitesi’ndeki bir gösteride elime bir bayrağı geçmişti. İsmine bakılacak
olursa, İslamî Cihad cihadcı bir grup. Ama aynı zamanda Selefî-Tekfiri cihadcı
olarak da görülemeyecek bir yapı. İslamî Cihad’ı İran destekliyor, Hizbullah’la
yan yana hareket ediyor ve Esad rejimine arka çıkıyor. Dolayısıyla “İslam
Devleti”nin can düşmanı. Peki bu nasıl oluyor? Örgütün üyeleri, farklı bir politik
görüşe sahipler, ayrıca Şii ya da Alevilerle ittifak fikrine farklı bir
teolojik pencereden yaklaşıyorlar. Tekfirci bir örgüt değil. Kimin mürtet
olduğuna karar verme hakkını kendilerinde görmüyorlar ve Şiileri öldürmenin
kabul edilemez bir şey olduğuna inanıyorlar.
Bazıları, Charlie Hebdo saldırısının Hasan
Nasrallah tarafından kınanmasına dikkat çektiler. Bu noktada onun Şiiliği
üzerinde durdular ve Şiilerin Peygamber tasvirlerine daha az kızdıklarını
söylediler. Oysa bence bu, ana belirleyici nokta değil, zira Hamas ve İslamî
Cihad Sünni örgütler. Burada asıl belirleyici olan, hedefler ve stratejiler.
Hamas ve İslamî Cihad, ne tür hatalar yaparsa yapsın, ne türden sınırlara tabi
olursa olsun, az ya da çok kusurları olursa olsun, mücadeleyi temelde millet
temelinde idrak ediyorlar ve halk tabanlarına hesap veriyorlar. Bu, Yemen
El-Kaidesi ve onun Fransa’daki ekibiyle taban tabana zıt vasıflar: Arap
Yarımadası El-Kaidesi ise kararlarını onların Müslümanlar üzerinde ne tür
etkiler doğuracağına bakmaksızın alan, seçkinci bir örgüt.
İşte tam da bu noktada belirtmem gerekir ki ben
Norman Finkelstein ve Chris Hedges’ın mevcut durumu takdim etme tarzını kabul
etmiyorum. Finkelstein ve Hedges, sanki Fransa’daki Müslüman cemaatin müşterek,
korkunç ama aynı zamanda mantıklı tepkisiymiş gibi yorumluyor olan biteni.
Onların tariflerinden sonra insanda saldırılara halkın onay verdiğine,
saldırının Fransa’daki Müslüman cemaatin kültürünü veya mizacını yansıttığına
dair bir izlenim oluşuyor. Charlie Hebdo’nun içeriğine ait kimi unsurları daha
önce eleştirmiş, (başkalarının yaptığı gibi) “Je suis Charlie” sloganının kabul edilemez olduğunu belirtmiştim.[1]
Kanaatime göre Charlie Hebdo, Fransa’daki Müslüman cemaatine, bizim asla
onaylayamayacağımız veya savunamayacağımız, kesinlikle kabul edilemez bir
yoldan hakaret etmiştir. Dergiye yönelik saldırının Müslüman cemaat veya başka
yerlerde onay görmediğini de belirtmek gerek. Politik açıdan burada mesele,
Fransa ve Avrupa’daki İslamofobi üzerinden değerlendirilmeli ama aynı zamanda
bir bütün olarak Fransız Müslümanların kültüründen tümüyle ayrı olan
Selefî-Tekfirci cihadcıların politik ajandası ve insan kazanma stratejilerinin
de analiz edilmesi gerekli.
Fransa’daki Müslüman cemaat üzerine kapsamlı bir
saha çalışması yapabilmiş değilim ama akademinin ortaya koyduğu çalışmaların
dile getirdiği biçimiyle, militan Selefîliğin cazibesi epey sınırlı. Rus haber
ajansı Rossiya Segodnya’nın sıklıkla
aktarılan, Ağustos’ta yaptığı çalışmaya göre, IŞİD’e Fransız yurttaşların
altıda biri destek veriyor. Bu da Fransa’daki Müslüman cemaati ifade ediyor.
Müslüman olmayanlar IŞİD’i desteklemeyeceğine göre, bu haberde dile getirilen
fikre kültürel açıdan bir açıklama getirmek mümkün değil. Oysa Washington Post’ta yayınlanan Adam
Taylor imzalı çalışmalar, Rossiya
Segodnya’nın ulaştığı sonuçla çelişiyor. Anlaşıldığı kadarıyla, ankette
kullanılan yöntem daha çok politik gündemin tesiri altında. Geçen yıl Muhammed
Ali Adraoui, “Fransa’da Radikal Muhitler ve Selefî Hareketler: İdeolojiler,
Pratikler, Toplumla İlişkiler ve Politik Vizyonlar” başlıklı bir çalışma
yayınladı. Bu araştırmaya göre, Fransa’da on ilâ yirmi bin Selefî var. Bunların
çoğu da politik faaliyetlerden uzak duran, iman ve amel meselesine tümüyle
manevi açıdan yaklaşan insanlar. Bunlar, daha çok Arapçalarını ve Kur’an
bilgilerini geliştirmekle, ayrıca cemaat değerleriyle ve kişisel ahlâkî
doğruluk meselesiyle ilgililer. Bunların içinde sadece 100 ilâ 300 kişi cihadcı
olmayı düşünüyor ve silâhlı mücadele aracılığıyla Selefî ideallerin daha fazla
görünür olmasını veya yürürlüğe sokulmasını talep ediyorlar. Bu bilgi ışığında
Saïd ve Chérif Kouachi’nin milyonlarca Fransız Müslümanının içinde birkaç yüz
kişilik bir kesimin görüşlerini temsil ettiğini söylemek mümkün ki bu küçük
azınlık bile söz konusu eyleme onay vermiyor.
Bunun dışında Selefî-Tekfirci grupların halk
tabanına muhtaç olan diğer cihadcılık formlarından ayrıştırılması gerek.
Anlaşıldığı kadarıyla Chérif ve Saïd Kouachi isimli bu iki kardeş Yemen
El-Kaidesi adına hareket ettiler. Onlar, kendi başlarına cihad yürütmeye karar
verdiler. Oysa bu yaklaşım, Hizbullah, Hamas ve İslamî Cihad gibi grupların
politik hesaplarıyla çelişiyor. Bu sebeple hepsini “cihadcı” torbası içine
atmamak gerek. Müslüman toplum maruz kaldığı zulme hemen tepki koymuyor.
Politik İslam, hatta cihadcılık içerisinde bile, birçok farklı politik eğilim
mevcut. Solcuların belirli bir kısmı, Selefî-Tekfirci cihadcılığı zulme yönelik
otomatik bir tepki olarak görüyor, oysa bence bu görüş yanlış. Bazı solcular da
politik İslam’a tümüyle karşı çıkmamız gerektiğini, bizim kökleri sağlam bir
sekülerizmi savunmamızın şart olduğunu söylüyorlar. Bu görüş de yanlış, zira o,
söz konusu halkların hayatları ve kültürlerini zerre anlamıyor.
Eğer İslamcı kurtuluş
akımları gelişme kaydedecekse, bu akımlar, olumlu nitelikler içereceği gibi
belirli sınırlamaları da bağrında taşıyacaktır. Burada söz konusu edilen, zaten
iflas etmiş olan ve zerre olumlu vasfa sahip bulunmayan Selefî-Tekfirci
cihadcılık değildir. İsyanlar, ne kadar etkisiz olursa olsun, halkın kitlesel
öfkesine dair bir niteliğe sahip olurlar, oysa Selefî-Tekfirci cihadcılık
seçkincidir ve tümüyle otoriterdir. Umarız ki politik İslam, sadece Malcolm
X’in kısa politik ömründe tanık olduğumuz, gerçek manada ilerici veya solcu
dönüşüme maruz kalır. Buna karşın gene de belirtmek gerekir ki Malcolm’ın
sunduğu örneklik, alabildiğine tesirli bir örnekliktir. Hişam Aidi’nin kaleme
aldığı Rebel Music [“İsyancı Müziği”],
Malcolm’ın Müslüman toplumlar dâhil birçok çevrede bıraktığı tesiri
incelemektedir. Fransa’da Cumhuriyetin
Yerlileri isimli, Sadrik Kiyari ve Huriye Butelca gibi sözcülere sahip olan
hareket, bu ihtimalin somutluk kazanması yönünde atılmış bir adım gibi.
Filistin bağlamında ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten, Hamas ve İslamî Cihad
gibi örgütlerin Selefî-Tekfirci örgütlerden ayrı ele alınması şart. Bunu
söylerken, Hamas’ın Malcolm X’in önerdiği hattı dirilttiğini tabii ki iddia etmiyorum.
Söz konusu örgütler ne desteklenmeli ne de romantize edilmeli, farklı bir yere
konulup idrak edilmeli.
Andrew Ryder
2 Şubat 2015
2 Şubat 2015
Dipnot
[1] Andrew Ryder, “Charlie Hebdo ve Nihilizmin
Sınırları”, 7 Ocak 2018, İştiraki.
0 Yorum:
Yorum Gönder