Ocak
ayında Charlie Hebdo bürosunda yaşanan trajedi, ifade özgürlüğü, Fransız
sekülerizmi, hicvin niteliği gibi bir dizi konu ile ilgili hararetli
tartışmalara neden oldu. Ana akım medyada kıyıya köşeye atılsa da kimi önemli
sol aydınlar arasında cihadcılığın niteliğine dair polemiklere tanık olundu.
Şiddeti İslam’ın bizatihi kendi içine yerleştiren, kaygı verici bir eğilim
açığa çıksa da sorumluluğunun bilincinde olan birçok yazar, Müslüman
toplumların büyük bir kesiminde barış yanlısı tavra işaret ediyor.
Dolayısıyla
asıl mesele, Charlie Hebdo saldırısının niteliğine dair farklı anlama
biçimleri. Bu saldırı, her yana yayılan bir zulme karşı korkutucu bir tepki mi
yoksa güçlü bir muhalefete muhtaç olan, yarı-özerk bir ideolojinin ürünü mü,
temel soru bu. Tartışmanın her iki tarafı, inceleme konusu olarak “cihadcılığı”
aynı şekilde tanımlıyor aslında. Ama peki ya cihad anlayışı, bilinenin aksine
daha karmaşıksa? Sadece cihadcılarla bir bütün olarak Müslümanlar arasında
ayrım yapmakla kalmayıp daha ileri giderek, cihadın niteliğine dair bir
incelemeye başlamadan önce, cihad ve cihadcılığın tanımı konusunda belirli bir
netleşme çabası içerisine girmemiz gerekmez mi?
Sol,
Charlie Hebdo bürosunda işlenen cinayetler karşısında şaşkına döndü, sonuçta da
sert tartışmalara tanıklık etti. Michael Löwy ve Slavoj Žižek gibi isimler,
dergiyi güçlü bir dille savundular, bir yandan da giderek güçlenen İslamofobiye
karşı ihtiyatlı bir bakış açısı geliştirdiler. Buna karşılık Noam Chomsky ve
Norman Finkelstein ise dergiyi savunma çabası içine hiç girmedi, hatta
Finkelstein derginin sert dilini şiddetle eleştirdi.
Bence
Chomsky’nin meseleyi belirli bir çerçeveye oturtma girişimi doğru değil, zira
o, yaşanan olayı emperyalist şiddet bağlamında ele almak suretiyle, somut
sorunun kendisinden uzak duruyor. Kendi ifadesine göre, Batı Avrupa ve ABD’de
yaşanan terörizme gereğinden fazla ilgi gösteriliyor; Medya, “onlara karşı
işlediğimiz suçları görmezden gelirken, onların bize karşı işlediği suçları
içine alan bir kategoriyi içine alan ‘canlı bir hafıza’yı meydana getiriyor”
diyen Chomsky, kendince medyadaki anlatı biçimini tarif ediyor, ama bence “biz
ve onlar” ayrımına atıfta bulunmak, Batı ile diğer her yer arasında net bir
ayrım olduğu düşüncesini perçinlemekten başka bir işe yaramıyor. İlk bakışta
saldıranların sahip olduğu ideolojinin yeryüzünün lanetlilerinin ilk elden,
kısa vadede ortaya koydukları bir ifade olarak görünmesi büyük bir ihtimal.
Chomsky, televizyonlarda aktarılanlara dair konuşurken haklı, ama şu da
görülmeli: bir bütün olarak dünyadaki duruma hemen dönüp bakmak yerine bu özel
âna dikkat kesilmek gerekiyor. Özetle Löwy ve Žižek, İslamofobinin ırkçılığa
nasıl evrildiğini görmezken, Chomsky ve Finkelstein, bu özel duruma ait özel
ayrıntılara dikkat kesilmiyor ve yaşanan olayı emperyalist ideoloji ile ona
karşı geliştirilen, şiddete dayalı direniş arasındaki bir çelişkinin basit bir
ifadesi olarak değerlendiriyor. Charlie Hebdo’nun benimsediği ırkçılık tipi ile
ona yönelik saldırı arasında ayrım yapmak gerek. Bence bu saldırı, ırkçılığa
yönelik basit bir tepki olarak üretilmiş, özel ve sadece kendisiyle kıyaslanabilecek
bir ideolojinin ortaya çıkarttığı bir sonuç.
Étienne
Balibar’ın yorumları meseleyi daha iyi kavrıyor, zira Balibar, derginin
gösterdiği cüreti akılsızlık olarak tarif ediyor ama aynı zamanda onun
cehaletin bağnazlığın hâkim olduğu iklime katkı sunduğunu söylüyor. Gelgelelim
diğer yandan Balibar da cihadın teorisi ve pratiği konusunda endişelerini dile
getirmekten geri durmuyor ve şunları söylüyor:
“Dünya genelinde ve
Avrupa’da asıl Müslümanları mağdur eden cihadcı şebekelerin İslam’ı istismar
etmesine verilebilecek yegâne cevap, ilahiyat temelli eleştiri, dine ait ‘ortak
akıl’da reform yapılması, böylelikle inananların cihadcılığı bir tür sahtekârlık
olarak görmelerinin sağlanmasıdır.”
Balibar,
bir bütün olarak Müslümanlarla cihadcılık arasında yaygın görülen bir ayrıma
gidiyor ki bu ayrım çabası takdire şayan ama bence asıl önemli olan, “cihad”ın
aynı zamanda çokanlamlı olduğunu görmek. Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar
arasında basit bir “biz ve onlar” ayrımı söz konusu değil. Dahası, bu ikiliğin
yerine cihatçılarla cihadcı olmayanlar arasındaki karşıtlığı koymak, ister
istemez doğru sonuçlar doğurmuyor. Batılı solcular, “cihad” terimini tek,
bütünleşik bir referans noktası olarak kullanıyorlar çoğunlukla ve terimin
sahip olduğu çokanlamlılığa hiç bakmıyorlar. Bu çokanlamlılığı bir vakitler
yaşadığım, Ramallah’taki “Cihad Caddesi”nde görmüştüm. Bu cadde, El-Masion
bölgesindeki pahalı evlerin olduğu bir mahalledeydi. Cihad, Arapça “mücadele”
demek. Teolojik bir anlama sahip, ayrıca bir dizi kültürel veya politik
çatışmayı tarif eden bir kavram.
Cihadcılık
gibi “radikal” veya “aşırı” kelimeleri de fazla muğlâk, ayrıca ele aldığımız
konuda belirli bir netleşmeye asla imkân sağlamıyor. Bunlar, farklı
ideolojileri kapsayan bir tür şemsiye görevi görüyorlar ve ne incelenen konu
başlığını ne de genel eğilimler arasındaki bir dizi içsel, sonuçta ortaya çıkan
anlaşmazlığı tarif ediyor. Yorumcular, örtük veya açıktan, çoğunlukla politik
İslam’daki sürekliliğe kilitleniyorlar. Bu noktada Türkiye’deki politik
İslam’ın en ılımlı form, IŞİD’inkinin aşırı eğilim olduğu üzerinde duruluyor ve
tüm diğer gruplar, bu sürekliliğin belirli yerlerine serpiştiriliyorlar. Oysa
bunlar, aynı ideolojiyi farklı yoğunluklarda ifade eden değil, ayrı ve
çoğunlukla birbirine karşıt politik ve teolojik taahhütleri dile getiren, tümüyle
farklı gruplar. Örneğin Suudi Arabistan dış politikası açısından, kimi
yönlerden “ılımlı” iken, iç hukuk bağlamında gayet aşırıcı. Bunun ötesinde
herkesin de bildiği gibi, Vehhabizmin, dolayısıyla Selefîliğin dünya genelinde
yayılmasının ana nedeni, Suudilerin akıttığı paralar ve sahip oldukları nüfuz.
El-Kaide
ve IŞİD gibi grupları tartışırken, kanaatimce “Selefî-Tekfiri cihadcılık”
terimi daha yerinde ve daha faydalı. On yıl önce yayınlanan Terror’s Source:
The Ideology of Wahhabi-Salafism and Its Consequences [“Terörün Kaynağı:
Vehhabi-Selefîlik ve Sonuçları”] isimli kitabında Vincenzo Oliveti bu terimi
kullanıyor. Ürdün’de kendisini Tekfiri-Selefî Grup olarak adlandıran bir örgüt
bulunsa da genelde bu adlandırma, onun tarif ettiği gruplarca dillendirilmiyor veya
savunulmuyor. Bu isim bir tür jargondan ibaret, bu nedenle üç bileşeninden
bahsetmek gerekli. Selefî ideoloji, yedinci yüzyıla ait öğretilere geri
dönülmesini savunuyor. Bu ise, sonraki yorumların bıraktığı mirasla farklı
ilişkiler geliştirmiş muhtelif İslamî yorumlarla çatışan bir fikir. Birini
kâfir olarak suçlamayı ifade eden “tekfiri” ise mürtedleri ve kâfirleri
tanımlama konusunda özerk bir ehliyete sahip olma iddiasına işaret ediyor. Bu
bağlamda cihadcılık, silâhlı mücadele ve şiddet araçları ile bu ilkelere göre
hareket etme zorunluluğunu anlatıyor. Bu üç vasıf, nitelik açısından son
döneme, esas olarak yirmi birinci yüzyıla ait bir politik olguyu tasvir ediyor.
Şurası
açık olmalı: Balibar, “cihad” kelimesine teolojik veya kültürel anlamları
açısından atıfta bulunmuyor, özünde o, cihadı silâhlı mücadele olarak anlayan
grupları kastediyor. Burada da önemli kimi ayrımlara değinmek lazım:
Selefî-Tekfiri olmayan başka cihadcılar da var. İslamcı bir programla
bağlantılı olarak silâhlı mücadele yürüten üyelere sahip olması itibarıyla
Hamas “cihadcı” bir grup. Ancak Hamas, Fransa’da Yemen El-Kaidesi’nin giriştiği
eylemleri açık bir dile kınamıştı. Dolayısıyla kanaatime göre,
“Selefî-Tekfiri”, Binyamin Netanyahu gibi tüm grupları cihadcı ilân edip
aralarındaki farkları silmek yerine, söz konusu ideolojiye net bir isim verme
noktasında önemli bir gösteren. Bu sorun, doğalında bana Filistin’de tecrübe
ettiğim kültürü hatırlatıyor. Fransa’daki kenar mahallelerdeki durumla
Filistin’deki durum arasında tabii ki bazı farklılıklar ama aynı zamanda
benzerlikler söz konusu.
Politik
İslam türleri arasındaki ayrım bence çok açık: örneğin Fetih, görünüşte
“seküler” milliyetçi bir parti olarak belirli bir itibara sahipse de örgüte
bazı İslamcıların da iştirak ettiği biliniyor. Fetih’in askerî kanadı El-Aksa
Şehidleri Tugayı cihadcı örgüte has kimi özelliklere sahip. Hamas ise Müslüman
değerlerin politik düzlemde uygulamaya sokulması fikrine bağlı bir yapı ama şu
bilinmeli ki Hamas ulusal kurtuluş hareketi, hatta Müslümanlara ait mirasa
uygun olarak ulusal kurtuluşun iç birliğin tam manasıyla kurulması suretiyle
gerçekleşeceğine inanıyor. Hamas, Selefî bir örgüt değil, yedinci yüzyıla ait
öğretilere geri dönme fikrini reddediyor, kesinlikle Tekfiri değil, zira örgüt
kimin mürted kimin kâfir olduğuna karar verme ehliyetinden mahrum. Hamas,
Gazze’de bulunan az sayıda Selefî-Tekfiri örgütü ezmiş bir hareket.
Bu
noktada Filistinli grup İslamî Cihad örneğine de bakılabilir. Örgüt, politik ve
askerî cihada bağlı. Üç yıl önce Kudüs Üniversitesi’ndeki bir gösteride elime
bir bayrağı geçmişti. İsmine bakılacak olursa, İslamî Cihad cihadcı bir grup.
Ama aynı zamanda Selefî-Tekfiri cihadcı olarak da görülemeyecek bir yapı.
İslamî Cihad’ı İran destekliyor, Hizbullah’la yan yana hareket ediyor ve Esad
rejimine arka çıkıyor. Dolayısıyla “İslam Devleti”nin can düşmanı. Peki bu
nasıl oluyor? Örgütün üyeleri, farklı bir politik görüşe sahipler, ayrıca Şii
ya da Alevilerle ittifak fikrine farklı bir teolojik pencereden yaklaşıyorlar.
Tekfirci bir örgüt değil. Kimin mürtet olduğuna karar verme hakkını
kendilerinde görmüyorlar ve Şiileri öldürmenin kabul edilemez bir şey olduğuna
inanıyorlar.
Bazıları,
Charlie Hebdo saldırısının Hasan Nasrallah tarafından kınanmasına dikkat
çektiler. Bu noktada onun Şiiliği üzerinde durdular ve Şiilerin Peygamber
tasvirlerine daha az kızdıklarını söylediler. Oysa bence bu, ana belirleyici
nokta değil, zira Hamas ve İslamî Cihad Sünni örgütler. Burada asıl belirleyici
olan, hedefler ve stratejiler. Hamas ve İslamî Cihad, ne tür hatalar yaparsa
yapsın, ne türden sınırlara tabi olursa olsun, az ya da çok kusurları olursa
olsun, mücadeleyi temelde millet temelinde idrak ediyorlar ve halk tabanlarına
hesap veriyorlar. Bu, Yemen El-Kaidesi ve onun Fransa’daki ekibiyle taban
tabana zıt vasıflar: Arap Yarımadası El-Kaidesi ise kararlarını onların
Müslümanlar üzerinde ne tür etkiler doğuracağına bakmaksızın alan, seçkinci bir
örgüt.
İşte
tam da bu noktada belirtmem gerekir ki ben Norman Finkelstein ve Chris
Hedges’ın mevcut durumu takdim etme tarzını kabul etmiyorum. Finkelstein ve
Hedges, sanki Fransa’daki Müslüman cemaatin müşterek, korkunç ama aynı zamanda
mantıklı tepkisiymiş gibi yorumluyor olan biteni. Onların tariflerinden sonra
insanda saldırılara halkın onay verdiğine, saldırının Fransa’daki Müslüman
cemaatin kültürünü veya mizacını yansıttığına dair bir izlenim oluşuyor.
Charlie Hebdo’nun içeriğine ait kimi unsurları daha önce eleştirmiş,
(başkalarının yaptığı gibi) “Je suis Charlie” sloganının kabul edilemez
olduğunu belirtmiştim.[1] Kanaatime göre Charlie Hebdo, Fransa’daki Müslüman
cemaatine, bizim asla onaylayamayacağımız veya savunamayacağımız, kesinlikle
kabul edilemez bir yoldan hakaret etmiştir. Dergiye yönelik saldırının Müslüman
cemaat veya başka yerlerde onay görmediğini de belirtmek gerek. Politik açıdan
burada mesele, Fransa ve Avrupa’daki İslamofobi üzerinden değerlendirilmeli ama
aynı zamanda bir bütün olarak Fransız Müslümanların kültüründen tümüyle ayrı
olan Selefî-Tekfirci cihadcıların politik ajandası ve insan kazanma
stratejilerinin de analiz edilmesi gerekli.
Fransa’daki
Müslüman cemaat üzerine kapsamlı bir saha çalışması yapabilmiş değilim ama
akademinin ortaya koyduğu çalışmaların dile getirdiği biçimiyle, militan
Selefîliğin cazibesi epey sınırlı. Rus haber ajansı Rossiya Segodnya’nın
sıklıkla aktarılan, Ağustos’ta yaptığı çalışmaya göre, IŞİD’e Fransız
yurttaşların altıda biri destek veriyor. Bu da Fransa’daki Müslüman cemaati
ifade ediyor. Müslüman olmayanlar IŞİD’i desteklemeyeceğine göre, bu haberde
dile getirilen fikre kültürel açıdan bir açıklama getirmek mümkün değil. Oysa Washington
Post’ta yayınlanan Adam Taylor imzalı çalışmalar, Rossiya Segodnya’nın
ulaştığı sonuçla çelişiyor. Anlaşıldığı kadarıyla, ankette kullanılan yöntem
daha çok politik gündemin tesiri altında. Geçen yıl Muhammed Ali Adraoui,
“Fransa’da Radikal Muhitler ve Selefî Hareketler: İdeolojiler, Pratikler,
Toplumla İlişkiler ve Politik Vizyonlar” başlıklı bir çalışma yayınladı. Bu
araştırmaya göre, Fransa’da on ilâ yirmi bin Selefî var. Bunların çoğu da
politik faaliyetlerden uzak duran, iman ve amel meselesine tümüyle manevi
açıdan yaklaşan insanlar. Bunlar, daha çok Arapçalarını ve Kur’an bilgilerini
geliştirmekle, ayrıca cemaat değerleriyle ve kişisel ahlâkî doğruluk
meselesiyle ilgililer. Bunların içinde sadece 100 ilâ 300 kişi cihadcı olmayı
düşünüyor ve silâhlı mücadele aracılığıyla Selefî ideallerin daha fazla görünür
olmasını veya yürürlüğe sokulmasını talep ediyorlar. Bu bilgi ışığında Saïd ve
Chérif Kouachi’nin milyonlarca Fransız Müslümanının içinde birkaç yüz kişilik
bir kesimin görüşlerini temsil ettiğini söylemek mümkün ki bu küçük azınlık
bile söz konusu eyleme onay vermiyor.
Bunun
dışında Selefî-Tekfirci grupların halk tabanına muhtaç olan diğer cihadcılık
formlarından ayrıştırılması gerek. Anlaşıldığı kadarıyla Chérif ve Saïd Kouachi
isimli bu iki kardeş Yemen El-Kaidesi adına hareket ettiler. Onlar, kendi
başlarına cihad yürütmeye karar verdiler. Oysa bu yaklaşım, Hizbullah, Hamas ve
İslamî Cihad gibi grupların politik hesaplarıyla çelişiyor. Bu sebeple hepsini
“cihadcı” torbası içine atmamak gerek. Müslüman toplum maruz kaldığı zulme
hemen tepki koymuyor. Politik İslam, hatta cihadcılık içerisinde bile, birçok
farklı politik eğilim mevcut. Solcuların belirli bir kısmı, Selefî-Tekfirci
cihadcılığı zulme yönelik otomatik bir tepki olarak görüyor, oysa bence bu
görüş yanlış. Bazı solcular da politik İslam’a tümüyle karşı çıkmamız
gerektiğini, bizim kökleri sağlam bir sekülerizmi savunmamızın şart olduğunu
söylüyorlar. Bu görüş de yanlış, zira o, söz konusu halkların hayatları ve
kültürlerini zerre anlamıyor.
Eğer
İslamcı kurtuluş akımları gelişme kaydedecekse, bu akımlar, olumlu nitelikler
içereceği gibi belirli sınırlamaları da bağrında taşıyacaktır. Burada söz
konusu edilen, zaten iflas etmiş olan ve zerre olumlu vasfa sahip bulunmayan
Selefî-Tekfirci cihadcılık değildir. İsyanlar, ne kadar etkisiz olursa olsun,
halkın kitlesel öfkesine dair bir niteliğe sahip olurlar, oysa Selefî-Tekfirci
cihadcılık seçkincidir ve tümüyle otoriterdir. Umarız ki politik İslam, sadece
Malcolm X’in kısa politik ömründe tanık olduğumuz, gerçek manada ilerici veya
solcu dönüşüme maruz kalır. Buna karşın gene de belirtmek gerekir ki Malcolm’ın
sunduğu örneklik, alabildiğine tesirli bir örnekliktir. Hişam Aidi’nin kaleme
aldığı Rebel Music [“İsyancı Müziği”], Malcolm’ın Müslüman toplumlar
dâhil birçok çevrede bıraktığı tesiri incelemektedir. Fransa’da Cumhuriyetin
Yerlileri isimli, Sadrik Kiyari ve Huriye Butelca gibi sözcülere sahip olan
hareket, bu ihtimalin somutluk kazanması yönünde atılmış bir adım gibi.
Filistin bağlamında ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten, Hamas ve İslamî Cihad
gibi örgütlerin Selefî-Tekfirci örgütlerden ayrı ele alınması şart. Bunu
söylerken, Hamas’ın Malcolm X’in önerdiği hattı dirilttiğini tabii ki iddia
etmiyorum. Söz konusu örgütler ne desteklenmeli ne de romantize edilmeli,
farklı bir yere konulup idrak edilmeli.
Andrew Ryder
2 Şubat 2015
Kaynak
Dipnot:
[1] Andrew Ryder, “Charlie Hebdo ve Nihilizmin Sınırları”, 7 Ocak 2018, İştiraki.
0 Yorum:
Yorum Gönder