Breton, ayrıca bu başka dillere kolay kolay
tercüme edilemeyen mizah türünün özünde Fransa’ya has olmadığını da
söylemektedir. Ona göre, bu mizah türünün kaynağı Jonathan Swift’tir. Swift’in
sunduğu örneklerin bir kısmıysa İngiliz-Amerikan menşelidir (Thomas de Quincey,
Edgar Allan Poe, O. Henry). Bu gelenek, İkinci Dünya Savaşı sonrası
İngiliz-Amerikan dünyada kıyıya köşeye atılmış, saldırgan mizah dilinin diğer
tezahürleri ile birlikte Mad dergisi,
Monty Python, National Lampoon’da çıkan çalışmalarla, savaş sonrası dönemde tümüyle
değişime uğramıştır. Bugünse, en azından Kuzey Amerika’da, Charlie Hebdo’nun
kendine has bir biçimde Fransız bir mizah anlayışına sahip olduğunu söylemek
güçtür. İnsanların mizahtan aldıkları hazzın sınırlarını zorlayan, saçma ve
saygısız mizah anlayışı konusunda dergi ile South
Park ve Family Guy gibi
çalışmalarla analojiler kurulmaktadır. Bu noktada “bu mizah Fransa’ya özgüdür,
siz anlamazsınız” tezinin daha fazla dillendirilmesi mümkün değildir. Charlie
Hebdo’daki mizah dili anlaşılması güç görünse de, karikatürlerde ve yazılarda
asıl can alıcı noktada idrak edilemese de, bu, genelde konunun niteliğine dair
bir sonuçtur. Üzerinden bir zaman geçtikten sonra Saturday Night Live’de yer alan “Weekend Update” bölümü de aynı şekilde anlaşılmaz gelebilir. Charlie
Hebdo’nun mizahı, sert bir dille ifade edilen, farklı konu ve hususları
beklenmedik biçimde yan yana getiren, gülünç olma kaygısı yerine okuru şoke
etmeyi amaçlayan bir mizahtır. Bugün dünya genelinde yaygın olan mizah
anlayışı, konuyla alakasız sözlere, nihilizme yol açacak etkilere ve meselenin
hiçbir biçimde açıklığa kavuşturulmadığı yaklaşımlara dayanmaktadır.
Arada her daim varolduğu söylenen kültürel uçuruma
karşın, gouaille [küstah mizah] salt
Fransa’ya has olsa bile, süreç içerisinde bu mizah anlayışı, dünya kültürü
içerisinde yayılma imkânı bulmuştur. Kara mizaha denk düşen geleneklere orta ve
doğu Avrupa kültüründe, Latin Amerika’da ve Japonya’da da rastlamak mümkündür. Dolayısıyla
“Müslüman kültür” gibi bir genelliğe ulaşmak, hayli güç bir meseledir. Bu
anlamda Müslüman kültür ifadesini tırnak içine almak gerekir, zira böylesine
özcü bir ifade ile 1,6 milyar insana işaret edilmiş olunur. Günümüz dünyasının
içinde bulunduğu durum dâhilinde “medeniyetler çatışması” hikâyesine arka
çıkmak en kötü hata olacaktır. Bu hikâyede sekülerizm “Batı”yı birleştirmekte
ve bunun karşısında da nispeten daha dindar olanla o Batı arasında bir tür
ihtilaf çıkartılmaktadır. Bu noktada akılda tutulması gereken husus şudur:
dışarıdan gelen, mütecaviz kimselerin bozmaya çalıştığı, kendine has, ayrıksı
bir Fransız kimliği hiç olmamıştır. Aksine, en azından on sekizinci yüzyıldan
beri, metropolün kültürü her daim çevre ülkelerin emeğine ve kaynaklarına
dayanmıştır.
Günümüzde Müslümanlar arasında da bir “kara mizah”
vardır ve bu mizah kendince kimi politik sonuçlar üretmektedir. Örneğin Arap
dünyasına ait medyada selefi tekfirci ekiplerin şiddetini ve bağnazlığını alaya
alan birçok örneğe rastlanmaktadır. Lübnan’da yayınlanan, skeçlere yer veren Ktir Salbe Show isimli bir komedi
programı, selefilerin püriten ve gerici hedeflerini alay konusu etmektedir.
Benzer programlara Suriye, Irak ve Filistin’de de tanık olunmaktadır. Gazeteci
John Hall Falestiniye isimli Filistin
televizyonunda çıkan bir komik sahneyi şu şekilde tarif etmektedir:
“İki
militan, kaç rekât namaz kılındığını bilmedikleri için Müslüman sivilleri
öldürüyor. Sonra da Beyrut’u ziyaretlerinde gördükleri güzel kadınlarla ve
partilerle ilgili anılarını anlatıyor. Ardından karşılarına Ürdünlü bir
Hristiyan geliyor, iki militan onu kimin vuracağı üzerinden kavga etmeye
başlıyor, her ikisi de bu işin sevabını kendisinin kazanmasını istiyor. Korkuya
kapılan adam kalp krizi geçiriyor ve militanlar mahvoluyorlar.”
Bu türden bir mizahın tek hedefi selefi militanlar
değil. Müslüman birçok karikatürist, alaycı bir dille çizdikleri, devlet
politikalarını eleştiren karikatürlerinden dolayı ciddi tartışmalara yol açtı.
Mana Neyestani (İran), Muhammed Şabani (Filistin), Masru’l Yevm gazetesinden Enver (Mısır) bu isimlerden bazıları.
Oldukça sert kara mizah örnekleri ortaya koysalar da bu karikatüristler, Avrupa
ve ABD’deki kara mizah örneklerinde daha fazla tanık olduğumuz, insan bedenini
cinsel açıdan konu edinen yaklaşımdan mahrumlar.
Charlie Hebdo üzerinden dönen tartışmaların ana
sorusu şuydu: “Hicvin sınırları nelerdir? Mizahçı ve karikatürist, sınırları
nereye kadar zorlayabilir?” buradaki tartışma, “surata yumruk atmakla bel
altına saldırmak” arasındaki bir tartışmadır. Genel kanaate göre, iyi mizah ve
hiciv surata yumruk atarken (güçlüye saldırırken), kötü mizah ve hiciv bel
altına saldırır (yani zaten marjinalleştirilmiş olan insanların canını yakar).
Demek ki buradaki tartışma, Charlie Hebdo’nun ilkini mi yoksa ikincisini mi
yaptığı ile alakalıdır. Gördüğümüz kadarıyla dergi her ikisini de yapmaktadır.
Yaptığı şakaların önemli bir bölümünde yumruklar hem aşağı hem de yukarı
çalışmaktadır. Bu da kimi yorumcuların derginin din, dil, ırk konusunda hiç ayrım
gözetmeyen bir “suçlu” olduğunu, onun herkesle dalga geçtiğini, bu nedenle
mükemmel bir dergi olarak görülmesi gerektiğini söylemelerini sağlamaktadır.
Oysa surata yumruk atmakla bel altına vurmak arasında net bir ayrım yapmanın
güç olduğunu iddia edenlere bir şeyler söylemek gerekmektedir.
En azından Breton’un kara mizah tanımına göre, bu
mizah türü, kötü, gerici şakalarla iyi, politik açıdan ilerici mizah arasında
kısa sürede ayrım yapmanın hayli güç olduğu bir türdür ve özellikle bu durum
yıkıcı bir niteliği haizdir. Mizahın kimleri etkilediğini hemen sınamak
uygunsuz ve ahlakçı bir tutum olabilir. Etkilenen isimlerin sizden daha güçlü
mü yoksa sizden zayıf mı olduğunu kısa sürede belirlemek güç bir iştir. Mizah
çoğunlukla anarşist bir ruhtan beslenir ve öngörülemeyecek etkilere sahiptir.
Meseleye farklı bir açıdan yaklaşmamız gereken yer de burasıdır. Dolayısıyla
“hicvin sınırları nelerdir?”den çok “nihilizmin sınırları nelerdir?” diye
sormak gerekir.
Buradaki asli ikilem, “ne yapayım herkesi rencide ediyorum,
saf manada olumsuzluğa meyilli, yıpratıcı bir ruha mı sahibim ben?” deyip
dememekle alakalıdır. Olumsuzluğa meyilli ve saldırgan olup olmamaktan bağımsız
olarak, burada mesele inkâr edilen olumlu kimi öncüllere dayanmaktadır. Marquis
de Sade’ın yazılarında da rastladığımız asli mesele işte budur. Sade, devrimci
yıkıcılıkla yoğrulmuş bir ruha başvursa da, tüm konumları tahrip etse de
sonuçta tuhaf bir biçimde pedagojik ve didaktik bir argüman inşa etmektedir.
Yazıları sonuçta edime dair bir çelişkiyi koşullamaktadır. O, tüm otoritelerin,
hatta tüm iletişimin bireyselliğin egemen ve tekbenci biçimi lehine redde tabi
tutulması gerektiğini söylemekte, bu noktada belirli geleneklere ve rasyonel
kanıtlama tarzlarına yaslanmaktadır. Pierre Klossowski, Pier Paolo Pasolini,
Michel Foucault ve Geoffrey Bennington gibi Sade’a dair yorumlarda ve
eleştirilerde bulunan kimi isimler de söz konusu paradoksu dile getirmişlerdir.
Bu tespitle birlikte, görmek gerekir ki en
anarşist, liberter, müstehcen, her şeyi yıkan, her şeyle alay eden nihilizm,
esasında temel bir bakış açısına sahiptir. Charlie Hebdo nezdinde bu temel
politika, yerinde bir ifade ile, ırkçılığa yedirilmiş bir politikadır. Örneğin
Muhammed Peygamber ile ilgili çizilip dağıtıma sokulmuş kimi karikatürler,
radikal ateizm, din adamları düşmanlığı ve bütün dinlere eş ölçüde küfredilmesi
gerektiğine dair fikre bağlı bir yönelim olarak yorumlanabilir. Oysa
İslamofobik kinayeleri ısıtıp ısıtıp sunan ve sürekli etnik özelliklere vurgu
yapan karikatürler başka bir mesajı içermektedir. Bu mesaj da (daha doğrusu
edepsizlik de) “başlarım size de sizin gibilere de, kültürünüz keneften
farksız, şuan Fransa’dasınız ve nereden geldiğiniz bizi hiç ilgilendirmiyor”dan
başka bir anlama sahip değildir. Bu söz de Peygamber’i resmeden çizime saygı
duymayan insanları elbette rencide edecektir. Yapılan çizimlerde insanı şüpheye
düşüren bir yan vardır. Burada sadece kutsal olana küfredilmemekte,
Müslümanların kültürünün ve kimliğinin koca bir hiç olduğu söylenmektedir. Buna
saygı duymanın ve bu tip yaklaşımları dikkate almanın anlamı yoktur ve söz
konusu dil ve yaklaşım kamuoyu önünde tekrar tekrar eleştiriye tabi
tutulmalıdır.
Öte yandan onca insanın ölümüyle sonuçlanan,
derginin dünya gündemine gelmesini sağlayan saldırının failleri de Fransa’daki
Müslüman cemaatinin temsilcileri değillerdir. Onlar, Kaide ve IŞİD’in
uyguladığı türden selefi-tekfirci ideolojiyi benimsemektedirler. Dünya
genelinde Müslümanların ekseriyeti bu ideolojiyi reddetse de söz konusu hareket
dünya tarihsel önemi haiz bir güçtür. Bu hareket bir dizi kökten
beslenmektedir. Mevcut soruna gerekli cevabı üretmek için bir dizi politik
duruma ve tarihsel faktöre işaret etmek gerekecektir. Örneğin listenin başına
yazılacak ilk sebeplerden biri de Suudi Arabistan’ın yaydığı Vehhabi
ideolojisidir. Bu konuda yürütülecek bir sorgu süreci bizi Suudi devletini
destekleyip onun güvenliğini sağlayan ABD emperyalizmine ve küresel kapitalizme
götürecektir. Bu gerçekler ışığında, seküler, ilerici, aydınlanmacı
Avrupa-Amerika ile atavistik teokratik barbarlık arasında yapılan, insanın
içini rahatlatan o ayrımın yanıltıcı olduğu görülmelidir.
Gene de söylemek gerekir ki Charlie Hebdo’nun
inançları için risk alma konusunda gösterdiği isteklilik ve bu konuda vaatte
bulunabilmesi gerçekten de takdire şayan bir durumdur. Öte yandan, tersten
birileri çıkıp Müslümanları savunsa, kimi zaman bu tavır zayıf, görecelikçi bir
liberalizm etiketiyle yaftalanmakta, bu noktada hemen “politik doğruculuk”tan
dem vurulmaktadır. Kırgınlık yaratmaktan korkmak kendi içinde takdir edilecek
bir şey değildir. Aksine tehlike karşısında açık yüreklilikle konuşmaya dayalı
bir anlayış bu dönemde talep edilen bir haslettir. Bu ilkenin ışığında,
şehitlere karşı duyulan saygıdan bağımsız olarak, söz konusu derginin bakış
açısını zerre sorgulamadan, papağan gibi yinelemenin de bir manasının
bulunmadığını görmek gerekir. Aynı cesaret, farklı inançları savunma noktasında
da gereklidir.
Her ifadenin, konuşmanın kimi sonuçları olacaktır.
Liberallerin zorbalığa karşı ifade hürriyetini savunmalarının sebebi budur.
“Kalem kılıçtan keskindir” türünden klişeler bu tür durumlarda hemen devreye
sokulmaktadır, çünkü fikirler, kitlelerin zihinlerinde maddi birer güç hâline
gelebilmektedir. Eğer konuşma denilen pratik, her türden etkiden ve
sorumluluktan azade bir biçimde, ayrı bir uzamda gerçekleşseydi, onun riske
girmeksizin özgürce gerçekleşmesi mümkün olabilirdi. Oysa bu yaklaşım, idealist
bir anlayışın ürünüdür. Louis Althusser’in devletin ideolojik aygıtları
teorisine göre, dil bizi özel tipte özneler olarak çağırır. Belki de aynı
şekilde J. L. Austin’in de konuşmanın edimsel bir pratik olduğunu, betimleyici
bir tanımlama faaliyeti olarak görülmesi gerektiğini söylemesinin nedeni
buradadır. Benzer bir görüşü çok erken tarihlerde Marquis de Sade da formüle
etmiştir.
Fransız Devrimi’ni de içine alan dönemde Sade,
“Fransızlar Cumhuriyetçi Olmak İstiyorsanız, Başka Şeyler Yapmalısınız” isimli
bir broşür kaleme alır. Bu çalışmasında Sade, Yatak Odasında Felsefe isimli kitabındaki kurgu karakteri
konuşturur. Söz konusu makalede, radikalleştiği takdirde bir şeyler söyleme
özgürlüğünün bir bütün olarak toplumsal düzeni tehdit ettiğini, onun liberal
temellerini çökerttiğini söyler. Sade, ilk önce militan ateizm ve tüm dinleri
içine alan küfür meselesi üzerinde durur. Ardından gıybetin (iftiranın) suç
olmaktan çıkartılması gerektiğinden bahseder. Buradan da hırsızlığı, tecavüzü
ve cinayeti suç sayan tüm kanunların kaldırılmasını savunur. Peki onun şahsında
konuşma denilen mesele nasıl eyleme dönüşmüştür? Sade, bir dizi gerekçeye
sığınsa da bunların öncelikli olanı, her şeyi söylemeye izin verildiğinde,
başkalarına ait değerler konusunda rasyonel zemin bulma çabasına kimsenin mani
olamayacağı tespitidir. Onun dile getirdiği gerekçelere itiraz etmek mümkünse
de argümanları orta yerde durmakta ve muhtemelen o argümanlar, kendileri
üzerinden eyleme geçip suç işleyecek en azından birkaç insanı ikna edecektir.
İnsanların neden propaganda yürüttüklerine ilişkin tüm gerekçe, başkalarını bu
propaganda ile etkilemek ve harekete geçirmektir, propagandanın kimi rizikoları
içinde barındırmasının sebebi de budur.
Ne var ki Sade’ın broşürü kurgusal bir çalışma
içerisinde takdim edilmiştir ve onun orada söylenenleri olduğu gibi kabul edip
etmediği açık değildir. Charlie Hebdo’ya dair yorumlarda da karşımıza benzer
bir sorun çıkmaktadır. Dergide yer verilen ve ırkçıymış gibi görünen birçok
karikatür “ırkçılığı alaya alıyor” diye savunulmaktadır. Dergideki bu
karikatürlerin abartı üzerine kurulu bir mizaha yaslandığından, ciddi bir
okumaya tabi tutulduğunda kastının farklı olduğunun görüleceğinden
bahsedilmektedir. Gelgelim dildeki bu müphemlik, kişinin söyleminin yol açacağı
etkileri sınırlamasını imkânsız hâle getirir. Örtük olarak ırkçılığı alaya
aldığını iddia eden bir mizah dilinin bu denli tehlikeli olmasının sebebi
budur. Irkçı bir dili alaycı bir yoldan ve etkili bir biçimde kullanmak her ne
kadar mümkün olsa da, söylenenle kastedilen arasındaki tuhaf gerilim her daim
tıkanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Irkçı ifadeler, bir fikrin serbestçe
sunulması değil, bilhassa medya aygıtlarınca bir ideolojik eylem formunda
dağıtılması ile belirli bir niteliğe kavuşur.
Kısa ve veciz bir ifadeyle dile getirmek
gerekirse, Charlie Hebdo’daki sorun kurumsal bir sorundur. Göründüğü kadarıyla
dergi, kurum olarak tüm dinleri ve dindarlık biçimlerini çöpe atan, yıkıcı bir
yönteme başvurmakta, bunu da bireyleri bu dinlerin hâkimiyetinden kurtarmak
adına yapmaktadır. Ne var ki dergide yer alan kimi çizimler pek de yıkıcı
değildir, zira Fransız devletinin savunduğu ve ideolojik düzlemde teşkil
edilmiş, ırkçı bir karşıtlık stratejisi dâhilinde, göçmenlere karşı seferber
edildiği biçimiyle, laikliğe arka çıkmaktadır. Fransız devleti, Müslüman
kimliğe ait ifadeleri ezmekte ve bu sekülerizm somut bir hedef doğrultusunda
hareket etmektedir. Yirmi birinci yüzyıl bağlamında, Fransa’daki durum
dâhilinde Müslümanlar ırkî birer unsura indirgenmekte, böylelikle İslam karşıtı
propaganda, Müslümanların aşağılanmasına dönük faaliyetlerden
ayrıştırılamayacak bir faaliyet olarak gündeme gelmektedir. Bu, Yahudilik
eleştirisi ile ırkçı antisemitizm arasındaki ilişkiye paralel bir gelişmedir.
Bir din olarak tüm İslam eleştirilerinin ırkçı veya İslamofobik olduğunu
söylemek mümkün değildir. Ama gene de görmek gerekir ki Charlie Hebdo’nun
çizdiği belirli karikatürlerde başvurulan, İslam inancını alaya alan özel ifade
tarzı, açık biçimde haddini aşmaktadır. Ama bu, derginin tek içeriğinin bu
olduğu, çok kıymetli şeyler üretmediği anlamına tabii ki gelmez.
Ayrıca Charlie Hebdo yayın yönetmeni Charb’ın kimi
ifadelerinde tüm putları kıran yaklaşımdan bir tür milliyetçiliğe doğru
kaydığına dair emarelere rastlamak da mümkündür. O üç yıl önce şunu
söylemektedir: “Eğer dine ‘sen dokunulmazsın’ dersek, ayvayı yeriz.” Ona göre,
hiçbir din alay edilmekten muaf tutulamaz, çünkü dinle alay edilmesine izin
vermemek, insanî özgürlüğün dinî batıl inanca sürekli boyun eğmesine izin
vermek demektir. Şu söz de ona aittir: “Benden intikam alınmasından
korkmuyorum. Ne bir çocuğum, ne bir karım, ne bir arabam, ne de banka
kredisiyle alınmış bir evim var. Biraz kibirli bir ifadeymiş gibi gelebilir ama
dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayakta ölmeyi tercih ederim.” Charb bu
ifadesiyle de Sade’ın o ünlü vecizesine tümüyle uygun hareket ettiğini
göstermektedir: “Eğer ateizm şehitlere sahip olmak istiyorsa öyle olsun, işte
benim kanım buna hazırdır.” Bu, gerçekten de takdir edilecek, onur duyulacak
bir bağlılık, vaat ve fedakârlıktır.
Öte yandan aynı yıl içinde
Charb şunu da söylemiştir: “Müslümanları benim çizimlerine gülmedikleri için
suçlayamam. Ben Fransız hukukuna tabi biri olarak hayatımı idame ettiriyorum.
Kur’anî hukukun hükmü altında yaşamıyorum.” Özgürlüğe bağlılığın esasında
Fransız milliyetçiliğini gizlediği yer de işte tam olarak burasıdır. Farkında
mı değil mi bilmiyorum ama özünde söylediği şey, geleneksel Fransız
sekülerizminin, ulusa has devrimci geleneğin ürünlerinin göçmenlerin
değerlerinden daha önemli olduğudur. Bu noktada açık ki sekülerizm bir tür
sosyal şovenizm formu kazanmaktadır. Bu bağlamda o, asla insanlığın kurtuluşuna
ilerici bir katkı olarak görülemez. Tüm çıplaklığı ile ortaya konulan saygısız
yaklaşımlar, artık Fransız toplumunun büyük bir kısmını teşkil eden ve seküler
değerlerine methiyeler düzülen, görünüşte ilerici ve özgürlükçü uluslarca
sömürgeleştirilmiş ve sömürülmüş göçmenlerin kültürel özellikleri karşısında
Avrupa mirasının üstün olduğuna dair savunuyla ile bağlantılıdır. Charb’ın
niyeti ne olursa olsun, dile getirdiği görüş, geleneksel Fransız kültürünün göçmenlerin
üzerine çıkartılmasından başka bir şeye işaret etmemektedir. Ne var ki
muhtemelen o, ırkçılıkla kurduğu bu suç ortaklığını asla kabul etmeyecektir.
Bugün aynı reddetme üzerine kurulu yaklaşım, kendisinden nefret eden bir
dergiye saygı gösterisinde bulunan Fransız sağında da karşımıza çıkmaktadır.
Andrew Ryder
19 Ocak 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder