Fransa’daki
Charlie Hebdo dergisi bürolarına yapılan saldırı sonrası derginin niteliğine
dair bir tartışma başgösterdi. Bu bağlamda derginin sırtını ne tür bir mizah
anlayışına yasladığı, ona destek verip vermemenin ne anlama geleceği,
karikatürlerinin ırkçı olup olmadığı tartışıldı. Kimi analizciler, derginin
kısmen başka dillere tercümesi imkânsız olan Fransız geleneğinin bir parçası
olduğunu, derginin kökleri 1789’a dek uzanan, din adamları karşıtlığına ait
ilkeleri benimsediğini, halk arasında yaygın olan dinlere küfür, belden aşağı
şakalar, komik olduğu düşünülen benzetmeler ve küçümsenmemesi gereken kimi
değerlere yönelik saldırılarla ilgili geleneğe, Fransa’da gouaille adı
verilen “küstah mizah” diline bağlı olduğunu söylediler. Muhtemelen Voltaire ve
Marquis de Sade da bu gelenekten kök alıyordu. 7 Ocak’taki saldırı öncesi bu
dergiyi bilmesem de Fransız kültürüne söz konusu gelenekle ilgili bir
değerlendirmeye sahip olduğumu söylemeliyim. Bu noktada André Breton’un Anthology
of Black Humor’ına [“Kara Mizah Antolojisi”] bakmak gerek. Kitap, bu her
şeye saldıran komedi tarzının teorisini formüle etmekte, Sade, Pierre François
Lacenaire, Charles Baudelaire, Comte de Lautréamont, André Gide, Raymond
Roussel gibi isimlerden alınan kimi seçkilere yer vermektedir.
Breton,
ayrıca bu başka dillere kolay kolay tercüme edilemeyen mizah türünün özünde
Fransa’ya has olmadığını da söylemektedir. Ona göre, bu mizah türünün kaynağı
Jonathan Swift’tir. Swift’in sunduğu örneklerin bir kısmıysa İngiliz-Amerikan
menşelidir (Thomas de Quincey, Edgar Allan Poe, O. Henry). Bu gelenek, İkinci
Dünya Savaşı sonrası İngiliz-Amerikan dünyada kıyıya köşeye atılmış, saldırgan
mizah dilinin diğer tezahürleri ile birlikte Mad dergisi, Monty
Python, National Lampoon’da çıkan çalışmalarla, savaş sonrası
dönemde tümüyle değişime uğramıştır. Bugünse, en azından Kuzey Amerika’da,
Charlie Hebdo’nun kendine has bir biçimde Fransız bir mizah anlayışına sahip
olduğunu söylemek güçtür. İnsanların mizahtan aldıkları hazzın sınırlarını
zorlayan, saçma ve saygısız mizah anlayışı konusunda dergi ile South Park
ve Family Guy gibi çalışmalarla analojiler kurulmaktadır. Bu noktada “bu
mizah Fransa’ya özgüdür, siz anlamazsınız” tezinin daha fazla dillendirilmesi
mümkün değildir. Charlie Hebdo’daki mizah dili anlaşılması güç görünse de,
karikatürlerde ve yazılarda asıl can alıcı noktada idrak edilemese de, bu,
genelde konunun niteliğine dair bir sonuçtur. Üzerinden bir zaman geçtikten
sonra Saturday Night Live’de yer alan “Weekend Update” bölümü de
aynı şekilde anlaşılmaz gelebilir. Charlie Hebdo’nun mizahı, sert bir dille
ifade edilen, farklı konu ve hususları beklenmedik biçimde yan yana getiren,
gülünç olma kaygısı yerine okuru şoke etmeyi amaçlayan bir mizahtır. Bugün
dünya genelinde yaygın olan mizah anlayışı, konuyla alakasız sözlere, nihilizme
yol açacak etkilere ve meselenin hiçbir biçimde açıklığa kavuşturulmadığı
yaklaşımlara dayanmaktadır.
Arada
her daim varolduğu söylenen kültürel uçuruma karşın, gouaille [küstah
mizah] salt Fransa’ya has olsa bile, süreç içerisinde bu mizah anlayışı, dünya
kültürü içerisinde yayılma imkânı bulmuştur. Kara mizaha denk düşen geleneklere
orta ve doğu Avrupa kültüründe, Latin Amerika’da ve Japonya’da da rastlamak
mümkündür. Dolayısıyla “Müslüman kültür” gibi bir genelliğe ulaşmak, hayli güç
bir meseledir. Bu anlamda Müslüman kültür ifadesini tırnak içine almak gerekir,
zira böylesine özcü bir ifade ile 1,6 milyar insana işaret edilmiş olunur.
Günümüz dünyasının içinde bulunduğu durum dâhilinde “medeniyetler çatışması”
hikâyesine arka çıkmak en kötü hata olacaktır. Bu hikâyede sekülerizm “Batı”yı
birleştirmekte ve bunun karşısında da nispeten daha dindar olanla o Batı
arasında bir tür ihtilaf çıkartılmaktadır. Bu noktada akılda tutulması gereken
husus şudur: dışarıdan gelen, mütecaviz kimselerin bozmaya çalıştığı, kendine
has, ayrıksı bir Fransız kimliği hiç olmamıştır. Aksine, en azından on
sekizinci yüzyıldan beri, metropolün kültürü her daim çevre ülkelerin emeğine
ve kaynaklarına dayanmıştır.
Günümüzde
Müslümanlar arasında da bir “kara mizah” vardır ve bu mizah kendince kimi
politik sonuçlar üretmektedir. Örneğin Arap dünyasına ait medyada selefi
tekfirci ekiplerin şiddetini ve bağnazlığını alaya alan birçok örneğe
rastlanmaktadır. Lübnan’da yayınlanan, skeçlere yer veren Ktir Salbe Show
isimli bir komedi programı, selefilerin püriten ve gerici hedeflerini alay
konusu etmektedir. Benzer programlara Suriye, Irak ve Filistin’de de tanık
olunmaktadır. Gazeteci John Hall Falestiniye isimli Filistin
televizyonunda çıkan bir komik sahneyi şu şekilde tarif etmektedir:
“İki militan, kaç rekât
namaz kılındığını bilmedikleri için Müslüman sivilleri öldürüyor. Sonra da
Beyrut’u ziyaretlerinde gördükleri güzel kadınlarla ve partilerle ilgili
anılarını anlatıyor. Ardından karşılarına Ürdünlü bir Hristiyan geliyor, iki
militan onu kimin vuracağı üzerinden kavga etmeye başlıyor, her ikisi de bu
işin sevabını kendisinin kazanmasını istiyor. Korkuya kapılan adam kalp krizi
geçiriyor ve militanlar mahvoluyorlar.”
Bu
türden bir mizahın tek hedefi selefi militanlar değil. Müslüman birçok
karikatürist, alaycı bir dille çizdikleri, devlet politikalarını eleştiren
karikatürlerinden dolayı ciddi tartışmalara yol açtı. Mana Neyestani (İran),
Muhammed Şabani (Filistin), Masru’l Yevm gazetesinden Enver (Mısır) bu
isimlerden bazıları. Oldukça sert kara mizah örnekleri ortaya koysalar da bu
karikatüristler, Avrupa ve ABD’deki kara mizah örneklerinde daha fazla tanık
olduğumuz, insan bedenini cinsel açıdan konu edinen yaklaşımdan mahrumlar.
Charlie
Hebdo üzerinden dönen tartışmaların ana sorusu şuydu: “Hicvin sınırları
nelerdir? Mizahçı ve karikatürist, sınırları nereye kadar zorlayabilir?”
buradaki tartışma, “surata yumruk atmakla bel altına saldırmak” arasındaki bir
tartışmadır. Genel kanaate göre, iyi mizah ve hiciv surata yumruk atarken
(güçlüye saldırırken), kötü mizah ve hiciv bel altına saldırır (yani zaten
marjinalleştirilmiş olan insanların canını yakar). Demek ki buradaki tartışma,
Charlie Hebdo’nun ilkini mi yoksa ikincisini mi yaptığı ile alakalıdır.
Gördüğümüz kadarıyla dergi her ikisini de yapmaktadır. Yaptığı şakaların önemli
bir bölümünde yumruklar hem aşağı hem de yukarı çalışmaktadır. Bu da kimi
yorumcuların derginin din, dil, ırk konusunda hiç ayrım gözetmeyen bir “suçlu”
olduğunu, onun herkesle dalga geçtiğini, bu nedenle mükemmel bir dergi olarak
görülmesi gerektiğini söylemelerini sağlamaktadır. Oysa surata yumruk atmakla
bel altına vurmak arasında net bir ayrım yapmanın güç olduğunu iddia edenlere
bir şeyler söylemek gerekmektedir.
En
azından Breton’un kara mizah tanımına göre, bu mizah türü, kötü, gerici
şakalarla iyi, politik açıdan ilerici mizah arasında kısa sürede ayrım yapmanın
hayli güç olduğu bir türdür ve özellikle bu durum yıkıcı bir niteliği haizdir.
Mizahın kimleri etkilediğini hemen sınamak uygunsuz ve ahlakçı bir tutum
olabilir. Etkilenen isimlerin sizden daha güçlü mü yoksa sizden zayıf mı
olduğunu kısa sürede belirlemek güç bir iştir. Mizah çoğunlukla anarşist bir
ruhtan beslenir ve öngörülemeyecek etkilere sahiptir. Meseleye farklı bir
açıdan yaklaşmamız gereken yer de burasıdır. Dolayısıyla “hicvin sınırları
nelerdir?”den çok “nihilizmin sınırları nelerdir?” diye sormak gerekir.
Buradaki
asli ikilem, “ne yapayım herkesi rencide ediyorum, saf manada olumsuzluğa
meyilli, yıpratıcı bir ruha mı sahibim ben?” deyip dememekle alakalıdır.
Olumsuzluğa meyilli ve saldırgan olup olmamaktan bağımsız olarak, burada mesele
inkâr edilen olumlu kimi öncüllere dayanmaktadır. Marquis de Sade’ın
yazılarında da rastladığımız asli mesele işte budur. Sade, devrimci yıkıcılıkla
yoğrulmuş bir ruha başvursa da, tüm konumları tahrip etse de sonuçta tuhaf bir
biçimde pedagojik ve didaktik bir argüman inşa etmektedir. Yazıları sonuçta
edime dair bir çelişkiyi koşullamaktadır. O, tüm otoritelerin, hatta tüm
iletişimin bireyselliğin egemen ve tekbenci biçimi lehine redde tabi tutulması
gerektiğini söylemekte, bu noktada belirli geleneklere ve rasyonel kanıtlama
tarzlarına yaslanmaktadır. Pierre Klossowski, Pier Paolo Pasolini, Michel
Foucault ve Geoffrey Bennington gibi Sade’a dair yorumlarda ve eleştirilerde
bulunan kimi isimler de söz konusu paradoksu dile getirmişlerdir.
Bu
tespitle birlikte, görmek gerekir ki en anarşist, liberter, müstehcen, her şeyi
yıkan, her şeyle alay eden nihilizm, esasında temel bir bakış açısına sahiptir.
Charlie Hebdo nezdinde bu temel politika, yerinde bir ifade ile, ırkçılığa
yedirilmiş bir politikadır. Örneğin Muhammed Peygamber ile ilgili çizilip
dağıtıma sokulmuş kimi karikatürler, radikal ateizm, din adamları düşmanlığı ve
bütün dinlere eş ölçüde küfredilmesi gerektiğine dair fikre bağlı bir yönelim
olarak yorumlanabilir. Oysa İslamofobik kinayeleri ısıtıp ısıtıp sunan ve
sürekli etnik özelliklere vurgu yapan karikatürler başka bir mesajı
içermektedir. Bu mesaj da (daha doğrusu edepsizlik de) “başlarım size de sizin
gibilere de, kültürünüz keneften farksız, şuan Fransa’dasınız ve nereden geldiğiniz
bizi hiç ilgilendirmiyor”dan başka bir anlama sahip değildir. Bu söz de
Peygamber’i resmeden çizime saygı duymayan insanları elbette rencide edecektir.
Yapılan çizimlerde insanı şüpheye düşüren bir yan vardır. Burada sadece kutsal
olana küfredilmemekte, Müslümanların kültürünün ve kimliğinin koca bir hiç
olduğu söylenmektedir. Buna saygı duymanın ve bu tip yaklaşımları dikkate
almanın anlamı yoktur ve söz konusu dil ve yaklaşım kamuoyu önünde tekrar
tekrar eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Öte
yandan onca insanın ölümüyle sonuçlanan, derginin dünya gündemine gelmesini
sağlayan saldırının failleri de Fransa’daki Müslüman cemaatinin temsilcileri
değillerdir. Onlar, Kaide ve IŞİD’in uyguladığı türden selefi-tekfirci
ideolojiyi benimsemektedirler. Dünya genelinde Müslümanların ekseriyeti bu
ideolojiyi reddetse de söz konusu hareket dünya tarihsel önemi haiz bir güçtür.
Bu hareket bir dizi kökten beslenmektedir. Mevcut soruna gerekli cevabı üretmek
için bir dizi politik duruma ve tarihsel faktöre işaret etmek gerekecektir.
Örneğin listenin başına yazılacak ilk sebeplerden biri de Suudi Arabistan’ın
yaydığı Vehhabi ideolojisidir. Bu konuda yürütülecek bir sorgu süreci bizi
Suudi devletini destekleyip onun güvenliğini sağlayan ABD emperyalizmine ve
küresel kapitalizme götürecektir. Bu gerçekler ışığında, seküler, ilerici,
aydınlanmacı Avrupa-Amerika ile atavistik teokratik barbarlık arasında yapılan,
insanın içini rahatlatan o ayrımın yanıltıcı olduğu görülmelidir.
Gene
de söylemek gerekir ki Charlie Hebdo’nun inançları için risk alma konusunda
gösterdiği isteklilik ve bu konuda vaatte bulunabilmesi gerçekten de takdire
şayan bir durumdur. Öte yandan, tersten birileri çıkıp Müslümanları savunsa,
kimi zaman bu tavır zayıf, görecelikçi bir liberalizm etiketiyle yaftalanmakta,
bu noktada hemen “politik doğruculuk”tan dem vurulmaktadır. Kırgınlık
yaratmaktan korkmak kendi içinde takdir edilecek bir şey değildir. Aksine
tehlike karşısında açık yüreklilikle konuşmaya dayalı bir anlayış bu dönemde
talep edilen bir haslettir. Bu ilkenin ışığında, şehitlere karşı duyulan
saygıdan bağımsız olarak, söz konusu derginin bakış açısını zerre sorgulamadan,
papağan gibi yinelemenin de bir manasının bulunmadığını görmek gerekir. Aynı cesaret,
farklı inançları savunma noktasında da gereklidir.
Her
ifadenin, konuşmanın kimi sonuçları olacaktır. Liberallerin zorbalığa karşı
ifade hürriyetini savunmalarının sebebi budur. “Kalem kılıçtan keskindir”
türünden klişeler bu tür durumlarda hemen devreye sokulmaktadır, çünkü
fikirler, kitlelerin zihinlerinde maddi birer güç hâline gelebilmektedir. Eğer
konuşma denilen pratik, her türden etkiden ve sorumluluktan azade bir biçimde,
ayrı bir uzamda gerçekleşseydi, onun riske girmeksizin özgürce gerçekleşmesi
mümkün olabilirdi. Oysa bu yaklaşım, idealist bir anlayışın ürünüdür. Louis
Althusser’in devletin ideolojik aygıtları teorisine göre, dil bizi özel tipte
özneler olarak çağırır. Belki de aynı şekilde J. L. Austin’in de konuşmanın
edimsel bir pratik olduğunu, betimleyici bir tanımlama faaliyeti olarak görülmesi
gerektiğini söylemesinin nedeni buradadır. Benzer bir görüşü çok erken
tarihlerde Marquis de Sade da formüle etmiştir.
Fransız
Devrimi’ni de içine alan dönemde Sade, “Fransızlar Cumhuriyetçi Olmak
İstiyorsanız, Başka Şeyler Yapmalısınız” isimli bir broşür kaleme alır. Bu
çalışmasında Sade, Yatak Odasında Felsefe isimli kitabındaki kurgu
karakteri konuşturur. Söz konusu makalede, radikalleştiği takdirde bir şeyler
söyleme özgürlüğünün bir bütün olarak toplumsal düzeni tehdit ettiğini, onun
liberal temellerini çökerttiğini söyler. Sade, ilk önce militan ateizm ve tüm
dinleri içine alan küfür meselesi üzerinde durur. Ardından gıybetin (iftiranın)
suç olmaktan çıkartılması gerektiğinden bahseder. Buradan da hırsızlığı,
tecavüzü ve cinayeti suç sayan tüm kanunların kaldırılmasını savunur. Peki onun
şahsında konuşma denilen mesele nasıl eyleme dönüşmüştür? Sade, bir dizi
gerekçeye sığınsa da bunların öncelikli olanı, her şeyi söylemeye izin
verildiğinde, başkalarına ait değerler konusunda rasyonel zemin bulma çabasına
kimsenin mani olamayacağı tespitidir. Onun dile getirdiği gerekçelere itiraz
etmek mümkünse de argümanları orta yerde durmakta ve muhtemelen o argümanlar,
kendileri üzerinden eyleme geçip suç işleyecek en azından birkaç insanı ikna
edecektir. İnsanların neden propaganda yürüttüklerine ilişkin tüm gerekçe, başkalarını
bu propaganda ile etkilemek ve harekete geçirmektir, propagandanın kimi
rizikoları içinde barındırmasının sebebi de budur.
Ne
var ki Sade’ın broşürü kurgusal bir çalışma içerisinde takdim edilmiştir ve
onun orada söylenenleri olduğu gibi kabul edip etmediği açık değildir. Charlie
Hebdo’ya dair yorumlarda da karşımıza benzer bir sorun çıkmaktadır. Dergide yer
verilen ve ırkçıymış gibi görünen birçok karikatür “ırkçılığı alaya alıyor”
diye savunulmaktadır. Dergideki bu karikatürlerin abartı üzerine kurulu bir
mizaha yaslandığından, ciddi bir okumaya tabi tutulduğunda kastının farklı
olduğunun görüleceğinden bahsedilmektedir. Gelgelim dildeki bu müphemlik,
kişinin söyleminin yol açacağı etkileri sınırlamasını imkânsız hâle getirir.
Örtük olarak ırkçılığı alaya aldığını iddia eden bir mizah dilinin bu denli
tehlikeli olmasının sebebi budur. Irkçı bir dili alaycı bir yoldan ve etkili
bir biçimde kullanmak her ne kadar mümkün olsa da, söylenenle kastedilen
arasındaki tuhaf gerilim her daim tıkanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Irkçı
ifadeler, bir fikrin serbestçe sunulması değil, bilhassa medya aygıtlarınca bir
ideolojik eylem formunda dağıtılması ile belirli bir niteliğe kavuşur.
Kısa
ve veciz bir ifadeyle dile getirmek gerekirse, Charlie Hebdo’daki sorun
kurumsal bir sorundur. Göründüğü kadarıyla dergi, kurum olarak tüm dinleri ve
dindarlık biçimlerini çöpe atan, yıkıcı bir yönteme başvurmakta, bunu da
bireyleri bu dinlerin hâkimiyetinden kurtarmak adına yapmaktadır. Ne var ki
dergide yer alan kimi çizimler pek de yıkıcı değildir, zira Fransız devletinin
savunduğu ve ideolojik düzlemde teşkil edilmiş, ırkçı bir karşıtlık stratejisi
dâhilinde, göçmenlere karşı seferber edildiği biçimiyle, laikliğe arka
çıkmaktadır. Fransız devleti, Müslüman kimliğe ait ifadeleri ezmekte ve bu
sekülerizm somut bir hedef doğrultusunda hareket etmektedir. Yirmi birinci
yüzyıl bağlamında, Fransa’daki durum dâhilinde Müslümanlar ırkî birer unsura
indirgenmekte, böylelikle İslam karşıtı propaganda, Müslümanların
aşağılanmasına dönük faaliyetlerden ayrıştırılamayacak bir faaliyet olarak
gündeme gelmektedir. Bu, Yahudilik eleştirisi ile ırkçı antisemitizm arasındaki
ilişkiye paralel bir gelişmedir. Bir din olarak tüm İslam eleştirilerinin ırkçı
veya İslamofobik olduğunu söylemek mümkün değildir. Ama gene de görmek gerekir
ki Charlie Hebdo’nun çizdiği belirli karikatürlerde başvurulan, İslam inancını
alaya alan özel ifade tarzı, açık biçimde haddini aşmaktadır. Ama bu, derginin
tek içeriğinin bu olduğu, çok kıymetli şeyler üretmediği anlamına tabii ki
gelmez.
Ayrıca
Charlie Hebdo yayın yönetmeni Charb’ın kimi ifadelerinde tüm putları kıran
yaklaşımdan bir tür milliyetçiliğe doğru kaydığına dair emarelere rastlamak da
mümkündür. O üç yıl önce şunu söylemektedir: “Eğer dine ‘sen dokunulmazsın’
dersek, ayvayı yeriz.” Ona göre, hiçbir din alay edilmekten muaf tutulamaz,
çünkü dinle alay edilmesine izin vermemek, insanî özgürlüğün dinî batıl inanca
sürekli boyun eğmesine izin vermek demektir. Şu söz de ona aittir: “Benden
intikam alınmasından korkmuyorum. Ne bir çocuğum, ne bir karım, ne bir arabam,
ne de banka kredisiyle alınmış bir evim var. Biraz kibirli bir ifadeymiş gibi
gelebilir ama dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayakta ölmeyi tercih ederim.”
Charb bu ifadesiyle de Sade’ın o ünlü vecizesine tümüyle uygun hareket ettiğini
göstermektedir: “Eğer ateizm şehitlere sahip olmak istiyorsa öyle olsun, işte
benim kanım buna hazırdır.” Bu, gerçekten de takdir edilecek, onur duyulacak
bir bağlılık, vaat ve fedakârlıktır.
Öte
yandan aynı yıl içinde Charb şunu da söylemiştir: “Müslümanları benim
çizimlerine gülmedikleri için suçlayamam. Ben Fransız hukukuna tabi biri olarak
hayatımı idame ettiriyorum. Kur’anî hukukun hükmü altında yaşamıyorum.”
Özgürlüğe bağlılığın esasında Fransız milliyetçiliğini gizlediği yer de işte
tam olarak burasıdır. Farkında mı değil mi bilmiyorum ama özünde söylediği şey,
geleneksel Fransız sekülerizminin, ulusa has devrimci geleneğin ürünlerinin
göçmenlerin değerlerinden daha önemli olduğudur. Bu noktada açık ki sekülerizm
bir tür sosyal şovenizm formu kazanmaktadır. Bu bağlamda o, asla insanlığın
kurtuluşuna ilerici bir katkı olarak görülemez. Tüm çıplaklığı ile ortaya
konulan saygısız yaklaşımlar, artık Fransız toplumunun büyük bir kısmını teşkil
eden ve seküler değerlerine methiyeler düzülen, görünüşte ilerici ve özgürlükçü
uluslarca sömürgeleştirilmiş ve sömürülmüş göçmenlerin kültürel özellikleri
karşısında Avrupa mirasının üstün olduğuna dair savunuyla ile bağlantılıdır.
Charb’ın niyeti ne olursa olsun, dile getirdiği görüş, geleneksel Fransız
kültürünün göçmenlerin üzerine çıkartılmasından başka bir şeye işaret
etmemektedir. Ne var ki muhtemelen o, ırkçılıkla kurduğu bu suç ortaklığını
asla kabul etmeyecektir. Bugün aynı reddetme üzerine kurulu yaklaşım,
kendisinden nefret eden bir dergiye saygı gösterisinde bulunan Fransız sağında
da karşımıza çıkmaktadır.
Andrew Ryder
19 Ocak 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder