31 Ağustos 2016

,

Gifara


TBMM başkanı yaptığı bir konuşmada[1] Che Guevara’nın “katil” ve “eşkıya” olduğunu, onun resminin bulunduğu tişörtleri liseli gençlerin giyemeyeceğini söyledikten sonra şu şekilde ünlüyor:

“Bağı yok benimle, köküm bir değil, tarihim bir değil.”

Doğru söylüyor. Mazlumların kılıcını çekmiş Che’nin İsrail ve ABD adına bu bölgede siyaset yapma icazeti almış memurlarla ortak bir bağı, kökü ve tarihi tabii ki olamaz. Afrika’ya yağma ve sermayenin iktidarı için gidenlerle, halkların kurtuluşu, milletlerin bağımsızlığı için gidenler tabii ki bir olamaz. Altıncı Filo’ya secde etmişlerle ezilenin, sömürülenin kavgasına yoldaş olanlar tabii ki aynı tarihe ait olamaz. Che dün[2] olduğu bugün de Gazze’dedir, Ramallah’tadır, mazlum halkların direnen aklı, yüreği ve yumruğundadır. Onun ezilene-sömürülene yoldaş olanla bağı vardır, onların Che ile kökü ortaktır, zulme ve sömürüye karşı mücadele etmiş ve eden herkesin tarihi birdir.

AKP’lilerin devletle imza ettikleri yeni akit, İslam’ın içerisindeki direniş ruhunu köreltmek, yok etmek üzerinedir. Amerikan siyaseti uyarınca müdahil oldukları Mısır’da bir besteci, yıllar önce Che’nin ölümü üzerine Gifara[3] şarkısını bestelemiştir. Şeyh İmam’ın şarkısının ismi, aynı zamanda Ebu Zerr Gifari’yi anıştırmak içindir. O şarkının sözünü kaleme almış olan Ahmed Necim şunu söyler:

Guevara bir yiğit gibi öldü.
Emekçiler, mahrumlar
Ve esirler
İki bacak bir baş kaybettiler.[4]

O emekçilere, mahrumlara ve esirlere düşman olan AKP, tabiatıyla, Ebu Zerr’e de düşmandır.

Che Guevara, Afrika’da yerlileri örgütleyendir.

Ertesi günkü çatışmalara hazırlanan yerlilerin vücutlarına kutsal belledikleri bir sıvıyı sürdüklerine şahit olunur. Guevara’nın yoldaşları, “buna müdahale etmek gerek, yerlilere materyalizm konusunda eğitim vermeliyiz” derler. Guevara savaşçıdır, savaşın maddesini ve diyalektiğini tanır. Bu sebeple yoldaşlarına “yarın neler olacak, bir bakalım” der. Ertesi gün üzerine kutsal sıvı sürmüş yerliler, üç kat daha fazla cesur ve dirençli bir şekilde dövüşürler savaş alanında. Guevara, orta sınıf din düşmanlığının da panzehridir. Nereye Molotof atacağını iyi bilendir. O yerlilerin kutsalına savaşın ihtiyaçları dairesinde dokunmayandır.

Yeni akdin neferleri ise teslimiyetçidir. Devlet denilen dine biat etmişlerdir. Dudaklarındaki dua, her daim, o dinin hükmü altındadır. Che ise kurtuluşa yazgılı bir teolojidir. Yoksulların nefesiyle örülen bu teoloji, devlet dinine düşmandır.

Devlet dedikleri, birkaç para kasası bir-iki karış arazidir. Sahipleri bellidir. Yeni akdin neferleri, kendi iradelerine sahip oldukları yalanını sürekli pazarlamak zorundadır. “Bu devlet hiç bağımsız olmadı” derler ki kendi bağlarını gizleyebilsinler. Amerika “yap” der, onlar da yapar. İsrail “gir” der onlar da girer. Onlar, çoğunluğu çokluk-büyüklük masalları ile kandırmak için vardır.

Che ise zaten çok olan mazlumlarla birliktedir, birdir. Kim nerede kütlesel gücünü görüp isyan bayrağını çekmişse, ona mutlaka değer. Onların “kanaat önderleri” vardır, mazlumların “hareket önderleri”.

Onlar, kendi teslimiyetlerini yaldızlamaya mecburlar. “Yerli ve milli” dedikleri, burjuvaya dairdir. Onlar, burjuva masallar ile emperyalist-kapitalizme göbekten bağlı oluşlarına makyaj yapmak zorundadırlar. Mısırlı bir şair Ebu Zerr’i Che ile birleştiriyorsa, bu toprakların da birleştirilmeyi bekleyen yerli ve milli direniş öncüleri elbette vardır.

Devletin muhalefeti dizayn etmesine, formatlamasına, hizaya sokmasına izin verilemez. AKP’ye kızılıp devletin kucağına koşulamaz. Che, zihinlerdeki popüler bir devlet imgesinin tezahürü olamaz. Kavga yoksa, kitlelerle gerilimli bir ilişki kurulmuyorsa, Che, ya piyasanın ya da devlet koridorlarının süsü olur. Che’nin gençlere yakıştırılamamasının sebebi, o gençleri dışarı atmak, terörize etmek, onların halkla bağlarını kopartmak, geri kalanı ipotek altına almak ve hepsini piyasaya kul kılmak arzusudur. AKP’lilerin bağı zulme, kökü sömürüye, tarihi burjuvaziye kuldur.

Küçük savaşçılar, devletin büyük savaşına direnme biçimidir. O kanaat önderleri ve o küçük savaşçıların mirası üzerine inşa edilmiş meclisin başkanı, savaşına halel gelsin istememektedir. Onların gemisi Pentagon-CIA geriliminde ilerler. Küçük savaşçıların savaşı, tam tersine, ekberdir, büyüktür, hakikidir, gerçektir. Kendisine odaklanmaz, halkın devrimci ocağında harlanır. Başkasının yüzüne inen tokadı kendi yüzünde hisseder. Düşmanınsa artık halk karşısında hiçbir yüzü yoktur.

Sahte kahramanlar, halkı yalanlarla, avuntularla, boş vaatlerle gütmek derdindedir. Gerçek kahramanlarsa neyse odur, azı çok göstermez, bozkırı tutuşturacak kıvılcıma sahip değil aittir, imanı kiri pası söküp atacak güçtedir.

Eren Balkır
31 Ağustos 2016

Dipnotlar:
[1] “İsmail Kahraman’dan Che’ye”, 29 Ağustos 2016, Cnnturk.

[2] Yoav Di-Capua, “Che Gazze’de”, 18 Mart 2015, İştiraki.

[3] Toplumsal Haydut, “Che’nin Ölümü Ardından”, 9 Ekim 2013, Tumblr.

[4] “Guevara Öldü”, İştiraki.

27 Ağustos 2016

,

Aritmetik mi Diyalektik mi?

Emperyalist tekellerin Ortadoğu’da estirdikleri “demokrasi ve özgürlük” rüzgârının bu bölgenin mazlum halklarına bir hayrı var mıdır? O halklara öncülük eden, ettiği iddiasında olan örgütlerin yelkenlerini bu rüzgârla şişirmelerinin bir anlamı var mıdır? Sınıfsal-politik ve devrimci-politik açıdan sorgulanmamış bir “demokrasi” ve “özgürlük” kimin demokrasisi ve özgürlüğüdür? Bu süreç, kendisini özel zanneden şeflerin özel olma hâllerini korumaya dönük çırpınışları ile geçiştirilebilir mi?

CHP liderinin bulunduğu konvoya Artvin’de saldırı tertipleniyor. PKK, gelen istihbarata göre hareket edildiğini, oradaki jandarma birliğine saldırıldığını söylüyor. O istihbaratın nereden geldiğini söylemesi, o istihbaratı sorgulaması gerekmiyor mu? 

Ergun Babahan, “faşist CHP bu saldırıyı hak etti” diyor ardından.[1] CHP ile “demokrasi cephesi” hesapları yapanların, o Babahan’dan ve bağlı olduğu güçten aldıkları feyzi sorgulamaları gerekmez mi? Babahan’ın “faşist”iyle, bizim “faşist”imiz nasıl bir olabilir?

HBDH, “Uzun süredir AKP ile DAİŞ'in birlikte çalıştığını, AKP iktidarının DAİŞ'i her bakımdan desteklediğini, hatta Türk MİT'i ve JİTEM'inin DAİŞ'i örgütlediğini devrimci ve demokratik güçler [i.b.a.] ifade ediyorlar ve somut belgeler ortaya koyuyorlardı.” diyor. Bu “devrimci ve demokratik güçler” Can Dündar ve onun istihbarat kaynağı batı tekelleri ve o tekellerin güttüğü Fethullahçılar olabilir mi? DAİŞ’in ABD eliyle kurulduğu tezleri HBDH müktesebatında neden yankılanmıyor? Ve HBDH neden işine gelen eylemi sahipleniyor, kendisini lağv ve tasfiye edip bu harekete dâhil olan örgütler, neden işine geldiği yerde kendince, kendi adına eylemler gerçekleştiriyorlar? Tekellerin ve devletin hamlelerine heba edilecek bir birikim ve miras kaldı mı ortada? O “güçler” ne vakit “devrimci” ve “demokratik” olmuş?

HBDH, şu şekilde devam ediyor:

“Açık ki Suriye’deki savaş, çok daha karmaşık ve sert hâle gelmiştir. Türk ordusunu Suriye’ye sokmaya çalışan güçler ateşle oynamaktadır. Başta ABD olmak üzere söz konusu dış güçler, bu politikadan derhal vazgeçmelidir. Türk ordusu, Cerablus işgaline hemen son vermeli ve Suriye topraklarından çekilmelidir.”

ABD’ye karşı sertleşmeyen, basit bir uyarı ile yüklü olan bu dil neden devlete değil de AKP’ye karşı sivriltiliyor? Hangi ata oynanıyor? “Başı kapalı eşi olan biri cumhurbaşkanı olamaz” diyenlere askerî-politik destek sunmak, payanda olmak komünistlik midir? “En zayıf halka AKP, ona saldıralım” diyenler, bu hamleleriyle güçlü halkayı perçinliyor olabilir mi?

Aynı dil, ABD’nin Suriye halkının hilafına iktidarı yıkma girişimine zerre laf etmiyor. Aksine “kara gücü” olmaya da karşı çıkmıyor ve üstelik “rejimi biz yıkacağız” diyor. Suriye’ye dışarıdan gelen güçlerle aradaki fark, dildeki “sosyalizm” mi? “Alevi diktatörlüğü” yalanı mı kucaklanacak yılan? Bu kadar Kürd’cülük, emperyalist tekellerin “demokrasi ve özgürlük” mücadelesine asker olmanın kılıfı olabilir mi?

“Eski bir Ermeni kenti olan ve BAAS rejiminin Araplaştırma politikası ile Ermenilerden arındırılan Cerablus kenti” konusunda neden “bu topraklar bizim, TSK çık dışarı” deniliyor? O kasaba Kürd’ün mü Ermeni’nin mi?

Ziya Ulusoy şu tespiti yapıyor:

“Yurtta Sulh karşı darbesinin başarısızlığı, hatta bazı acemilikleri ve ardından diktatör Erdoğan’ın tasfiye hamlesi bu darbe mi mizansen mi tereddüdünü akıllara getirdi. Sanıyorum yaygın. Yapanların askeri kurmay yeteneğiyle kıyaslanmayacak acemilikte. Planlayanlar, anlaşılan kuvvet komutanlarını askeri darbe anında ikna ederek katmaya, olmuyorsa etkisiz bırakmaya çok zaman harcarken, hedeflerindeki Erdoğan’ı ele geçirmek ve tutsak etmek için çok geç hareket ettiler. Ayrıca basına el koymada hem çok geç hem de yetersiz güç seferber ettiler.”

Bu örgütlerin liderlerinin darbe değil devrim konusunda ustalıklarını göstermesi gerekiyor. Marksist-Leninist Komünistler burjuvalara darbe nasıl yapılır dersi veremezler.

Darbe girişimlerinden medet uman bir partiye komünist parti denilebilir mi? O solu o medeti umacak kıvama getirmek olabilir mi o operasyonun “gayesi”? “Silâhlı DSİP birlikleri” olmanın kime hayrı olacak?

Bu sahnede silâhın temel bir ayıraç olarak görülmesi bir illüzyon olabilir mi? Misal, Metin Çulhaoğlu her daim ordunun elindeki silâha, kamuculuk adına iman etmiş bir solcu.[2] 2010’daki referandumda oluşan aritmetik toplama göre siyaset yapılması gerektiğini söylüyor. Kafasında teşkil ettiği, gerçekten uzak, azade denklemlerle bakıyor siyasete. Üç akıldan biri olan Toplum Aklı, “bir toplumda sınıfları kesen ortalama aklın ülkeyi, yaşanılan süreçleri nasıl gördüğü, Devlet Aklına ve Siyasal Akla nasıl baktığı” olarak tanımlıyor. Yazısını aslolanın, bu aklın yarısını örgütlemek olduğunu söyleyerek bitiriyor. Buradan örgütünün “sınıfları kesene bakıp devlet aklını ve siyasal aklı eleştirme” derneği olduğunu ikrar etmiş oluyor. Sınıfsal-politik ve devrimci-politik bir eylem içerisinde olmayacağına söz veriyor. Aynı şekilde, “toplum” denilen kurgunun siyasal akıl ve devlet aklı ile yoğrularak şekillendiği gerçeğini perdeleyeceğini söylemiş oluyor. Her solcunun zihin dünyasındaki demokrasi ve özgürlük lafzı, bu sınıfsızlık ve devrimsizlik gerçeğinde yaldızlanabiliyor. AKP düşmanlığının bu konuda muazzam bir fırsat sunduğu düşünülüyor.

2010 referandumu ile ülkenin ikiye bölündüğü tespiti üzerinden hareket etmek, bir komünistin temel politik dayanağı olabilir mi? Yoksa komünist, başka gerilim, çelişki ve çatışma düzlemlerine mi bakar? Burjuva siyasasının sunduğu aritmetiğe mi örgütlenmeli yoksa devrimci halkın ve sınıfın maddî diyalektiğine mi? Türk ve Müslüman’daki devleti görenlerin oradaki devrimi de görebilmeleri gerekmez mi?

Bu aşamada toplumsal solculuk için, AKP’nin uzaydan ya da feodal ve gerici geçmişten yanlışlıkla bugüne sızmış bir bakteri olarak gösterilmesi gerekiyor. Toplumsal aklın yarısını örgütlemek, ancak bu sayede mümkün oluyor.

O nedenle, Erdoğan’ın laiklere, sosyalistlere ve Alevilere saldıracak özel birlikler kurduğundan bahsediliyor. Böylece her örgüt, bu kesimleri ortalığa salınan bu korku ile kendisine örgütleyebileceğini düşünüyor. Bu ortalığa salınan korkunun ardında devletin ve emperyalist tekellerin olduğunu görmek gerekiyor. Kitlelerle aritmetik kafasıyla ilişki kurulamadığı artık görülmeli.

Bizi kim kime ve neye kul etmeye çalışıyor, sorgulanması gereken mesele bu. Çulhaoğlu örneğinde bu kul edilmek istenen yer, bu “aydın”ın adam yurduna sokulmasını, “özne” olabilmesini koşullayan, kamuculuk meselesidir.

Teorideki kesin hatlarla çizilen ayrımların gerçekte bir karşılığı yoktur. Çulhaoğlu’nun “Sovyetler’in dağılması öncesi ve sonrası dünya” tespiti, hepimizi Sovyetler’in dağılması öncesi dönemin sınıf ve iktidar ilişkilerine örgütlemek içindir.

Bu zihniyet, seksenlerde en fazla, ABD’nin izniyle, Sovyetler’in açtığı nefes alma alanıyla CHP ile birlikte hükümet olmayı hedef hâline getirmiştir. PKK’nin CHP’nin yerini almasına dönük hesaplar da bu açıdan temelsizdir. Bunun için PKK’nin CHP’lileştirilmesi gerekir.

Çünkü artık solcular, Aslı Aydıntaşbaş’ın ağzından çıkan cümleleri sahiplenmekte, onun devlete yaptığı “Suriye’nin kuzeyini PYD ile birlikte özgürleştir ve burayı kendine kat” önerisinde hikmet bulabilmektedir.[3]

Emperyalist tekellerin demokrasisini ve özgürlüğünü 20 yıldır sorgulamayan, sorgulayamayacak hâle gelen sol öznelerin ezilenlere verebileceği bir şey yoktur. Öznelerin kendi nefslerini gıdıklayan herkesin kucağına koşmamaları gerekir. Bu bağlamda sol, Fransız sahillerinde çekilen yandaki fotoğrafta yer alan polisin rolünü oynuyor olmaktan utanmalıdır.

Emperyalist tekelleri ucu açık, dokunulmaz, akmaz kokmaz bir nesnellik alanına atıp, onların ideolojik ve politik talimatlarına örgütlenmek çıkışsızdır. Son yirmi yılın sol içi ideolojik ve politik tartışmaların tamamı TKP ve DSİP eksenindedir. Biri devlet; diğeri demokrasi kurgusunun ideolojik ajanları/ failleridir. Bu ikisi arasındaki rekabete takılmak yanlıştır; bizim işçilerin ve ezilenlerin bu kurguları dikine kesen kudretine ve iradesine bakmamız gerekir.

Eren Balkır
27 Ağustos 2016

Dipnotlar:
[1] Ergun Babahan, “İşte Faşizm Budur!”, 27 Ağustos 2016, Evrensel.

[2] Metin Çulhaoğlu, “Üç Akıl ve Türkiye”, 27 Ağustos 2016, İleri.

[3] Aslı Aydıntaşbaş, “Cerablus Gerçekleri”, 26 Ağustos 2016, Cumhuriyet.

26 Ağustos 2016

, ,

Emperyalist Feminizm ve Liberalizm

Emperyalist feminizm, kadın haklarının ABD emperyalizmine hizmet etme noktasında gasp edilmesi üzerine kuruludur ve Ortadoğu’daki saldırganlığı meşrulaştırmak için sıklıkla kullanılmaktadır. Peki o, gerçekten özgürlükçü müdür?
Yeni yapılan bir CNN röportajında gazeteci Alisyn Camerota, din âlimi Rıza Aslan’a “Müslüman ülkelerde kadınlara ve azınlıklara yönelik ilkel tutum” göz önüne alındığında İslam’ın şiddet içerikli olup olmadığını soruyor. Aslan ise cevabında, “Müslüman nüfusun hâkim olduğu birçok ülkede, kadınların konumunun farklılık arz ettiğini” söylüyor. Örneğin Suudi Arabistan’da kadınlar araba kullanamazlarken, bir başka Müslüman ülkede 7 kez kadın devlet başkanı seçilebiliyor. Ancak o, ABD’nin henüz bir kadın başkanı olmadığına ilişkin cümlesini tamamlayamadan diğer sunucu Don Lemon tarafından sözü kesiliyor: “Yine de dürüst ol Rıza, genellikle bu tür devletlerin toplumları kadınlar için özgür ve rahat değil.”
Muhtemelen “özgür ve serbest” olan Lübnan veya Bangladeş’i hiç görmemiş ve Fas, İran ya da Mısır’daki kadın hakları mücadelesi hakkında tek satır okumamış Camerota ve Lemon gibi insanlar, nasıl oluyor da kadınlara Müslüman ülkelerde “ilkel” davranıldığından bu kadar emin olabiliyorlar? Lemon, neye dayanarak Aslan’ın bu konuda dürüst olmadığını varsayıyor ve hangi yetkiye dayanarak onu dürüst olmaya çağırıyor? Nasıl oluyor da Müslüman ülkelerdeki kadın hakları konusunda gözleme dayalı kanıtı pek az olan veya hiç olmayan Batılı yorumcular, İslam ve kadın hakkında rahatça fikir beyan edebiliyorlar?
Cevap, gelişimi iki yüzyıldan daha eskiye dayanan, her zaman her yerde rastlanan, kanıksanmış ve sorgulanmayan ideolojik çerçevede yatıyor. Bilim insanları tarafından “sömürgeci feminizm” olarak adlandırılan bu ideolojik çerçeve, kadın haklarının imparatorluğa hizmet uğruna gasp edilmesi üzerine kuruludur. Bu retorik, 19. yüzyılda Avrupa sömürgeciliği bağlamında doğmuş olan, özgürlükçü, aydınlanmış bir Batı tarafından medenileştirilmesi gereken barbar, kadın düşmanı bir İslam imgesinin inşasına üzerine kurulu bir cinsiyetçi oryantalizm anlayışıdır.
Bugüne gelindiğinde, sömürgeci/emperyalist feminizm, ABD’de farklı şekiller almıştır. Amerika’nın 2001 yılındaki Afganistan işgali, emperyalist feminizm anlayışının kendisine bir bağlam oluşturmasına ve uyanışına da vesile olmuştur. Britanya’nın Hindistan ve Mısır’daki, Fransa’nın Cezayir’deki varlığına gönderme yapan ABD, bu müdahalenin Afgan kadınlarını özgürleştireceğini iddia ediyordu. ABD’deki feministler ve liberaller, Afganistan Devrimci Kadınlar Birliği (RAWA) gibi ABD müdahalesine karşı çıkan Afgan feminist örgütlerle ters düşerek, Bush yönetimi ile el ele verip Afgan Savaşı’nı desteklediler.
Obama döneminde ise liberalizm, Amerikan emperyalizmi ile daha da iç içe geçti. ABD/NATO işgalinin kadın haklarına katkısının pek az olduğuna dair sayısız bulguya rağmen, Uluslararası Af Örgütü ABD temsilciliği, devam etmekte olan işgal lehine kampanya yürütüyordu. 2012’de burka giyen Afgan kadınlarının resimleri “NATO: İlerlemeye devam!” başlıklarıyla halka açık yerlerde sergileniyordu. Daha sonra Af Örgütü tarafından düzenlenen zirvede, savaşın emperyalist feminist meşrulaştırma gerekçeleri, Madeline Albright gibi güçlü kadınların fikirleri vasıtasıyla yeniden gündeme getirildi.
Liberallerin, Müslüman ve/veya beyaz olmayan kadınların aleyhinde tavır alma eğilimlerini nasıl açıklayabiliriz? Birçok sebep olmakla beraber, kayda değer iki sebebi, ırkçılık ve emperyalizmdir. Farklı akımlara mensup üçüncü dünya feministleri, Batı’daki liberal feminizmin tarihi zayıflığının beyaz olmayan kadınlara karşı olan ırkçı, tepeden bakan tutumu ve onları birer müttefik veya özneden ziyade kurtarılması gereken mağdurlar olarak görmesinden ileri geldiği görüşünde birleşirler. Bu tutum, hem Batılı ulus devletler içerisindeki beyaz olmayan kadınlarla ilişkilerde geçerli, hem de küresel bazda Güney’deki kadınlarla olan ilişkilerde. Madeline Albright ve Hillary Clinton gibi simaların dışişleri bakanı oldukları dönemlerde ABD emperyalizmini tırmandırmalarına rağmen feminist kurtarıcılar olarak gösterilmelerine imkân tanıyan da budur. Liberalizmin devleti, kapitalizmi ve emperyalizmi geliştirmek için kullanılan baskıcı ve cebrî bir aygıt olarak değil, tarafsız bir kurum olarak görmesi ise bu tip anlayışların kökünde yatan asıl sebeptir.
Duvar yazısı: “Homeland Irkçıdır.”
Kültür alanında ise Homeland gibi televizyon programları, emperyalist feminizmi sadece hikâye çizgisiyle ve kadın ana karakteriyle (Carrie Mathison) değil, aynı zamanda reklâm kampanyalarıyla da yeniden üretirler. Dördüncü sezon yaklaşırken tanıtım kampanyası bize Mathison’ı “evinden uzakta”, haklı savaşta mücadele ederken gösteriyor. Mathison, kırmızı kapüşonu, mavi elbisesi ve beyaz yüzü ile Doğu karanlığına karşı duran Amerikan halkını temsil ediyor. Özgün kıyafetleri ve etkin duruşuyla liberal bireyciliği bünyesinde cisimleştirirken; siyahlar içinde, pasif, birbirinden ayırt edilemeyen Müslüman kadınlarla tezat oluşturuyor. Büyük anlatıda “biz”, kadınlara ve onların öznelliğine saygı duyan bir toplum olarak kurgulanırken, “onlar”ın kurgulanışında ise kadın düşmanı olarak “medeniyetler çatışması” üzerine kurulu klasik sömürgeci tezin tipik yeniden üretimi mevcuttur.
Bununla birlikte, emperyalist feminizm, sadece batıdaki beyaz seçkinlerin alanı değildir. Küresel Güney’in işbirlikçi entelektüelleri, bu ideolojinin üretiminde her daim büyük rol oynamışlardır. Bugün, yani ırk ayrımcılığının, önyargıların hukukî düzlemde (güya) ortadan kalktığı dönemde emperyalist feminizmi cesaretlendiren, yalnız beyaz liberaller ve feministler değil, Batı’da ve Küresel Güney’deki orta sınıfa mensup, yönetici kademesindeki esmer ve siyah kadınlar da emperyalist feminizme yeni formların ve aktörlerin eklemlenmesinde bilfiil rol oynamışlardır.
Emperyalist feminizmin zaman zaman özne olarak Müslüman bir kadın imgesini (nasıl) içerdiğinin güncel bir örneği ise Batı medyasının Birleşik Arap Emirlikleri’nin kadın pilotu Meryem Mansuri’ye olan yoğun ilgisidir. ABD’deki liberaller ve muhafazakârlar tarafından çokça methedilen Mansuri, körfez hükümdarlıklarındaki korkunç insan hakları sicilini örtbas eden bir araca dönüşmüştür. Müslüman bir kadın pilot imgesi standart kurban imajına sekte vuruyor olsa da büyük anlatı, ABD’nin “iyi Müslümanlarla” IŞİD’e karşı ittifak yürüterek haklı bir savaş sürdürdüğü şeklindeydi. T. E. Lawrence’ın yerinde ise Barack Obama vardı.
Liberal feminizm, kadınların orduya katılımına genellikle olumlu bakmaktadır. 1991’deki ilk Körfez Savaşı’ndan sonra feminist Naomi Wolf, ABD’li kadın askerleri “saygı ve hatta korku” uyandırdıkları, ayrıca kadın hakları mücadelesini ileri götürdükleri için övmüştü. Savaşta ölen 200.000’i aşkın Iraklı erkek, kadın ve çocuktan ise hiç söz etmedi. Arap kadınları nasıl kendi kurtuluşlarını Suriye’ye bomba yağdırarak sağlayamazsa, ABD‘li kadınlar da kendi kurtuluşlarını emperyalizm kurbanlarının cenazeleri üzerinden sağlayamaz. Emperyalizm özgürleştirmez, boyun eğdirir.
Deepa Kumar
5 Aralık 2014
,

Sefer Düştü Cerablus’a

Darbe girişimi esnasında Özel Kuvvetler bünyesinde yaşanan çatışmada öldürülen Semih Terzi’nin Eğit-Donat işinin bir parçası olduğu söyleniyordu. Terzi’yi bir emirle vurduran Zekai Paşa, bugün o Eğit-Donat bünyesinde eğitilen ÖSO unsurları ile Cerablus’a girdi.

Peki o vakit Zekai Paşa, Semih Terzi’yi niçin vurdurdu? İkincisinin Fethullahçı inisiyatifin bileşeni olduğu iddia edildi. İyi de yol neden çatallandı? O çatal milletin bağrına niçün saplandı? Suriye’ye girmek istemeyen ordu mu yoksa AKP miydi? Darbe girişimi, buradaki düğümü çözmek için miydi? Devlet değiliz ki bilelim?

Bildiğimiz bir şey varsa, Menbiç’ten uzaklaştırılan IŞİD’in Cerablus’a gittiği, operasyon öncesi orayı boşalttığı. Ha bir de Antep’te patlayan bomba ve turaba verdiğimiz körpe kuzular.

Anlamadığımız ise şu: Suriye Kürdleri IŞİD’e karşı örgütlenmişken, müstakbel Kürdistan veya Rojava için varlığını armağan ediyor. “Rejimi iki günde silip atarız” diyorlar şimdilerde. 

Türk sosyalistleri diyor bunu. Diyorlar ki “liberaller, emperyalistlerin petrol kuyularını, bizse devrimin inşasını, devrimci iradeyi görüyoruz.” Herkes başkasını kendinden biliyor, yiğit Kürd gençleri petrol kuyuları gibi bir maddi sermaye kabul ediliyor. Sonra da aslolanın “örgüt, bedel ve feda” olduğu söyleniyor. Masanın ortasına keleşi koyduğunda özneliğinin tanrı olacağını biliyor. O keleşle liberal olmaktan kurtulduğunu zannediyor. Devlet “en iyi Kürd ölü Kürd” diyor, bunlar da tersten aynı şeyi söylüyor. Küçük burjuva hezeyanlarına kurbanlar arıyorlar. IŞİD neden gelip kanlı bıçağıyla çaldı kapıyı, soran yok. Fırsatlar, rüzgârlar, batılı olan öznenin bu geri, yoz diyarda büyük görünme çabaları. Burada hiçbir şey yapamamanın kılıfı. Orada emperyalizm halklara devlet; burada devlet bireylere “emperyalizm/istila/işgal” vadediyor. Hâlâ Benjaminci hikâyeler anlatıyorlar. Bu devrin geçeceğini, geride acı bir yel kalacağını biliyorlar. Sorumsuzluğun, hesap sormazlığın, hesap vermezliğin adını değiştirip duruyorlar.

Sonra Fırat’ın doğusu türküsü tutturuluyor. Yola revan olunuyor. Amerikan ajanları “Kürdleri Rakka’ya sürmek lazım” diyorlar TV kanallarında. Kürd liderler, “ABD bizi bu sefer satmayacak” diyorlar. Türkiye içine yönelik olarak da “ordu bizimle savaştı, siyasette pay istedi, bu yüzden darbe girişimi oldu” tespiti dillendiriliyor. AKP-CHP-MHP koalisyonuna saldırılıyor. Bir yandan “düşmanı biz birleştirdik” deniliyor, halka da “siz de birleşin” buyuruluyor, birleşmeyeceğini bile bile. Birleştirecek olanlarsa, başka hesaplar ve hayaller peşinde. Her şeyde devlet ve burjuvazi bulanlar, bu hesap ve hayallerdeki devlete ve burjuvaziye neden kör?

Diğer yandan koridor bir türlü birleşmiyor. Eski subaylar, orduda olan L şeklindeki koridorun sivil koridorla birleştirilmesi gerekliliğinden bahsediyor. El-Bab kapısına göz dikiliyor. Bilmiyoruz, dövüşüyor gibi olanlar gerçekte dövüşmüyor olabilir mi? Kürdistan edebiyatına dair kalem oynatanlar, gündelik çıkara dair yönelimleri gizliyor olabilirler mi? Aynı şekilde AKP “büyük Türkiye” derken, küçük hayatlarımızın iliğini sömürenlere hizmet ediyor olabilir mi? “Koridorlar” dedikleri, Kürdî mi, Türkî mi, İslamî mi yoksa ırk ve din olarak sermayeye mi dair? Sermayenin getireceği hürriyet hürriyet midir?

Bir “Türk-İslam sentezi”nden bahsedilip duruluyor bu fırtınada. TRT’ye milleti gaza getirecek diziler yaptırılıyor. Komik olanlarında koca sol partilerin yönetimindeki şahıslara rol düşüyor. Bu şahıslar reklâm piyasasını da boş bırakmıyor. O piyasada Erdoğan millete mücadelesi için “teşekkür” ediyor. “Virgül koyuyoruz” diyor. O mücadelenin kendisi için verildiği vehmine kapılıyor. Halklar, kavgalı yürekler arasındaki bağlar, o bağ bahçe sahipleri için kopartılmak zorunda. Onca kavmi sinesinde cem eden bu topraklarda düşmanın tefrikini her daim reddetmek gerekiyor.

* * *

Sefer Düştü Gürcistan’a bir Köroğlu türküsü. Ertuğrul-Diriliş dizisindeki AKP kodları dâhilinde bu türkünün sözleri ve ismi değiştirilip Sefer Düştü Bizans’a yapılıyor. Tarih diyor ki Ankara Savaşı sonrası yeniden kurulan Osmanlı, Bizans’ın doğulu hâli. O vakit Oğuz boylarının yiğit cengâverleri, önce o Osmanlı’ya kılıç sallamalı. Solcu bir türkü zannedilen Bedreddin, o kılıç değilse nedir? O kıyamlarda hep Bizans’a direnç var. “Bizans sizin namusunuza halel getirmez” diyen Fethullah’ın peşinden gidenler bir de buradan düşünsün.

Kabzası tutulan kılıç başkasının olabilir mi bugün, fikredilsin. Sovyetler yerine Kürd’ü ikame edince şahsi sorunlarını hallettiğini düşünenler, Soğuk Savaş ve Sovyet coğrafyasının lime lime edilişinde umudu nerede görmeli? Sovyetler’le devrim değil ancak devlet dolayımı ile ilişki kurmuş olanlar, bugün Kürd’le de devlet üzerinden ilişki kuruyor olabilir mi? Gerçek Kürd’le muhabbet kurmayı zûl kabul edenlerin böylesi bir ilişki kurmaktan başka bir seçeneği var mı?

Köroğlu der dem şu demdir
Köhnelerde kalan gamdır
Gazad'isen toy bayramdır
Mal u baştan geçen gelsin
Kılıcından akan kanı
Şerbet edip içen gelsin.

Türk’te ve Müslüman’da devleti ve burjuvaziyi görenler, kendi solculuklarında-sosyalistliklerinde de devleti ve burjuvaziyi görmeyi öğrenecekler. Bu türküde ataerkillik, militarizm, bireye küfür, mülkiyet hakkına saldırı görenler, bu milletin nelerini budadıklarını idrak edecekler. Her dem ezen-ezilen, yoksul-zengin, işçi-burjuva ayrımlarına bakacak. Belli bir yerde olduğu vakit, o ayrımlardan azade olduğu vehmine kapılmayacak. Oddan yana olduğunda yanmayacağını düşünmeyecek, yanacak.

Mazlumun-yoksulun sentezini tamama erdirelim o vakit:

Gerçek müminler […] Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardır.” [Hucurât:15]

Bu sentez, “devlet laik olmalı” diyenlerin tüylerini diken diken edecek. O hâlde küçük burjuva tüylerden arınmak elzem. Zira devlet, AKP şartlarında, zaten laiktir. Demek ki burada kastedilen, bireydir. Dinin bireyin hayatına müdahale etmesine karşı çıkılmaktadır. O bireyin hassasiyetleri örgütlenmektedir. Bu cihette, laiklik vurgusu, özünde bireyi devlet görmektedir, görmek istemektedir. Biraz geriden baktığımızda şu görülür: devlet, bu solcular eliyle, bireylerde yeniden örgütlenmektedir.

Bugün her şeyiyle faş olan devlet, doğrudan bireyler eliyle, oradan teşkil edilmektedir. Teşkilât, tanzimat ve tahkimat bu amaçladır. Herkese bu yönde görevler tevdi edilmektedir. Cümlesi, siyaseti devletin ve burjuvazinin dağıttığı rol ve görevleri ifa etmek olarak anlamaktadır. Bu anlayış, ne maldan ne candan cayar, ne kılıcından akan zalime ait kanı şerbet niyetine içer.

Köroğlu, “kimseye etmen zulüm” diyendir. Bahis konusu olan, zalime karşı gazadır. Cerablus kimin yurdudur? Irak’ı, Suriye’yi ülke topraklarına katmayı hayal edenler, o toprakların insanına bu hayalden bahsetmiş midir? Veya internet köşelerinde sıkça kullanılan “Kürdistan” kimindir, nedir? Pentagon masalarında, Avrupa pazarında cari olan Kürdistan’ın bu kadîm coğrafyanın “Kürdistan”ı ile alakası var mıdır? Kim neyin mücadelesini vermektedir? AKP demek, İslam’ın cenneti ile Kürd’ün Kürdistan nam cennetini herkes için cehenneme çevirmek demektir. Köroğlu’nun kır atının nallarıyla dövdüğü toprak o cennet kavgasıyla manalıdır. Mazlumun cennet kavgası yoldaştır, gardaştır, adaştır.

Eren Balkır
25 Ağustos 2016

25 Ağustos 2016

, ,

Nefis ve Nefes

Çok öğretici ve çok gülünç bir görünüm ile karşı karşıyayız.
Burjuva liberal fahişeler, devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlar.

[Lenin]

Eşitlik meselesindeki küçük burjuva mayaya itiraz etmek şart. Devrimci gibi görünen bu kavram, sınıf ve sınır bahsinde burjuva lehine her şeyi düzleyen bir içerikle dolduruluyor. Ve özünde AKP, ülkenin üzerinden buldozer gibi geçtiği ölçüde solcu-sağcı tüm küçük burjuvanın içi gıdıklanıyor, içten içe kendi yolu rahatladığı için seviniyor.

Ayrım, furkan, idrak açısından sınırları ve sınıfları görmek gerekiyor. Nesnel, kolektif ayrımlar ve saflaşmalar, bu düzleme pratiği ile anlamsızlaşıyor. Eşitlikçilik, bu anlamsızlaştırma siyasetinin adı. Bağlam ve anlam burada değersizleşiyor.

AKP’yle mücadele, AKP’yi kuran iradeyle mücadeleyle birlikte ele alınmalı. Zira küçük burjuva eşitlikçi düstur ve amel, hepimizi sadece Erdoğan’la birlikte tanımlamaya itiyor. Küçük burjuva, Erdoğan’da kendisini görüyor, siyaset, sadece haset, inat ve duygusal-bireysel tepkilere indirgeniyor. İş bu ölçüde lime lime edildikçe, basitleştirildiği ölçüde, mücadele de daha büyük bir ortaklaşma ile ilerleme imkânlarını yitiriyor. 

Küçük burjuvanın batılı burjuvaziye dair nefsî sızlanmalarını devrimci siyasetin yerine koymamak en önemli aciliyetimiz. Buradaki kayıkçı dövüşü ifşa edilmeli. Düzleme-eşitleme pratiğinin alternatifi konusunda Kürd’ün ya da devletin ya da batının yanına koşanlara sınırlar ve sınıflar tekrar tekrar anımsatılmalı. Mazlumlar, yoksullar, yelkenlerini yüksek siyasetin rüzgârlarıyla şişirmeye çalışanların gemilerinden uzak tutulmalı. Halkın iradesine ve gücüne iman, güven, bağlılık, zerre eksilmemeli.

O açıdan, “yeni halklar komünü”nden dem vuranlar, bağrındaki ABD üslerini ve planlarını sürekli eleştiriyor olmalı, o üslerin ve planların halklara sorulup sorulmadığını, o halkların onayından geçip geçmediğini kesintisiz sorgulamalı. Mevkiler için mevziler terk edilmemeli. Sürekli “IŞİD ve AKP” diyerek bu gerçeklerin gizlenmesi mümkün değil. İki haftadır Menbiç’ten kaçan “IŞİD’liler Cerablus’a, oradan Türkiye’ye kaçıyorlar” diyenler, bugün “Cerablus’ta [Yerabluş] o kadar IŞİD’li yok, burada mesele Kürd koridoru” diyorlar. Bugün ağızlardan sıkça dökülen bir diğer cümle de şu: “TSK’nın yanındaki ÖSO’cular cihadçı-faşist çeteler.” O cihadcı çetelerin eski komutanı Ebu Leyla ise öldüğünde “kahramanlar çağının kahramanı” olarak ilân edilmişti. O hâlde kendi nefsinden yana, kendi silâhına örgütlü olunca insan bir anda “faşist” olmaktan kurtulabiliyor. Kavramlar, anlam ve bağlam kaymasına, erozyonuna tanık oluyorlar. Burası Ortadoğu.

Çünkü Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler daima kötülüğü emreder.” [Yusuf:53]

Nefsimiz, Kürd, Müslüman veya sosyalist olmuş, fark etmez. Müşterek olana kör baktığı ölçüde kötülüğü emretmeye mecburdur. Bu açıdan Erdoğan, eşiyle birlikte, Marmaris sahilinde mayo ve şortlu poz verse, Boğaz’a nazır bir meyhanede kadeh tokuştururken selfi çekse, küçük burjuva eşitlikçiliğin yüreği ferahlayacaktır. Her şey düzlenmiştir. Eşitlikçilik, düzlemekle ilgilidir. Dümdüz olan coğrafyada ve siyaset alanında mesele, sadece kişisel yaşama tehdit oluşturan şeytanî imgenin kendisidir. Onun dışında, zımnen, Erdoğan’ın yaptıklarından herkes memnundur. Düne kadar baş tacı edilen Ceyda Karan, İsmail Saymaz, Fehim Taştekin, Levent Gültekin, Hüsnü Mahalli hatta Ahmet Hakan gibi birçok ismin salvolarında şaşılacak bir yan yoktur. Herkesin gözleri önüne perde çekilmiştir. Dünyaya, hakikate kendi nefislerinden bakanların kötülükleri kaçınılmazdır.

Mazlum, yoksul Kürd ayrıdır, onun sırtına basarak ülkede ve bölgede mevkilere meyleden Kürd’cüler ayrı. İkincilerin üzerindeki yaldız kazındığında, altında burjuvazi ve devlet sırıtmaktadır. Feministlerin eleştiriler karşısında “kadına küfredemezsin” diye kadını tekel altına alan yaklaşımı gibi, bu Kürd’cüler de her eleştiriyi “Kürd düşmanlığı” olarak kodlayabilmektedirler. Sembolik isimlere, sahneye çıkartılanlara bel bağlamamak şarttır. Halkların özgür iradesi ve kudreti, aslolan budur. Gerçekteki Kürd, Kürd’cüler için piyondan, planın ucuz bir parçasından ibarettir.

IŞİD ve AKP perdesinin gerisinde neler döndüğü belki onlarca yıl sonra, o da kısmen ifşa olacaktır. Gördüğümüze iman etmeye zorlandığımız koşullarda, özle biçim aynı olduğundan, bilime de, akla da, fikrî mücadeleye de ihtiyaç kalmamıştır. Bize “Kürd koridoru” diyenlerin kimlerin koridorlarında gezindiklerini de anlatmaları gerekir. Sahnede sunulan karşıtlıklar, rekabet üzerine kurulu, öznel hikâyeler önemsizdir. Geri planda çırılçıplak, kan ve ter kokan bir gerçek vardır. O kan ve tere örgütlenmemiş, onu örgütlememiş hiçbir özne, burjuvaziye has, “azı çok yapma, azı çokmuş gibi yutturma” siyasetinin kölesidir.

Perde bizi boğmaktadır, bu işe yaramaktadır. Nefes alamadığımızdır bizi en yakın tutamağa tutunmaya mecbur eden. CHP, Fethullah… son dönemin tüm öncü kuvvetleri, bizi üçkâğıtçı taksiciler gibi dolaştırıp devletin AKP’sinin kucağına bırakmıştır. Burası hâlâ Türkiye’dir.

Bu koşullarda, nasıl olduysa, solun gündemine özelleştirmeler meselesi girebilmiştir. Özelleştirme İdaresi 1994’ten beri devrededir. Sol, nefis kölesi olduğu ölçüde, son on beş yıl özelleştirme ve bunun yoksula, işçiye değen boyutuna tek bir itiraz geliştirmemiştir. Bu meselenin suskunlukla geçiştirilmesinin bir sebebi solun, “ben Türk-İş’te değil DİSK’te örgütlenebiliyorum, bu işletmeler özelleşsin, işçiler, daha doğrusu, aidatları bana kalsın” demesidir. Bu nefs politikasının anti-Erdoğan’cılığa örgütlenmesi kaçınılmazdır. Yoksula, emekçiye, mazluma örgütlenmemek, onları örgütlememek, bu politikanın doğal sonucudur. Solcu olunca sınıflar mücadelesinden azade olduğunu zannedenlerin karşısına, sol içi sınıf mücadelesi ile çıkılmalıdır.

Brecht bir hikâye anlatır: Sovyet zamanı bir köyde halk aralarında para toplayıp ölümünün beşinci yıldönümünde Lenin’in büstünü yapmak isterler. Bir genç çıkıp “köyün altında bataklık var, çocuklarımız sıtma oluyor, o parayı bataklığı kurutmak için kullanalım” der. Bu öneriyle para bataklığın kurutulması için harcanır. Brecht, bu hikâyenin sonunda, o köydeki tek gerçek Leninistin o delikanlı olduğunu ifade eder.

Anlatılan hikâye, devrim sonrasına dairdir. Peki devrim öncesinde Leninist olmak nedir? Büst dikmek midir, bayrak sallamak mıdır? Devrimin elektrik süpürgesi gibi pazarlamasını yapıp “o her şeyi temizler” demek midir? Kendini başarılı siyasetçi timsali olarak Lenin zannetmek midir? Leninizm sol siyasette devrim değilse nedir? Bu devrim, kendi nefsimizi ve nefesimizi yücelterek, tekleştirerek, muhafaza ederek mümkün müdür?

Nefsimizi yücelten, nefesimizi önemli kılan siyaset, tersinden ya da düzünden, burjuva siyasetidir. Devrimi ve devrimci siyaseti, halkın ortak derdini ve öfkesini örgütlemede ve o derde ve öfkeye örgütlenmede aramak gerekir. Gerisi yalandır. Çok olan halka, sınıfa, işi-gücü az olanı çok göstermek olanların ideolojisi ve siyasetini önermek, günahtır.

Eren Balkır
24 Ağustos 2016

22 Ağustos 2016

,

Hür ve Müstakil

Boris Kustodiev – “Putilov’da 1 Mayıs Eylemi”

Amerikan CNN’inin Fethullah Gülen’i, Türk CNN’inin İlker Başbuğ’u ardı ardına konuk alması, aynı hamlenin parçasıdır. Bu anlamda bir “Avrasyacı kanat-Atlantikçi kanat kavgası var, AKP ikinci kanattan birincisine geçti” tespitinin gerçekle bir alakası yoktur. Yahudi mitolojisine atıfla, günahların toptan yüklenip uçurumdan aşağı atılan keçi, bugün Türkiye için Fethullah, Batı için Tayyip’tir.

TSK’ye yönelik müdahalenin ve tasarımın hikâyesi eskidir. Ordunun küçülmesi, profesyonelleştirilmesi, “sivil otorite”ye bağlanması, salt Fethullah veya bugün için AKP’nin geliştirdiği bir tez değildir. Bu tezin altında NATO imzası aranmalıdır. İlgili tez, TESEV ve Soros’un tepsisiyle sunulan bir garnitürdür.

Bu açıdan 15 Temmuz, sanki bir müdahale ve tasarım için bir bahane olarak gerçekleştirilmiş gibidir. Mustafa Kemal Paşa’nın ordu yönetmeliğine soktuğu maddeyi İlker Paşa anımsatmaktadır. “Ordu, her türlü tesirden uzak, her türlü ideolojinin ve siyasetin üzerinde olmalıdır.” Böylelikle, AKP’nin CHP’yle atışma gerekçesi de anlaşılır hâle gelmektedir. AKP, tesirden uzak, ideoloji ve siyasetin üzerinde bir ordunun kurulduğu momentte, halka uzak, milletin üzerinde bir yere doğru çekilmek zorundadır. Darbe hem orduya hem de AKP’yedir. Batı aydınlanmasında kilisenin boşluğuna üniversite oturtulmuşsa, buranın aydınlanmacı solu da ordunun boşluğuna oturmak derdindedir.

15 Temmuz sonrası sivilci, liberal olanlar, askeri önemsediğini ortaya koymuşlardır. Ergin Yıldızoğlu, laiklik ve demokrasi talebinin “kapitalizmin, burjuva uygarlığın, tarihi boyunca insanlık adına geliştirdiği tüm kazanımlara sahip çıkmaya olanak vereceğini” söylemektedir.[1] Bugün kimi Maoistler ya da oradan bir dönem için beslenmiş olanların kafalarındaki “kültür devrimi” ile İlker Başbuğ’un kafasındaki “kültür devrimi” arasında kavramsal açıdan bir fark bulunmamaktadır. Demek ki herkes, bu ülkede Atatürk ile birlikte bir devrimin gerçekleştiği konusunda oydaşma içerisindedir. Kemalist devrimler, mutlak son ya da mutlak başlangıçtır. Tarihsel maddeci eleştiriden muaf ve azade kılınmalıdır. Bu ülkenin tek Kaypakkayacısı benim!” diyenlerin bile “27 Mayıs” arzusu ile yanıp tutuşması da bu gerçekle alakalıdır. Yıldızoğlu’nun “akıl, örgüt, disiplin” üzerinden sol birliğe dair yürüttüğü fikir de bu kültür devriminin ordusuna ilişkin bir tariftir ve dile getirdiği program, Başbuğ’un ordu tarifine denk düşmektedir. Kapitalizme ve burjuvaziye sahip çıkmak, ufku buradan çizmek, doğal olarak, böylesi bir yönelimi zorunlu kılmaktadır.

Buradaki yanılgı, mücadele içinde teşkil olunan kitlesel hareketlerle değil, devlet ve demokrasi katındaki gelişmelerin nabzına göre şerbet vermektedir. CHP mitingine gitmekle Yenikapı’ya katılmak, içerik olarak aynıdır. CHP kitlesini “devleti biz daha iyi yönetiriz” ya da “asıl demokrat biziz” diye avlamak mümkün değildir. Çünkü o kitle, burjuva siyasetinin mayası ile karılmıştır. HDP bağlamında kâh AKP’ye kâh CHP’ye yakın durmanın da bir getirisi olmayacaktır.

Fatih Yaşlı, bu bağlamda, “Önümüzdeki süreçte iktidar, Türkiye’nin eksenini değiştirmeyecek, buna gücü yetmeyecek, ama çoğu blöf niteliğinde yeni hamleler yapmaya, bir tür ‘denge siyaseti’ izlemeye, Rusya ve İran’la yakınlaşmaya, Suriye siyasetini değiştirmeye çalışacak. Bu ise çözülme sürecindeki ve hem ordusu hem bürokrasisi tarumar edilmiş bir ülkenin emperyalist müdahalelere çok daha açık olması anlamına gelecek.” demektedir.[2] Buradaki tespitin ardında yekpare, bütün bir ülke ve devlet tasavvuru mevcuttur. O mutlak başlangıç, Yaşlı’nın belkemiğidir. Söz konusu oportünist siyasetin böylesi bir fikirden neşet ettiğini görmek gerekir. Esasında Türkiye Avrasyacı hatta meyletmemekte, Atlantik bloğundaki güç odakları, Avrasya jeopolitiğine özelde Türkiye ile sızmakta ve oraya yerleşmektedirler.

Fatih Yaşlı da Anıtkabir’de mermere kazınan “milli hudutlarımız dâhilinde hür ve müstakil yaşamak istiyoruz” sözü kadar kemalisttir. Herkes, bu ülkenin hür ve müstakil bir iradeye sahip olduğunu düşünmekte, bu nedenle ezilen halklarla müşterek/kolektif bir geleceğe asla ve kat’a bağlanamamaktadır. Buradaki yanılsama, Kemalist devletin bir Sovyet mahsulü zannedilmesi ile ilgilidir.[3]

Bu hür ve müstakil olma hevesi, küçük burjuva bir illüzyondur. Mikro düzeyde kimi örgütler bu vehimle hareket etmekte, halkla, gerçekle ve gelecekle bu ölçü üzerinden ilişki kurabilmektedirler. Kürd ve İslam alerjisi bu minvaldedir. Kürd’ü ve İslam’ı hür ve müstakil kabul eyleyen yapılarla yaşanan didişmenin politik bir anlamı yoktur.

Mevcut “hür ve müstakil” olma arzusu dairesinde bugün kimi solcular, Atatürk’ün İnönü’ye “Benim için sarhoş sofralarından memleket idare ediyor, vatan zarar görüyor diye söylemişsin.” diyen ve “Şayet tekrar memleket idaresine gelirsen, bu millete zararlı olmaktan Allah seni korusun.” ifadesiyle son bulan bir mektubunu yayınlamıştır. Bu, AKP döneminde kemalizm eleştirisini İnönü’yle başlatıp bitiren ideolojik kavganın bir tezahürüdür. Dolayısıyla, birkaç yıldır Kemalist bir zeminde yürütülen, ama sosyalist kılıflı siyaset, darbe sonrası çöp olmuştur. AKP devleti bitmiş, devletin AKP’sine gelinmiştir ve herkes, o devletin hür ve müstakil olduğu yalanına bağlanmıştır.

* * *

Kemalizmin “hür ve müstakil” tespitinde sol anlamlar bulanlar, bu yaklaşımda Sovyetler’e çekilen seti görmemektedirler. Zaten bu solun önemli bir bölümü, Sovyet karşıtı sol akımların içinden çıkmıştır. Çıkmak için kullanılan iki kapı vardır: liberalizm ve sosyal demokrasi.

Bu iki ideolojik yaklaşım, İlker Başbuğ’un CNN sohbetinde acil gördüğü “kültür devrimi”nin zeminini teşkil etmektedir. Kürd hareketi ise “AKP savaşı tırmandırınca ordu politik güç olduğunu yeniden gördü, bundan nemalanmak isteyenler ülke yönetimine el koymak istediler.” demektedir. Herkes, el ele verip bu iki kapıdan içeri girmek için yarışmaktadır. Bu açıdan Murat Belge, her zaman olduğu gibi bugün de iktidar adına yalanlar söylemektedir.[4] Solu, liberal temrinlerle yoğrulmuş bir tür popülizm yaparak AKP’nin gemisine binmeye çağırmaktadır. Dürüsttür, herkesi kendisi gibi kılmak derdindedir. “Referandumda kandırıldık, desteklediğimiz uydurma bir Erdoğan’dır” diyen Belge, Erdoğan'ın kendisinin uydurduğu, şekil verdiği helvadan bir put olduğunu itiraf etmektedir. O sadece kendisini görebilmekte, gördüğünü tek mutlak hakikat kabul etmektedir.

Murat Belge’de yansıyan “popülizm” zokası, hür ve müstakil kalmaya yeminli liberal solculara, sosyalistlere sıcak gelecektir. Bir bürokratın, askerin ya da savcının da liberal, batıcı meyle sahip olması mümkündür. Liberalizm de faşizm gibi, iktidarın kendini muhafaza etme ve saldırı yöntemidir. “Azım yalnızım, itaat etmeyeceğim” kâğıda yazıldığında insanı rahatlatan bir cümledir, ama iktidar, zaten o en rahat hissedildiği yerden içe sızacaktır.

Akademisyenlerin liberalizmle sosyal demokrasi arasındaki salınımından geleceğe ve ezilenlere dair bir şey çıkmayacaktır. “Ortadoğululardan nefret ediyorum” ya da “ben Norveçli olmak isterdim” lafları düşmanın namlusundaki mermilerdir.

Eren Balkır
22 Ağustos 2016

Dipnotlar:
[1] Ergin Yıldızoğlu, “Taksim Mitingi, Toplumsal Muhalefet, Pozisyon Savaşı”, 31 Temmuz 2016, Birgün.

[2] Fatih Yaşlı, “Üslere El Konulacak ve NATO’dan Çıkılacak”, 2 Ağustos 2016, Yeni Yaklaşımlar.

[3] Eren Balkır, “Çark”, 27 Ağustos 2016, Cumhuriyet.

[4] Murat Belge, “Sol Popülizm ve Toplum”, 22 Ağustos 2016, Birikim.

,

Aks


Bölgede Sykes-Picot’ya düşman ve karşıt olan iki eğilim var: PKK ve IŞİD. Düne kadar sınır çalışmaları yapan, “sınır varsa suç vardır” diyen kimi akademisyenlerin (Neşe Özgen) Gaziantep’te patlayan bomba sonrası dile getirdikleri “sınırlara duvar örülsün” talepleri, iki eğilim arasındaki gerilim eliyle biçimleniyor. O talepler devlete hizmet ediyor.

Ülke, ekonomi-politik, jeopolitik ve biyopolitik açıdan belirli çelişkilerin tezahürü olarak varoluyor. Bu üç alanın uzmanları türüyor, gevezeliklerini yarıştırıyorlar. Hepsi de başta belirlenen Misak’a bağlılar. AKP ile IŞİD ilişkilendirmesi, doğrudan kemalizme eklemleniyor. IŞİD saldırıları sonrası herkes polisleşiyor, “duvarlar çekilsin” deniliyor, “tüm insanlar birbirinin muhbiri olsun” talebinde bulunuluyor. Yeminler ediliyor.

Sonra Erdoğan, Gaziantep saldırısı ardından, “ezanlar susmayacak” diyor, bu laf ondaki örtük IŞİD zihniyetine bağlanıyor. Esasında söz konusu laf, ezanın millileştirilmiş olduğunu ifade ediyor. Tayfun Atay, “ehvenişer, şerlerin en kötüsüdür”[1] lafının Mustafa Kemal’e ait olduğunu biliyor ve bu lafı bu yüzden veciz bir ifade olarak öneriyor. Erdoğan’daki IŞİD gösterilerek Kemalist devlet aklanıyor. AKP, zaten bunun için var. Bugün “kemalizm otuzlarda bitti” ya da “ben sosyalistim-komünistim, kemalizmle ne alakam var!” denilmesinin bir anlamı bulunmuyor.

IŞİD konusunda kim konuşuyorsa, (misal Eren Erdem) belirli gerçekleri örtbas etmek amacıyla konuşuyor. Zira AKP, IŞİD’in muhatabı olamayacak kadar acz içerisinde bir yapı. O, Erdoğan’ın saraya alınması ile lağv edilmiş bir parti. Dolayısıyla, “IŞİD” derken emperyalizmden söz etmeyenler, yalan söylüyorlar. Saray gladyosundan söz edenler, gerçek gladyoyu temize çıkartıyorlar. Ona çalışıyorlar.

Emperyalizmden söz etmeleri mümkün değil, çünkü “anti-emperyalizm”, lügatten epey zaman önce çıkartıldı.[2] Artık arkaik, geri bir terim olarak alay konusu ediliyor. Özneler, ne kendilerini özne kılan süreçlerin sorgulanmasına izin veriyorlar ne de o süreçleri sorgulayabiliyorlar. Hepsi de biraz daha hayatta kalabilmek için içte ve dışta esen rüzgârlarla şişiriyorlar yelkenlerini. Tüm yapılar, bu sürece katkı sunan birer operasyonel unsura dönüştürülüyorlar. Halkla, gerçekle, acıyla, dertle, öfkeyle temas kurmak, aşağılık bir şey olarak görülüyor.

Her şeyi ve herkesi kendisine kul-köle etme derdindeki küçük burjuva yaklaşım, devlet ve demokrasi katında kendi muadillerini buluyor. Bugün “ABD bölgedeki gericiliklerin kökünü kazımak ve Kürd’ü özgürleştirmek için geldi” diyenlere rastlanıyor. Onca direniş türküsü, orkestraya mağlup oluyor. Yirmi yıl önce liberallerin sözlerini AKP gerçeğe döküyor ama AKP’nin kitleyi tutması için onun hâlâ faşist bir yapı olarak sergilenmesi gerekiyor. Sol, ne faşizme ne de liberalizme had bildirebiliyor, çünkü haddini onlar tayin ediyor.

Solun trajedisi, “Bana bak! Hey Avanak! Üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz dağlarla dalgalarla kütleleri ileri atamaz” diyen Nâzım’ın şiirlerini bağlama-gitar eşliğinde besteliyor olmasında karşılık buluyor. Bugün o Nâzım’ın yeni yoldaşları “IŞİD de PKK de bozguna uğrayacak”[3] diyor. Batonu kim sallıyor, ona bakmak gerekiyor. İlericilik edebiyatı üzerinden Sovyetler’e bağlanmış, sosyalist olmuş kesimler, bu küçük burjuvalıklarını her dem bugünü aşağılayarak, apolitikleşerek gizleme yoluna gidiyorlar. Bugünkü güç ilişkilerine ne akıl erdirebiliyorlar ne de o ilişkiler içinde halkın gücü olarak yer alabiliyorlar. Kucağındaki kediyi okşayıp senfoni dinlemeyi sosyalizm zannediyorlar.

AKP’li gazeteciler, IŞİD’in ve PKK’nin “yalancı cennet” çağrılarını eleştiriyorlar. Herkesi bugüne, bugündeki güç ilişkilerine kul-köle etme derdindeler. Fethullah ile ideolojik ilişki kuranların hepsi, zorunlu olarak bugünün misakına bağlanıyorlar. Orkestra, bu şekilde yol alıyor. Özetle, herkes bugünden kaçırılıp tekrar bugündeki güç ilişkileri önünde diz çöktürülüyor.

Düne kadar herkesi CHP hizasına boncuk gibi dizme derdinde olan İrfan Aktan[4], Ahmet Şık üzerinden, bu sefer AKP’yi işaret ediyor. Aktan, Cemil Bayık’ın “Gülenciler milliyetçi ve Kürt düşmanı. Biz onlarla temasa geçerek onları bu çizgiden uzaklaştırmak istedik ama onlar yanaşmadılar” sözünü aktarıyor. Siyasi akıl bu eksende ilerliyor. Herkes, birbiri üzerinden gizli mesajlar bırakıyorlar semaya.

İsmail Saymaz[5] MİT raporlarına ulaştığını dile getiriyorsa, MİT mensubu olduğunu ikrar ediyor demektir. Saymaz, “IŞİD Türkiye’nin sorunudur, güvenlik görevlilerine saldırıyor” derken, ya yeni milli mutabakat dâhilinde AKP’yi aklamakta ya da Kemalist kurgunun faili/ajanı olarak belirli gerçekleri gizlemektedir. O güvenlik güçleri, bir koldan da İslamî direniş imkânlarını IŞİD eliyle temizlemektedirler. Bu noktada soru şudur: PKK eliyle tasfiye edilen bir şeyler var mı? Varsa nedir?

Devlet, misakından vazgeçemez. Kazığı oraya çakmıştır. Hareket planının genişliği konusunda belirli ayarlamalar yapmak zorunludur. Ama her şeyden önce o kazığın o çakılı olduğu yerden çıkmaması gerekir. Müslüman, sosyalist ve Kürdî tüm yönelimler, bu yönde törpülenmelidirler. Kazığın varlık sebebi, budur. Küçük burjuva siyaset, o kazığı belkemiği hâline getirenlerin siyasetidir.

O kazık, misak-ı milli, Sovyetler’i içeren bir güçler ilişkisinin semeresidir. Sovyetler devre dışı kaldıktan sonra yaşanan girdap, birçok kesimi içine çekmiştir. Eski bir TKP’linin değerlendirmesine göre[6], partisi 12 Eylül’de CHP ile Halk Birliği hükümeti kurma hayallerine kapılmıştır. Burada da mihenk taşı, Sovyetler’dir. Güçler ilişkisinde birçok solcunun tahayyülünde Sovyetler’in yerini Kürd ve Kürdistan almıştır. O da birileri ile yeni Türkiye’yi kurma derdindedir.

Onca CHP flörtü, CHP kitlesine oynama, laiklik için dayanışma girişimleri, döne dolaşa devletin kadim kazığına bağlanmıştır. Uğur Mumcu öldürüldüğü gün, “kimse cenazesine gitmesin, bu adam MİT ajanıydı” diyenler, bugün ilericiliğin bayrağı olarak Uğur Mumcu’yu anmaktadırlar[7]. MİT de emperyalizm gibi görünür olmaktan çıkıp silikleşmiştir, her yere ve herkese nüfuz etmiş, görünmez olmuştur. Bu öznelerin varlık sebebi, buradadır.

Graham Fuller’in Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabının alt başlığı “Türkiye: Müslüman Dünyada Eksen Ülke”dir. Bu eksenin geçmişin misak-ı milli denilen kazıkla gerilimli bir ilişki içerisinde olduğu iddia edilebilir, ama bu gerilim, ciddi yanılsamalara yol açmaktadır. Müslüman dünyadaki eksen ülkenin o misaktan vazgeçmesi mümkün değildir. IŞİD konusunda söz söyleyenlerin gözlerden ırak tuttuğu gerçek budur.

Bugün o eksen, ülke Yahudi olmaklığı ile bölgede belli konularda eli kolu bağlı olan İsrail’le anlaşmış, onun varlığını meşrulaştırmış, Kudüs’ü başkent olarak kabul etmiş, Filistinlileri hareketi dâhilinde bir kez daha kıyıya köşeye fırlatmıştır. Bugünkü Gazze saldırıları, o anlaşmanın sonucudur.

O aks, eksen, kazık, ezilen halklardan, sömürülenlerden yana hareket edemez, varolamaz. Aksa, eksene, kazığa tek laf etmeyenler, kitleleri onlara bağlamak derdindedirler. Aks, eksen ve kazık, egemenlerin ölçüsünü ve ölçeğini vermektedir. Kürd, ölçüyü aştığında IŞİD; İslam ölçüyü aştığında Kürd; sosyalistler ölçüyü aştığında AKP devreye sokulacaktır. Türk tarih tezinden mülhem Kürd tarih tezi geliştirerek, “Kürdler on bin yılın intikamını alıyor” naraları atmanın anlamı yoktur. Ezilenlerin efendilerin kazığına bağlanmasına izin verilmemelidir. Had bildirmek için had bilmek şarttır.

Eren Balkır
22 Ağustos 2016

Dipnotlar:
[1] Tayfun Atay, “IŞİD Farkı”, 22 Ağustos 2016, Cumhuriyet.

[2] Eren Balkır, “Viyan Nedir?”, 14 Eylül 2016, İştirakî.

[3] “IŞİD ve PKK de Bozguna Uğrayacak”, 1920 TKP.

[4] İrfan Aktan, “AKP Niçin Gülen Cemaati’ni PKK’yle İlişkilendirmeye Çalışıyor?”, 15 Ağustos 2016, Al-Monitor.

[5] “İsmail Saymaz ile 5 Dakikada “IŞİD Gerçeği”, Youtube.

[6] “Hangi ‘TKP’”, 20 Şubat 2012, Akıntıya Karşı.

[7] “Uğur Mumcu Anması”, İleri.

21 Ağustos 2016

Yaşayacağız



“Okul bahçesinde yapılan bir sokak düğününe canlı bomba saldırısı yapıldı.”

Hayatın edebiyattan üstün olduğunu söylerler ya hep, evet, bu cümle işte o hayatın melun galibiyetiydi.

Hikâyeyi bitirmek kolaydır, karakterleri bir bir öldürürsün, onlara trajik sonlar yazarsın ve samimiyetsiz bir kurguyla kendi yarattığın çöplüğe gönderirsin. Ama bilen bilir, bazen kalemi tutan biri olsa bile ölmeyen karakterler vardır. Kurguyu neresinden tutarsanız tutun, ne şekilde öldürmek isterseniz isteyin, onlar kendi kelime yollarını kurmuştur artık; Yaşayacaklardır.

Geçtiğimiz yolun sancısı kimseyi yanıltmasın.

Biz öteki saftayız.

Kendi kelime yollarını açan, özgür hikâye kahramanlarının safındayız. İki kere iki dört’ün küstahlıktan başka bir şey olmadığını bilenlerin safındayız. İki kere ikinin beş ettiği hikâyelerin kahramanlarıyız...

Yaşayacağız!

İmgesu Ünal
20 Ağustos 2016