Foreign
Policy’de Edward Luttwak imzalı bir yazı kaleme alınıyor. Yazı,
“Atatürk karşıtı cahil halk sürüsü”nün 2002’ye dek ordu eliyle kontrol altında
tutulduğundan söz ediyor. Üniversitelilerin lideri Gülen’le işbirliği üzerine
kurulu AKP işbaşına gelince işler değişiyor. Uzun bir Gülen övgüsünün ardından,
Gülen-Erdoğan arasındaki gerilimin iki farklı İslamcılık yorumu ile ilgili
olduğu iddia ediliyor.
Yazar,
yazının devamında “AKP’nin başarısının ordu ve ekonomideki Gülencilerin
çabalarının bir sonucu” olduğunu söylüyor. Gülen’i Batı’ya uygun, liberal bir
portre olarak takdim ediyor. Erdoğan ve ekibinin ise 11 Eylül torbasına ait
“gerici, İslamcı bir yapı” olduğundan bahsediliyor. Ayrıca Gülen’in, “kendi
eliyle bir canavar yarattığına, bu canavarın İslam’ı ve Türkiye’yi
mahvedeceğine” dair 2009 tarihli sözlerini aktarıyor.
Yazı,
Sünni İslamcı Erdoğan portresini pekiştirmek için darbe girişimi sonrası
yaşanan tasfiyelerin IŞİD’le mücadele eden askerleri içerdiğini söyleyerek,
Erdoğan’ı IŞİD’le ilişkilendiriyor, ama girişim esnasında vurulan Semih
Terzi’nin (TSK’nın iddiasına göre) “Suriye’deki faaliyetlerden sorumlu isim”
olduğundan söz etmiyor. Bu noktada “cahil halk sürüleri”nin destekledikleri bu
diktanın yol açacağı tehlikelerden bahsediliyor. Atatürk’le başlayan yazı, şu
cümleyle bitiyor:
“Atatürk’ün tüm bu olan
bitene şaşırmayacağı açık: O, tüm biçimleriyle İslam’ın Türkleri mahvedeceğine
kani idi.”
Son
cümle, başındaki Gülen övgüsü ile çelişmiyor. Demek ki yazar, Gülen’i İslam
görmüyor, onu bu sebeple destekliyor. Bu ifadeler üzerinden, herkesin
kendisinin özellikle son üç yıl içinde, nereye örgütlendiğini iyi idrak etmesi
gerekiyor.
* * *
Son
üç yılın özeti şu olabilir mi? Gezi, bir daha olmasın diye gerçekleş(tiril)di.
15 Temmuz, bir daha darbe olmasın diyeydi.
Edward
Luttwak, “Darbe Neden Başarısız Oldu?” isimli önceki yazısında ise “darbeci
subayları Gülencilerin tahrik ettiğini” söylüyor.[2] Başarısızlığın ana
nedeninin “ilkin Erdoğan’ın öldürülmemesi olduğu” tespitini yapıyor. “Darbe
karşıtı eylemlere bıyıklı erkeklerin katıldığını, tek bir kadının sokağa
inmediğini” söylüyor (Figen Yüksekdağ?) ve vatansever değil, İslamcı sloganlar
attığından bahsediyor. Bu yazı da İslam ülkelerinin seçimleri iyi idrak
ettiklerini ve seçim pratiğine epey kıymet verdiklerini, ama bu durumun
demokrasi için geçerli olmadığını söyleyerek bitiyor. ABD'nin demokrasiden ne
anladığını son yüzyıllık tarihte tüm mazlum halklar gayet iyi biliyorlar.
Ama
artık sol, bu anti-emperyalizm bilincinden yoksun. Luttwak’ten farklı tek bir
laf etmiyor. Kışlaların şehir dışına taşınması, komutanlıkların bakanlığa
bağlanması, kimsenin gündeminde değil. Sol da sadece “gerici halk sürüleri”ni
doluyor diline. Ona karşı, korkuyu örgütlemek istiyor. Bunun bir tezahürü de
Ergin Yıldızoğlu.
Yıldızoğlu,
“kapitalizmin, burjuva uygarlığın, tarihi boyunca insanlık adına geliştirdiği
tüm kazanımlara sahip çıktığını” söylüyor.[3] Sonraki yazısında, tıpkı Luttwak
gibi, AKP’yi “siyasal İslam” başlığında kodlayan Yıldızoğlu, bu İslamcı
girişimin, emperyalist-kapitalist yapının “uluslararası güvenlik sistemi”nce
engellendiğinden bahsediyor.[4] Özetle, kapitalizmin tarihine sahip çıkan
Yıldızoğlu, hepimizi emperyalizmin tarihsel birikimine de örgütlemeye
çalışıyor. Önce bizi, AKP’nin “siyasal İslam” olduğuna ikna ediyor, sonra ona
karşı birikimle ilgili vehmine, ilerlemeciliğine bağlamak istiyor. Bu
havuç-sopa oyununun ajanlarına pek güvenmemek gerekiyor.
* * *
Mustafa
Kemal Atatürk, 17 Ağustos 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek
Başkanlığı’na (gerçek olup olmadığı tartışılagelen) bir mektup yazıyor. Yazıda
şu söyleniyor:
“Arabistan yarımadasının
kumsal çöllerinden; ‘Ikre, Bismi, Rabbi’ safsatasını esas tutmuş olan Araplar,
uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet
devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat yapmamıştır.”
“Safsata”
olarak nitelenen ifade, Alak Suresi’nin ilk ayeti.
“Cahil
halk sürüsü” olarak kodlanan iradenin bugün de tehlike olarak görülmesi,
“zengin ve uygar” görülen, bir tür “Türk” kurgusu ile ilgilidir. Dolayısıyla
Türk milliyetçiliği Arap milliyetçiliğine karşı teşkil edilmiştir ve bu Türk’ün
gerçek Türk’le bir alakası yoktur.
Atatürk’ün
resmi tarihyazımına yaptığı müdahale ile bugün Erdoğan ağzından okunan Sezai
Karakoç şiirinde “ey sevgili” ifadesine, klipte Türk bayrağının denk
düşürülmesi tutarlıdır. Şiirdeki “sevgili” ifadesi Allah’a dair bir mecaz iken,
bugün Atatürk cumhuriyetine bağlanmıştır. Bu açıdan, daha hâlâ “Türk-İslam
sentezinden, gericileşmeden, şeriattan” bahsedenler, bir gerçeği gizliyorlar
demektir. “Devletin yeniden organize edilmesi şart” diyen Erdoğan’ın Atatürk
cumhuriyetini kuranların iradesi hilafına hareket etmesi mümkün değildir.
Müslüman-Türk halk kitleleri kadar, Batı’ya entegre olmuş laik kesimlerin de bu
organizasyona farklı yönlerden dâhil edilmesi şarttır. Basit devlet
yöneticiliği, yüksek siyaset ile bu meselenin ele alınması, günümüzde artık garabete
dönüşen siyaset tarzını doğurmaktadır.
* * *
Darbe
karşıtı mücadelenin sokaktaki ve halktaki karşılığı, “tanka kafa atan adamlar”
birilerini korkutmuştur. AKP’nin bu iradeyi tiyatroya, müsamereye dönüştürmesi,
içini boşaltması, onu demokrasi meselesine bağlaması, bu kişilerin içine su
serpiyor olmalıdır. Zira kara ve kontrolsüz güç, burjuva siyaseti adına
disipline edilmektedir. Bir taraf “vatan sevgisi imandandır” demekte, bir taraf
da “sizin vatan dediğiniz, çiftlikleriniz, kasalarınızın ve çek defterlerinizin
içindekiler” diyen Nâzım’ı unutmaktadır. Unutanlar, unutturmak zorundadır.
Kapitalizmin
ve emperyalizmin birikimine sahip çıkma ve oradan hız alma imkânını kaçırmak
istemeyenler, hâlâ AKP’nin gericiliğinden ve şeriat tehlikesinden
bahsetmektedirler. AKP eliyle İslamî irade, ipotek ve kontrol altına
alınmıştır. Bu, kapitalist-emperyalist gidişatla uyumludur. Şeriat
tehlikesinden dem vuran çevreler, orta sınıf ve okumuş insanların örgütü olarak
lanse edilen Fethullahçılığa bağlanmışlardır. Ne kadar inkâr ederlerse
etsinler, artık o yoksul, kara, “cahil” iradeyle tüm ilişki imkânlarını ortadan
kaldırmışlardır. Esasında söz konusu ipotek ve kontrolden memnundurlar.
Žižek
belki de haklıdır: “Arzuladığımız şeyi elde etmeyi gerçekten istemiyoruz.” Bu
tespit özelde sol için de geçerlidir. Devrim ve sosyalizm, bir hayal olarak
sürekli ötelendiğinden, bugünün güç ilişkilerinden daima kovulmak zorundadır. O
“cahil halk”la ilişkinin kesilmesi, bu gerçekle alakalıdır. Sınıfsal olarak bir
yücede olanlar, Fethullah’ın hizasına çekilmiş, Erdoğan’ı, en fazla, “ben olsam
şöyle yönetirdim” dedikleri devlete layık görmedikleri bir kir olarak
değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla eleştirilmesi gereken, Erdoğan’ı sevmeme
gerekçeleri ve o sevmeme biçimidir.
Bu
konuda sınıfsal-politik ayraçlar tümüyle silinip gitmiştir. Mansur Yavaş,
Ekmeleddin, Fethullah, Kılıçdaroğlu’dan umudun yüzü artık AB ve ABD’ye
dönmüştür. Devrim ve sosyalizm bugünden kovulmuştur, lafa, sembollere ve
edebiyata indirgenmiştir. Yönetsel ilişkilere dair basit bir strateji oyununa
dönüştürülmüştür. Artık tüm altıncı filolar gelebilir. ABD’den gelen
ziyaretçiler için yol artık açıktır.
Oysa
AB 2006’da bir rapor hazırlamış. Rapor TESEV eliyle piyasaya sürülmüş. Orada
komutanlıkların bakanlığa bağlanmasının AB için önemli bir şart olduğundan
bahsedilmiş. Kimsenin bu gelişmeye laf etmemesi, baskının içindeki liberalizme
örgütlenilmiş olunması ile alakalıdır. Kuklayla, zarfla uğraşmak, bu nedenle
tek siyasetimizdir. Bize biçilen rol ve misyon budur. Salt devletin yönetilmesi
meselesine indirgenen teori, ideoloji ve politika, ezilenlerin iktidar
mücadelesine her daim küfretmek zorundadır.
Dolayısıyla,
ezbere dayalı, kolaycı bir ayrım olarak, “Avrasyacı-Atlantikçi hat arasındaki
gerilim” hikâyesi, boş bir hikâyedir. Devlet yeniden organize ediliyorsa, bu,
emperyalizmin söz konusu reorganizasyon emrini vermiş olmasının bir sonucudur.
Erdoğan’a “Sünni, şeriatçı, takiyyeci, faşist, gerici” diye saldıranlar, bu
örgütlenmede pay sahibi olmak niyetindedirler. Açık Toplum’culuğun galebe
çaldığı koşullarda, kapitalizmin ve emperyalizmin mirasına sahip çıkıldığı bir
gerçeklikte, umacı olarak gösterilen AKP, süreci bu şekilde örgütlemektedir.
Hillary Clinton’a muhabbetini dile getirenleri “Siyasal İslamcı” diye kodlamak,
halkı ve milleti gerçek bir mücadeleden uzak tutmanın adıdır. Rahlesi Foreign
Policy ya da AB menşeli raporlar olanların bu topraklarda mazlumlara dair
bir hat açması mümkün değildir.
Eren Balkır
4 Ağustos 2016
Dipnotlar:
[1] Edward Luttwak, “Erdogan’s Purge Is a Sectarian War”, 3 Ağustos 2016, Foreign Policy.
[2]
Edward Luttwak, “Why Turkey’s Coup d’État Failed”, 16 Temmuz 2016, FP.
[3]
Ergin Yıldızoğlu, “Taksim Mitingi, Toplumsal Muhalefet, Pozisyon Savaşı”, 31
Temmuz 2016, Birgün.
[4]
Ergin Yıldızoğlu, “Darbeden Sonra: Hubris ve Nemesis”, 4 Ağustos 2016, Cumhuriyet.
0 Yorum:
Yorum Gönder