Cannes’da ve yaklaşık otuz kentte uygulamaya
sokulan “burkini yasağı”[1] Fransız mahkemelerince iptal edildi. Yasak,
ülkedeki Müslümanların maruz kaldıkları en son ve en saçma İslamofobik saldırı
idi.
Fransız devleti, Müslümanları onlarca yıldır
dışlayıp sömürüyor. Bu saldırılar, çeşitli düzeylerde sürüyor, ama geçen yıl
Ocak ve Kasım aylarında, Paris’te, 2016’da Nice ve Rouen’de cihadî unsurların
yaptıkları eylemler, saldırıların zirveye ulaşmasına neden oldu.
Söz konusu dönemin başlamasından beri 3.500 baskın
düzenlendi, bunların sadece altısı soruşturmalarla sonuçlandı. Aralık ayında
devlet yetkilileri, aleyhte herhangi bir delil olmadan, sadece “önleyici” bir
müdahale olarak, Müslümanları hedef aldıklarını kabul ettiler.[2]
Çocuklar, anne-babalarının ellerinin ağır silâhla
donatılmış polislerce kelepçelenmesine veya yataklarından sürüklenerek
götürülmelerine tanık oldular. Geçen yıl düzenlenen Bataclan Saldırısı’ndan
sonra yürürlüğe giren olağanüstü hâlin ilk üç ayında 274 kişi ev hapsine mahkûm
edildi, bunların büyük çoğunluğu Müslüman. Irka dayalı fişleme faaliyetleri
iyice zıvanadan çıkmış durumda.
Bu süreçte polis camileri bastı. Camideki dindar
kitle aşağılanıp küçük düşürüldü. Bu baskınlarda polis köpekleri kullanıldı.
Yirmi civarında cami kapatıldı, ileride daha fazlası kapatılacak.
Müslümanlarla bağlantılı politik örgütler
kapatılmakla tehdit edildiler; Filistin yanlısı olanlar da dâhil, gösteriler
yasaklandı[3]; aynı süreçte BDS hareketi yasadışı ilân edildi.[4]
İltica başvurusunda bulunmuş olan Müslümanlar,
daha berbat koşullarla yüzleşiyorlar. Hükümet, Calais ve başka yerlerdeki
mülteci kamplarını yıkarken, İslam karşıtı cümlelerle kimi sözlü saldırılar
gerçekleştiriyor.
Bunlar olurken, Fransa, Avrupa Birliği’nin Türkiye
ile imzaladığı mülteci anlaşmasına dair övgü dolu sözler sarfetti. Anlaşma
sonucu Yunan adalarına teknelerle gelen Suriyeli mülteciler Türkiye’ye
gönderildiler.
Bu politikaların uygulandığı dönemde Fransız
siyasetçiler, Müslüman ülkelerdeki askerî faaliyetlerle devlet destekli olarak
uzun süredir teşvik edilen İslamofobi’nin aşırıcılığı beslediği gerçeğine
gözlerini kapadılar. Politik sınıflar, insanları IŞİD gibi örgütlere katılmaya
iten yabancılaşmanın, uyguladıkları ekonomik ve toplumsal politikalarla
beslendiğini görmezden geldiler.
Bu tedbirlere bir yandan da Fransız kültürü ve
siyasetinin tüm alanlarında yürürlüğe sokulan, yoğun biçimde yürütülen
İslamofobik propaganda eşlik ediyor. Abdellali Hajjat ve Mervan Muhammed’e[5]
göre, “son yıllarda ‘Müslüman Sorunu’nun inşası, politik yelpaze boyunca
Fransız, hatta Avrupalı elitlerin birleşmesi için ana vektörlerden birini teşkil
ediyor.”
Yazarların ifadesiyle İslamofobi “Fransız sağının
örgütsel ve ideolojik geleceğinin şekilleneceği zemin” hâline geliyor.
Oysa Fransa’daki Müslüman nüfusun haklarını
savunma meselesi gündeme geldiğinde Sol, tüm o radikal olanları da dâhil,
eyleme geçme konusunda nedense imtina ediyor. Dinî özgürlükleri savunma
konusunda gösterdiği isteksizlik, Sol’un Müslüman mültecilerle dayanışma kurma
imkânını da ortadan kaldırıyor.
Sonuçta İslamofobi, Avrupalı radikallere göre, en
acil politik projelerden birinin orta yerinde etlenip butlanıyor.
Bir
Şiddet Tarihi
Bugün Fransa’da beş milyon civarında Müslüman
yaşıyor. Bu, kabaca nüfusun yüzde 7,5’ni teşkil ediyor ki bu, Avrupa’daki tüm
ülkeler içerisinde en yüksek oran. Bunların sadece üçte biri dinini pratikte yaşadığını
söylüyor, bu oranın son yirmi-otuz yıl içinde arttığını görmek gerekiyor.
Tarihsel planda Müslümanlar, Fransa’ya bu ülkenin
Kuzey Afrika’yı sömürgeleştirmesinden sonra geldiler. Bugün Fransız devleti ile
Fransa’daki genelde alt sınıf olarak tarif edilen Müslüman nüfus arasındaki
ilişki, imparatorluk tarihinin ve ekonomik sömürünün mirası tarafından
koşullanmış durumda.
Eskiden diğer sömürgelerden farklı olarak Cezayir,
Fransa’nın bir parçası kabul ediliyordu, yani Cezayirli Müslümanlar Fransa’da
serbestçe yaşayabiliyorlardı. Ama buna karşın orada da sistematik bir zulme
maruz kalıyorlardı.
Fransa’daki politik yapıya damgasını vuran asli
unsur, tebaa olarak görülen Müslüman halkla yaşanan karşıtlıktır. Beşinci
Cumhuriyet’i kuran mevcut anayasa, Müslümanların sömürgeciliğe karşı
direnişinin kışkırttığı devlet krizini çözüme kavuşturmak için tasarlanmıştı.
1958’de General De Gaulle anayasal reform talep
etti. Bu talebi ise, Cezayir bağımsızlık savaşının yol açtığı ayaklanmaların
zayıflattığı cumhurbaşkanlığına ait otoriteyi pekiştirmek için dillendirmişti.
Cezayir bağımsızlık hareketi boyunca Cezayir
Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)[6] militanları Fransa’ya önemli zararlar
vermişlerdi. 1958’de Marsilya yakınlarında bu militanlar, bir yakıt deposunu
havaya uçurmuşlardı. Depodaki yangın günlerce söndürülememişti.
Buna cevap olarak Fransız devleti baskıcı
taktiklerini yoğunlaştırdı. 1961’de, Cezayir’in bağımsızlığını elde etmesinden
bir yıl önce, sokağa çıkma yasağıyla ilgili protestoların ardından, Paris polisi
yüzden fazla Cezayir’i katletti.[7]
Bu yoğunluktaki bir çatışmanın kolayca unutulması
pek mümkün değil. Bağımsızlık sonrası Fransa’daki Cezayirliler, Fransız
uyruğunda kalmayı reddettiler ve Fransız vatandaşı olmanın kendilerine zulmeden
bir ulusu tanımak anlamına geleceğine söylediler.
Bugün bile Sağ’da sömürgeciliğe dönük destek
varlığını hâlâ koruyor. Güneydoğu Fransa’da günümüzde birçok kara ayaklı [pieds-noirs], eski Fransız sömürgeci ve
Fransızlara bağlı sömürge güçlerinin eski askerleri yaşıyor.
Bu bölgenin ırkçılıkla ilişkili suçların yaşandığı
bir yer ve aşırı sağın kalelerinden biri olması hiç de şaşırtıcı değil. Ülke
genelinde yapılan çalışmaların da gösterdiği üzere[8], 2015’teki bölgesel
seçimlerde polisin ve silâhlı kuvvetlerin yarısından fazlası, yıldızı giderek
parlayan aşırı sağcı parti Ulusal Cephe’ye (FN) oy verdi.[9]
Radikal
İslam
Fransa’daki Müslümanların politik tarihi, onların
ekonomik konumu ve işçi hareketiyle ilişkisine dair bir değerlendirmede
bulunmadan, sömürgecilik sonrası dönemin genel bağlamı dışarıda tutularak
kavranamaz.
1904 yılında Fransız endüstrisinde ve madencilik
sektöründe çalışan Müslüman sayısı yaklaşık beş bindi. Bugün hâkim olan iklimin
aksine, Fransız hükümeti ve işverenler, kilise ve devleti ayıran kanunun yeni
çıkmasına karşın, yirminci yüzyılın ilk yirmi-otuz yıllık kesiti dâhilinde dinî
gelenekleri çoğunlukla teşvik etmişti.
Müesses nizam, dini Kuzey Afrikalı göçmen işçiler
arasında sendikaların nüfuz elde etme ihtimaline karşı faydalı bir denge unsuru
olarak görüyordu.
O dönemde şirketler çalışanlarına mescitler
yaptılar, oysa bugün özel sektör, ev dışındaki her alanda İslam’a ait
tezahürlerin kökünü kazımak için devletle işbirliği yapıyor.
Gecekondularda yaşan Müslüman işgücünün Fransız
başkentinde namaz kılmasına göstermelik bir jest olarak izin verilmiş, bu
kesimin yaşam standartları ancak militan mücadele sayesinde
geliştirilebilmişti.
Otuzlarda birçok Müslüman Halk Cephesi hükümetini
destekledi. Bugünse Müslümanlar (sosyal yardımlar, gelirin yeniden dağıtımı,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi) birçok toplumsal meselede hâlâ ilerici
görüşlere sahiptirler ve genelde ortanın soluna oy vermektedirler.
1982’de İslam, Fransız siyaset hayatında, otomobil
endüstrisinde çok sayıda işçinin işten çıkartılması sonucu yaşanan grevler
dâhilinde ön plana çıktı. Az çok sendikaların desteği ile Aulnay ve Poissy’deki
Citroën ve Talbot fabrikaları işgal edildiğinde göçmen işçiler, sektör
genelinde büyük bir çatışma süreci içerisine girdiler.
Fabrika sahipleri, göçmen işçilerin sendikalarca
yönlendirildiğine inanıyor, polisin müdahale edip işçileri fabrikalardan
çıkartması için baskı uyguluyordu.
Bu olay üzerine sınıf temelli tanımlayıcı
sözcükler yerine, nüfusun belirli bir kesimi için kullanılan bir etiket olarak
“Müslüman” sözcüğü”, genel söyleme ilk kez damgasını vurdu. Bu etiketin kimi
zaman Fransa’ya neoliberal politik fikirlerin gelişiyle eşzamanlı olarak ortaya
çıktığı düşünülüyor.
Genel kanaate göre, Fransa’daki göçmen karşıtı
duygular, ülkede ırkçı fikirlerin yayılması ile alakalı. Bu yaklaşım,
seksenlerden beri Ulusal Cephe’nin elde ettiği seçim başarılarını da söz konusu
duygulara bağlıyor. Oysa Hajjat ve Muhammed’e göre, bu anlatı olan biteni
yanlış kavrıyor.
Yazarların ifadesiyle, İslamofobik politik
dürtüleri alevlendiren, bağımsız seyreden kimi toplumsal eğilimler değil,
devletin ta kendisidir. Bu noktada Hajjat ve Muhammed, Fransız hükümetinin
Cezayir’in bağımsızlığı sonrasında yaşanan göçle ilgili olarak girdiği
yönelimin üzerinde duruyor.
1966’da Nüfus ve Göç Müdürlüğü isminde yeni bir
kurum oluşturuluyor. Bu kurum üzerinden Cezayirlilerin ülkeye göçlerinin
sınırlanmasına ve bürokratik düzlemde göçmenlerin takibine yönelik politikalar
uygulamaya sokuluyor.
1974’te cumhurbaşkanı seçilen Valéry Giscard
d’Estaing döneminde Avrupa dışından yaşanan göç üç yıl askıya alınıyor.
1978-1980 arası dönemde, işsizliğin arttığı koşullarda Giscard, yüz binlerce
Cezayirliyi ve Fransız yurttaşı olan çocuklarını ülkelerine zorla göndermek
için kanun çıkartmaya çalışıyor. Parlamento, bu tasarının kanunlaşmasını
engelliyor.
Hajjat ve Muhammed’in kanaatine göre, “hükümetin
göçle ilgili husumeti, 1973’teki petrol krizine gösterdiği tepkiyle alakalı
değildir. Bu husumet, her şeyden önce, göçün kontrol altına alınması gereken
bir sorun olduğuna ikna edilen idarecilerin sergiledikleri inisiyatifin bir
sonucu. […] Askıya alınan göç süreci, esasta işsizlik veya ekonomik durum
değil, üçüncü dünya ülkelerindeki demografik dengesizlikler (o dönemde Fransız
toplumunun ‘anarşik göç süreci’nin tehdidi altında olduğu iddia edilmektedir)
ve çok sayıda yabancı işçinin yeni bir 68 Mayıs’ını destekleme riski üzerinden
meşrulaştırılır.”
Yazarların ulaştığı sonuca göre, Fransa’da
İslamofobi’deki yükseliş, Fransız halkı içinde yerleşik, organik bir
ırkçılıktan kaynaklanmamıştır. Esasında o, elitlerin işçi sınıfı direnişini
yönetme ihtiyaçlarından doğmuştur.
İslamofobi’nin
Hukukî Kökleri
Müslümanlara yönelik baskılar, ideolojik düzlemde
üç anahtar kelimeyle bağlantılı olarak gerçekleşmektedir: sekülarizm, (laïcité), cumhuriyetçilik ve feminizm.
1905’te o ünlü, devletle kiliseyi ayıran kanun
dâhilinde sistemleştirilen politik sekülarizm[10] Fransa’daki hayat dâhilinde,
1789 sonrasında Katolikliğin gerici iktidarına karşı verilen mücadeleye kadar
uzanan derin köklere sahiptir. İlk başta Katolik rahiplere yönelik husumete
atıfta bulunan din adamları karşıtlığı, bugün hâlâ Fransız kültüründe varlığını
korumaktadır ve bu karşıtlık Müslüman aleyhtarı sözler edilmesinde önemli bir gerekçe
olarak iş görmektedir.
Charlie Hebdo[11], her zaman yaptığı gibi, gene
Müslümanları hedef alan ırkçı karikatürleri yayınlayınca, yapılan bu iş,
Fransa’ya has sekülarizm ve din adamları düşmanlığının bir dışavurumu olarak
izah edilmiş ve göklere çıkartılmıştır. İslam’ı alaya alma hakkı, fiilen
cumhuriyete ait bir sembol hâline getirilmiştir.
Sekülarizm, doğrudan cumhuriyetçilik içinden neşet
etmiştir. Cumhuriyetçilik ise eşitlik ve özgürlük talep eden 1789 devriminin
bir ideolojisidir. Diğer burjuva demokrasilerinden farklı olarak Fransız
cumhuriyetçiliği, güçlü merkezî devletle ilişkilendirilmekte ve ilk
devrimcilerin ideallerine bağlanmaktadır. Oysa İslam, politik bir mesele olarak
o devrimcilerin gündemine pek gelmemektedir.
Mevcut Fransız anayasasının da ifade ettiği üzere,
“Fransa, bölünmesi mümkün olmayan, seküler, demokratik ve toplumsal bir
cumhuriyettir. Bu cumhuriyet, köken, ırk veya din ayrımı gözetmeksizin, tüm
yurttaşların hukuk önünde eşit olmasını güvence altına alır. Tüm inançlara
saygı gösterir.”
Bugün Fransız siyasetçiler, cumhuriyetçilikten,
bireysel farklılıklar karşısında devletin tarafsız olduğunu iddia etmek ve
cumhuriyetin kurucu ideallerinin evrensel olduğunu göstermek için bahsederler.
Bu tarafsızlık, onlara göre, tüm yurttaşların eşit muamele görmesini
sağlamaktadır.
Oysa pratikte, cumhuriyetçilikten dem vurulması,
eşitsizliklerin gizlenip derinleştirilmesi suretiyle, toplum içindeki itirazın
ortadan kaldırılması amacını güder. Cumhuriyetçilik, üyelerine uygulamak
istedikleri politikalar konusunda ısmarlama kılıflar sunmak suretiyle, Fransız
yönetici sınıfının hâkimiyetini rasyonalize eder.
Bugün Fransa başbakanı olan Manuel Valls[12],
geçmişte bu türden bir ideolojik manipülasyonun üstatlarından biridir.[13]
2013’te içişleri bakanlığı yapan Valls, “cumhuriyetçiliği” Roma kamplarının
yıkılıp binlerce insanın dışarı atılması için bir gerekçe olarak diline
dolamıştır. Kasım saldırılarına yönelik olarak şahin bir siyasetçi olarak
gösterdiği tepki de “cumhuriyetçi” ifadelerle meşrulaştırılmıştır.
Hukuk
Karşısında Eşitsizlik
Sekülerizmin ve cumhuriyetçiliğin somutta ne
anlama geldiği, doğalında yurttaşların dinî inançlarına tabidir. Geçmişte
sekülerizm, rahiplerin seçim yoluyla meclise girmelerine ve meclis oturumlarına
dinî kıyafetleriyle katılmalarına imkân sağlamıştır. Esasında 1905 tarihli
kanun yürürlüğe girdiğinde meclis, rahiplerin dinî kıyafetlerini kamuda
giymelerini yasaklayan kanun değişikliğini reddetmiştir.
Gelgelelim son yirmi-otuz yıllık dönemde
sekülerizm, baskıcı bir içerikle yeniden yorumlanmıştır. Artık sekülerizm,
devletin yurttaşları dışarıda kültürel veya dinî mensubiyeti ifade eden
işaretlerden arındırmasını ifade etmektedir. Sonuçta Müslümanlar kamusal alanda
görünür olmak istiyorlarsa, kimliklerinin merkezî unsurundan feragat etmek
zorundadırlar.
“Okulların seküler niteliği” ile ilgili olarak
2004’te çıkan kanun, İslam’ın dışlanması sürecinin en ünlü örneklerinden
biridir. Kanun, öğrencilerin “dikkat çeken” dinî işaretler takmasını yasaklasa
da bu kanun, hiçbir vakit eşit bir biçimde tatbik edilmemiştir.
Esasında 1994’te söz konusu kanunun ilk versiyonu
önerildiğinde başbakan Edouard Balladur, Fransa’daki Yahudi cemaatini temsil
eden kuruma bu tedbirin sinagog takkesi (kippa) takan Yahudi öğrencileri
hedeflemeyeceği güvencesi vermiştir.
Okullarda başörtüsü takan genç Müslüman kadınlar,
bu dönemde en yoğun baskıyı görmüşlerdir. Cezayir’de Fransızların
örgütledikleri, Müslüman kadınların kamusal alanda açılmalarını öngören
politikayı doğrudan yankılayan bu kanun üzerinden, 2014 yılında başörtüsü
taktığı için okullardan 130 kız öğrencinin atıldığına şahit olunmuştur. Hatta
bu dönemde uzun etekler bile dinî sembol olarak yorumlanmış[14], bu tür etek
giyen kız öğrenciler okullardan atılmıştır.
Kanundaki ikiyüzlülük ve Müslümanlara uygulanan
baskı noktasında bir enstrüman olarak sahip olduğu konum gün gibi ortadadır:
1905’te hâlen Almanya’nın parçası olan Alsace ve Moselle’in doğu bölgelerinde
kilise ve devletin ayrılması politikası hiçbir şekilde yürürlüğe sokulmamıştır.
Orada hahamlar, rahipler ve papazlar devletten
maaş almakta, ama Müslüman bir öğrenci başına taktığı şey yüzünden devlet
okulundan uzaklaştırılabilmektedir.
Hükümet, sadece Alsace-Moselle’i istisnai kabul
etmekle kalmamakta, ayrıca bu yaklaşımına methiyeler düzmektedir. Valls’ın
birçok kez dile getirdiği biçimiyle, “cumhuriyetin cumhurbaşkanı, başbakanı ve
hükümet, Alsace-Moselle’deki mevcut düzenlemelerin özgüllüğüne halel
getirmeyecektir.”
Devletin bir biçimde tasdiklediği, sekülerizmin
yok sayılması politikası, çoğunlukla daha da ilginç sonuçlar üretmektedir.
2013’te Marsilya’nın Ulusal Cephe’den seçilen belediye başkanı, belediye
binasına İsa’nın doğumunu simgeleyen bir tablo astı ve hiç ceza almadı. Galiba
kilise ile devletin ayrılmasını öngören kanun, sadece Müslüman kadınlar için
çıkmıştı.
1905’te çıkan ilk kanunun amacı, Katolikliğin
devlet üzerindeki nüfuzunu kırmaktı. Okullarda doğrudan uygulanmasının sebebi
ise öğretmenlerin devletin ajanları olarak dinî kimliklerini açıktan gözler
önüne sermelerine mani olmaktı. Okul öğrencilerinin devleti nasıl teşkil
edebildikleri ve başörtüsü takarak sekülerizmi nasıl tehdit ettikleri hâlâ izah
edilmesi gereken bir konu.
Bu öğrencilerin devleti tehdit ettiğine dair algı,
esasen çok yeni: 1989’da kız öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklamaya dönük
bir girişim mahkemelerin itirazına maruz kaldı. 2004 tarihli kanunla yapılan
değişiklik ise genelde ABD’deki 11 Eylül saldırılarına ve süregiden “teröre
karşı savaş” siyasetine doğrudan bir cevap olduğu üzerinden izah ediliyor.
Birçok eleştirmenin de ifade ettiği üzere, 2004
tarihli kanun, paradoksal biçimde kamuoyunun belirli üyelerini, genç Müslüman
kızları kamusal eğitimden dışlamaktadır. Sonrasında bu yasak, devletin eğitim
aygıtını bir baskı aracı olarak kullanmasını olağanlaştırmıştır.
Örneğin hükümet, Charlie Hebdo saldırıları sonrası
okul öğretmenlerine İslam’a destek çıkıldığını gösteren işaretler takan
öğrencileri rapor etmeleri talimatı vermiş[15], söz konusu talimat, başörtüsü
kanununun kapsamını daha da genişletmiştir.
Eğer ulusal eğitimin [Éducation Nationale] amacı, tüm gençlere eşit muamele göstermekse,
kanun herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Aksine kanun, okul sisteminin
gerçek amacının öğrencileri belirli kalıplara sokarak, onları Fransız toplumuna
ve kültürüne uyumlu hâle getirmek olduğunu ortaya koymaktadır.
Başka bir ifadeyle, devlet görevlileri
cumhuriyetçiliği tüm Fransız yurttaşlarına herkesin içine tıkıştırılacağı,
yekpare bir kalıp olarak dayatmışlardır. Bu hamlenin amacı, ister istemez
çeşitlilik arz eden toplumun geri kalan kısmına müesses nizamın ideolojik
gücünü kabul ettirmektir.
O noktada okul, Müslüman kadınların devlet eliyle
kontrolü için önemli bir araç hâline gelmiştir. Oysa böylelikle Fransa’daki
kamusal eğitimin genel manada otoriter ve merkezîleştirici niteliği ile uzun
süredir bağlantılı sembolik baskı süreci varlığını sürdürme imkânı bulmuştur.
Fransız okulları veya üniversitelerinde okumuş
herkes, bu kurumların öğrencilerin katı normlara göre “formatlanması”
noktasında kullanıldığı gerçeğine bizatihi şahittir. Bu sayede söz konusu
kurumlar, cumhuriyetin ideolojisine ait ana payandaya omuz vermektedir: yani
Joan Wallach Scott’ın[16] ifadesiyle, eşitlik aynı olmakla ilgilidir.
Öğrencileri bireysel potansiyellerini kamu yararı
adına açığa çıkartma konusunda teşvik etmek yerine, Fransız eğitim sistemi, o
öğrencileri kabul edilebilir birer yurttaş olarak biçimlendirmeye çalışır, oysa
bu süreç, öğrencileri kendilerini besleyen, doğalarına özgü toplumsal ve
zihinsel kapasitelerine yabancılaştırmaktadır.
Bu ideolojinin küstah özgüveni, 1989’da eğitim
bakanına yazılan açık mektupta da karşımıza çıkar. Mektubu kaleme alan feminist
aydın Elizabeth Badinter, başörtüsü takan kız öğrencilerin okullardan
uzaklaştırılmasını talep etmektedir:
“Sayın
bakan, siz kişilerin okulda başörtüsü taktıkları için uzaklaştırılmasının kabul
edilmez olduğunu söylüyorsunuz. Bu merhametli yaklaşımınızın bizi etkilediğini
söylemem gerek, ama biz de size cevap olarak diyoruz ki bu tür yasaklamalar
kabul edilir türden yasaklamalardır. Eğer okuldan uzaklaştırma işlemi okul
kurallarına uyan bir öğrenciye tatbik edilmişse, işte bu, ayrımcı bir
girişimdir. Kuralları ihlal eden bir öğrenciyi etkiliyorsa bu, disiplinle
ilgili bir niteliğe sahiptir. Disiplin ve ayrımcılık ile ilgili hâlihazırda
yaşanan kafa karışıklığı disiplinin altını oymaktadır. Eğer disiplin artık
tatbik edilemiyorsa, o vakit disiplin kurallarının öğretilmesi nasıl mümkün
olacaktır? Eğer kanun, sadece o disipline uymak isteyenlere tatbik edilirse,
bir öğretmen mesleğini nasıl tatbik edebilecektir?”
Badinter’e ve açık mektubuna imza verenlere göre,
devletin otoriteryanizmi ve kontrolü, kamu eğitiminin misyonunun önemli bir
bileşeni ve parçasıdır ya da taassubun faal bir kılıfından ibarettir: Bu Ocak
ayında aynı Badinter, insanların İslamofobik olarak etiketlenmekten
korkmamaları gerektiğini söylemiştir.
Sol
İslamofobi
Bu süreçte daha az haberdar olunan bir husus da İşçi
Mücadelesi (LO) ve Devrimci Komünist Birlik (LCR) gibi, ülkenin ana devrimci
örgütlerinin önde gelen isimlerinin iki başörtülü gencin eğitim gördükleri
okullarından atılmasına neden olan 2004 tarihli kanunu koşullayan olaylar
dizisinde önemli bir rol oynadığı gerçeğidir.
Bu tip olaylar, Fransa’da IŞİD öncesinde İslam’la
kurulan ilişkideki politik momenti tarif etme noktasında, çığ gibi çoğalmıştır.
Sorgulanan Alma ve Lila Lévy isimli gençler[17],
sıkça dillendirilen, günümüz Fransa’sında Müslümanların entegrasyonu denilen,
ağza sakız edilmiş mesele için hiç de iyi birer örnek değildir.
Bu gençler, Müslüman bir ailede büyümemişler:
anneleri geçmişte Müslüman iken Katolik olmuş bir öğretmen, babaları ise bir
Yahudi solcu avukattır.
Ne anneleri ne de babaları dini pratikte yaşayan
isimler. Kızların başörtüsü takma kararı, tümüyle şahsî. Bu öğrencilerin
tercihleriyle ilgili ülke genelinde açığa çıkan tartışma hâlen farklı
biçimlerde sürüyor.
Baba Laurent Lévy[18], İslamofobi olgusuna vurgu
yapıp özelde okulda başörtüsü sorununa işaret edince, Sol içinde politik bir
ayrışma yaşandı. Paris’in dış mahallelerinden Aubervilliers’in komünist
belediye başkanı öğrencilerin okuldan atılmalarını savundu.
Esasında Müslümanlara has kıyafetlerin yasadışı
ilân edilmesi talebi, komünist mahfillerde bir tür gelenek hâlini almış
durumda: 2010 tarihli kanunla nikab yasaklanınca, bu yasak komünist
milletvekili André Gerin tarafından desteklendi. Gerin, bu süreçte sağcı
milletvekilleriyle birlikte çalışmakta bir beis görmedi.
Tartışma hâlen sürüyor: son Nice saldırısı
ardından sağcı birçok isim, ülkede kamusal alanda başörtüsünün yasaklanması,
başörtüsü yasağının kapsamının üniversiteleri de içerecek biçimde
genişletilmesi talebinde bulundu. Doğal olarak bu yasaklama talepleri, son
dönemde Fransız sahillerinde burkininin yasadışı ilân edilmesinde somut bir
karşılık buldu.
Başörtüsü karşıtı girişimlerin öncülüğünü solcu
örgütlerin kimi önde gelen üyeleri yaptı. Ama bu üyelerin tüm yoldaşları ilgili
girişimleri oybirliği ile desteklemediler. Mesele üzerinden solcu gruplar ve
sivil toplumdaki kimi ırkçılık karşıtı örgütler bölündüler.
Mart 2010’da bu gerilim, Devrimci Komünist Birlik’in
halefi Yeni Antikapitalist Parti’nin bölgesel seçimlerde başörtüsü takan İlham
Mussaid’i aday göstermesiyle iyice yoğunlaştı.
Muhtemelen Mussaid’in adaylığı meselesinin çözüme
kavuşturulmamış olması, Yeni Antikapitalist Parti’nin zayıflamasındaki önemli,
hatta en önemli faktördü.
Partinin önde gelen isimlerinden Denis Godard[19],
başörtüsü karşıtı kampın dogmatizmini eleştirip partisinin kolektif enerjisinin
başörtüsü karşıtı harekete yönelik pratik ve politik müdahalede bulunmaktan
çok, genel programatik tartışmalara ve propaganda faaliyetlerine
yoğunlaştırması gerektiğini söyledi.
Devrimci bir partide başörtüsü takan bir kadının
yetkilerini elinden alan aktivistler, Marksist gelenekte tüm çıplaklığı ile
ortaya konmuş bir politikayı görmezden geliyorlar. Bir örnek vermek gerekirse,
Rosa Luxemburg, burjuvaziye özgü din adamları karşıtlığına itiraz edilmesi, o
anlayışın desteklenmemesi gerektiğini söylüyor:[20]
“Sosyalistler,
cumhuriyet karşıtı ve gerici bir güç olan kiliseyle mücadele etmelidirler, orta
sınıfın din adamları karşıtlığını kabul etmemeli, bu anlayıştan
kurtulmalıdırlar. Son on yıldır rahiplere karşı verilen kesintisiz gerilla
savaşı, Fransa’daki orta sınıf cumhuriyetçiler için sürdürülmektedir, bu savaş,
sınıf mücadelesinin zayıflaması ve işçi sınıfının toplumsal sorunlara yönelik
dikkatinin başka yönlere çekilmesi noktasında devreye sokulan en iyi yollardan
biridir.”
Hâkim siyasî geleneklere bağlı siyasetçiler,
Luxemburg’u devrimcilere kıyasla daha kapsamlı ve daha derinlikli
incelemişlerdir. Birçok noktada hükümetin İslam’a odaklanan siyaseti, bütünüyle
hâkim siyasî gündeme hizmet etmiş, kamuoyunun dikkatini neoliberal reformlardan
ve diğer hassas konulardan başka yönlere çekmiştir.
Örneğin 2003’te başörtüsü meselesi gündeme
geldiğinde Jean-Pierre Raffarin hükümeti, emeklilik kanunlarında tartışmalara
sebep olan reformlara imza atmıştır.
Nuit Debout’nun Kaçırdığı Fırsat
Eğer devrimci sol, kendisini İslamofobi ile
kurduğu o rezil ilişki konusunda temize çıkartmış olsaydı, her şey muhtemelen
daha iyi olacaktı. Cumhurbaşkanı adayı olan, herkesin tanıdığı solcu isim
Jean-Luc Mélenchon’un adaylık sürecinde cumhuriyetçi ve milliyetçi bir konum
alması, bunun pek mümkün olmadığının delili.
2011’de Jean-Luc Mélenchon daha da ileri giderek,
sokaklarda namaz kılınmasının yasaklanması talebinde bulundu. Bu nedenle
cumhurbaşkanı adayı, Müslüman karşıtı saldırılara karşı her türden gerçek
muhalefetin yürütülebilmesi için gerekli politik itibardan da mahrum kalmış
oldu.
Sosyalist Parti’de ise Müslüman karşıtı
politikaların olağanlaştırılması, partinin uzun süredir yaşadığı ideolojik
çürümenin tezahürlerinden sadece biri. Sosyalistlerin ideolojik olarak kontrol
ettikleri resmî ırkçılık karşıtı hareket görünürde Müslümanlara zerre destek
sunmuyor.
Liberal aydınlar da devletin ülke içerisinde ve
dışında İslam’a karşı uyguladığı düşmanlığın körüklenmesinde önemli bir rol
oynadılar. Kasım 2015 saldırısının ardından çok sayıda akademisyen ve yazar
devletin çizgisine geldiler[21] ve hükümete askerî karşı saldırı ilânı için
gerekli ideolojik bahaneleri temin ettiler.
2003’te liberal feminist sol çevre içindeki
ırkçılık karşısında yaşanan hayal kırıklığı, sonrasında parti hâline gelen, Cumhuriyetin
Yerlileri (PIR) isimli yeni bir grubun, hareketin ortaya çıkmasına neden oldu.
Parti, Fransa’da ve uluslararası planda “beyaz üstünlüğünü temellendiren
yayılmacı, sömürgeci ve Siyonist hâkimiyetin tüm biçimlerine karşı mücadele
edeceğini” duyurdu. Ana hedefini ise şu şekilde tarif etti:
“[Hedefimiz]
göçmenlerce ve çocukları eliyle sürdürülen tüm direniş uzamlarının
yakınlaştırılması, işçi havzalarında yaşayan insanları ve köken olarak
sömürgelerden ve bu tür topraklardan gelen halkları tek bir ırkçılık ve
sömürgecilik karşıtı dinamik içerisinde bir araya getirmektir. Amacımız ise
Fransız toplumunun gelişimine ve kamu politikasına nüfuz edebilme becerisini
haiz, özerk, yerli bir politik güç inşa etmektir.”
Cumhuriyetin Yerlileri partisinin kurucu
ilkelerinden biri de mevcut soldan özerkleşmektir. Partinin diğer sol politik
aktörlere etki etmede yaşadığı güçlük, bu yıl içinde ortaya çıkan Nuit Debout [Gece Ayakta] hareketi
esnasında tüm çıplaklığı ile açığa çıktı.[22]
“Nuit Debout hareketi dâhilinde Paris’te
ve ülke genelinde geceleri bir araya gelen meclisler, herkese açık
tartışmalarda binlerce insanı topladılar. Bu tartışmaların merkezî konusu,
insanların politikaya yabancılaşması ve şirketlerin demokrasiyi kontrol
etmesine son verme isteği idi. Kısa ama dinamik bir sürece tanıklık edilmesine
karşın hareket, Sosyalist Parti hükümeti ve Fransa’daki hâkim siyasetin geri
kalan kısmına karşı belirli bir muhalefetin oluşmasında önemli bir rol oynadı.”
Ama gene de Nuit
Debout hareketi göçmenlere seslenmeyi başaramadı. Cumhuriyetin Yerlileri partisinin
kitle tabanı olarak belirlediği göçmenler, ülkede oluşan politik ayrımları daha
da belirginleştirdiler. Partinin yorumuna göre:
“Nuit Debout, ‘havzaların’, ‘varoşların’
ve ‘ırkları yüzünden ayrımcılığa maruz kalan insanların’ harekete katılmasını
istedi. Varoşlara yürüyüşler örgütlemeye çalıştı, böylelikle işçilerin,
ezilenlerin ve madunların birliğinin gerçekleşeceğine inanıldı. Bizse şunu
söyledik: bu alanlar arasındaki yakınlaşma belirli kararlara bağlı değildir; o,
mücadelelerimize katıldığınızda zaten gerçekleşecektir.”
Fransız solunun bu mücadelelere iştirak edememesi,
bilhassa bu bağlam dâhilinde ciddi bir mesele, zira Nuit Debout, Fransız Müslüman kadınları da hedef alan, yeni bir
baskıcı iş kanununa gösterilen tepki dâhilinde can bulmuştu. İş Kanunu Madde
1321-2-1, özel sektörün kadın işçilerin kendi işyerlerinde başörtüsü takmasını
yasaklamak gibi ayrımcı kimi uygulamalara başvurmasına imkân veriyordu.
Kanunun meclisten geçtiği günden beri İslamofobik
baskı politikası daha da yoğunlaştı: Temmuz’da Cannes belediye başkanı kentteki
sahillerde burkini giyilmesini yasakladı. Bu karar, otuz başka bölgede,
bilhassa güneydeki sahillerde tatbik edildi. Yasağın 26 Ağustos’ta Danıştay
eliyle kaldırılmasından önce, başbakan bu girişimi açıktan savundu. Bir dizi
devrimci aktivistle birlikte Sol Cephe’nin bileşeni olan Ensemble [Dayanışmacı ve Çevreci Sol Alternatif Hareketi][23] ve
Yeni Antikapitalist Parti yasağı hemen kınadı.
Fransız elitlerin
saldırıların kapsamını nereye kadar genişletecekleri cevaplanması güç bir soru.
Bugün birçok ismin de dillendirdiği biçimiyle, Sol’un mevcut güçlükle
yüzleşebilmesi için Müslümanlara uygulanan zulüm meselesine dair üzerine onca
leke düşmüş o sicilini acilen temizlemesi gerekiyor.
Nick Riemer
29 Ağustos 2016
Dipnotlar
[1] Sheena McKenzie, “French mayors maintain burkini
bans despite court ruling”, CNN.
[2] “Avec l'état d'urgence, les perquisitions en
Eure-et-Loir se font «dans une optique préventive»”, lechorepublicain.fr.
[3] Grey Anderson, “The French Emergency”, jacobinmag.
[4] Karina Piser, “France’s Problem with BDS”, america.aljazeera.com.
[5] Abdellali Hajjat, Marwan Mohammed, Islamophobie. Comment les élites françaises
fabriquent le "problème musulman", Paris, La Découverte, coll.
«Cahiers libres», 2013.
[6] Ian Birchall, “Mitterand’s War”, jacobinmag.
[7] Kim Willsher, “France remembers Algerian
massacre 50 years on”, theguardian.
[8] “Plus de 50% des policiers et militaires ont
voté FN en 2015”, liberation.fr.
[9] Hugh McDonnell, “How the National Front
Changed France”, jacobinmag.
[10] Ian Birchall, “The Wrong Kind of Secularism”,
jacobinmag. Türkçesi: "Yanlış Sekülerlik", İştiraki.
[11] Richard Seymour, “On Charlie Hebdo”,
jacobinmag. Türkçesi: “Charlie Hebdo", İştiraki.
[12] Cynthia Kroet, “Manuel Valls: Burkini ‘not compatible’
with French values”, politico.eu.
[13] Vincent Geisser, “Les cinq laïcités de Manuel
Valls ou comment transformer un concept juridique en ressource de pouvoir
personnel?”, contre-attaques.org.
[14] Magalie Ghu, “La jupe d’une collégienne jugée
ostentatoire: ce que dit la loi sur les signes religieux”, lavoixdunord.fr.
[15] Mark Brown, “Socialism, Satire and Charlie
Hebdo”, International Socialism, isj.org.uk.
[16] Joan Wallach Scott, Politics of the Veil, Princeton.
[17] Hugh Schofield, “Jewish dad backs headscarf
daughters”, BBC News.
[18] Laurent Lévy, “«La gauche», les Noirs et les
Arabes”, Le Monde Diplomatique.
[19] Denis Godard, “S’il ne s’agissait pas de la
religion?”, quefaire.lautre.net.
[20] Rosa Luxemburg, “An anti-clerical policy of
Socialism”, marxists.org. Türkçesi: İştirakî.
[21] Nick, Riemer, “France And Its War On Terror
And Intellectuals”, newmatilda.com.
[22] Nick Riemer, “Nuit Debout”, arena.org.au.
[23] Ensemble, “Communiqué de Ensemble! Retrait
des arrêtés interdisant les burkinis!”, ensemble-fdg.org.