18 Kasım 2018

,

Sosyalizmin Ruhban Karşıtı Siyaseti

I. Krallık ve Cumhuriyet Döneminde Kilise

Şurası açık ki sosyalizmin ruhban karşıtı siyaseti derken, dinî inançlara sosyalist bir bakış açısı üzerinden saldırmayı kastetmiyoruz. Kitlelerdeki din, ancak toplumsal sürecin insana hükmetmediği, bilâkis, insanın o sürece hükmedip onu bilinçli olarak yönlendirdiği durumda tümüyle ortadan kalkacaktır. Kitleler, toplumsal evrimi sosyalizmin verdiği eğitimle idrak ettiği ölçüde bu anlayış da zamanla güçlenecektir.

“Din özel mesele” olduğundan, tarafsız olmak ve dinî meseleler sadece samimi kanaatlere ve vicdana atıfta bulunduğunda o meselelerin parçası olmamak gerekmektedir. Fakat bu başka bir anlama daha sahip olan bir kuraldır. Söz konusu kural, mevcut devlete yönelik bir çağrı olmakla birlikte, aynı zamanda sosyalistlerin davranışlarını da tayin eden ilke hâlini alabilmelidir. Vicdan özgürlüğü adına bizler, inananların inanmayanlar lehine olacak şekilde yararlandıkları tüm imtiyazların kaldırılmasını talep ediyor, kilisenin devlet bünyesinde hâkim bir güç hâline gelme girişimlerini şiddetle eleştiriyoruz. Bu, bir inanç değil siyaset meselesidir, dolayısıyla farklı ülkelerdeki sosyalist partiler, içinde bulundukları koşullar uyarınca, farklı taktikler benimseyebilirler.

Almanya ve Fransa, birbirine zıt iki ayrı siyaset benimsedi. Almanya’da 1870 ve 1880’de yürütülen Kültür Savaşı’na katılmakla kalmayan sosyal demokratlar, Cizvitlerin geri dönmesi görüşüne de destek verdiler. Bizim partimiz, dinin özel mesele olduğuna dair propagandayı fazla yürütmedi, kiliseye kamunun parasının aktarılmasına mani olmasını isteme lütfunda da bulunmadı. Tabii ki yasama meclislerinde bu yönde oy kullandık ama bu amaç doğrultusunda, mitinglerde, basında veya mecliste gerekli propagandayı yürütmedik. Alman sosyal demokratlar, dinî görüşlere ve dinî siyasete tesiri olan meselelere, sanki pratikte cumhuriyetçi propaganda mevcut değilmiş, her sosyalist, doğalında cumhuriyetçiymiş gibi, şerh düştüler. Kilisenin nüfuzu konusunda Fransa’da bu türden taktiklere rastlamak pek mümkün değil. İki ülkede koşullar farklıdır. Almanya’da din adamlarının ekseriyeti Protestan iken Fransa’da Katoliktir. Elbette Almanya’da da Katolik vardır ama bunlar, çoğunluğu teşkil etmemektedirler, üstelik on yıl önce zulüm de görmüşlerdir. Bismarck’ın yürüttüğü kültür savaşı [Kulturkampf] doğalında Sosyalistlerle Katolikler arasında bir ittifakın oluşmasını sağlamıştır, zira her iki kesim de aynı dönemde aynı kanunların devreye soktuğu gerici akıl sebebiyle zulüm görmüştür. Oysa bugün tam aksine Papacılar [Ultramontanistler] iktidardadır ve bu başarıyı kilise değil, politik parti olarak elde etmişlerdir. Dolayısıyla sosyal demokratlar, onlara belirli bir dini temsil etmedikleri için, gıda ürünlerine yönelik vergilere, militarizme ve emperyalizme onay veren vekiller olarak saldırabilirler. Esasen burada politik bir farklılık söz konusudur. Kilisenin nüfuzu, kamusal hayatta ne kadar gerici bir nitelik arz ederse etsin, krallıkta veya cumhuriyette kilise, farklı öneme sahip olmaktadır.

Krallıkla yönetilen bir ülkede kilise, özünde devletteki iç uyumu bozmadan ona ait mekanizmaya dâhil olmaktadır ve despotik bir öğreti olarak, temelde krallık yanlısıdır. Bu anlamda kilise, bağımsız bir politik güç değildir. Diğer yandan kilise ile aynı kaynaktan yetki ve güç temin eden, onun gibi kaynağı Tanrı olan krallık, kilise kamusal hayata müdahil olduğu vakit onu ele geçirme noktasında pek sıkıntı çekmemektedir. Protestan din adamları, ne kadar uysal ve dalkavuk olursa olsunlar, Alman imparatoru birkaç yıl önce onların siyasete girmelerine izin vermeyeceğini ilân etmek zorunda kalmıştır.

İtalya’da karşımıza hükümetle Vatikan arasında cereyan eden bir mücadele çıkmaktadır. Buradaki husumet, krallıkla kilise arasında değildir, iktidardaki iki seküler egemen güçle gücünü yitirmiş olan diğer güç arasındadır. Rusya farklı bir formda da olsa, kilisenin kamu otoritesine ve krallığa yardım ettiği başka bir çarpıcı örnektir.

Bu tür sebepler üzerinden, kamuoyuna ait bir organ olarak değerlendirilen, cumhuriyetin temel ilkelerine fıtratı gereği karşı olan kilise, ilk bakışta cumhuriyetçi Fransa’da dağılıyormuş gibi görünebilir. Devlete ait tüm kurumların halkın egemenliğinde ve seçim yoluyla tayin edilmesi ilkesine karşı gelen kilise, temelde orta sınıfa[1] ait saf seküler güç ilkesinin de karşısında konumlanmaktadır. Kendi ruhuyla hareket eden, feodal bir nitelik arz eden, krallık döneminden kalmış olan bir güç olarak kilise, doğalında devlete ait bir organ olarak politik bağımsızlığa sahiptir ve cumhuriyetin bir düşmanı olarak konumlanmaktadır. Dolayısıyla orta sınıfın Fransa’da teşkil ettiği cumhuriyetin tarihinde din adamlarıyla mücadele, siyaseten asla vazgeçilemeyecek bir kırmızıçizgidir. Ayrıca kilisenin okulları adım adım ele geçirdiğinden, onları cumhuriyete karşı bir silâh olarak kullandığından, cumhuriyetin ondaki muhalefeti alt etmek ve yaşanan dönemsel krizlerden çıkmak için boşuna çırpındığından da söz etmek gerekmektedir.

Fransa’da kilise ve ordu, birçok yönden benzer bir rol oynar. Dreyfus olayı ve sosyalizmin krizi konusunda geçen sene Neue Zeit’a yazdığımız yazıda dile getirdiğimiz biçimiyle:

“Üçüncü Cumhuriyet, bize en kusursuz orta sınıf hükümeti türünü bahşedecek noktaya doğru evrilmiştir. Ama aynı zamanda bu cumhuriyet, kendi çelişkilerini de geliştirmiştir. Bunlardan biri de cumhuriyetin varlığının orta sınıfın elindeki meclisin ve sömürgeci-emperyalist siyaseti uygulamaya sokması gereken daimi ordunun otoritesine yaslanıyor olması ile ilgilidir. Güçlü bir krallıkta ordu, kast tipi yapısıyla, yürütmenin elinde uysal bir araçtan ibaretken, cumhuriyette ordu bağımsız bir güç hâline gelir ve devletin diğer kısımlarına zayıf bağlarla bağlanır. Parlamenter cumhuriyette devleti sürekli farklı sivil isimler yönetir ve başında başbuğ olarak eski bir debbağ da veya belagatli bir avukat da bulunabilir.

Fransa’da, orta sınıfın yürüttüğü çıkar siyasetinin ilgili sınıfı birbirinden kopuk sınıflara böldüğü, onun en ufak bir sorumluluk hissine sahip olmadığı toplumsal evrim sürecinde hükümet ve meclis, o sınıfın çıkarlar dünyasına ait bir oyuncağa dönüşmüştür. Diğer yandan söz konusu evrim süreci orduyu bağımsızlaştırmıştır. Kamu kurumlarının elinde bir araç olmak yerine ordu, kendi çıkarlarına sahip bir grup hâlini almış, cumhuriyete rağmen hatta cumhuriyete karşı cumhuriyeti hiç düşünmeksizin, kendi imtiyazlarını savunmaya hazır olan bir yapıya dönüşmüştür.

Parlamenter cumhuriyetle daimi ordu arasındaki çelişki, ancak ordunun sivil topluma iade edilmesi, sivil toplumun bir ordu olarak örgütlenmesi yoluyla çözüme kavuşturulabilir. O noktada ordu, artık sömürgeci fetihler için kullanılamayacak, sadece milletinin savunulmasını düşünecektir.

Velhâsıl, daimi ordunun yerini milisler almalıdır. Bu durumun gerçekleşeceği güne dek içteki çelişki, kendisini dönemsel krizlerle, cumhuriyetle ordusu arasındaki mücadelelerle, disiplinsizlik, çürüme ve kurumsal bağımsızlıkta karşılık bulan mücadelelerle kendisini ele verecektir. Wilson olayı, Panama ve Güney Demiryolları skandalları Dreyfus olayının birer muadilidirler.”

Kilisenin ve ordunun cumhuriyete karşı işgal ettiği pozisyon kıyaslandığında, her iki gücün arasında bir yakınlaşmanın yaşandığı, sonrasında Fransa’da ortaya çıkan tüm politik krizlere krallığın rengini çaldığı görülmektedir. Cumhuriyetin bu iki kurumu, kıyam ettikleri vakit her daim birleşmişlerdir.

Tıpkı ordu ile cumhuriyet arasındaki çelişkinin daimi ordunun milis kuvvetlerine dönüştürülmesi sayesinde çözülmesinde olduğu gibi, Katolik Kilisesi ile cumhuriyet arasındaki çelişki de ancak kilise, bir kamu kurumu olmaktan çıktığı, özel bir kurum hâline geldiği noktada, yani kilise devletten ayrılıp ruhban sınıfı okullardan ve ordudan çıktığında, ayrıca mallarına el konulduğunda ortadan kaybolacaktır.

Sosyal demokrasi, orta sınıfa ait devletin kapitalist malları kısmen müsadere etmesini istemez, bunun nedeni, onun müsaderelere karşı olması değildir. Bir sanayinin örneğin demiryollarının toplumsallaştırılmasını istediğimizde biz, bu tedbir basit mânâda müsadere yoluyla alınmışsa, buna karşı çıkmayız. Ama bu adım yetmez. Belirli durumlarda, örneğin devletin bir sanayiye el koyması gerektiği durumlarda, daha fazlası yapılmalıdır. Zira belirli bir sanayiyi devletin işletmesi, mülkiyetin kapitalist niteliğinde herhangi bir değişikliğe yol açmaz, hatta kimi durumlarda gerici devletin gücünün artmasına neden olur. İsviçre’de görüldüğü üzere, bu korkunun makul bir zemini varsa, yani devletin gücünün artması tehlikesi mevcutsa, orta sınıf hükümetinden sanayiye el koymasını istemek, boş hayalcilik olacaktır.

Asıl makul olansa, sosyal demokrasinin orta sınıfın elindeki devletten ortaçağa has mülkiyet biçimlerine son vermesini istemesidir. Tekerdeki asıl “çomak”lardan birisi budur. Yoksullara yardım, hastaların tedavisi, okullar gibi tüm görevler, bugün modern devletin sırtındadır. Eskiden din adamlarının ifa ettikleri bu görevleri devlet yerine getirmektedir. Ruhban sınıfının elindeki mülkiyet, bugün orta sınıf toplumunda feodal dönemlerden kalan bir bakiyedir. Görevlerine sadık olan her türden orta sınıf devrimi, kilisenin mallarına el koymalıdır. Fransa’da böylesi bir tedbiri savunmuş olan ama aynı zamanda seküler eğitim talep eden sosyalistler, bugün orta sınıf cumhuriyetçileri ilkelerine uygun hareket etmeye zorlamaktadırlar.

Eğer Fransız yoldaşlar, kendi ülkelerinde başka koşullarla ilişkili olan Almanlara has taktikleri uygulamaktan ve cumhuriyetle kilise arasında otuz yıldır süren politik mücadeleye katılmaktan imtina etselerdi ve tüm bu kavgaların kendilerini ilgilendirmediğini söyleselerdi, kendilerini inkâr etmiş olacaklardı ve pratik siyasete asla etki edemeyeceklerdi.

II. Sosyalistlerde ve Orta Sınıfta Ruhban Karşıtlığı

Sosyalistler, cumhuriyet karşıtı, gerici bir güç olan kiliseyle mücadele etmeli, orta sınıfla ruhban karşıtlığı konusunda uzlaşmamalı, aksine ondan kurtulmalıdır. Son on yıldır rahiplere karşı verilen gerilla savaşı sayesinde Fransız orta sınıf cumhuriyetçileri, işçi sınıfının dikkatini toplumsal meselelerden uzaklaştırma ve sınıf mücadelesini güçsüzleştirme imkânı bulmuşlardır. Ruhban karşıtı siyaset, aynı zamanda Radikal Parti’nin yegâne varlık sebebidir. Gelgelelim son otuz yılda sosyalizmin yaşadığı yükseliş sayesinde bu tür partilerin programları beş para etmez hâle gelmişlerdir.

Orta sınıf partileri açısından devlete karşı mücadele bir araç değil, amaçtır. Özünde bu, belirli bir hedefe ulaşmayacak bir mücadeledir. Orta sınıf, mücadelenin sonsuza dek süreceğini düşünür, dolayısıyla devletin kalıcı bir kurum olduğuna kanaat getirir. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, sosyalistler, orta sınıfın ruhban karşıtı mücadelesiyle yetinmemeli, onun hasım olduğunu bilmeli, ruhban karşıtı orta sınıfın kiliseye karşı verdiği mücadelede onun maskesini indirmesini bilmelidirler.

Sosyalizmin ruhban karşıtlığı ile orta sınıfın ruhban karşıtlığı arasındaki fark, programın kapsamı ve kararların ağırlığı değil, çıkış noktasının çok farklı oluşu ile ilgilidir. Orta sınıf cumhuriyetçilerin son otuz yıldır kiliseye karşı yürüttükleri, zerre ümit taşımayan, hatta böyle olması için de epey uğraş sarfedilmiş olan mücadeleleri, belirli bir niteliğe kavuşmakta, bu cumhuriyetçiler, iki farklı sorun üzerinden suni bir ayrışmaya maruz kalmaktadır. Tek ve ayrılması mümkün olmayan bu politik sorunlar bağlamında söz konusu cumhuriyetçiler, dinî bir kuruma değil de devlete bağlı yardımcı papaz veya rahipler anlamında seküler ruhbanla bekaret ve itaat konusunda yemin edip dinî kuruma bağlı olan nizami ruhbanı farklı görmekte, dinî tarikatları göz ardı etmektedirler. Oysa asıl mesele, kilisenin devletten ayrılmasıdır. O Gordiyon düğümünü tek darbede kesip atmak yerine, dinî tarikatların mallarına el koyup ruhban sınıfına verilmiş tüm idari görevleri ortadan kaldırmak ve kamusal ibadetle ilgili bütçeyi kısmak suretiyle cumhuriyetçiler, sadece yetki dışı tarikatlara saldırmaktadırlar. Kiliseyle devleti ayırmak yerine bu cumhuriyetçiler, dinî tarikatları devlete bağlamaya çalışmaktadırlar. Okullar, dinî tarikatların elinden alınsa da kiliseye ağır bir darbe indirilememektedir, zira kilise, hâlen daha bir devlet kurumu olarak görülmektedir. Bu konuda Fransız başbakanı Waldeck-Rousseau’ya bağlı bakanlık tipik bir örnektir. Dolayısıyla, Radikal Parti’ye bağlı bakanlıkların ve meclis çoğunluğunun aldığı o acınası ruhban karşıtı tedbirlerinin daha kapsamlı reformların başlangıcı olduğunu, soruna kısmi de olsa bir çözüm sunduğunu kimse söyleyemez. Bilâkis, tarikatlara yönelik olarak yürütülen bu yavan mücadele, ancak saldırıyı en hassas yerinden kırar ve din adamlarının pozisyonlarını korumalarına katkı sunar. Bu sebeple kilise, orta sınıf cumhuriyetçilerin uydurduğu hikâyeye, seküler din adamları ile nizami din adamları arasında belirli bir karşıtlık olduğuna dair hikâyeye dair inancı sürekli beslemektedir. Kilise, bu inancını açıktan sergilenen düşmanlıklar yoluyla, dışa vurmaktadır.

Sonuçta orta sınıf ruhban karşıtlığı gerçekte, orta sınıfa has anti-militarizmde görüldüğü üzere, kilisenin gücünü pekiştirir. Dreyfus Olayı, bu anti-militarizmin doğasında olan olgulara sadece temas etmekle yetindiğini ortaya koymuştur. Bu olay, generallerin bulaştıkları yolsuzluğu temize çekmiş, pratikte orduyu daha da güçlendirmiştir.

Sosyalizmin ilk ödevi, söz konusu siyasetin maskesini indirmektir. Bunun için sosyalist hareketin eksiksiz bir din siyaseti ortaya koymalı ve onu orta sınıf cumhuriyetçilerin kuşa çevrilmiş olan programının karşısına çıkartmalıdır. Ama öte yandan sosyalistler, parlamentarist Radikal Partililerin yürüttükleri zavallı hilelere dayanan mücadeleye eleştirme gereği duymadan katılacak olurlarsa, bu orta sınıf “rahip yiyiciler”in[2] her şeyden önce proletaryanın düşmanı olduğunu söylemezlerse, o vakit cumhuriyetçi ruhban karşıtları amaçlarına ulaşırlar ve sınıf mücadelesi yozlaşır. Din adamlarındaki gericilikle mücadele ümitsiz bir hâl almakla kalmaz, ayrıca orta sınıf ile işçilerin ortak eyleminden kaynaklanan, cumhuriyetçiliğin ve sosyalizmin birlikte göğüsleyeceği tehlike, hiç şüphesiz, kilisenin gerici saldırılarından kaynaklanacak güçlüklerden daha büyük olacaktır.

Dolayısıyla kanaatime göre, Fransa’da sosyalizm şu siyaseti gütmelidir: Sosyalistler, ne Alman sosyal demokratların ne de Fransız Radikallerin taktiklerini benimsemeli; sadece cumhuriyet karşıtı kiliseye bağlı gerici güçlere değil, ayrıca orta sınıfta görülen din adamı karşıtı riyakârlığa da saldırıp ona diz çöktürmelidir.

Rosa Luxemburg
Leipziger Volkszeiting
The Social Democrat
Ağustos 1903
Kaynak

[İlk Yayınlandığı Yer ve Tarih: (Fransızca olarak) Le Mouvement socialiste, 1 Ocak 1903 (Bir ankete cevaben).]

Ayrıca bakınız: “Sosyalizm ve Kilise

Dipnotlar:
[1] On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Fransızca bir kelime olan burjuvazi İngilizceye çoğunlukla “orta sınıf” yani proletarya ile aristokrasi arasındaki sınıf olarak tercüme edilmiştir. Dolayısıyla, bugün okurların metinde geçtiği yerde orta sınıf yerine burjuvazi kelimesini koymaları gerekmektedir.

[2] Fransızca orijinali şu şekilde: “bourgeois mangeurs de prêtres. Mangeurs de prêtres” ifadesi, düz mânâda “rahip yiyiciler” demek ama deyim olarak ele alındığında muhtemelen burada “rahiplerden nefret eden burjuvalar” kastediliyor.

0 Yorum: