27 Nisan 2017
Venezuela
27 Nisan 2017
Yukarıdan bakılınca sadece şekil görülüyor. Kendi
şekline önem verenler, sadece şekil görmek derdindedirler. Yapılan analizler,
herkes açısından bir tezahürdür. Nasıl görülmek istiyorsanız onu
görüyorsunuzdur; tersi de doğrudur.
Bu açıdan AKP 2010, en erken 2007’den beri solun
radarındadır. Bunu sorgulayan tek bir kişiye bile rastlanılmamaktadır.
2010’daki haritaya bakıp “işte bizim kitlemiz bu yüzde 42” demişlerdir. Şimdi
aynı cümle, yüzde 49, hatta daha fazlası için dillendiriliyor. Buradan da sağ
toplamın erimeye başladığına dair ümitvar analizler yapılıyor. Sağın da solun
da sahipleri sınıfsal analize tabi tutulmuyor.
* * *
Orhan Gökdemir gibi isimler, referandum günü TV
ekranlarında gördüğü, renkli haritayı gerçek ve kerteriz kabul ediyorlar.[1] Bu
nedenle, kısa vadede emek-sermaye, ezen-ezilen ayrımı üzerine kurulu teori ve
siyaset, doğalında gerici ve yanlış kabul ediliyor. Bu isimlere göre aslolan,
sahil kesimi ile iç kesimler arasındaki kavgadır.
Bu tür yüksek teorisyenlerin ve siyasetçilerin analizlerinin
gerçekte bir karşılığı yoktur. Onlar, kendilerinin tanrı olduğu yanılsamasıyla
mutlu mesut yaşama derdindedirler. Ve asla aşağı inmezler. Teorik zeminleri
Grek-Elen panteonudur, siyaset, felsefe, oradan sorulur. Batı gibi tarih de
oradan başlar. Ama hiçbirisi, Atina ve Sparta arasındaki ayrıma bakma gereği
bile duymaz, çünkü onlar için asıl düşman Perslerdir.
Bugün İslamî kesimdeki Pers-İran-Şia düşmanlığı da bu
Batı çizgisiyle karındaştır. Liberal tezvirat, bu çizgi üzerinden biçimleniyor.
Söz konusu düşmanlığa dair tüm tespitler, örtük olarak Batı’ya yaranmaya dair
sözler içermek durumundadır. Pers’in karşısına Osmanlı, İran’ın karşısına
Türkiye, Şia’nın karşısına bir tür Saray Sünniliği çıkartılıyor, Osmanlı,
Türkiye ve Saray Sünniliği, Batı’nın suyuna daldırılıyor.
* * *
Referandum sonrası oluşan ve ekranlarda sergilenen
haritaya bakıp değerlendirmede bulunmak, şekle kilitlenip arka planı görmezden
gelmek, artık kesinlikle tesadüfi, kazara, yanlışlıkla değildir. Bu görmezlik
hâli, kastidir ve esas olarak Omerta kanunlarına tabidir. Mafyalaşan düzende
birilerine de Omerta kanunlarına uymak, bile bile susmak düşmektedir. “Rumeli
ürünü cumhuriyet”, bunu emretmektedir.
Görülmeyen, gösterilmeyen bir boyut da herkesin 23
Nisan’a, o çizgiye örgütlendiği koşullarda, küçük çocukların olduğu, onları
asker olmaya özendiren kliplerin, kamu spotlarının çekilmesidir.
Bugün Kur’an kursu gericiliğinden kurtarmaya
çalıştıkları, bisiklet öğretmek istedikleri çocukları asker, pilot vs. yapmak
istiyorlar. Geri kalan da holifest gibi burjuva eğlence dünyasına örgütleniyor.
Veya Shell emperyalizminin reklâmında görüldüğü üzere, tuvaletleri bile “sıcak
ve samimi” olan bir dünyaya çağrılıyor.
Ama o tuvalette Aylan Kurdi’ye yer yoktur. Çünkü onun
yurdunu cehenneme çeviren, Shell’dir. Shell, LGBT çalışanlarına destek sunan,
kapsayıcılık ve çeşitliliğe önem veren, “ilerici ve çağdaş” bir kuruluştur.[2]
Omerta da burada devreye girer. Shell’in kirinin
gizlenmesi şarttır. Çünkü o, Ortadoğu halklarını özgürleştirmek için gelmiştir.
Doksanlardan itibaren reklâm, promosyon, halkla
ilişkiler, insan kaynakları literatürü ile sol-sosyalist literatür arasındaki
ayrım, silikleşmiştir. Kadrolar, bu bilip de susma dünyasına uygun bir
eğitimden ve pratikten geçiriliyorlar. Ölen ölür, kalan sağlar onlarındır.
* * *
Orhan Gökdemir, TV ekranında gördüğü haritaya bakıp
analiz kasarken, görmemizi istemediği, o haritayı kimin çizdiği, altta neyin
yattığı, gizlenen çatlaklardır. Burjuvazinin seçiminde ortaya çıkan iki üç
renge göre siyaset yapmak; işte asıl burjuva siyaseti budur. Gökdemir’e göre
sağcı Anadolu, “Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen,
yığılan kitle”dir.
Yazının sonunda ise Gökdemir, insanlara “gâvurluk,
gayrimüslimlik” yapacağını, yapmak gerektiğini söylüyor, Balkanlar’da olduğu
gibi o sağcı kitleyi kıyımdan geçirmeyi telkin ediyor. Gökdemir, hem gerici
olan Balkan göçmenlerinden söz ediyor hem de cumhuriyetin Rumeli ürünü olduğunu
söylüyor. Bu saçmalığı izah edecek gevezelik, onun dilinde illaki vardır.
* * *
Oysa mesele, devlet ve burjuvazidir. Bir mafya bir
mekâna çöker, idaresini bir gence bırakır ve o gencin tüm hayatı o mekânı
koruma çabasından ibaret hâle gelir. O genç, bir taş üstüne taş koymaz.
Sivas, Malatya, Kayseri gibi yerlerde, özellikle gayri
Müslimlerden çalınan mal-mülkle insanların ilişkisi budur. Ve devlet, bu şehirlerdeki
halkı her daim o malı geri almakla tehdit etmiştir.
Altmışlarda Muğla’da bir Alevi aileye sulak arazi
vermiş, sonra onu alıp Sünni aileye teslim etmiş, iki aile birbirine düşmüş,
“sulhu sağlamak” (gene) devlete düşmüştür. Devlet, bazen kedi-fare oyunu oynar,
bazen herkesi birbirine düşürür, gerçeğin tek hâkimi olduğunu anımsatır.
Bir araştırmaya göre, seksenlerde bile Ermenilerin bir
gün gelip mallarını geri alacakları korkusu hâkimdir Sivas gibi yerlerde. Bu
bölgelerde hâlâ Ermeni gömüleri, altınları ile ilgili masalların anlatılması da
buradadır. Bugün Ermeni, bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor hâlâ. Devlete de
buradaki düzeni sağlamak için elindeki sopayı sallamak düşüyor.
* * *
Solun dinle ve milletle ilgili eleştirileri, özünde
devletin sopası olabilme iradesiyle alakalıdır. Oralardaki politik çatlakların
görülmemesinin, görülmek istenmemesinin, “SDP Yozgat” diye oralarda olma
hâliyle dalga geçilmesinin sebebi buradadır. Sol, dindeki ve milletteki sınıf
mücadelesinden kaçma ihtimalidir.
Devletle, devletin sopasıyla düşünüldüğü, solculuk
körü körüne din ve millet düşmanlığı olarak kurgulandığı sürece, sonuç hep bu
olacaktır.
Asıl mesele, her yerde ve her şeyde çatlağı, zayıf
halkayı bulmak, sınıf mücadelesiyle hareket edebilmektir. Bu mücadele, solu da,
dinî, millî kesimleri de keser. Bu kesimleri mücadeleden bağışık kılmaya
çalışanlar, devlete hizmet ediyorlardır.
* * *
Mehmet Ali Aybar, altmışlarda Kürd illerinde Barzani
çizgisiyle ilişki kurar, üç beş miting kalabalık geçer, seçimlerde yüksek oy
alınır, o havayla batıya gelir, sosyalizm, parti gibi konularda çark etmeye
başlar. Aybar, geniş kitle söz konusu olunca kitap ve eğitim meselesinin geri
plana atılmasını söyler. Bu talimat, parti içerisinde tartışmaya neden olur.
Tartışmaların yaşandığı dönemde bir arkadaşı Can
Yücel’e şunu söyler: “Aybar hoca öyle demek istememiş. ‘Benim ailemin bir
tarafı ilmiye, diğeri seyfiye sınıfından, ben nasıl böyle bir şey
söyleyebilirim, teori önemsiz nasıl derim?’ diyor”. Aybar’a kızgın olan Can
Yücel arkadaşına şu cevabı verir: “Evet, Aybar’ın annesi ilmiye, babası seyfiye
sınıfından, ama kendisi de sayfiye sınıfından”.
Bugün gelinen noktada hâkim olan, işte bu sayfiye
sınıfıdır. Burjuva siyasetinin ürettiği renkli haritalara bakıp analiz
yapanlar, bu haritaları diledikleri gibi yorumluyorlar. Hayalleri, o komünizm
tasavvuru bile bir sahil kasabasında yaşamakla alakalıdır. Onların kendilerine
verilmiş üç kuruşluk malın bekçiliğini yapmanın çilesini, oradaki asli yoksulluğu
anlamaları mümkün değildir.
Mülkün ortaklaşması iradesi, o görmedikleri, “gitmesek
de gelmesek de bizim” dedikleri bölgelerde de mevcuttur. Devletin bu iradeye
karşı sallayıp durduğu sopası olmak isteyenlerin o Anadolu’ya düşmanca
bakmaları, görevleridir.
Referandum sonrası sağın eridiği analizini yapanların
görmediği gerçek budur. Sırf sopa sallansın diye Ermenicilik vs.cilik
yapanların derdi, ne Ermeni, ne Süryani, ne Rum’dur. Halk düşmanlığıdır.
Devletin Kafkas ve Balkan göçmenlerine salladığı sopa
olmak değil, o göçmen, mülteci halkların sopası olmaktır anlamlı olan. Yeter ki
su aksın, çatlağını bulacaktır.
Eren Balkır
24 Nisan 2017
Dipnotlar:
[1] Orhan Gökdemir, “Fırtınadan Önce”, 22 Nisan 2017, Sol.
[2] “Shell’de LGBT Çalışanlarımıza Verilen Destek”, Shell.
Ankaragücü:
İmalat-ı Harbiye’den Menemen Yiyen Futbolculara
“Arjantin’de kızlar
orda hayat var
hepsinin elinde
8310 var
ayaklarda ox var
prada bot var
..anızı ...iksin
tüm garibanlar”
Ankaragüçlülerin tribünlerinden zaman zaman yükselmiş
olan bu slogan, bugün takımın bulunduğu durumunda özetidir aslında. Ekmek
kavgası tasasından uzak yaşamlarını sürdürenlerin keyfi yerindedir, fakat
varoluşunu futbol üzerinden biçimlendirmeye çalışan taşralının Ankaragücü
sevgisi, kendini bu düzen içinde sisteme ağır söylemlerle saldırmaktan başka
çare bırakmamakta. Kökleri geçmişe uzanan bir işçi-taşralı ruhunun 100 yıllık
temsilcisi kulüp, şu anda PTT 1. Lig’de 13 maçta 1 galibiyet alarak son sıraya
demir atmış durumdadır.
Prada bot giyenlerin Türk futbolunu
endüstrileştirirken ortaya koydukları çarpık ve seçkinci uygulamalar, dün
“Atatürk adına düzenlenen” bir kupanın, kazananı olmalarına karşın,
Ankaragücü’nün temelini atan İmalatı-ı Harbiye takımını oluşturan işçilerin
kirli ellerine verilemeyeceğini söylemekten geri durmuyorlardı. Bugün de
futbolu yönetenler, zenginlik içinde yüzen kulüplerin milyonlarca borçlarını
yapılandırmasına yardımcı olurken, devlet desteği onlara her türlü sağlanırken
ve yapılan tüm manevralarda İstanbul’un üç kulübünün menfaati gözetilirken 100
yılı aşkın tarihiyle ülke futbolunun en köklü kulübü Ankaragücülü futbolcular
tesislerde kendi hazırladıkları menemeni yiyerek kulübü ayakta tutmaya
çalışmaktadırlar. Menemen lezzetli ve güzel bir yemektir, fakat adaletin
olmadığı bir düzende değil…
Peki Ankaragücü nasıl doğmuştur? Halk takımı oluşunun
bir kökeni var mıdır? Ve geçmişten günümüze hangi anlam dünyasından doğmuş
hangi düşüncelerin temsilcisi olmuştur?
Ankaragücü’nün kuruluşu 19. yy Osmanlı Devleti’nin
askerî alandaki sanayi hamlelerinden biri olan silah imalatı ve tamiri yapan
“İmalat-ı Harbiye” adındaki askerî fabrikaya kadar dayanır. Bu fabrikaya
kalifiye eleman yetiştirmek üzere açılan İmalat-ı Harbiye Mektebi’nin son sınıf
öğrencileri olan Şükrü Abbas ve Agâh Orhan önderliğinde Altınörs İdmanyurdu ve
Turan Sanatkargücü futbol takımlarının tescili için 1910 yılında ilgili makama
başvuru yapılır. Bu kulüpler, zaten 1904 itibariyle fabrikanın çeşitli birimleri
arasında oluşturulan takımlar arasında oynanmaya başlayan futbolun işçi
temelinde kurumsallaşmasının ilk ürünleridir.
Bu iki kulüp ve temsil ettikleri askerî sanayi
fabrikası, 1. Dünya Savaşı’yla birlikte başlayan işgal süreciyle birlikte
kapanır. Bu fabrika işçileri futbol oynamayı bir kenara bırakarak, bu futbol
takımlarının ve yöneticilerinin çekirdeğini oluşturduğu İmalat-ı Harbiye
direniş örgütünü kurarlar, İngiliz ve Fransızların denetiminde olan Cibali ve
Cinci meydanlarındaki silâh depolarına baskınlar gerçekleştirirler. Kurulan bu
yeraltı örgütü, işgal kuvvetlerinin el koyduğu silâhları baskınlarla ve farklı
yöntemlerle ele geçirerek Ankara’ya gönderilmesini sağlarlar. Kurtuluş
Savaşı’nın ihtiyacı olan askerî sanayi işçiliğinin bu önderleri, önce
Eskişehir’e daha sonra da Kurtuluş Savaşı’nın merkezi olan Ankara’ya gelmek
durumunda kalırlar. Gelişen süreç içerisinde şu anda merkez binası Tandoğan’da
olan Makine Kimya Endüstrisi’nin ve ülkenin en eski işçi takımı olan MKE
Ankaragücü’nün temelleri böylece atılmış olur.
1910 yılında kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk sınıfsal
işçi örgütlenmelerinden Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti’nde aktif olarak görev alan
isimlerden beşi aynı zamanda Turan Sanatkaran ile Altınörs İdmanyurdu’nun
kurucularıdır. Bunlardan biri de son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve ilk TBMM’ye
“ilk işçi milletvekili” unvanıyla giren Numan Usta’dır. Yine Altınörs
İdmanyurdu’nun sağ beki olan Ali Tunalı’da Cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli
işçi önderlikleri ve etkinliklerinde bulunduktan sonra 1935’te işçi mebusu olarak
TBMM’ye seçilmiştir ve vekillik süresi dolunca tıpkı Numan Usta’nın yaptığı
gibi tekrar fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamıştır.
İmalat-ı Harbiye fabrikasının Ankara’da yeniden
kurulmasıyla bu fabrikanın bünyesinden çıkan Altınörs İdmanyurdu kulübü 1920
yılında Anadolu Sanatkarangücü adı altında yeniden kurularak futbolun Ankara’ya
gelmesini sağlar. Bu kulübün ambleminde bir örs ve örse çekiç vuran bir el
vardır. Yine Ankaragücü’nün kökenini oluşturan Turan Sanatkargücü de ağzında
çekiç sıkıştırılmış bir kumpastan oluşturan amblemiyle 1922 yılında kurulur. Bu
iki kulüp 1933 yılında Ankaragücü adı altında birleşecektir. Çeşitli nedenlerle
defalarca kapatılıp yeni isimler altında bazen sivil bazen askerî bir kimlikle
futbol etkinliklerini sürdürürken kulübü kuranların, oynayanların ve
izleyenlerinin işçi kimlikleri hep ön planda olmuş, yeniden kuruluş hâlindeki
bir şehri sahiplenen tüm halkın sempatisini kazanmış ve böylece futbolun
Ankara’da kitleselleşmesini sağlamışlardır. 1933 yılındaki Ankaragücü’nün 14
kişilik kadrosunun tamamı MKE’de işçidir. Adı “amele takımı”na çıkan kulüp, bu
nedenle zaman zaman mıntıka ligine alınmamıştır.
Yukarıda anlattığımız Kurtuluş Savaşı öncesi ve
sırasında İstanbul’da oluşturulan çeşitli liglerde işgalci takımlarla
Galatasaray ve Fenerbahçe mücadele etmişlerdir. Ankaragücü’nün kökenini
oluşturan futbolcular ve yöneticiler salt bir silâhlı mücadeleye girişirken ve
işgalcilerle “gerçek toplarla” oynarken İstanbul’un bu iki büyük takımı ise
onlarla aynı liglerde futbol topu oynamışlardır. Hatta işgalci kuvvetlerin
komutanlarından General Harrington adına düzenlenen kupayı Fenerbahçe kazanmış
ve kupayı işgalci generalin elinden almıştır. İşte bu futbol etkinlikleriyle
işgalci güçlerin can sıkıntılarını gideren emperyalist futbolun yüzyıllık
taşeronu bu kulüpler, bugün de yalı çocuklarının, birtakım iş adamlarının ve
devlet erkânının can sıkıntılarını gideren eğlenceye dönüşmüştür.
Simon Cuper’in futbol teorisi Ankara’da çökmüştür.
Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelerek Ankara’ya yerleşen kalabalık yığınların
sadece bir kısmı bu şehrin takımlarıyla bütünleşirken birçoğu bu yeni şehirle
olan adaptasyonlarını İstanbul takımları üzerinden gerçekleştirmeyi tercih
etmiştir. Fenerbahçe’nin Ankara’daki Fenerium mağazaları trilyonlarca ciro
yaparken Ankaragücülü futbolcular kışın o en zor şartlarında bile devre
arasında yırtık, ıslak ve çamurlu formalarını değiştirecek ikinci formalarına
sahip değillerdi.
Ankaragücü’nün bu hâle düşmesinin nedeni nedir? Bu hâlin nedeni, çeşitli dinamikler arasındaki çekişmeler yanında, aslında endüstriyel futbola karşı boyun eğiştir.
Özellikle varoşlarda ve ortanın altı gelir
durumuna sahip kesimde taraftar bulan bu kulüp, maalesef taraftar desteğiyle
yeniden ayağa kalkacak ekonomik bir tabandan mahrumdur. Bu durumda onu
istedikleri gibi sağa sola çekmeye çalışan Ankara’nın yerel egemenleri,
aralarındaki ihtilaflara ve hırs mücadelelerine Ankaragücü’nü kurban
etmişlerdir.
İkinci ligde oynadığı dönemde dahi Türkiye Kupası’nı
ve zamanın Cumhurbaşkanlığı kupasını almayı başaran bir takımdır Ankaragücü
(1980-81). Bir iki kez küme düşmüşse de Süper Lig’de en uzun sezon geçiren
Anadolu kulüplerinden biridir. Taraftarı, yoksunluktan ve egemen İstanbul
takımlarına karşı direnişten aldığı güçle sert tavırlara yönelmişse de bu tavırlar, ülke tarihindeki adaletsiz süreçlerin bir sonucu olarak görülmelidir. Zengin
bir taraftar söylemiyle amatör dönemlerin taraftar ruhunu hâlâ yaşatan nadir takımlardan
birisidir. Ülke futboluna yön verenlerden Fenerbahçe’nin şike sürecinde ceza
almaması için attıkları yüzlerce takladan sadece bir tanesini Ankaragücü için
atmalarını istemek hakkımızdır. Onun sesine kulaklarını tıkayanların pasını da
girişte paylaştığımız tezahüratın son mısrası silmeye devam edecektir.
Yusuf Soyyiğit
2012
Ayşe Çavdar da Cem Küçük gibi konuşuyor.[1] İkisi de
olmayan sınırlarda, olan sınıflar adına hareket ediyor.
Bir ideolojik alan tarif ediliyor. Bu alan, memleket
olarak kodlanıyor. Tıpkı zamanında “Mustafa Suphi buraya yabancıydı, ölmesi
doğal” diyenler gibi, bir şeyler yabancı damgası yiyor, üzerine damga
vuruluyor. Bu isimler, vurdukça yola getirilenler, “gocuklu celebin sopası daha
kalkmadan” hizaya gelenler.
AKP, o hizadan bakılarak eleştiriliyor. “AKP’nin
2002’de bir özü vardı da oraya dönülecek” zannedenler fena yanılıyorlar; aynı
yanılgı, “İslamcı, kara bir öz var, o hiç değişmedi” diyenlerde de mevcut.
Doğan Çetinkaya’da da bu var. İki kesim de aynı kalıpta düşünüyor. O kalıbı
devlet belirliyor.
AKP’nin İslam’la, İslamî siyasetle, İslamî direnişle
hiçbir alakası yok. O, bir devlet projesi, refleksi, kurgusu, en az CHP kadar…
Doksanlarda Deniz Baykal “Anadolu İslamı” diyordu. Bu
ayar 28 Şubat’la aynı frekanstan. Ayşe Çavdar’ın ayarı da öyle. İçe sinmiş bir
Şubat soğuğu bu, ısınmak için solcu-liberal gevezelikler de yetmiyor. Hep
hedef, akademide bir koltuk, bir de çek defteri…
Aynı frekansta Baykal bugün, “Halep Sünni şehri”
tespitinde bulunuyor. Şimdilerde de referandumu tasdikleyerek “2019’da
görüşürüz” diyor. Bugün solun akademiden ve çek defterinden hayata bakan
kesimi, Baykal’a örgütleniyor, Cem Küçük gibi konuşuyor. Özetimiz, hülâsamız
bu.
Bu açıdan İsmail Kılıçarslan’ın “evet manyağız”
demesinin bir anlamı yok. Çünkü o, aylar önce Cem Küçük’ün sözüne benzer sözler
sarfetmiş, aynı telden birilerine “marjinal” demişti.[3] Devlet bekası bakiyeyi
de sıfırladı. Biraz “aykırı” laflar ediyormuş gibi görünenler, yürütülen
pazarlık sonucu hizaya getirildiler.
Burada İslam ve İslamcılık bulmak, kolaycılık. “Hazır
düşmüş, bir tekme de biz vuralım, yolumuzu bulalım” kolaycılığı, kaz
getireceklere teslim olmayı beraberinde getiriyor. Hesaba, zımni anlaşmaya da
dikkat etmek lazım: devlet içre düşünme imkânı, onun ayak işlerini yapmak, kısa
vadede cazip geliyor. HSBC’den aranan kişinin tutuklanmasına sevinenler,
üzülsünler, kendilerine düşen işi artık devletin kendisi yapıyor. Onlar başka
iş aramalı.
Cem Küçük, işsizliğin başka bir tezahürü. Sol gibi
konuşuyor Küçük. Yalçın hocası gibi laflar diziyor. Sadece atın sahibi adına
sufle veriyor. Eski siyasetnamelerde “aslan” mecazı kullanılıyor. Anlaşılan
Erdoğan “at” mecazına başvuruyor. Liberal zihniyette devlet “çekilmesi gereken
kötülük”. O devlet mülkün sınırlarını çiziyor, ilişkileri tarif ediyor, orada
kuruluyor. Birliktelik ve onun geleceği ondan soruluyor. “Bugün İslam, yarın da
sosyalizm olur” diyenlerin bir geleceği bulunmuyor. Dolayısıyla, ideolojik bir
yarışın mânâsı yok. Varsın, ezilenin-yoksulun fiilî mücadelesi olacaksa bugünün
İslamî hareketi ve/veya sosyalizmi olsun! Ama bu mümkün değil. Çünkü herkes,
İslam’ı da sosyalizmi de gerçeğin kendisinden daha fazla biliyor.
Cem Küçük’ün dilinde “İsrail”, “insan” ve “kadın”
kelimeleri yan yana diziliyor. Alıştığımız bir sentaks, bilindik bir gramer bu.
Arkadaşı Barlas Jr. O Mavi Marmara’dakilere “siyasi” diyor. Erdoğan da çeşitli
muhtar sohbetlerinde “ideoloji düşmanlığı” yapıyor. “Tek ideoloji, tek teori ve
tek politika devletindir, gerisi batıldır” diyor.
Fukara Müslümanlar, o hakk hanesine kendilerine ait
kelimelerin girmesiyle avunuyorlar. O kelimenin mânâsı umurlarında değil. İçi
geçmiş, dişi çekilmiş olan girebiliyor içeri. Devletle mücadele yürütülmediği
için ideolojik, teorik ve politik mücadele de verilemiyor. Demek ki o limandan
Mavi Marmara nükleer atık gemisi olarak ayrılmış, siyasileşmiş ve zararlı hâle
gelmiş İslam’ı alıp gitmiş. Bu istenmiş. Kişiyle Allah arasında, budünyayla
alakası olmayan işe başkalarını bulaştırmış olan dışarlıklı ve zehirli mahlûkat
böylece temizlenmiş. Çok modernist ve çok tarihselci değil mi bu, daha ne
istiyorsunuz?
Bu nedenle saf kardeşlerin, küçük derneklerine
çağırmayı İslamcılık zannedenler türüyor bugünlerde. Bunlar da iktidar
pratiğine eklemleniyorlar. Çünkü onlar da meseleyi özel ve kendilerine has bir
pratiğe indirgiyorlar. Müslüman’ın müşterek çilesiyle hemhal olmak, zûl kabul
ediliyor. Devlet, ya kendisine benzeterek ya da kendisinin belirlediği ölçülere
bölerek ilerliyor. Devlet, halka hükmetmediğini, her daim hükmedemeyeceğini
ilikleriyle, genleriyle biliyor. Her fırsatta onu kendisiyle birlikte kurmak,
kodlamak zorunda.
Cem Küçük’e düne kadar “İslamcı” diye küfredenler,
bugün nedense susuyorlar. Charlie Hebdo bilincinin cumhuriyet yürüyüşüne
örgütlendiğini görmeyenler, bugün mızmızlanıyorlar, “CHP meclisten çekilsin”
diyorlar. Bunlar son pazarlıklar, son sızlanmalar. “Hadi hepimiz CHP’ye,
meclise” demenin öncesindeki adım bu. Liberal ve sosyal demokrat ağlara
yakalananlar, küçük burjuva şımarıklıkla hareket ediyorlar. Meclis CHP’nin
hâlbuki, bunlar tarih de bilmiyorlar.
Cem Küçük’ün “savaşa hazırlanın” dediği kesimin
“manyak” dediği kesimle alakası yok demek ki. O zaman IŞİD denilen, bölgedeki
manyakları temizleyen “sinek tuzağı”nı askerî bir işlem, operasyon olarak
görmek gerek. Azamî ölçeği anlamak için asgarî ölçüye dikkat kesilmek lazım.
Ayşe Çavdar’ın sınırından dışarı çıkan, “dışarlıklı
olan” bu elektrikli tellerle örülü sınırlarda yok ediliyor.
Asgarî program-azamî programı devletle ve devletten
okumak şart. Bu tür isimler bu yüzden sınır çalışıyorlar. Kimin yurttaş
olduğunu kimin olmadığını tayin ediyorlar, etmek istiyorlar. Ellerinde
görünmeyen silâhlar var. Bir de açık olanı gizlemek, gizli olanı ifşa etmek
için şu tür cümleler kuruyorlar: “Ya bizim bu konferanslarımıza neden
Amerikalılar katılıyorlar ki?” Onlar başımıza inen demokrasi, özgürlük ve
ilerleme bombaları. Bunların bir kısmı AKP’li oldu geçmişte, Cem Küçük
gibilerin ileride CHP’li olmasına kimse şaşırmasın.
Herkes her şeyi gayet iyi biliyor. Akademinin çek
defteri, o konuşuyor. Ata, at binene yönelik rahatsızlığa aldanmamak, mazrufla
şaşırmamak lazım bu açıdan. Bütün kolektif pratiğin iğdiş edilmesi görevi
onlara verilmiş. Devlet, asla tekboyutlu işlemiyor zira.
Bu cihette, Gezi’de tüm imkânları tüketmiş iradenin
referandum havasıyla hız alacağını sanmak, büyük yanılgı. 1 Mayıs’a üç kişi
daha getirmek dışında, kimsenin bir ufku yok. Bu yanıyla örgütçülükten başka
bir çıkış mümkün değil.
Aslında aslolan, örgütlülük. Örgütçülük, olmayan
örgütlülüğü gizlemek, olan “örgüt”ü göze sokmak için var. Buraya odaklanmak
gerekiyor. Benzer bir örgütçülük, ağababaları CHP’de de söz konusu, zaten her
şey oradan öğreniliyor. Kadrolar öncesinde, şefler sonrasında CHP’yi siyaset
okulu olarak görüyorlar.
O da bu tufanda, ilerleyen süreç için(de) kendisini
koruyor, kendisini merkeze alarak yürüyor, kendisiyle düşünüyor. O şahdamarı,
AKP kadar CHP’yi de kesiyor. Aynı kandan besleniyor. O damara kan vermenin kimseye
hayrı bulunmuyor.
Kimse, “burası bizim, bizden olmayan gebersin” diyerek
yükseleceğini sanmasın. Kaldıysa bir çift göz, alttakilere baksın.
Eren Balkır
22 Nisan 2017
Dipnotlar:
[1] Ayşe Çavdar, “İslamcı Haset, İntikamcı Devlet”, 22 Nisan 2017, Not Defteri.
[2] Y. Doğan Çetinkaya, “Cem Küçük’e Saldırmanın
Dayanılmaz Hafifliği ve İslamcılık”, 20 Nisan 2017, Başlangıç.
[3] Bir eleştiri için bkz.: Eren Balkır, “İsmail
Küçükarslan Sen Busun”, 27 Şubat 2017, İştiraki.
Referandum Sonrası Yeni Dönem: Ontolojik Siyaset
Referandum
ya da daha doğru kavramıyla plebisit sona erdi. Hiçbir tereddüt yaşamaksızın
hayır cephesinin kazandığı rahatlıkla görülmektedir. Bu oylamanın resmî sonucu
evet çıksa da böyledir. Büyük bir şaibe ve manipülasyon yaşandığı ve oylamanın
sonucunun gayrı meşru bir karaktere büründüğü halk tarafından gayet iyi
bilinmektedir. Diğer yandan evet cephesinin istediği sonucu elindeki tüm devasa
olanaklar ve kullandığı tüm baskı ve zor araçlarına rağmen elde edemediği,
büyük bir şok ve moral bozukluğunu ne kadar gizlemeye çalışsa da yaşadığı
görülmektedir. Oylama meşru değildir, halk kitlelerinin büyük bir kısmından ret
almıştır ve bunu gayet iyi bilen iktidar cephesi, yönetememe krizinin ve
beraberinde gelecek siyasi krizin bu anlamda devam edeceğini gayet iyi
bilmektedir. Burada oylama sonrası siyaset alanının ve demokratik-sosyalist
siyasetin odaklanması gereken noktaları özet biçiminde tartışmaya çalışacağız.
Bu noktada iki başlık açacağız. İlk başlık, siyaset alanının daralması
probleminin yerini siyaset alanının yönelimsellik kaybı ve nesnesizleşmeye
bıraktığını, ikinci olarak da Heidegger’in ontik-ontolojik ayrımının ontik
siyasete sıkışmış olmanın yarattığı krizi aşmada bize sağlayabileceği olanaklar
ele alınacaktır. Sonuç olarak Türkiye muhalefet cephesi bileşenlerinin gerçek
bir demokratik buluşma gerçekleştirebileceği ontolojik “uzamlar” yaratabilme
gerekliliğinden bahsedeceğiz.
Siyaset
Alanının Daralması Fenomeninin Yerini Nesnesizleşme ve Yönelimsellik Yitimine
Bırakması
Politik
teorinin uzun süredir gündeminde olan konu, siyaset alanının daralması
fenomeniydi. Bu fenomen, daha çok modernlikle beraber bireyin özel hayatının
örgütlenmesini sağlayan zorunlulaştırılmış koşulların onu kamusal hayatın
dışına itmesiyle ortaya çıktı. Bireyin yaşamını sürdürebilmesi için dâhil
edildiği zorunlu çalışma, emek, tüketim süreçleri insanın zaten “politik” bir
varlık olmasından dolayı ortaya çıkan kamusal varoluşunu ve bu varoluş
üzerinden yaşadığı siyasal katılım ve özgürlük deneyimini
profesyonelleştirilmiş bir sektör olan politikaya devretti. Bu profesyonel
sektör, politikayı yalnızca maddi refah toplumu amacına dönük bir araç hâline
getirdi ve kitlenin politik alanın dışına itilmesiyle beraber politikaya olan
yabancılaşmasına ve politik pathosyitimine yol açtı.
Politika,
yalnızca belli dönem aralıklarıyla yapılagelen seçim ritüeline dönüştürüldü. Ve
bu ritüelin hiçbir şeyi yine de değiştirmediğini gören kitleler, yalnızca
politikaya değil siyasi bir özsellikle yüklü olan tarihsel varoluşsallığına da
yabancılaştı.
Ancak
bu daralma fenomeninin bugün negatif anlamda aşıldığı görülmektedir. Yani
daralma fenomeni, yerini siyaset alanının nesnesizleşmesi, Husserlci yönelimsellik
kavramı bağlamında düşündüğümüzde yönelimsel nesne yitimine bırakmıştır.
Husserl’in hocası Brentano’dan devralarak felsefe geleneğimize armağan ettiği
yönelimsellik kavramı, bilincin sürekli güncellenen edimselliğini ifade eder.
Bilinç daima bir şeyin, …-nın bilincidir. Yani bilinç, daima bir şeye doğru
yönelimin, kastın, özne ve nesne arasındaki mesafeyi dolduran fiiliyle yüklü
bir karaktere sahiptir ve bu fiil, onun hem nesnesiyle karşılaşmasını hem de
nesnesini yaratmasını sağlamaktadır. Bu anlamda bilinç, özneden nesneye doğru
hareket eden bir temsilin özne metafiziği aracılığıyla kurgulanmış ve
mutlaklaştırılmış bir yapısı değildir. Yönelimsellik, bilincin bizzat
özne-nesne ilişkisinin kendisine olan devinimini ifade eder. Ve bu devinimin
ürettiği bağlamlarda demin de söylediğimiz gibi nesnesiyle hem karşılaşmasını
hem de onu yaratmasını ifade eder.
Siyaset
alanı, uzun zamandır özne ve nesne arasındaki mesafeyi dolduran bu yönelimsel
fiilden yoksundur. Yönelimsel analizin temelinde duran fenomenolojik
araştırmanın kendisini konumlandırdığı alan, şeyin bizzat kendisiyle, görünme
yani tezahür etme tarzları arasındaki farktır.
Şeyin
kendisine, yani hakikatine yaklaşabilmenin koşulu da bu aradaki farkı
gidermedir. Husserl, bizzat bu nedenden dolayı “zu den sachen selbst”,
yani “şeylerin kendisine” ifadesini ilkeleştirmiştir. Çünkü şeyin kendisiyle
aramızda şeyin farklı tarzlarda belirmesi, zuhur etmesi, görünüşe gelmesi
bulunur. Neo-liberal dünya dönemi, siyasetin tüm seksiyonlarında şeyin
kendisiyle tezahürleri arasındaki farkları giderebilmenin politik olanaklarını
yok ettiği için, siyaset hem nesnesiyle karşılaşabilecek hem de nesnesini
yaratabilecek yönelimsel edimlerini üretemez vaziyete gelmiştir.
Bunun
en acı bedelini tüm kanatlarıyla sol-sosyalist siyaset yaşamıştır. Çünkü
sol-sosyalist siyasetin “şey” olarak hakikatiyle, tezahürleri arasındaki mesafe,
neo-liberal sisteme karşı ontolojik bağışıklık yitirildiği için o kadar
açılmıştır ki sol siyaset, yönelimsellik yitimiyle birlikte hem bir
nesnesizleşme hem de hakikat kategorisini tüketme sonucuyla karşı karşıya
kalmıştır.
Bugün
siyaset alanındaki kriz, artık bir daralmadan da öte, buraya kadar geçilen
özette de iddia edildiği gibi, yönelimsellik kaybı ve nesnesizleşme ile
ilgilidir. Bilinç, nasıl bir şeyin, yani …-nın bilinci ise siyasi bilinç de
siyasi bir “şey”in, yani siyasi bir …-nın bilincidir. Ancak bu siyasi “şey”,
bugün belirsiz, muğlak, içi boş bir mantıksal nokta hâline getirilmiştir.
Referandum
sonrası süreç, bu yönelimsellik kaybını ve nesnesizleşmeyi de aşacak bir
olanağa dönüştürülebilir. Muhalefet cephesini bir araya getiren “şey” artık AKP
değil siyasi bir şeyin, siyasi bir …-nın bilinci olacaktır. Ve bu yeni bilinç,
yönelimsel edimlerini ürettiğinde siyasi krizin ana halkalarından birini
çözebileceğini görecektir.
Politik
Bağlamda Ontik/Ontolojik Ayrımı
Heidegger’in
metafizik/ontoloji tarihini eleştirirken ürettiği bu kavramsal ayrımı politik
bağlamda düşünmenin yazının ilk bölümünde iddia edilen yönelimsellik,
kaybı-nesnesizleşmeden dolayı yaşanan politik alan krizinin aşılmasında bize
olanaklar sunabileceği varsayımını ele almak istiyoruz. Bu, bugün için güncel
Türkiye siyaseti bağlamında daha çok düşünülmesi gereken bir öneri olarak
okunabilir.
Ontik-ontolojik
olarak dile getirdiğimiz ayrım, Heidegger’in varolan-varlık ayrımı olarak da
belirlediği ve metafizik/ontoloji tarihi eleştirisinde temele aldığı kilit bir
bağlamdır. Ona göre, metafizik hep varolanı düşünmüş ve varlığı düşünmeyi
unutmuştur. Metafizik, varolanı varolan olarak sorguladığı için varolanda
takılıp kalmış ve “Varlık” olarak varlığa yönelememiştir. Felsefî terminolojinin
özel alanına çok dalmadan anlatmaya çalışalım.
Heidegger’in
varolan olarak belirlemeye çalıştığı kavramsallık insanı, animal rationale
ya da subiectum ya da özne olarak tasarımlayan metafiziğin bu özneye
“göre” belirlediği tüm “şey”leri ifade eder. Bundan dolayı bilimlerin araştırma
nesnesi olarak belirlediği doğa alanındaki tüm nesne ve nedenler, insanın biçim
ve içerik bakımından anlamlı kıldığı tüm şeyler, zihinsel, ruhsal, psişik,
zamansal, estetik tüm belirlenimler, bu anlamda varolanlardır. Sandalye bir
varolandır, sayı da bir varolandır.
“Nitekim hakkında
konuştuğumuz, bir kanaat beslediğimiz, şu veya bu şekilde ilişki kurduğumuz her
şey bir varolandır. Ayrıca neliğimiz ve nasıllığımız içindeki bizler de birer
varolanız. Varlık ise öylelik ve neden-nasıllıkta, gerçeklikte, mevcut-oluşta,
kalıcılıkta, geçerlilikte, Dasein’da, ‘vardır’da yatmaktadır.” (M.
Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, syf.
6.)
Peki
politik bağlamda bu ayrım, bize ne gibi düşünce olanakları ve ufuklar
sunabilir? Siyaset alanında geçerli olabilecek bir ontik siyaset-ontolojik
siyaset ayrımı yapılabilir mi? Eğer yapılabilirse, bunun bugün güncel iç
siyaset açısından taşıdığı anlam nedir?
Ontik
siyaset, bugün zaten güncel Türkiye siyaseti üzerinden düşünüldüğünde,
karşımızda en aşırı uçlarıyla boy veren bir fenomen hâline gelmiştir. Ontik
siyaset, yönelimsel nesnesini koşullar, reel-politik, çıkarlar ve esasta
iktidarın kaybedilmemesi olarak belirlemeye çalışmıştır. Bu, AKP’yle başlayan
bir süreç değildir. Bu, neo-liberal dünya sisteminin devreye girmesiyle
doygunluğuna erişmiş ve oluşmuş bir politik deneyimdir.
Bu
anlamda ontik siyaset, Özal döneminden itibaren neo-liberal yeni sürümüyle
Türkiye’de de devreye girmiştir. Bugün muhalefet cephesinin belli bir
perspektif ve hareket noktası sağlayamaması, ontik siyasete sıkıştırılmasıyla
ilgilidir. Muhalefete âdeta Türkiye’nin koca ontolojik tarihi unutturulmuş ve
siyasi yönelimselliği AKP varolanına hapsedilmiştir.
Diğer
yandan ontolojik siyaset, ontik siyasetin aksine, ilkeler, perspektif,
programatik bir hatta sahip olmak olarak, ontik olanın anti-tezi şeklinde
formüle edilme zorunluluğu içermemektedir. Çünkü ilkeler, perspektif ya da
programatik hat olarak tasavvur edildiği düşünülen temeller de ontik olanlarda
takılıp kalmış olabilir.
Ontolojik
siyaset, ister özel bir siyasi hareketin politik sıkışması olsun isterse
siyaset alanının genel krizi olsun, bu sıkışmayı yaratan tek ya da birçok,
somut ya da formel bir politik varolandan kurtulup insan varoluşsallığının
bütünselliğini siyasal olanaklılık olarak güncelin içinde aramanın ve
keşfetmenin yöntemleştirilmesidir.
Yakın
zamanda Türkiye özelinde ontik siyasetten ontolojik siyasete geçiş
örneklerinden birisini Kürt hareketi gerçekleştirmiştir. Hareketin Kürt ulus
devleti paradigmasından demokratik özerk bölgelerin toplamından oluşan
demokratik bir cumhuriyet formülasyonu içerisinde Kürtlerin özerk demokratik
toplumsallığını kurma noktasına sıçraması, tam anlamıyla ontik siyasetten
ontolojik siyasete geçiş yapabilme örneklerinden birisidir. Kürt sorununu
insanlığın belli bir döneminin belli bir politik varolanına (bağımsız ulus
devlet) sıkıştırma perspektifinin bırakılıp Ortadoğu’nun tarihselliği, insan
üretici gücü, Kürt toplumunun tarihsel yapısı hesaba katılarak, meselenin
konfederatif bir siyasal organizasyon hattı içerisinde yeniden ele alınması,
ontolojik siyasete geçiş deneyiminin kendisidir.
Kürt
hareketi, önderliğinin aracılığıyla bu hamleyi yapabilmiş, Kürt toplumunun
tarihsel özelliklerini politik güncellik içerisinde politik bir olanak hâline
getirmiş ve sıkışmayı aşmıştır. Özellikle modern ulus devlet varolanında
(Kürdistan) takılıp kalmaktan kurtulup, Heidegger’in varolanın varlığının
hakikati olarak belirlediği yön değişimine benzer bir şekilde sorunun varlığına
yönelinmiş ve meselenin Türkiye’nin demokratikleşmesi bağlamından ayrılmazlığı
hakikati dâhilinde, iki ulusun kopması değil, otonomi aracılığıyla dezavantajlı
grubun belirginlik arz ettiği bir programa bağlanması sağlanmıştır.
Ancak
hareketin esas çözmesi gereken nokta kullanacağı araçların diyalektiğini
belirleyememe olarak ortaya çıkmıştır. Hareketin silahlı mücadele/demokratik
mücadele arasındaki yalpalama ve dengesizliğe hapsolması, onu ara ara ontik
siyasete sıkıştırmakta ve dönemsel politik krizlerini üretmektedir. Bir diğer
sorun meselenin 7 Haziran öncesinde bir zamansal politik varolan haline
getirilmiş olan “çözüm süreci”ne sıkıştırılması ve süreç bitirildiğinde
meselenin eski şiddet ve çözümsüzlük kılığıyla yeniden hortlayabilmesidir. Oysa
ontolojik siyaset, meseleyi böylesi bir zamansal politik varolan haline
getirilmiş konjonktüre sıkıştırmakla değil onu her türlü konjonktürü aşacak
olan bir olanağa çevirmekle yaratılabilir.
Sonuç:
Gerçek bir Muhalefet Cephesini Ontik Siyasetten Ontolojik Siyasete Geçiş
Belirleyecek
Referandum
oylaması ve sonrasıyla beraber yeniden bir muhalefet cephesi birliğinin
deneyimlenmeye başladığını görüyoruz. Oylamayı sonuç odaklı görmek referandumu
da bir politik varolan haline dönüştürecek ve muhalefeti yalnızca bu politik
varolana sıkıştıran bir ontik siyasete hapsedecekti. Anca öncesi ve sonrasıyla
böylesi bir ufkun aşıldığı görülmektedir.
Elbette
ki şaibeli seçim sonuçlarına itiraz ve bu yönde muhalefetin bir demokratik
sokak hareketi kimliği kazanması son derece önemlidir. Ancak referandum öncesi
ve sonrasıyla sonuç ne olursa olsun bir mücadele olanağı olarak ele alınmalıydı
ve bu bilinç olarak gerçekleşmiştir.
Muhalefetin
tüm olanaklı bileşenleriyle bir araya getirilebileceği demokratik bir “topos”
ya da “uzam” yaratma işi, ontolojik siyasete geçişin bir ön koşulu olarak
görülmeli ve bu işi demokratik-sosyalist siyasetin üstlenmesi, dahası
demokratik-sosyalist siyasetin bunu üstlenebilecek bir yeni siyasete
geçebilmesinin olanakları aranmalıdır.
Böylesi
bir demokratik “topos” ya da “uzam”ı birbirlerine “göreli” iç gerilimleri olan
muhalefet bileşenleri değil, gerilimin sahibi uçların arasına bu “göreli”
gerilimlerin akıtılabileceği politik havzalar açabilecek hareketler
yaratabilir.
Cumhuriyetçi-ulusalcı
siyasetin demokratik tabanı ile Kürt hareketinin tabanı, bu iki ucun
geriliminin birbirlerine akıtılmasını önleyecek böylesi bir politik ontolojik
havzanın oluşturulmasıyla bir araya gelebilir. Seküler taban ile dindar tabanın
birbirlerine “göreli” olan gerilimlerinin, yine böylesi bir politik ontolojik
havzaya akıtılabilmesiyle bir “demokratik buluşma” gerçekleşebilir. Ve bu
havzaları oluşturma, yaratma, olanaklarını arama konumuna sahip olan siyaset,
demokratik-sosyalist siyasettir. Çünkü hem sınıfsal gerilimlerin hem de kimlik
gerilimlerinin çözümünü üstlenmeye aynı anda talip olabilecek bir tarihsel
varoluşsallığa sahip siyaset bu siyasettir.
Ancak
tüm olanaklı bileşenlerin kendi politik krizini üretmelerini sağlayan ontik
siyaseti aşıp ontolojik siyasete geçiş yapmalarını sağlayacak kalkış
noktalarını keşfetmeleri de bir diğer görevdir.
Ulusalcı-cumhuriyetçi
siyasi gelenek ve taşıyıcıları, devletin mutlak ve aşılamaz yapısı olarak 1923
politik varolanını görmektedirler. Bugün bir mevzi olarak gördükleri bu politik
varolanı yokoluşa götüreceğine inandıkları sürecin bizzat bu politik varolanın
tarihsel krizinin bir sonucu olduğu yollu ontolojik hatta sıçrayamamaktadırlar.
Bundan dolayı ontik siyasete sıkışıp kalmakta ve tıkanmaktadırlar. Dahası sol
hareketin belli bir kısmı da AKP politik varolanına sıkışmış bir ontik
siyasetin sürdürücüsü durumuna düştüğü için, 1923 politik varolanını AKP’ye
göreli bir ontoloji sahibi kılıp kendi kolektif bilinçdışı yapılarında onun
“ileri” bir politik varolan olarak durduğunu farkında olmadan itiraf
etmektedirler. Cumhuriyetçi siyasi geleneğin bu tıkanmayı aşmasının yolu
şimdiki zamanımızın 1923 politik varolanının getirdiği tarihsel krizin bir
ürünü olduğu ve cumhuriyetin reorganizasyonuna ihtiyaç bulunduğu yollu bir
ontolojik kalkış noktası olacaktır.
Sol
hareket AKP politik varolanına sıkışmış bir ontik siyasetten çıkış noktasını
bulmalıdır. Çünkü yıllardır hapsolduğu bu siyaset ona AKP öncesi Türkiye’yi
unutturmuş ve sanki o Türkiye’yle uyumlu ortak kodlara sahip olduğu
yanılsamasını kolektif bir bilince dönüştürmüştür. Öte yandan sol hareket
bağışıklığını ontolojik olarak yitirdiği ilerlemeci ve aydınlanmacı kodları
mutlaklaştıran ve bu mutlaklaştırmayla kendisinde o kodları solculaştırdığı
sanısını yaratan epistemolojiyi terk etmelidir. Sol siyasallığın içeriğini
modernizm, aydınlanmacılık ve pozitivizmle melezleşmiş bir öznelliğe sabitlemek
isteyenler, insan varoluşunun belli bir evresini diğer evrelerine aşkınlaştırarak,
bu aşkınlaştırmayı modern politik özne varolanına dönüştürmekte ve bu varolanın
metafiziğine sıkışmaktadırlar. Bu, solun dindar tabanla buluşabilme
olanaklarını da engelleyen bir epistemolojidir. Sol hareket, kendisini ontik
siyasete sıkıştıran modern politik özne varolanını değil, insanın tarihsel
varoluşsallığının bütününü yönelimsel nesnesi kılmalıdır.
Referandum
sonrası dönem yazıda kısaca bahsi geçen bu sorunların aşılabilmesine bağlı
olarak büyük bir demokratik politik olanağa çevrilebilir. Söylenildiği gibi
bunun yolu her bir politik temsiliyetin politik tıkanma ve krizlerini üreten
ontik siyaset nesnesini aşabilecekleri bir ontolojik siyaseti keşfetmesine,
yaratmasına bağlıdır. Referandum sadece resmi olarak kaybedilmiştir. Bunu evet
cephesi gayet iyi bilmektedir. Bundan dolayı önümüzdeki süreç muhalefetin
gerçek varlığının ortaya çıkabileceği bir döneme çevrilebilir.
Ozan Çılgın
19
Nisan 2017