İktibas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İktibas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2025

, ,

Vasatizm


İran’ın İsrail veya ABD’ye yönelik misillemelerinde her seferinde İran’ın “önden haber verdiği” iddiaları ortaya atılıyor. Bunların bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış olabilir. Ancak hepsi doğru olsa bile bunun nesi kötü?

Böyle yapması, İran’ın “korkak bir devlet” olduğunu veya “danışıklı dövüş içinde olduğunu” değil, gerilimin geri dönülmez noktaya gelmesi ihtimalini düşünen, serinkanlı hareket etmeye çalışan bir tutum içerisinde olduğunu gösterir.

Neden ABD/İsrail her türlü saldırıyı yaparken, İran kendi gücü ve stratejisi doğrultusunda krizi kontrollü bir şekilde yönetmeye çalışınca “İran da boşmuş!” oluyor?

Dünyayı savaşa sürükleyen güç, emperyalist/siyonist ittifaktır. Bunun dışında kalan her güç, çatışmanın geri dönülmez noktaya yaklaştığı anlarda diplomatik çözüm arar.

Hem gücü, hem tutumu gereği yapar bunu. Emperyalizmin en büyük saldırı araçlarından biri, devasa askeri gücü kadar karşısındakini bütün gücüyle saldırmaya ittiği provokasyonlarıdır.

İran, -iddia edilen nükleer güç de dâhil- elindeki bütün gücü sevk edip geri dönülmez bir nükleer savaş çıkardığında mı “Fıs” olmayacak anlamıyorum ben.

Uluslararası ilişkileri ekran başında “Dıkşın dıkşın” diyerek izleyen çok sayıda insan var belli ki.

Erkin Özcan
24 Haziran 2025
Kaynak

* * *

Vasatizme bir kısa bakış:

Sevgili Erkin Özcan yazısında İran’ın CENTCOM üslerine saldırıdan önce ABD’yi bilgilendirmesine getirilen eleştirileri ele alıyor ve şu soruyu soruyor:

“Neden ABD/İsrail her türlü saldırıyı yaparken, İran kendi gücü ve stratejisi doğrultusunda krizi kontrollü bir şekilde yönetmeye çalışınca ‘İran da boşmuş!’ oluyor?”

Öncelikle Erkin’in işaret ettiği profiller, devletlerarası ilişkilerden gerçek anlamda bihaberdir. Medyada yer edinenlerin görevleri ise kitlesel manipülasyondur.

Bihaber olmayıp bihabermiş gibi davrananlar da maalesef ki söz konusudur. Çünkü ne acıdır ki istenen, dünya üzerindeki gelişmelerin amatör lig futbol maçı seviyesinde algılanmasını sağlamaktır.

Her devlet, eğer konvansiyonel savaşa girmiyor veya uzun süreli sınır ötesi özel operasyon olarak tarif etmiyorsa, diğerine haber verir. Amerikalılar da İranlılara haber verdiler. Üstelik CBS Medya grubu üzerinden de saldırıdan önce haber verdiklerini dünyaya ilan ettiler.

Sadece açıktan savaş açmaya kalkanlar haber vermezler.

İran’ın yaptığı ise özellikle Amerika’nın attığı bomba adedinde füzeyi, boşaltılmış üslere sapanla taş atar gibi öylesine yollayarak öncelikle ABD’ye karşı mütekabiliyet ilkesini sağlama almaktı.

Çok daha önemlisi ise İsrail ya da bir başkası yarın öbür gün ABD üslerine siyah kuğu saldırısı yapar ve suçu İran’a atmaya kalkar ise bu olası saldırıları kendisinin yapmamış olduğunu rahatlıkla dünyaya ilan edebilecek ön almayı gerçekleştirmekti.

Saldırının hemen arkasından gelen Trump’ın İran’a teşekkür mesajları da bu durumu onaylamış oldu. Devamında da İsrail ve İran arasında karşılıklı saldırılar devam etti. İsrail’in Tahran’a yaptığı saldırının ardından İran, İsrail’e tam altı dalga halinde Balistik füze saldırısı düzenledi. Üstelik ABD Başkanı Trump’ın 6 saat ve 12 saatlik ateşkes öncesi koşullarını birebir yansılayarak.

E artık burada kozlarını bir bir yitiren kimdir? Yani golü yiyen kimdir, bağıran çağıranlar hangi takımın taraftarıdır, ona da siz karar verin.

Hâlâ daha amatör lig futbol maçı izler gibi izliyorsanız tabii…

Uğur
24 Haziran 2025
Kaynak

19 Haziran 2025

, ,

İsrail’de Hangi “Halk” Yaşıyor?


İsrail’in Filistin, Lübnan, Suriye ve Yemen’den sonra İran’a saldırmasıyla birlikte hayli tuhaf bir tartışma başladı.

Saldırganın saldırı coğrafyasının genişliği bile tartışmayı bitirmeliydi aslında. Oysa öyle olmadı: İran ile İsrail’i aynı kefeye koyan mı dersin; İsrail ile İran’ın aslında “danışıklı dövüş” yürüttüğünü söyleyen mi; yoksa İsrail’in Gazze’deki katliamdan dünya kamuoyunun dikkatini uzaklaştırmak için bir “oyun” olarak İran’a yöneldiği mi…

Artık “ahir zaman”da yaşıyoruz. Emperyalizme dair derin bir kavrayışı olmasını beklediğimiz kimi solcular dahi, terazinin bir kefesine “soykırımcı” İsrail’i, diğer kefesine “idamcı” İran’ı koyuyor, “emperyalistler arası savaşta taraf olmama”, “işçi-emekçi halk cumhuriyeti” çağrısı yapıyor. Bu arada ne hikmetse, bu üçüncü yolcu “halk cumhuriyeti”nin esas muhatabı İsrail değil, İran oluyordu.

Sosyal medyada acayip bir gönderiye rastladım: Bu “üçüncü yol” savunucularından biri, Türkiye’deki komünistlerin muhatabının İran’da “komünistler ve halklar” olduğunu söylerken, İsrail’de muhataplık “halklar”dan uzaklaşarak, sadece “komünistlere” yöneliyordu. Demek ki İran’da “halklar” vardı ama İsrail’de yoktu.

“Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” çağrısı, İran’da çalışıyor ama İsrail’de pek çalışmıyor gibiydi: Pejoratif “rejim” sözcüğü, ancak Suriye gibi, İran gibi ülkelere yakışıyordu; zinhar İsrail gibi bir ülkeye değil.[1] İran’ın “faşist bir burjuva devlet” olduğunu bile sosyal medyanın dehlizlerinden öğreniyoruz.

Her gün yeni bir bilgi!

Soldaki bu tartışmanın daha “derin” görünen versiyonları da var. Bunlardan biri, İsrail’de de “sivillerin” yaşadığı iddiası. 2 yaşındaki bir İsrailli bebeğin “sivil” olup olmadığının tartışılacak hali yok. Öte yandan “sivil” olmak, başkasının toprağında hak sahibi olmak anlamına gelmiyor.

Bunun daha ince hali, “İsrail halkı” hakkında yazılanlar. Bir “halka” (herhalde Yahudi halkı kastediliyor) sahip olduğu için meşru kabul ediliyor olmalı, İsrail adı verilen entite.

Barış Yıldırım şöyle yazmış:

“Sanıyorlar ki İsrail’de halk olmadığını iddia ettiklerinde acayip anti-İsrail oluyorlar. Aslında tam tersi: Orada 10 milyonluk çoluk çocuk kadın erkek işgalci bir ordu olduğunu varsaymak tam da İsrail’in kafalara aşılamak istediği Siyonist bir fikir.”

Ezberlere sahip olmak, her zaman kötü bir şey değil. Örneğin ABD’den hayırlı bir şey gelmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; faşistlerden iyi bir şey beklememek gerektiği iyi bir ezberdir; gerici fikirlerin ezilenlerin kurtuluşuna hizmet etmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; halkların kardeşliğini, emekçilerin birliğini yüce tutmak, solun asla vazgeçemeyeceği bir ezberdir.

Ne var ki ezber, cehaleti örtmek için kullanılamaz.

Yıldırım devam ediyor:

“Bu tür fikirler, sol liberalizmin Türkiye’de yaygınlaşmasının ürünü. Bir yandan ‘Türklük sözleşmesi’, ‘Bu halkın topu soykırımcı’, ‘Türk halkı faşist’ falan gibi özcü fikirlere, öte yandan ‘Devlet=Halk’ demagojisine o kadar inandılar ki 10 milyon insanı düşman sanıyorlar.”[2]

Ortada hiçbir benzerlik yok; ezber, cehaletin ürünü. Ya da daha kötüsü, cehalet işine geliyor; somut duruma uyarlanamayan ezberler, “sevmiyorum ama bilgili biri” denmesini sağlıyor.

Ama önce dört işlem: İsrail’in resmi nüfusu gerçekten 10 milyon civarında. Bunun aşağı yukarı yüzde 20’si ise “Arap” olarak kabul ediliyor (Siyonist anlatıda “Filistin” veya “Filistinli” diye bir şey yok, “Arap” var). Bunlar, Nekbe’den sonra “İsrail”de hasbelkader kalabilenler, 1966’ya kadar askeri yönetim altında yaşayanlar ve onların çocukları, torunları.

İyi de kalan 8 milyon kimlerden oluşuyor? Örneğin İsrailli çifte vatandaşların sayısı, istatistikler yayımlanmadığı için kesin olarak bilinmiyor. Dünya çapında Yahudileri İsrail vatandaşı yapma misyonu edinen bir şirket olan WRAI, %10 civarında bir nüfustan bahsediyor. Amerikan yayını CBS, 1948 yılında devletin kurulmasından bu yana, 3,3 milyondan fazla göçmenin İsrail’e taşındığını, bunların yaklaşık 1,5 milyonunun 1990 yılından sonra geldiğini yazıyor. Bunların kahir ekseriyeti, İsrail’e kitlesel Yahudi göçüne izin vermeyen Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, eski sosyalist ülkelerden göçenlerden oluşuyor. Siyonizmin “Doğu Avrupalı” kökenine uygun bir “aliya” olarak görebiliriz.

Dahası, bir anayasaya sahip olmayan İsrail’de, “Geri Dönüş Yasası” olarak bilinen yasa ile, dünyanın herhangi bir ülkesinin vatandaşı olan Yahudiler, İsrail vatandaşı olabiliyorlar. Örneğin Kanada vatandaşı bir Yahudi, Filistin’e gelip “vatandaş” olabiliyor.

Solculuk adına, “Ne var bunda? Sınırsız, sömürüsüz bir dünya istiyoruz işte!” diyen çıkar mı, bilmiyorum.

Ama bunun, yerleşimci sömürgecilik olarak bilinen yapıya birebir uyduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla, İsrail’de sivil var mı, yok mu türünden skolastik bir tartışma yerine, siyonizmin köküne inmenin çok daha faydalı olacağına inanıyorum. Bu kök, güncel olarak İran ile İsrail’in birbirine neden eşitlenemeyeceğinin, birinin diğerine karşı silahlı direnişinin neden meşru olduğunun ipuçlarını da barındırıyor.

Siyonizmin Yahudi milletinin “milli kurtuluş” hareketi olduğuna dair iddia, İsrail’de bir “halk” yaşadığına ilişkin tezin de temel kaynağıdır. Oysa siyonizm, burjuva devrimlerinin damga vurduğu milli-liberal bir kurtuluş hareketi değil, emperyalist çürümenin damga vurduğu irrasyonel-dekadan sömürgeci dönemin bir ürünüdür.[3] Siyonizme damga vuran bu nitelik, 1948 ile başlamamıştır: Ta Theodor Herzl’den itibaren, hatta Filistin’deki ilk siyonist yerleşimlerden bu yana siyonizmi belirleyen milli kurtuluş değil, yerleşimci sömürgeciliktir.

Siyonist sömürgeciliğin diğer klasik sömürgecilikten farklı özelliklere sahip olmasının nedeni, toprak ve işgücü piyasaları söz konusu olduğunda Filistin’de verili bulduğu olumsuz koşulları telafi etmek istemesinden kaynaklanır. Siyonistler açısından mesele, Filistinlileri kendi toplumlarından dışlayacakları mı (segregasyon), yoksa onları kendi toplumları içerisinde bağımlı bir iktisadi “kast” haline mi getirecekleri idi.

Gerşon Şafir, siyonizm ile sömürgeciliği kıyasladığı makalesinde, siyonist sömürgeleştirmede deneme-yanılma yöntemine işaret eder: Önce Fransız tipi kolonizasyon, sonra Prusya tipi “iç kolonizasyon” (piyasa merkezli değil, devlet kaynaklı toprak dağıtımı).

Sömürgeleştirmede üç kritik unsur toprak, emek ve demografi olarak öne çıkar. İsrail devletinin kuruluşunda kritik bir rol oynayan Yişuv ve onun bağlı olduğu “İşçi Siyonizmi” (Labor Zionism), Yahudi işgücü ile Filistinlileri tamamen ayırmaya (“kast sistemi”) dayanıyordu (1967’den sonra bu durum değişmeye başladı. Siyonist işçi sendikası Histadrut, 100 binin üzerinde “yurttaş olmayan Filistinlileri” de işgücü piyasasına dâhil etmeyi kabul etti). İşçi Siyonizmi, işgücü eksklusivizmini (dışlayıcılık) teritoryal sınırlama ile kabul ediyordu. Sonrasında bu eksklusivizm tekrar gündeme geldiğinde teritoryal sınırlama da ortadan kalkacaktı.[4]

David Ben-Gurion’un biyografisini yazan Tom Segev, İşçi Sosyalizmindeki sözümona işçiciliği şöyle tarif ediyor:

“Arapları iş yerlerinden kovup onların yerine Yahudileri yerleştirmek için yürütülen kampanya ‘emeğin fethi’ olarak adlandırıldı. Bu terim Şlomo Zemah tarafından icat edilmişti. Ben-Gurion ve diğerleri, Arap işçilere Kutsal Kitap ve dini çağrışımlar içeren bir terim taktılar: avodah zara, kelime anlamı ‘yabancı işçi’ olmakla birlikte, kökeni Yahudi dini metinlerinde bulunan ve Yahudi halkı için yasak olan ‘putperestlik’ anlamına geliyordu. Ben-Gurion ve arkadaşları, ‘emeğin fethi’nden bahsettiklerinde, aslında ülkenin fethini kast ediyorlardı.” (s. 83)

Tarihçi Ilan Pappé de siyonizmi “konvansiyonel olmayan bir sömürgecilik” biçimi olarak görüyor. Filistin’i kolonize etmek isteyen başkaları da olmuştu: Hıristiyanlar (Basel Misyonu) ve Almanlar. Peki Filistinliler ne olacaktı? Örneğin Filistinlileri sürmek yerine sömürmeyi önerenler vardı. Lord Laurence Oliphant, ki daha sonra siyonist hareket üzerinde önemli etki bırakacaktı, Ürdün bölgesinde Filistinlileri rezervasyonlarda hapse tıkmayı tavsiye ediyordu.

Siyonizmi “sömürgeci” bir olgu olarak nitelendirenlere karşı öne sürülen başlıca argümanlardan biri, siyonizmin bilinen bir anavatanı veya metropolü olmadığı için sömürgeci olamayacağıdır.

Fakat Pappé, siyonizmin sıradan kolonilere kıyasla “uydu” statüsü olduğuna, yani temelde Büyük Britanya ile geliştirdiği karmaşık ilişkilere işaret eder. Yahudi milli yurdu, Britanya imparatorluğunun desteği sayesinde kurulmuş ve ayakta kalabilmişti. Londra aksini isteseydi, Yahudi devleti hiç kurulmazdı. Britanya’nın nihayetinde benimsediği strateji, Filistin’de bir Yahudi topluluğunun yavaş yavaş kurulmasını desteklemek ve bunun yeni bir İngiliz-Arap Orta Doğu siyasi sistemine entegre edilebileceğini ummaktı. (s. 628)

Pappé’yi destekleyen tarihi kayıtlar da bulabiliyoruz. Hem de hiç beklenmedik birinden: Filistin’de Yahudi yurdunun mucidi (ve korkunç bir antisemit!) İngiliz Lord Arthur Balfour, ABD’li ateşli siyonist Yargıç Brandeis ile mülakatında bu gerçeğe işaret ediyor. Üç sene önce çevirdiğim bir makaleye düştüğüm dipnottan aktarıyorum:

“Mülakatın çevirmediğim kısımları da önemsiz değildir. Örneğin Yargıç Brandies’ın Siyonist programın tamamlanabilmesi için yerine getirilmesi gerektiğini düşündüğü üç koşul bugün bile çok kritiktir: 1) Yalnızca Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmamalıdır, Filistin bir Yahudi yurdu haline gelmelidir; Yargıç’a göre, bu ilkeye zaten Balfour Deklarasyonu ve Paris Barış Konferansı bağlılığını teyit etmiştir. 2) Yahudi Filistin’e ekonomik hareket alanı sağlanmalıdır; sağlıklı bir toplumsal yaşam için kendi kendine yeterlilik gerekmektedir, bunun için Filistin’de küçük bir bahçeye değil, münasip hudutlara ihtiyaç vardır. Bu da, Brandies’a göre, Kuzey’deki su kaynaklarının kontrolü demektir. 3) Brandies, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde konuşmaktadır: Gelecekteki Yahudi Filistin, sağlam bir ekonomik yaşamın kalbinde yer alan toprağı ve doğal kaynakları kontrol etmelidir. Yaratılan ve yaratılacak değerler, özel kişilerin ellerine değil, Devlete gitmelidir. Söylemeye gerek bile yok, Lord Balfour bu üç koşulla da tamamen hemfikirdir. Üstelik Balfour, Filistin’de Siyonizmin ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ çerçevesinde değerlendirilemeyeceğini de itiraf etmektedir; Siyonizm, bir bölgede zaten var olan bir topluluğun kaderini tayin etmesi değil, bilinçli bir şekilde yeniden oluşturulan ve gelecekte sayısal çoğunluğu ele geçirmesi hedeflenen sömürgeci bir inşa faaliyetidir.”

Altını çiziyorum: Britanya ve siyonist yardakçıları açısından mesele, Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasından ibaret değildir; hedef, en başından itibaren, Filistin’in judaize edilmesi, Filistin’in bir Yahudi yurdu haline getirilmesidir.

Elbette ilk hedefe de itiraz etmek mümkün; ama ilki ile ikincisi arasında fark, millet inşası ile sömürge inşası arasındaki farka da işaret eder.

Yani Filistin emeği ile Yahudi emeğini ayrıştırmak; Filistin topraklarına el koymak; ve Filistinli köylüleri tehcir etmek, aynı soruna verilmiş cevapların farklı isimleriydi. Hatta tehcir, emek ve toprak sorununun bir türevi olarak bile görülebilir.

Öte yandan bu, David Ben-Gurion’un merkezinde yer aldığı siyonizm ile Ze’ev Jabotinski’nin merkezinde yer aldığı siyonizm (“revizyonizm”) arasındaki farkın sınırlarını da belirler. İngiliz hükümeti, siyonist projenin liderlerini iktisadi olarak kendi kendilerine yetmeleri için teşvik etti ve doğal kaynakları onlara emanet etti. Bu şekilde siyonist ekonomi, toprak ve işgücü piyasası gibi Filistin ekonomisinden ayrıştırıldı ve bir Yahudi iktisadi bölgesi yaratıldı. “İşçi Siyonizmi”nin kontrol ettiği Yişuv, bu ayrıştırılmış işgücü piyasasının belkemiği, sömürgeci faaliyetin odak noktasıydı.

Ne var ki Nur Masalha, Yişuv politikası için şu tespiti yapıyor: Tek tip olmaktan uzak olsa da, Filistin’deki “Arap sorunu”nun çözümüne ilişkin temel varsayımlar genel olarak ortaktı ve temel farklılıklar taktik, retorik ve üslup düzeyindeydi.

İşçi Siyonizminin ana kollarından, Ben-Gurion’un kurucusu olduğu Mapai lideri Berl Katznelson, Filistinlilerin tehcirinden (“transfer”) konuşurken, açıkça Filistinli kiracı çiftçileri tekil olarak zaten her gün topraklarından ettiklerini, ama bunun daha sistematik ve ulusal çapta uygulanmasını istediklerini (“zorunlu transfer”) dile getiriyor.

Masalha, bazı “marjinal” iki uluslu çözüm savunan gruplara rağmen, siyonizm içindeki ana bölünmenin İşçi ve Revizyonist hareketler arasında olduğuna işaret ediyor. Transürdün’ü de Filistin’e dâhil etmek için İngiliz mandasının “revizyonunu” savunan Revizyonizm, Yişuv’a egemen İşçi Siyonizminin “pragmatik, aşamalı ve esnek” yaklaşımının aksine, maksimalist ve uzlaşmaz tutumuyla tanındı.

Ne var ki, yine Masalha vurguluyor, bu iki akımın “Arap sorunu”na ilişkin nihai çözümler konusunda aralarında çok az fark vardı.

Hatta Jabotinski ve Revizyonizmin (bugünkü Likud’un atası), Ben-Gurion ve İşçi Siyonizmine göre çok daha açık sözlü olduğunu kabul etmek gerek. Jabotinski şöyle diyor, Masalha aktarıyor:

“Siyonist kolonizasyon, en kısıtlı haliyle bile, ya sona erdirilmeli ya da yerli halkın iradesine karşı gelinerek sürdürülmelidir. Bu kolonizasyon, bu nedenle, yalnızca yerel halktan bağımsız bir gücün koruması altında, yerli halkın aşamayacağı demir bir duvar arkasında devam edebilir ve gelişebilir. Bu, Araplara karşı politikamızın tamamıdır. Bunu başka bir şekilde ifade etmek ikiyüzlülük olur.” (s. 28)

Sonra, eski İsrail Cumhurbaşkanı Hayim Vayzman’ın görüşleri var. 1937’de yayımlanan ve Britanya’nın “bölünme”yi ilk kez zımnen kabul ettiği metin sayılan Peel Komisyonu raporu yayınlandıktan sonra Vayzman, “Arap sorununa temel çözüm” olarak adlandırdığı siyonist seçeneklerin ikiye indirgendiğine işaret ediyordu: Birincisi, bölünmeyi reddeden ve “transferi” (yani tüm Filistinlilerin tehcirini) talep eden maksimalist bir yaklaşımdı. İkincisi ise, kısa vadeli ve taktiksel bir temelde bölünmeyi kabul eden, karşılığında ise tam olmasa da önemli ölçüde “transferi” öngören pragmatik bir yaklaşımdı.

Nitekim Tom Segev, Ben-Gurion ile Jabotinski arasındaki farkı şöyle tarif eder:

“Jabotinski, Ben-Gurion’un Marksist olduğundan daha fazla faşist değildi. Ben-Gurion, Jabotinski’den daha az milliyetçi veya militarist değildi. Siyonist hareket içindeki sağ-sol ayrımı, büyük ölçüde temel değerlerden ziyade tarz ve çalışma biçimleriyle ilgiliydi. Büyük resimde, bu fikirlerden çok iktidar mücadelesiydi. Jabotinski, liberal demokratik fikirleri ve serbest piyasayı benimsemişti, fakat devlet destekli kalkınma ve yerleşim projelerini reddetmiyordu; Ben-Gurion, kendini sosyalist olarak tanımlıyordu, fakat özel teşebbüsü reddetmiyordu. O aslında bir sosyal demokrattı.” (s. 256)

İsrail “halkını” oluşturan süreç, az çok bu iki yaklaşımın “kavgası” ile belirlendi.

Üstelik, nihayetinde, Jabotinski’nin çizgisinin -eşyanın tabiatı gereği- galebe çaldığı bile söylenebilir. Jabotinski’ye göre, Filistinlilerle, Yahudilerin çoğunluğu oluşturacağı ve sonunda bir devlet kurmasına izin veren bir anlaşma imzalamak ki bu, 1920’lerde ve 1930’ların başında İşçi Siyonizmi grupları tarafından açıkça savunuluyordu, ne mümkün ne de arzu edilebilirdi. Aksine, Jabotinski için, bir çatışma doğal ve hatta kaçınılmazdı. Ürdün Nehri’nin her iki yakasında Yahudi egemenliğini ancak Yahudi silahlı garnizonunun oluşturduğu bir “demir duvar” güvence altına alabilirdi.

Meir Bar-Ilan, bunu çok daha açık sözlü bir şekilde dile getiriyordu:

“Siyonizmin temeli, İsrail topraklarının bizim olduğu ve Araplara ait olmadığıdır. Bunun nedeni, onların geniş topraklara sahip olması ve bizim ise çok az toprağa sahip olmamız değildir. Filistin’i talep ediyoruz çünkü o bizim ülkemiz.” (Masalha, s.79)

Tüm bunlar akılda tutulduğunda, şu sonuca varırız: Fransızlar Cezayir’de, İngilizler Hindistan’da, Almanlar Polonya ve Ukrayna’da ne kadar “halk” idilerse, siyonist yerleşimciler de Filistin’de o kadar “halk” sayılmalılar. Siyonist rejimin nasıl yıkılacağı/yıkılıp yıkılamayacağı, nükleer güce sahip sömürgeci bir gücün salt askeri taktiklerle geriletip geriletilemeyeceği, sömürgeciliğe karşı savaşlarda “metropol”deki iç gerilimlerin nasıl yönetileceği ve ittifakların nasıl şekillenmesi gerektiği türünde tartışmalar önemsiz değil.

Ama önce her şey yerli yerine oturmalı. 20. yüzyılın belki de en kanlı sömürge savaşlarının birinden yenilgiyle çıkan ülkenin komünist partisi, barbarlığı durdurmakta başarısız olduğu için kendisini de eleştirdiği bir bildiride şunları yazıyordu:

“‘Göze göz’ kuralı geçerli olsaydı, Alman halkının hali nice olurdu?”[5]

“En azından, sitem edebilecekleri bir ‘halk’ vardı” diyerek kendimizi avutuyoruz.

Erman Çete
18 Haziran 2025

Dipnotlar:
[1] Lenin’in “Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme politikası”nda, savaşın emperyalistler arasında olduğu mesajı açık değil mi? İsrail ile İran arasındaki savaş, acaba hangi emperyalistler arasındaki savaşa işaret ediyor? Örneğin Çin ve Rusya emperyalistse, İran nasıl bir “bağımlı” ülke ki, bu “emperyalistler”, İran’ı askeri olarak kurtarmak için parmaklarını kıpırdatmıyorlar? Kavramların üzerinde tepinmek neyse de, hakikatin üzerinde bu denli tepinmek de mi “post-truth” çağına ait? Bir de, Los Angeles’ı görenler, neden ABD’de “iç savaş” çağrısı yapmaktan imtina ediyorlar?

[2] Yazının ruhu zaten bu olduğu için dipnot düşüyorum: Araplar, Farslar, Kürtler, Türkler veya Filistin’in, Yemen’in, Irak’ın Yahudileri, Orta Doğu’nun otokton halklarıdır ve bu topraklarda milli ve/veya dini haklara sahiplerdir. Siyonist yerleşimcilerin böyle bir hakkı yoktur. O nedenle, özellikle Kürt halkı söz konusu olduğunda, Kürdistan ile İsrail’in adını yan yana anmak, hassaten Barzani yanlısı Kürt milliyetçilerinin en büyük basiretsizliklerinden sayılmalı.

[3] Aslında bir süredir, siyonizmin bu emperyalist çağa özgü mitsel niteliklerini yazmak için fırsat yaratmaya çalışıyordum ama bir türlü elim gitmedi. Şimdilik sadece şunu not ediyorum: Siyonizmin kurucusu babası Herzl’in Niçeci “aristokratik isyan” ile ilişkisi giderek daha fazla deşiliyor. Herzl’in Avrupa’daki Yahudiye atfedilen “marjinalliğe” yanıtı, Niçeci bir “üst insan/Yahudi” kurgusu olarak beliriyor: Yahudi yığının üzerinde yükselen, varoluşsal sınırları zorlayan bir birey. Herzl’ın dostu ve yoldaşı Max Nordau, tıpkı Nietzsche gibi, Avrupa kültürünün “dejenere” olduğunu düşünüyordu. Herzl de en nihayetinde özgür, yaratıcı ve gururlu “otantik” Yahudinin Avrupa dışında, Siyon’da yaratılacağı sonucuna varmıştı.

[4] Siyonizmin, tıpkı diğer sömürgeci girişimler gibi, bünyesinde güçlü bir “kolektivist” damar barındırması, onu sosyalist yapmaz. Sanayileşmenin risklerinden ve getirdiği kötülüklerden kurtulma, kent yerine kıra mistik bir özlem duyma, belli-belirsiz bir tarımsal ütopyaya sarılma veya toprakla haşır neşir olmayı sanayiye üstün tutma, “emeğe” yapılan övgü… Bunların hepsi, sömürgeci unsurlarda yerleşik özellikler olarak öne çıkar. Nahum Gross, 1990 tarihli makalesinde, kırdaki tarımsal siyonist yerleşimlerin bel kemiğini oluşturacak kooperatif birliklerin kurulmasının kapitalist şirketlerin yerini alacak bir uygulama olduğuna işaret eder. Pappe’ye göre bu, “siyonist sosyalizm” gibi düşüncelerin doğru olmadığını gösteriyor. Ernest Gellner ve Gerşon Şafir de erken dönem “siyonist sosyalizmi”, düşmanca koşullarla çevrili siyonist hareketin taktik bir hamlesi olarak değerlendirir.

[5] Almanya Komünist Partisi (KPD), uzun yıllar boyunca yeraltına itilmesine rağmen, Hitler’in düşüşünün ardından Kızıl Ordu’nun kurtardığı bölgelerde bildiri yayınlayan ilk partiydi. Bu söz de 11 Haziran 1945 tarihli “Alman Komünist Partisi Merkez Komitesi Bildirisi” başlıklı metinde geçiyor. Belgenin tamamını yakında çevirmeyi umuyorum.

Kaynakça:
Gershon Shafir, “Zionism and Colonialism: A comparative approach”, The Israel/Palestine Question: A Reader içinde, Yayına Hz.: Ilan Pappé, 2007, Routledge, s. 81-96.

Ilan Pappé, “Zionism as Colonialism: A Comparative View of Diluted Colonialism in Asia and Africa”, South Atlantic Quarterly 107:4, Sonbahar 2008, s. 611-633.

Jacob Golomb, “Thus Spoke Herzl: Nietzsche’s Presence in Herzl’s Life and Work”, The Leo Baeck Institute Year Book, Cilt 44, Sayı 1, Ocak 1999, s. 97–124.

Nur Masalha, Expulsion of the Palestinians: The Concept of “Transfer” in Zionist Political Thought 1882-1948, Institute for Palestine Studies, Washington, D.C., 1992.

Tom Segev, A State at Any Cost: The Life of David Ben-Gurion, çev. Haim Watzman, Farrar, Straus and Giroux, 2019, New York.

15 Haziran 2025

,

Tanıklık


16 Haziran (1970) günü sabah fabrikaya geldiğimizde işbaşı yapmadan bahçede toplandık. Temsilciler ve ünite temsilcileri ile yine kısa bir değerlendirme yaptık.

O günkü yürüyüş güzergâhımız artık Ankara Asfaltı değil, şehrin merkezi yerleri olacaktı. Önce yine yürüyüş korteji halinde, Üsküdar meydanına inip, Tekel’in tütün depolama ve sigara fabrikasındaki işçileri alıp oradan Kadıköy’e yönelmek, meydanda bir soluklanıp, Altıyol, Söğütlüçeşme, Hasanpaşa istikametinden akşama doğru fabrikaya dönmekti niyetimiz.

Şehrin merkezi yerlerini seçmemizin nedeni, sesimizi ve ne istediğimizi halka biraz daha fazla duyurabilmek, eylemdeki kararlılığımızı istemlerimizle birlikte daha çok insanlara gösterebilmekti.

16 Haziran sabahı yine Ankara Asfaltı’nda yürüyüş düzeni halinde kortejler oluşturduk. Bu sefer yüzümüz Üsküdar-Kadıköy yönüneydi. Bir gün önceki yürüyüşe, postabaşı, ustabaşı durumunda olanlar katılmamıştı. İkinci gün kendiliğinden onlar da gelip korteje dâhil oldular. Onlar “Biz ustabaşıyız, postabaşıyız, yürüyüşün başında ön saflarda yer almalıyız” dediler. Biz de, “Tabii, memnuniyetle” dedik, onları yürüyüşün ön tarafına aldık.

Koşar Adım Üsküdar Meydanı’na

Helikopterler yine başımızda turlamaya başladılar. Koşuyolu köprüsü üstüne geldiğimizde, yola barikat kuran polis yolumuzu kesti. Polis barikatının arkasında ise asker ikinci bir barikatla yolu kapatmıştı.

Öndeki polis şefleri megafonla “Yürüyüş eyleminiz kanunsuzdur. Fabrikalarınıza dönün” diye bağırdı. Biz temsilciler, başlarındaki şeflerle görüşüp buna uymayacağımızı, yürüyüşümüze devam edeceğimizi söyleyince çatışma çıktı. Polis ve asker havaya ateş açtı. Biz ise o anda asfaltta ve yol kenarlarından elimize ne geçirebildiysek onları kullandık. Bizim kortej düzenimiz tabii ki dağıldı ama herhangi bir geri çekilme olmadı. Polis barikatı da başlangıçtaki düzen içinde değildi. Biz işçiler, hem polis, hem asker barikatını aşıp barikatların arkasına sarkmıştık. Kortejimiz, başlangıçtaki sıra düzeni içinde olmasa da, hatta biraz da koşar adım Üsküdar meydanına indi.

Meydana inmeden Doğancılar Yokuşu’ndan aşağıya inerken yine asker teçhizat kuşanmış süngü takılı vaziyeti ile kademe kademe barikatlar kurmuştu. Bu barikatlar da herhangi bir çatışma yaşanmadan askerlerin etrafından dolaşarak aşıldı, Üsküdar Meydanı’na ulaşıldı.

Tekel’in Kadın İşçileri

Meydandaki yığılma, sadece biz Otosan işçileri ile sınırlı değildi artık. Etraftan başka katılmalarda olmuştu. Benim de içinde olduğum temsilciler ve bir grup işçi, Tekel’in sigara fabrikasına girdik. Sonraki yıllarda yıkılan bu fabrikaya girdiğimizde özellikle kadın işçilerde bir korku gördük. Fabrikanın kreşinde çocuğu olan kadınlarda bu korku ve telaş daha fazla kendini belli ediyordu. Yaptığımız konuşmalarla önce sakinleştirdik. Kreşte çocuğu olan kadınlara isterlerse çocuklarını alıp evlerine gidebileceklerini veya fabrikada kalabileceklerini söyledik.

Bu sakinleşmeden sonra işçilere, hükümetin sendikalar yasasında yapmak istedikleri değişiklikleri ve bunun sendika seçme özgürlüğümüze nasıl kısıtlamalar getirdiğini anlattık. Yürüyüş amacımızın DİSK, Türk-İş ayrımı yapmadan, el birliği ile bu yasal değişikliği protesto etmek olduğunu söyledik, “Aramıza katılırsanız seviniriz, daha güçlü oluruz.” dedik. Kreşte çocuğu olan kadın işçiler dışında herkes dışarı çıktı. Dışarı çıktığımızda Üsküdar Meydanı iyice kalabalıklaşmıştı.

Bu arada yürüyüş kolundan bir grup, Beykoz yönüne yöneldi. Bu işçilerin amacı, Paşabahçe’deki ve Beykoz’daki işçileri yürüyüşe katmaktı. Beylerbeyi Sarayı altındaki tünelin kapatılması nedeniyle bu grup geri dönmek zorunda kaldı.

Kadıköy’e Doğru

Bu sırada ortalığa doğru askeri bir cip yaklaşıyordu ve işçiler bu araca yol açıyorlardı. Ortada duran cipten bir albay ve birkaç asker indi. Albay eline aldığı megafonla, “Evlatlarım, işçi kardeşlerim” diye başladı konuşmasına ve şöyle devam etti:

“Fabrikalarınıza dönün, bu eylemler kanunsuzdur. Haklarınızı kanuni yollardan arayın.”

Biz temsilciler albaya yaklaşarak “Biz kanunsuz bir şey yapmıyoruz. Bizim sendika seçme hakkımızı bu hükümet elimizden alıyor, biz bunu protesto ediyoruz. Biz kimseye zarar vermiyoruz” dedik.

Albay yine bizlere hitaben, “Hak aramanın yolları kanunlarda var, en nihayeti Anayasa Mahkemesi var, o yollardan hakkınızı arayın, şimdi işyerlerinize dönün” diyordu. Biz, “Anayasa Mahkemesi’nde bu olay aylar, yıllar sürer, o vakte kadar bu hükümet bizim haklarımızı elimizden alır” diyorduk.

Albay “Dönün” ısrarını tekrarlayınca, biz de Kadıköy istikametine doğru gideceğimiz için, “Kadıköy’den doğru döneceğiz’ dedik. Albay bize yine bir uyarı yaparak, “Kadıköy’e değil, geldiğiniz Ankara Asfaltı’na doğru dönün” dedi.

Biz, yeniden kalabalığı geldiğimiz yöne doğru yürüyüş düzenine sokup Kadıköy’e yönlendirdik. Bu sırada Üsküdar Meydanı’ndaki karşılıklı iki camiden öğle ezanları okunmaya başladı. Baş temsilcimiz Hasan “Ezan okunuyor, oturun” komutu ile bütün işçiler sıcakta asfalta oturdu. O anda diğer temsilcilerden göz göze geldiklerimiz oldu ama yapacak bir şey yoktu.

Ezanlar bitince Hasan’ın komutu ile kortejimiz tekrar Kadıköy’e doğru yürüyüşüne devam etti. Bu arada albay konuşurken, kalabalık arasından tanımadığımız kişilerce birkaç kez, “İşçi ordu el ele” sloganları atıldı. İşçiler arasından bu slogana az da olsa, yer yer katılmalar oldu.

Havaya Ateş Açıldı

Kadıköy meydanına geldiğimizde, Üsküdar’dan gelen yol ile, Altıyol’dan inen yolun kesiştiği kavşakta, polis ve asker yine birlikte barikat oluşturmuşlardı. Bizim yürüyüş kortejimizi Altıyol istikametine bırakmıyorlardı. Burada polis ve asker barikatını aşmak için yine bir zorlama oldu, asker havaya ateş açtı.

Askerin ateş açması sonrası yığında yine bir dağılma oldu ama bu sefer Kadıköy iskele meydanında yeni katılımlarla daha kalabalık bir kitle olarak toplandık. Bu kalabalığın içerisinde yine bir askeri cip ve rütbesini tam hatırlayamadığım bir subay, elinde megafonla konuşuyor. Üsküdar’da konuşan albayın konuşmasına benzer yaklaşımlarla “Hakkınızı kanuni yollardan arayın, bu yaptığınız iş kanun dışıdır, şimdi fabrikalarınıza dönün” diyordu. Bu arada yine birkaç ses, aralardan, “İşçi ordu el ele” sloganı…

Biz temsilciler yine subaya yaklaştık, “Biz fabrikaya döneceğiz, bizi Altıyol’dan bırakmıyorsunuz” dedik. “Ankara Asfaltı’ndan dönün” diye hem bize, hem megafonla kitleye hitap ediyor. Biz yönümüzü kitle halinde Altıyol’a doğru çevirdik, “Haydi dönüyoruz” dedik.

Polis ve askerin meydanda oluşturduğu barikatı Kadıköy Çarşısı içindeki ara sokaklardan aşarak bu sefer polis ve askerle çatışmadan Altıyol’a yöneldik.

Polisle Çatışma

Söğütlüçeşme’ye geldiğimizde, Fenerbahçe Stadı çevresinde kalabalık işçi grupları ile polislerin çatıştığını gördük. Daha açık bir deyimle polisler kaçışıyor, işçiler kovalıyorlardı. Kadıköy istikametinden gelen bizim grup da polisin önünü kesince, polis sıkıştı, o semtlerde ulaşabildiği evlerin kapılarını zorlayarak korunmak amacıyla içeriye girmeye çalıştı.

Ancak çok evler kapılarını açmadı. Birçok polis, önce başlarındaki beyaz miğferleri attı. Olmadı, üzerlerindeki resmi üniformaları çıkarıp attılar, polis olarak tanınmamak için. Ama gördüğüm birkaçı bu işi yaparken başından çıkardığı miğferi ve üzerinden çıkardığı polis armalı gömleği bir yere atışı, bir çarpışı vardı ki, bu durum, onun sadece polis olarak tanınmaktan, bir can korkusundan öte, bu mesleğe de bir “lanet” okuyuş tavrıydı, o öfkeyle yere çaldığı resmi elbisesi. Çünkü iki taraftan gelen işçi gruplarının sıkıştırmasıyla sığınacak yer bulamayanlar kendilerini Kurbağalıdere’ye atıp denize doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Bu Kurbağalıdere’nin bir başka adla da bilindiği hatırlanınca herhalde kimse bunu istemezdi.

Dramatik bir durumdu. Çünkü onlar da bizler gibi çoğu yoksul ailelerin genç evlatlarıydı, onlar da bizler gibi dar gelirleriyle ailelerini geçindirmeye çalışan insanlardı. İşçi artık onu orada, Anadolu’dan gelmiş, kendisi gibi yoksul, dar gelirli bir sınıfdaşı olarak değil, üzerindeki elbisesiyle devleti karşısında görüyordu. Hıncını öfkesini karşısına çıkan, onun eylemine mani olmak isteyen polisten çıkarıyordu.

Burada toplum psikolojisi de başlı başına bir rol oynuyordu. Yoğurtçu Karakolu’nun önünde polis cipleri ve toplum polis otobüsleri duruyordu. Burada polis araçları devrildi. Devirdikleri polis otobüsünün üzerinde işçiler ‘bir kaleyi fethetmişçesine’ basın mensuplarına poz veriyorlardı. Basın mensuplarının fotoğraf karesine giremeyenler; tekrar tekrar biraz evvel devirdikleri otobüslerin üstüne çıkıp, “Beni de çek, beni de çek” diye talepte bulunuyorlardı. Bu olayları görünce, Kadıköy Meydanı’nda polis ve askerin neden bizi Altıyol istikametinden bırakmak istemedikleri anlaşılıyordu.

“Bugün Bizim Bayramımız”

Gebze, Pendik, Kartal, Maltepe istikametinden gelen işçiler, o gün yürüyüş güzergâhı olarak kendilerine Bağdat Caddesi’ni seçmişlerdi. Daha sonra kendilerinden dinlediğim kadarı ile Kartal Meydanı’nda toplandıklarında, Kartal kaymakamını da aralarına almışlar, “Bugün bizim bayramımız” diyerek Kartal Kaymakamı’na direğe bayrak çektirmişler. Bunu da Kartal Süperlit Boru Fabrikası’ndan Ali Özgül isimli bir Keramik-İş üyesi yapmıştı.[1]

Sonra bu grup, topluca Kartal’dan, Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy’e yönelmişlerdi. Bu guruba Gebze, Çayırova, Tuzla istikametinden gelen işçi grupları da dâhil olmuşlar, Bağdat Caddesi üzerinden Fenerbahçe stadının yanına gelinceye kadar herhangi bir engelleme ile karşılaşmamışlar, hatta yol boyunca apartmanlardan alkış ve istendiğinde su servisleri almışlardı. Fenerbahçe Stadı’nın önüne geldiklerinde polis oradan ileriye bırakmak istemeyince çatışma çıkmıştı.”

Günün Sonu

Bu olayın yaşandığında saat 16.00 civarı idi. Ortalık biraz sakinleşince biz öngördüğümüz gibi Hasanpaşa üzerinden fabrikaya döndük. Bağdat Caddesi’nden gelenler de yine öngördükleri gibi Kadıköy’e doğru devam ettiler. Fabrikaya döndüğümüzde fabrika etrafının tanklarla çevrili olduğunu gördük. Fabrika işçileri, kimlik kartlarını göstererek içeri girdi, üstünü değiştirdikten sonra evlerine döndü. Gebze, Kartal istikametinden gelip Kadıköy’e devam eden işçi grupları, Kadıköy’den sonra bulabildikleri her çeşit vasıta ile (damperli kamyonlar da dâhil) Ankara Asfaltı üzerinden geldikleri yöne geri döndüler.

O akşam eve döndüğümüzde, radyolardan Kadıköy’deki çatışmada, ikisi işçi, biri polis biri de esnaf olmak üzere dört kişinin öldüğünü, Kadıköy kaymakamlığının ateşe verildiği haberlerini dinledik.

Mehmet Karaca

[Kaynak: Derinden Gelen Kökler, Sosyal Tarih Yayınları, s. 370-374.]

Dipnot:
[1] Bugün hayatta olmayan bu arkadaşımız sıkıyönetimce tutuklanıp yargılananlar arasındaydı. Daha sonraları Dilovası’nda Marshall boya fabrikasında işe girdi, Kimya-İş üyesi oldu. Ali erken yaşta hayata veda etti.

10 Haziran 2025

,

Yusuf Said Uçak'ın İntiharı: Sol, Feminizm, İfşa ve Linç



Beş gün önce Yusuf Said Uçak isminde üniversite öğrencisi bir gencin intihar haberi sosyal medyaya yansıdı. Ben olaydan “Devrimci Gençlik Dernekleri” (DGD) isimli hesabın yaptığı açıklamayla haberdar oldum.

Açıklamayı ve bu açıklamanın “alıntılandığı” bütün retwitleri okudum. Daha sonra DGD, biri “Yeni Demokrat Kadın” (YDK) hesabının yaptığı açıklamaya cevap olmak üzere, iki açıklama daha yaptı. Onları ve konuya ilişkin bulabildiğim başka paylaşımları da okudum.

Bu arada intihara ilişkin internette bir tarama yaptım. Maalesef Yusuf Said’in kimliğine ve olayın nasıl gerçekleştiğine ilişkin yeteri kadar bilgi olmadığını belirtmeliyim. Bu arada Yusuf Said’in İmamoğlu eylemlerinde DGD’ye örgütlendiğini de ifade edelim. Nitekim ilk üç gün boyunca tartışmalar, bir kişinin intiharından çok, örgütsel savunu ve suçlamalar bağlamında yürüdü.

Olayın merkezinde “Yusuf Said’in bir kadına cinsel taciz”de bulunduğu iddiası yer alıyor. İddia, henüz somut bir kanıt olmadan, 3 Haziran günü “anonim” bir hesap tarafından “Teşhir Ediyoruz! Bu Bir Cinsel İstismar İfşasıdır!” üst başlığıyla sosyal medyada paylaşılıyor. Yapılan paylaşımlarda Yusuf Said’in dört kadın tarafından dövüldüğü (bazı feministlerin ifadesiyle “cezalandırıldığı”) görülüyor. Ardından Yusuf Said’e yönelik sosyal medyada bir linç kampanyası başlıyor. Bu paylaşımların yapılmasından bir gün sonra, 4 Haziran günü, Yusuf Said Uçak intihar ediyor. Yusuf’un intiharından sonra ifşa ve linç mekanizmasını işleten kişiler, sosyal medya hesaplarını kapatıp kayıplara karışıyorlar.

Devrimci Gençlik Dernekleri (DGD) yaptığı açıklamalarda -öz olarak- Yusuf’la ilgili iddiaları soruşturmak ve açıklığa kavuşturmak üzere bir süreç işletirken, iddia sahiplerinin konuyu sosyal medyaya taşıyıp ifşa mekanizmasını işletmesiyle sürecin akamete uğradığını ve bu trajik sonucun ortaya çıktığını vurguluyor. Fakat gerek DGD’nin yaptığı açıklama gerekse Yusuf’un arkadaşlarının yaptığı açıklamalar “ifşa ve linçi” savunan feministler tarafından “fail aklama” olarak tanımlandı. Örneğin Yeni Demokrat Kadın hesabının yaptığı açıklama, ifşa ve linç mekanizmasını savunurken, bu mekanizmanın ardındaki mantığı da vurguluyor:

“Bütün bunların esas sebebi, sistemin kadın ve LGBTİ+’lara yönelik şiddet karşısında failleri ve erkekleri cezasızlıkla ödüllendiren tutumlarının karşısında bir alternatif olabilmenin bize yolunu açan ‘kadının beyanı esastır, aksini ispat yükümlülüğü faile aittir’ ifadesinin devrimci saflarda adından çokça söz edilse de yaşam bulamamasıdır.”

Aralık Feminist Kolektif’in (@aralikfeminist) konuya ilişkin 8 Haziran’da yaptığı açıklama da “Kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesini feminist mücadelenin en temel ilkelerinden biri olarak tanımlıyor.

Yusuf Said’e yönelik “ifşa ve linç mekanizmasını” işleten feministlerin örgütlü olduğu “Öğrenci Kolektifleri” (@kolektifler3) ise intiharın ardından 3 gün sessiz kaldıktan sonra bir açıklama yaptı. Açıklamada videoyu paylaşan kişinin örgütsel ilişkisinin kesildiği belirtilmekteydi. Olaya ilişkin belirsizlikleri aydınlatmasa da Öğrenci Kolektifleri’nin yaptığı açıklama ifşanın mantığını savunurken, Yusuf’a yönelik gerçekleştirilen muameleyi “bireysel” bir karar olduğu gerekçesiyle sahiplenmemekteydi:

“Yaşananların muhatabıyız, çünkü bu süreç, bilgimiz ve örgütlü tavrımız dışında gelişmiş olsa dahi içimizden bir kişi de bireysel kararıyla ve tarafımıza hiçbir bilgi vermeden bu sürecin parçası olmuştur.”

Diğer taraftan Yusuf’un yakın arkadaşları, onun asla böyle biri olmadığını söylüyor, “taciz” iddialarını reddediyor ve Yusuf’un “yargısız infaza” uğradığını belirtiyor. Özellikle @oliviagrace1312 hesabının “Dostundan Biricik Yusuf İçin Birkaç Söz” başlığıyla yaptığı paylaşım, ifşa ve linç mekanizmasının mantığını ve sonuçlarını kavramak açısından önemli ipuçları veriyor:

“Bu videoda bulunan kişiler, Yusuf’un vefatını duyunca gönderilerini silip hesaplarını kapatıp sessiz kalsalar da yaptıklarıyla övünmüştür. Şahsımca feminist hareket olarak gördükleri şey, tam da feminizmi baltalamıştır. Karşı olunması gereken şiddet, linç kültürü, yargısız infaz ve ahlaki-hukuki değerlerin yok sayılması yaşanmıştır. Ortada sadece iddia vardı, küçük bir açıklama yapılmadı, detaylar paylaşılmadı, bahsedilen taciz nedir, hiç bahsedilmedi. Böyle ciddi bir süreci ciddiyetsizlikle yürütmüşlerdir. Hepsini geçiyorum, bunca ağır ve arkasında durulan bir ifşa varsa hukuki süreç başlatılmalıydı. ‘Adalet zaten işlemiyor. Biz kadınların beyanını esas alırız.’ diyerek Yusuf’a istediklerini yapmakta kendilerine hak biçtiler. Kadının beyanı hukuki süreçte esastır. Bir insanın hak savunuculuğunu yaptığını düşündüler ama Yusuf’un haklarını elinden aldılar. Hakkı yendi ve yok edildi. Yusuf bunları hak etmedi, aynı karşı taraf gibi Yusuf’a da kulak verilmeliydi.”

Olay, kısaca böyle. Kuşkusuz bu olayın tartışılması gereken çok yönü var. Her şeyden önce taciz iddiasına konu olan eylemin ne olduğu hakkında bir belirsizlik söz konusu. Arkadaşlarının yaptığı paylaşımlardan anladığım kadarıyla Yusuf Said’in taciz iddiasında bulunan kızla bir ilişkisi var. Kızla fiziksel anlamda yakınlaşıyorlar ama Yusuf Said yakınlaşmayı bir adım daha ilerletmek istediğinde kızın tepkisiyle karşılaşıyor ve Yusuf hemen geri çekilip özür diliyor. Sonrasında kızdan uzaklaşıyor, kız yeniden iletişim kurmak istediğinde Yusuf mesafeli davranıyor. Daha sonra “taciz” iddiaları gündeme geliyor.

Bunlar ne kadar doğru, bilemiyorum. Fakat nihayetinde ortada bir kadının “taciz iddiası”, bu iddiaya dayanarak yapılan bir “ifşa ve linç” ve bunun sonucunda onurunu ve itibarını kaybettiğini düşünüp “intihar” eden bir genç var.

Fakat benim üzerinde asıl durmak istediğim nokta “ifşa ve linç” mekanizmasının feminist harekette bir “mücadele aracı” olarak kullanılıyor olmasıdır. Taraflar yeterince sorgulama konusu yapmasa da asıl sorun budur.

Bu mekanizma, cinsiyete dayalı herhangi bir taciz/şiddet iddiasında, kadının beyanını kategorik olarak eksene almakta, erkeği ise “olağan sabıkalı” konumunda sürece dâhil etmektedir. Olayın ne olduğundan bağımsız olarak, tarafların iddia ve savunuları “eşit doğruluk değerinde” görülmemektedir. Bunun böyle görülmesi beklenemez de zaten. Çünkü tekil bir olayda erkek, “erkek egemen hegemonyanın” bir üyesi; kadın ise bu hegemonyayı aşmak, asimetrik güç dengesini kadınlar lehine değiştirmenin temsilcisi olarak görülmektedir. Nitekim erkeğin savunusu daha başlangıçta “mansplaining” (erkek egemen açıklama) olarak tanımlanabilmekte, savununun kendisi “patriyarkanın yeniden üretimi”, “fail aklama” gibi “susturucu şablonlar” (buna tekfir mekanizmaları da diyebiliriz) aracılığıyla hükümsüz kılınmaktadır.

Yani ortada, müddeinin ya da failin cinsiyetinden bağımsız bir şekilde, kendi özgün koşullarında değerlendirilmesi gereken bir olay yoktur. Bu olayın nasıl değerlendirileceğine dair olay öncesi hazırlanmış “ideolojik kalıplar” vardır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse bu, “davalı ve davacı” arasındaki hukuki bir davadan çok davalı ve davacının temsil ettiği ideolojik bir davadır. Nitekim DGD’yi konuyu “Yusuf’un ölümüne indirgemekle” itham eden Yeni Demokrat Kadın’ın (YDK) yaptığı açıklama bunu soğukkanlılıkla yansıtmaktadır:

“Konunun muhatabı politik öznelerden biri olan DGD’nin kamuoyuna ilk elden yaptığı ve sürecin bütününe dair bilgilendirme içermeyen açıklamanın ruhu, devrimci değerlerin büyük savunuculuğu adı altında en yakınımıza, mücadele alanlarımıza sirayet eden erkekliği bir kere daha üretmiştir. Bunu yaparken de aslında kadın mücadelesinin ürettiği değerler de mücadeleden dışlanmaktadır.”

Dahası, YDK’ya göre ifşa bir mücadele yöntemidir ve Yusuf’un ölümü üzerinden kadınların bu yöntemi ellerinden alınmak istenmektedir. YDK, açıklamasına buna dikkat çekerek başlamaktadır:

“İfşalara dönük tepkiler, kadınların sorgulanması, yargılanması, mücadele yöntemlerinin mahkûm edilmesine dönüşen sonuçlar yaratıyor. Bunun erkek egemenliğinin bilinçli olarak yaptığı manipülasyonlardan bir tanesi olduğunun altını çiziyoruz.”

“Bazı hatalar insanların canına mal” olsa da onlara göre bunun pek bir önemi yoktur. Önemli olan, hegemonya savaşının kazanılmasıdır:

“Devrimci mücadelenin tarihinden biliyoruz ki bazı hatalar insanların canına mal oluyor. Coğrafyamızdaki mücadelenin tarihi maalesef bunun gibi onlarca örnek içermektedir. İfşa veya ezilenin ezene yönelik şiddeti, devrimci mücadelenin yöntemlerinden biri olarak meşrudur, istenmedik sonuçlar üretmesi hem araçların hem de bu araçları uygulayanların hedef haline getirilmesine neden olmamalıdır. Olaya özne kadınları politik olarak yönlendirenler, bugün sus pus olsa da özneler devrimciler tarafından sahiplenmelidir.”

Son cümleye özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum: “Olaya özne kadınları politik olarak yönlendirenler, bugün sus pus olsa da özneler devrimciler tarafından sahiplenmelidir.”

Kanaatimce konunun özü tam da burasıdır. Bazı hesaplar tarafından Yusuf’un kaybının verdiği duygusallıkla “acımasız” bir yaklaşım olarak görülse de YDK, burada bir gerçeği “saf haliyle” dile getirmektedir. Yusuf’a kaba şiddet uygulayan kadınları “karşı linçle” hedef tahtasına oturtarak ya da “örgütsel ilişkilerini keserek” sorunu çözemezsiniz. Bu kadınları “politik olarak yönlendiren”, onları güç dengelerinin asimetrik olarak dağıtıldığı bir savaşta asimetrik yöntemler kullanmaya ikna eden politik anlayışı masaya yatırmadan neyi halledeceksiniz? YDK’nın “cesaretle” ifade ettiği gibi, bu güç dengesizliğinin zaman zaman can kaybı gibi “istenmedik sonuçlar üretmesi” normaldir.

Bu açıdan bakıldığında YDK’nın DGD’ye yönelik ithamları haklıdır. Nitekim DGD, Yusuf Said’e uygulanan ifşa ve linçi eleştirirken, bu eleştiriyi yöntemin kendisine kadar derinleştirmemeyi tercih etmekte; bilakis, yöntemin kendisini meşru görmektedir:

“İlgili süreç güvenli şekilde işletilirken ve şikayetçi kadın arkadaş ile tam bir iletişim sağlanmışken sosyal medyada plansız, ucu açık ve istismar edilmeye açık bir paylaşımın yer alması teşhir gibi kadın hareketinin önemli bir aracının bu biçimde kullanılması mekanizmanın zayıflatılmasına da yol açmaktadır. Yapılanların öz savunma manasında bir teşhir olmadığı açıktır. Bu araçların yanlış kullanılmasının tüm kadınlar açısından olumsuz sonuçları olabileceği için, azami hassasiyet gösterilmesi elzem olduğu halde bu aracı alelade bir linçten farksız biçimde hayata geçirenler tarafından gösterilen bu sorumsuzluk herkesin malumudur ki çok vahim bir sonuca yol açmıştır.”

Yusuf Said’i intihara götüren süreç, sadece birkaç feministin paylaştığı video değildir. DGD, şunu kendine sormaktan imtina ediyor: Yusuf Said’i asıl umutsuzluğa yönelten şey neydi? Daha başlangıçta kadının beyanının esas alındığı bir soruşturma sürecinden çıkacak sonuca güvenmemesi olabilir mi? “Olağan sabıkalı” olarak dâhil edildiğiniz bir soruşturmanın sonucuna ne kadar güvenebilirsiniz ki? Kaldı ki, DGD konu kendilerine intikal eder etmez Yusuf Said’e “yaptırım” uyguladığını belirtmektedir:

“Komitede konuyla görevli kadın arkadaşımız, müşteki kadına ulaşarak ilk teması yaklaşık 15 dakika içinde 19.50 civarı sağlamıştır. İlk temasın ardından iddianın kategorik olarak karantina prosedürü gerekli konulardan ‘kadına yönelik suçlar’ kapsamında olduğu anlaşıldığından, hakkında suç isnat edilen geçici üyemiz Yusuf’un üyelik süreci askıya alınmış ve soruşturma sonuçlanana kadar tüm dernek faaliyetlerinden el çektirilmiştir.”

Şunu tekrar sormak istiyorum: Yusuf Said, böyle başlayan bir soruşturma sürecinden çıkacak sonuca güvenmemiş olabilir mi? İddiaya karşı kanıt sorumluluğunun size yüklendiği, aksini ispat etmekle yükümlü tutulduğunuz ve söylediğiniz her şeyin “erkek” olarak söylediğinizi kenara not eden bir soruşturma süreci, size ne kadar umut verici geliyor?

Nitekim bazı paylaşımlarda Yusuf’un kendini savunmak istemediği, sürekli “özür dileyerek” ve yapılan ithamlara boyun eğerek kendini suçladığı belirtilmektedir. Oysa her sorun aşılabilir, her iddia cevaplanabilir, her linçle mücadele edilebilir. Yeter ki umut olsun. Umudun bittiği yerde sadece savunma değil, hayat da anlamsızlaşır ve yaşama sevinci biter.

Burada bir parantez açarak, şunu da vurgulamak istiyorum: Gerek DGD’nin gerekse Öğrenci Kolektifleri’nin açıklamalarında “soruşturma”, “yargılama”, “cezalandırma” süreçlerinin bu yapılar tarafından işletilen rutin süreçler olduğunu görüyoruz. Belki de pek çoğu öğrenci olan, ideolojik saiklerle hareket etmeye yatkın kişilerin üç ay önce tanıştıkları bir kişinin geleceği hakkında karar vermesi, size mantıklı geliyor mu?

Diğer taraftan, konuya ilişkin bazı feminist hesaplar, ifşa yönteminin yanlış kullanımının feminist kazanımlara zarar vereceğini belirtmekte; “kadının beyanının soruşturmanın başlaması için esas” olduğunu, sonrası için sürecin iddialarla değil, kanıtlarla yürümesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Ancak yukarıda da vurguladığım gibi, erkek cinsiyetini kategorik olarak “şaibeli” gören bir önvarsayım, tarafların açıklamalarını aynı doğruluk değerinde görmeye ne kadar açık olacaktır? Örneğin her iki taraf için de kanıt getirmenin mümkün olmadığı, sadece iddia ve savunuların söz konusu olduğu bir olayda erkek tekil bir kişi olarak değil, erkeklik kategorisi içinde değerlendirilecek ve hakkında öyle karar verilecektir.

Sonuç olarak şunu belirtmekte fayda var: Yusuf Said’in “sol ve feminist” bir örgütün üyesi olarak feminizmin hışmına maruz kalması, daha derin bir tartışmayı gerekli kılmaktadır. Bu yazıda ayrıntısına girmeyecek olsam da, YDK gibi yapıların “devrimci şiddet” olarak meşrulaştırdığı ifşa ve linç mekanizması, ne sadece solcularla ne de sadece erkeklerle sınırlıdır. Bu mekanizmanın 2019’daki TERF tartışmalarında Zeynep Direk, Yasemin Varlık, Ebru Pektaş, Hale Akay gibi feminist kadınlara karşı da işletildiğini hatırlatmak gerekir. Nitekim 2020’de bu kişiler LGBTİ Onur Haftası Düzenleme Komitesi tarafından ifşa etmeyi ve “hizaya getirmeyi” amaçlayan “hormonlu domates” ödüllerine layık görülmüşlerdi.

Kadının biyolojik cinsiyetine inanan feminist kadınlara bile acımayan bu kültürün nerede duracağını kim bilebilir? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: “Devrimci şiddet” olarak meşrulaştırılan ifşa mekanizmasının meşruluk sınırını ne belirlemektedir? Eğer “ifşa”, normatif olana en uzakta duranın normatif olana karşı elinde meşrulaşıyorsa, herkes norma en uzak olanın söylem gücüne boyun eğmek zorunda kalmayacak mıdır?

Son olarak, belki başka bir yazıda açılması gereken bir noktaya daha değinmekte fayda var. Yusuf Said’in intiharıyla yeniden alevlenen tartışmaların bir ekseninde de -Aralık Feminist Kolektif’in açıklamasında görülebileceği üzere- Marksizm ve feminizm arasındaki geçmişi uzun yıllara dayanan gerilimin olduğunu belirtmek gerekiyor: Siyasal mücadelenin ekseninde “cinsiyet/cinsellik ve ataerki/heteronormativite” mi yer alacak yoksa “sınıf ve sermaye” mi? Nitekim Heidi Hartmann, 45 yıl önce yazdığı “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” yazısına bu gerçeği işaret ederek başlar:

“Marksizmi ve feminizmi son zamanlardaki birleştirme çabaları, feministler olarak bize tatmin edici gelmiyor, çünkü bu girişimler, feminist mücadeleyi sermayeye karşı verilen ‘daha geniş’ mücadelenin kapsamı içine alıyor. Benzetmemizi sürdürürsek, ya daha sağlıklı bir evliliğe varmamız ya da boşanmamız gerekmektedir.”

Mücahit Gültekin
9 Haziran 2025
Kaynak

23 Mayıs 2025

,

Halilintar


Vaşington'da iki Siyonist diplomatı ölümle cezalandıran Elias Rodriguez'in eylemden iki gün önce kaleme aldığı manifestosu:

* * *

 

Halilintar”, “şimşek” ya da “gök gürültüsü” gibi bir anlama gelen bir kelimedir.

Bir eylemin ardından insanlar, o eyleme bir anlam kazandıracak bir metin arar; işte bu, böyle bir girişimdir. İsraillilerin Filistin’e karşı işlediği vahşetler tanımı aşar, sayılarla ifade edilemez. Bu vahşetleri çoğunlukla okuyarak değil, videolarla izleyerek, bazen de canlı olarak, öğreniyoruz.

Haftalar boyunca hızla artan ölü sayısının ardından, İsrail ölüleri sayacak kapasiteyi bile yok etti, bu da soykırımına büyük hizmet etti. Yazım sırasında Gazze Sağlık Bakanlığı travmatik güç sonucu öldürülen 53.000 kişiyi kayda geçmiş durumda; en az on bin kişi enkaz altında, bilinmeyen binlercesi de önlenebilir hastalıklardan, açlıktan öldü; on binlercesi ise İsrail ablukası nedeniyle acil kıtlık riski altında. Bütün bunlar, Batılı ve Arap hükümetlerinin işbirliğiyle mümkün oldu.

Gazze Enformasyon Ofisi, enkaz altındaki on bini kendi ölü sayısına dâhil ediyor. Aylarca haberlerde “on bin kişi” enkaz altında olarak geçti, bu, yeni enkazlar yaratılmasına ve bu enkazların tekrar tekrar bombalanmasına rağmen. Çadırlara yönelik bombardımanlar bile oldu. Yemen’deki ölü sayısının yıllarca birkaç bin olarak tutulmasının ardından gerçek sayının 500.000 olduğu ortaya çıkmıştı. Bu sayıların hepsi, büyük ihtimalle suç teşkil edecek şekilde az gösteriliyor. 100.000 ya da daha fazla kişinin öldüğü yönündeki tahminlere inanmakta zorlanmıyorum.

Bu yılın Mart ayından bu yana, “Koruyucu Hat” ve “Dökme Kurşun” operasyonlarının toplamından daha fazla kişi katledildi. Paramparça olmuş, yanmış, patlamış bedenlerin ne kadarlık bir kısmının çocuk olduğunu söylemeye ne hacet. Bizler, bunun olmasına izin verenler, Filistinlilerin affını asla hak etmeyeceğiz. Onlar da bize bunu gayet net biçimde ilettiler zaten.

Silahlı bir eylem, illa ki askeri bir eylem değildir. Genellikle değildir. Genellikle bir tür tiyatrodur, gösteridir; birçok silahsız eylemle bu yönü ortaktır.

Soykırımın ilk haftalarında yapılan şiddet içermeyen protestolar bir dönüm noktası gibi görünüyordu. Daha önce hiç Batı’da bu kadar çok insan, on binleri bulan kitleler halinde Filistinlilerle dayanışma içinde sokaklara dökülmemişti. Daha önce hiç bu kadar çok Amerikalı siyasetçi, retorik de olsa, Filistinlilerin de birer insan olduğunu kabul etmek zorunda kalmamıştı. Ama bu retoriğin şimdiye kadar pek bir karşılığı olmadı.

İsrailliler, Amerikalıların kendilerine bu soykırımı sürdürmeleri için sağladıkları serbestiyeti, kendi ağızlarıyla hayretle anlatıyorlar. Kamuoyu, bu soykırımı yapan ırk ayrımcısı devlete karşı dönmüş durumda, ama Amerikan hükümeti bunu omuz silkip geçiyor: “O zaman kamuoyuna gerek yok,” diyorlar âdeta. Yapabiliyorlarsa kamuoyunu suç sayarak bastırıyorlar, yapamıyorlarsa da “İsrail’i dizginlemek için elimizden geleni yapıyoruz” gibi sıradan güvence sözleriyle kamuoyunu boğuyorlar.

Aaron Bushnell ve diğerleri bu katliamı durdurmak umuduyla kendilerini feda etti ve devlet, bize onların fedakârlıklarının boşuna olduğunu hissettirmeye çalışıyor, Gazze için ayağa kalkmanın, bu savaşı evimize taşımanın bir anlamı olmadığını göstermek istiyorlar. Onların bu oyunu kazanmasına izin veremeyiz. O fedakarlıklar boşuna değildi.

Hükümet temsilcilerimizin bu katliamı desteklerken hissettikleri cezasızlık hissi, aslında bir illüzyon olarak ifşa edilmelidir. Bu cezasızlığı en ağır haliyle yaşayanlar, soykırımcılara en yakın olanlarımızdır.

Guatemala devletinin Maya halkına karşı yaptığı soykırımdan kurtulanları tedavi eden bir cerrah, bir defasında bir katliamda ağır yaralanan bir hastayı ameliyat ederken, silahlı adamların ameliyathaneye girip, ameliyat masasındaki hastayı kahkahalarla vurarak öldürdüğünü anlatmıştı. Cerrah, meselenin en kötü tarafının, o katilleri kendisine gayet tanıdık olan adamları, yıllar sonra sokakta rahatça dolaşırken görmek olduğunu söylemişti.

Başka bir yerde, vicdan sahibi bir adam, Vietnam kasabı Robert McNamara’yı Martha's Vineyard feribotundan denize atmaya çalışmıştı. McNamara’yı arkadaşlarıyla birlikte feribotta gülerek otururken gördüğünde, onun cezasızlığına ve küstahlığına dayanamadı. O adam McNamara’nın “duruşunu”, “Tarihimi kafama takmıyorum, burada Ralph ile oturup içkimi yudumlayabiliyorum, sen de buna katlanacaksın” tavrını sindiremedi. McNamara’yı suya atmayı başaramadı, çünkü eski dışişleri bakanı trabzanlara tutunarak tekrar ayağa kalktı. Ama saldırgan adam, bu girişimin değerini şu sözlerle açıkladı: “Onu dışarıya, ikimizi baş başa bırakacak bir yere çıkardım. O anda tarihi o kadar da sağlam görünmüyordu, değil mi?”

Silahlı eylemlerin ahlaki yönü hakkında da bir şey söylemek gerek. Soykırıma karşı olan bizler, faillerin ve suç ortaklarının insanlıktan çıkmış olduğunu savunarak bir tür tatmin buluyoruz. Bu görüşü anlayabiliyorum, çünkü tanıklık ettiğimiz vahşet, ekran aracılığıyla bile olsa, ruhu çok fazla zorluyor. Ama insanlık dışılık dediğimiz şey aslında oldukça sıradan, sıradan bir insana özgü bir durum.

Bir fail, aynı zamanda sevgi dolu bir ebeveyn, saygılı bir evlat, cömert bir arkadaş, hoş bir yabancı, bazen kendi menfaati dışında bile ahlaki güç gösterebilen biri olabilir ve yine de bir canavar olabilir. İnsan olmak, birini hesap vermekten muaf kılmaz. Bu eylem, 11 yıl önce, “Koruyucu Hat” sırasında yapılmış olsaydı da ahlaki açıdan haklı olurdu. Ben şahsen o sıralarda Filistin’de yaptığımız vahşetin farkına acı biçimde varmıştım. Ama sanırım çoğu Amerikalı için o zamanlar bu tür bir eylem anlamsız, delice görünürdü. Bugün en azından birçok Amerikalı için bu tür bir eylem gayet anlamlı ve belki de tek akla yatkın seçenek gibi görünüyor.

Anne, Baba, küçük kardeşim, O… da dâhil tüm ailem, sizleri seviyorum.

Filistin’e özgürlük!

Elias Rodriguez
20 Mayıs 2025
Kaynak
Çeviri: Emre Orman