24 Haziran 2016
22 Haziran 2016
Etek ve Bıyık
9 Eylül 1993’te Arafat, İzak Rabin’e bir mektup yazar.
Mektup, şu cümleyi içermektedir: “FKÖ, İsrail devletinin barış ve güvenlik
içerisinde varolma hakkını tanımaktadır.” Bu tanımaya karşın İsrail, çöken
dizleri görür ve “İsrail’in bir Yahudi devleti olarak varolma hakkını da
tanıyacaksınız” der. Buna da “peki” denilir.
O vakit “nereden çıktı bu İslamcılar?” diye yakınıp
duranların, devletler kadar mazlum kitlelerin de salt sınıfsal değil, milli ve
dini tepkiler geliştirdiklerini görmeleri gerekiyor. Devlet, Filistin kurtuluş
mücadelesinin sınıfsal ve milli düzlemde elde ettiği mevzii ezelden beri
muhafaza ettiği din kozu ile dağıtmak isteyince, kitleler de bu yönde tepki
geliştirmişlerdir. Filistinli analar, evlatlarını bu rahim içinde büyütüp
doğurmuşlardır. Anlaşılmayan budur.
Laik-modernist İsrail devletinin Yahudi devleti olmasını anlamayanlar, ne IŞİD’i ne de özelde AKP’li devleti anlayabilirler. Zira onlar, ne kitlelerin içindedir ne de önünde.
Örgütleyen örgütlenmelidir. O
rahimde gene doğulmalıdır. Mücadele, o doğumun sancısında, kanındadır.
* * *
“Her eteğini savuran kendisini Rosa, her bıyığını
buran kendisini Stalin zannediyor.” [Hikmet Kıvılcımlı] Doktor, bu sözü
taklitçiliğe, kelimelerin büyüsüne itiraz etmek, öznel ideolojik kurguların
beyhudeliğini vurgulamak, yerlici değil, ama yerli bir mücadele perspektifi
oluşturmak için sarfeder.
Bugün kadın eylemlerinde cadı şapkaları takılır.
Bir-iki kitaptan edinilen malumatla, geçmişte cadıların kadın olduğu için idam
edildiğine inanılır. O şapkaların sebebi budur. Politik bir dönemde, kapitalizm
ve burjuvazi toprağı ve hayatı çitlemekte, sapkın, mülhid, zındık olanı tasfiye
etmektedir. O cadılar, burjuva devrimi sonrası oluşan ideolojik iklimin “kadın”
dediği şey değil, başka yola işaret ettiği için öldürülmüştür. (Ayrıca
öldürülenlerin önemli bir bölümü erkektir!) Bağlamından çıkartıldığında, saf
“kadın” olunduğunda, o politik olan da berhava olmaktadır. Ki zaten faşizm
antipolitizm; liberalizm apolitizmdir.
Politik olanın dışında durmanın öğretildiği, devlet ve
burjuvazinin politik olana saldırdığı koşullarda etek savurmanın, bıyık
burmanın da bir anlamı yoktur. Doktor, Rosa ve Stalin’in politik bağlamını
bilmekte, o bağlam zihinde tekrar canlandırıldığında politik olunulacağı
sanrısını suyun yüzündeki köpük gibi dağıtmaya çalışmaktadır.
Hayaller eskiden Moskova, Tiran, Pekin, Havana iken
bugün tümüyle Paris’tir. AKP’nin “asgari burjuva demokrasisi ilkeleri”ni bile
çiğnediği söylenerek, burjuvazi ve sınıf dışı, uzaydan gelmiş bir istilacı güç
olarak gösterilmesi durumunda en geniş kitlenin seferber edileceği düşünülmektedir.
Oysa bugün AKP ne yapıyorsa burjuvaca, burjuva adına, burjuvayla yapmaktadır.
“Asgari burjuva demokrasisi ilkeleri” diye beş vakit dua edenlerin sokağa
çıkması, hayata karışması, sabahın beşinde işe giden bir işçi kadının koluna
girmesi, madene inmesi, inşaat işçileriyle öğlen arası soğan kırması, Kürd ile
yanık bir stran mırıldanması, Egeliyle artık hasret kaldığı tütünün kokusunu
içine çekmesi, Artvinliyle seneye kesilecek derenin suyundan bir avuç içmesi
gerekmektedir. Artık alamet-i farika hâline gelmiş eteğe ve bıyığa pek
güvenilmemelidir.
* * *
Seyfi Öngider’in Kurtuluşçuları Sisifos’a benzetmesi,
ama yazı sonunda, “sosyalizm için mücadele hiç de Sisifos’un cezası gibi
görülemez” demesi, bir tuhaf.[1] Belki de Öngider’de bir çelişki yok. O,
muhtemelen Kurtuluşçuların harcanıp gittiğini, kayalar altında kaldığını, asıl
sosyalizm mücadelesini kendisinin verdiğini iddia ediyor. Öngider’in lafına
bakılacak olursa, Kurtuluş Kendini, Kurtuluş’u bitirmek, onun bittiğini
ilân etmek için Anlatıyor. Ancak bitmiş bir şeyin edebiyatı olabiliyor.
Devam eden süreç, kendisine dair laflara asla vakit bulamıyor. O vakitle
uğraşmayanlar zamanın kucağına atlıyorlar. “Bugün bizden yana değil, yarın
bizimdir!” diyorlar.
Lenin, “Marksistler, olması gereken değil, olan
üzerinden hareket ederler.” diyor. Bu açıdan Lenin’e küfür niteliğindeki
siyaset algısı, olması gerekene kilitlendiği ölçüde bugündeki imkânları,
çatlakları asla görmüyor. Bu algı zaten, zımni anlaşma gereği. Politik
bağlamdan kaçmak, uzak durmak, başkalarını da bu günaha ortak etmek ya da o
bağlamı çözmek, dağıtmak, asli yönelim bu. Gezi bağlamı bugün reklâmcıların
uygulama alanına dönüşmüş “cephe” deneyimleriyle dağıtıldı. Ne bağ ne bağlam ne
de bağlanmak, arzulanan bir şey.
Bağı kopartan, bir yere zaten bağlıdır ya da
bağlanmaktadır. “Hayattaki mucizeler”e bağlanan ilahiyat, bize
kültürel-ideolojik alandaki konumumuzla yetinmeyi öğütlemektedir. “Kayayı
zirveye doğru yuvarla, hiçbir şey olmasa, spor yapmış olursun.” Geleceğe kalan
sadece bu kişisel öğüttür.
Çünkü artık “bu ülkede devrim oldu, çırpınmana gerek
yok, o devrimi ilerlet, yeter” diyenlerin koluna girildi. “Kemalist devrim”e
mumlar yakıldı. Bu yaklaşımda olanların, “İslam, (Allah affetsin, bir
kereliğine kullanalım) bir devrimdi, oldu bitti, temele şeklen bağlı kal, o
devrimin bugündeki izlerini sürmek sana mı düştü?” diyenlerle atışmasından bir
şey çıkması mümkün değil. “Muhammed’den önce en azından renkli bir pazar vardı,
o pazarda birçok kabile tüm renkleriyle bir arada yaşıyordu, her biri bir puta
sahipti, o putlar barış içinde bir arada yaşıyordu, ne gereği var hepsini
kırmanın!” diyenlerin bugünün pazarına aykırı tek laf etmesi de mümkün değil.
Politika, pazarda olmak için kaya yuvarlamak, etek savurmak, bıyık burmak
mıdır? “Pratik sahada mücadele” dediğiniz bu mudur?
* * *
Barış Yıldırım: şöhretini “HDP’de sosyalistlerin işi
ne?” çıkışına borçlu.[2] Fraksiyon olup solu “böldüğü” günlerin getirdikleriyle
bugün tüm solu, hatta tüm muhalifleri birleştirdiği bir sabaha uyandı. O
birlik, Halkbank ve kültür işlerini ya da rafa kaldırılıp çürümeye bırakılmış
potansiyel Rafçıları içerir mi, bilinmez.
“Birlik çağrısı” popüler, trending topic olunca
hemen devreye giriyor Barış. Kendisi söylüyor. Peki bu Barış kiminledir?
“Anti-kemalizm solun çocukluk hastalığı, belki bağışıklık kazanmak için o
hastalığa ihtiyacımız vardı. Şimdi anti-faşizme dönebiliriz.” lafları kimlerin
kulağına fısıldanmaktadır? Gezitecilik, bireyler buluşması mıdır, orada halk
nerededir?
Seyfi Öngider gibi, Barış da aynı yazı içerisinde
kendisine çelme takma becerisini haiz. “Faşizm tespiti yapmak için daha neyi
bekliyorsunuz?” diyor, sonra da egemen bloğu “faşizm” olarak tanımlamanın şart
olmadığını söylüyor. Kelimelerin, kavramların kitleleri toparladığını,
örgütlediğini düşünüyor.
Gezi günlerinde mikro siyaset ve mikro yaşam
alancılığı peşindeki bu yazarın bugün ucu bucağı belirsiz kitlelere göz dikmesi,
hayra alamet değil. Çünkü o huyundan vazgeçmiyor, Kemalizm deyince zihninde bir
tek şahıs canlanıyor. Aynı şekilde “Erdoğan 5 ayda 734.483.000 lira harcamış.
Günlük aşağı yukarı 5 milyon lira. İçkisi, kumarı da yok adamın. Ne yapıyor bu
kadar parayı?” diyerek muhasebede başarılı olduğunu gösteriyor. Barış,
karşısında kendisi gibi bir şahıs var zannediyor. Çünkü sadece, şahıs olarak,
görülmek, değer görmek istiyor. Bu sebeple, devleti görmezden geliyor.
Kemalizmse küçük burjuvanın küçük burjuva küfründen
kurtulmak için diline doladığı bir şey onun zihninde. “Kemalizm küçük burjuva,
ben nasıl olabilirim ki?” dedikten sonra, ona öykünüp muktedir olmanın
yollarına bakıyor. Ölçüsü de, eşiği de, ölçeği de kemalizme ait. O nedenle
“Kürtleri PKK’yle eşitlemeyin!” türü Ahaber menşeli laflar diziyor
sayfasına. “PKK Kürtlerin CHP’si” diyor sonra. Burada olduğu gibi, teorisini
sadece kendisi gibi bireyler üzerine kurabiliyor. Acemi tercümanın “chemical
lab”i “kimyasal laboratuvar” diye çevirmesi gibi, o da bir tür zihinsel
yönelimle, “demokratik cephe”den bahsediyor. Özünde demokrasiyi faşizme karşı
değil, anti-faşist cephe içerisine yönelik olarak öneriyor. İçeriye siyaset
yapıyor. “Böyle bir pazar kurmaz, benim putlarımı tanımazsanız, ben oynamam!”
diyor özünde. Yazısında sıkça kullandığı “asgari” kelimesi, nereye çekildiğini
de ele veriyor. “Asgari burjuva demokrasisi” temel ölçütü oluyor, ama nasıl
oluyorsa, küçük burjuva olmadığını söyleyebiliyor. Esas derdi ve hedefi, HDP.
Bu tür yazıları o boşlukta kaleme alabiliyor.
Etekle, bıyıkla övünmenin vakti geçti. Devlete ve
sömürücülere karşı ezilenlerin-sömürülenlerin sınıfsal, milli ve dinî
tepkilerinin ortak kavşağına işaret ettiğimizde, “ama beni göstermiyorsun,
bıyığımı görmüyor, eteğime nağme düzmüyorsun” diye mızmızlanıyorlar, sonra
başlıyorlar “sola saldırıyorsun, onu dağıtıyorsun!” yaygarasına. Sınıfsal olana
vurgu, etek-bıyık solculuğunun önüne alınmak isteniyor, hepsi bu. Düşmanın
kendinden menkul bir solculuğu ezilenlerin-sömürülenlerin dışında ya da
karşısında örgütlemesine itiraz ediliyor. İnatla ve ısrarla, o pazara değil,
devrimci kavşağa bakılıyor.
* * *
Vaktinde ölemeyenler, öldürmek zorundalar. Pazarın
kanunu bu. Hayat ve kurtuluş o pazarı dağıtmada. O cemin kanı ve terinde bir
olmada.
Eren Balkır
22 Haziran 2016
Dipnotlar:
[1] Seyfi Öngider, “Kurtuluş Kendini Anlatıyor”, 21 Haziran 2016, Bianet.
[2] Barış Yıldırım, “Bir Demokratik Cephe’ye
İhtiyacımız Var”, 21 Haziran 2016, Sendika.
Meksikalı Öğretmenler
Direnişteki Öğretmenlere Yönelik Savaşa Dair Notlar
20 Haziran 2016
Alnın Teri
İki gündür bir haber dolaşıyor TV’lerde.
Bir poliklinikte yaşlı bir adam öğle arasında doktorun
odasında oturup gelmesini bekliyor. Doktor gelip hastasını görünce bağırmaya
başlıyor “Sen ne hakla ben yokken odama girersin, bir şeyim çalındıysa gününü
görürsün” vs, vs…
Adam kalakalıyor öyle, bu durumun sadece kılığından,
kıyafetinden ötürü kabahat olduğunu biliyor, biliyor ki o her yerde potansiyel
suçlu, her yerde hırsız, her yerde cahil. Boynunu büküyor “Bak çekmecelerine
bi’şeyini çalmış mıyım?” diye.
Doktorlardan haz etmem, bilen bilir. Kendi adıma, en
az yüzde altmışlık bir kesimi için “İyi ki doktor olmuş, yoksa hiçbir şey
olamazmış” diyebilirim.
İçinde insan sevgisi olmayan, sınıf ayrımına meyilli
biri neden doktor olur, bileniniz var mı?
Ya hastasını aşağılayan doktorun odasında gerçek bir
hırsız olsaydı, mesela neler olurdu, şöyle afilli bir milletvekili, bir bakan
çocuğu?
Sedye kirlenmesin diye botlarını çıkaran madenciler,
doktorun odasına girerken çarıklarını çıkaran köylü kadınlar ve “yerlerini
bildikleri için” onları ödüllendiren medya… Öyle çoklar ki. Öyle tiksiniyorum
ki.
Onların yerle bir ettiği özgüvenlerini bu halka geri
kazandırmak, sadece insan olmanın saygıya, sevgiye yeteceğini anlatmak öyle
imkânsız ki…
Elinizin uzandığı herkese kalbinizi de verin. Terliyse
de öpün insanları, kirliyse de sarılın. Başka türlü çekilecek gibi bir dert
değil.
İmgesu Ünal
22 Haziran 2016
Habâset
28 Şubat sürecinde genelkurmayın Eğitim-Sen’i arayıp
“bu yobazlara karşı bize üç bin kişilik bir öğretmen kadrosu listesi gönderin”
dediği söylenir. O listeyi gönderenler, bugün TSK’nın AKP denilen ahtapotun
ağına yakalandığından ve “saray-ordu ittifakından”[1] söz ediyorlar. Ordunun
görevini bizatihi kendilerinin üstlendiğini söylüyorlar. Böylece TSK’yı sütten
çıkmış ak kaşık olarak takdim ediyorlar. Patronlarını eleştiriden muaf
tutuyorlar.
Ortadoğu okuması da bu laisizm neferliği üzerinden
yapılıyor. Sokakta bildiri dağıtan “yobazlar”ın üzerine yürüyerek, “izni var mı
bunun?” türünden polis sorgusuna başvuruyorlar. Bölgeyi kendi özel
saraylarından izliyorlar. O sarayları kutsamak için Saray’ı taşlıyorlar.
Buradan da son yirmi yıldır Filistin direnişini kendi cephesinden omuzlamış
Hamas’a küfrediyorlar. Doha’da yürütülen Fetih-Hamas müzakerelerinin çıkmaza
girmesi üzerinden örgüte saldırıyorlar ve İslamcı siyasetin bitişini
şampanyalarla kutluyorlar.
Mustafa Kemal Erdemol[2], isminin hakkını verip, bu
kutlama dâhilinde Hamas’a saldırıyor. Müzakereleri bitirenin Hamas olduğunu
söylüyor. Hamas ise Gazze’deki memurların birleşik hükümet koşullarında ne
olacağını soruyor. Erdemol solcu ya, o memurların işsiz kalmasıyla asla
ilgilenmiyor. Ecdadı gibi kafatası ölçümü yapıp, o memurların kovulmasını
isteyen Fetih’e destek veriyor. Hamas’ı köşeye sıkıştırma derdinde olan FKÖ’nün
İsrail saldırıları öncesi örgütü dağıtma çabalarına buradan arka çıkıyor. Gerçeği
kafasının içindeki yüce “laisizm” hezeyanı önünde diz çöktürmeye çalışıyor.
Erdemol laikse Elektronik İntifada yazarı Ali
Ebunima da laik ve solcu. Ebunima, Erdemol’un arkasında durduğu, desteklediği
Abbas ve Fetih için şunları söylüyor:
“Nelson
Mandela anmasına katılan Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas, Güney Afrika’da
şunu söylüyor: ‘Hayır, İsrail’in boykot edilmesine dönük çabaları
desteklemiyoruz.’ Ama milyonlarca insan, onunla asla aynı fikirde değil. Fiilî
değişim, esasında tüm dünya genelinde, köylerinde, tarlalarında, balıkçı
teknelerinde, mülteci kamplarında ve İsrail hapishanelerinde, Filistinlilerin
sergiledikleri direnişe ve kararlılığa yanıt veren insanların İsrail’i yaptıklarının
hesabını vermeye zorlamak amacıyla örgütlenmesi sayesinde gerçekleşiyor.”[3]
Solcu sitelerde yazıları yayınlanan Tarık Dana da
şunları ekliyor:
“Fetih’in
sorumsuz politikası, FKÖ’yü sömürgecilik karşıtı misyonundan koparıp, onu
Filistin Devleti seçkinlerinin dar çıkarlarına teslim etti. Örgüt, Filistin
toplumunu birçok kuruma ve örgüte nüfuz etmiş olan bir patronaj ağı ile böldü;
bugün bu ağ, hem potansiyel liderliği atayan hem de muhalefeti marjinalleştiren
bir mekanizma olarak iş görüyor.”[4]
Joseph Massad ise şu tespiti yapıyor:
“FKÖ,
yirmi yıl önce bu şartlarla kuşatılmış bir ortamda, Oslo Anlaşması olarak
bildiğimiz sürecin ardından İsrail’e tamamen teslim oldu ve Filistin’in
sömürgeleştirilmesini kabullendi.”[5]
En az Erdemol kadar “laik” olan FHKC ise Filistin
Yönetimi’nin, Abbas’ın İsrail istihbaratı ile işbirliği içerisinde yürüttüğü
faaliyetleri konusunda şunu söylüyor:
“FHKC,
Filistin Yönetimi’nin halkımız için tam bir felâket olan işgalci devletle
işbirliğinde hareket etmesine bir son vermesini, onurlu birçok eylemcinin
serbest bırakılmasını talep etmektedir.”[6]
İşte işgalci devletten yana saf tutan Erdemol, o
işgalci devletle işbirliği içerisinde çalışan örgüte yoldaştır. Massad’ın
sözüne atıfla, Erdemol da İsrail’e ve sömürgeleşmeye teslimiyetin bir
tezahürüdür. O, İslamî hareketler konusundaki cehaletini sosyal medya geyikleri
ile örtbas etme derdindedir.
Bu teslimiyet, doğalında “Hamas’ı İsrail kurdu”
türünden cümleler kurdurmaktadır. Ezilenlerin mücadelesinin bu denli büyümesine
asla imkân vermeyen bu teslimiyet ideolojisi, tıpkı “PKK’yi MİT kurdu” diyenler
gibi konuşmaktadır. FKÖ ve Fetih, baştan beri yürüttüğü İsrail’i tanımama ve
Filistin’in kurtuluşu ile tanımlı ekseni seksenlerin ortasından itibaren
terk ettiği için kitleler yüzlerini Hamas gibi bir yapıya dönmüşlerdir.
Sonuçta Müslüman Kardeşler çizgisi Filistin’de
kırılmıştır. Filistin dönüştürücüdür. Yazı yazdığı gazetenin şeflerinin Bekaa
kamplarında “Ahu Tuğba’nın Türk halkı üzerindeki etkileri”ni tartışmaları, bu
dönüştürücü etkiden kaçmak içindir. Bugün Erdemol’a dükkân açmaları bu
sayededir. O da ekmeğinin karşılığını o geçmişe küfrederek ödemektedir. O
nedenle Hamas’ın dar anlamda o bildiği İslamcı yapılardan bir yapı olmadığını
anlamamaktadır.
* * *
Sosyal medyada bir devrimci örgütün mensupları,
Lübnan’da tertiplenen uluslararası toplantı için yaptıkları gezinin notlarını
yayınlamışlardı. O solcu gençler de kaldığı otelin kirliliğinden bahsetmekte, sıcak havaya dair şikayetlerini dile getirmekte, gittiği toplantıda FHKC’lilere kibirli bir ifade ile “Hamas ile ne işiniz var?”
diye sormaktadırlar.
Oysa Filistin’de hiçbir iş, küçük burjuvanın ideolojik
gevezelikleri ile ilerlemiyor. O FHKC’liler, gerektiğinde o Hamas’la birlikte
savaşıyorlar. Hatta Tarık Dana, “İslamî Cihad, FHKC, hatta Fetih’in kimi
militan kolları, Hamas’ın Gazze’deki idaresinden memnunlar, zira örgüt, burada
askerî eğitim ve silâh temini konusunda herkese geniş bir serbestiyet tanıyor”
diyor. İşte Erdemol gibi solculardaki kör laikçiliğin görmediği gerçek bu. Laikçilik devrimin gereklerine ve zorunluluklarına karşı körleştiriyor. Bunun için tercih ediliyor.
Öte yandan, solun devletle konumlanışı açısından,
yürüttüğü siyasetin “düşene bir tekme de ben vurayım” üzerine kurulu olduğunu
görmek gerek. Kendisi teslim olduğu ölçüde İslamî hareketin teslimiyeti
üzerinden bir tekme savurmayı iş edinmiş görünüyor. İslamî cenahın dişlerini
sökme girişimine ortak olmak, bugünün ana yönelimi. Görülmeyense şu: bugün “o
bildirinin izni var mı?” diye soranlar, yarın sokakta bildiri dağıttıklarında
izin soran polisleri meşrulaştırmış oluyorlar. İslam’a yönelik saldırı, tüm
ideolojilerin temelsiz kılınmasına dönük taarruz dâhilinde gerçekleştiriliyor.
İdeoloji için ve içinde yaşayıp ölmek, egemenlerin hiç istemedikleri tehdit,
işte bu.
* * *
Erdemol, yazısında açıktan yalan söylüyor. “Hamas’ın
Fetih’in laik programından vazgeçmesini istediğini” söylüyor. Memurlar
meselesinin önemini, FKÖ'nün Hamas’ın iradesini teslim almaya yönelik
girişimlerini görmüyor, birleşme talebine karşın FKÖ’nün özel kurumlarını
çalıştırmaya devam etmesinin ne anlama geldiğini idrak etmiyor. Gannuşi’nin
İslamcılıktan vazgeçişine özel bir mim düşüyor, ama ilk fişeğin Erdoğan’ın
Kahire’deki konuşması ile ateşlendiğine bakmıyor. Düşene tekme sallıyor.
Ortadoğu malumatını iç siyaset malzemesi hâline getiriyor. Hamas ile Erdoğan
ilişkisinin arka planını, onun bu kanaldan da nasıl tasfiye edilmeye
çalışıldığını dikkate almıyor. Esasen bu gerçeğe sevinip el ovuşturuyor.
Erdemol’un “Mahmud”[7] diye bildiği Muhammed Dahlen,
yeni yönelimin habercisi. Dahlen, laik cenahtan gelme bir ABD ajanı. Paralar
onda toplanıyor. Arafat’ı tasfiye eden Abbas’ın yerine onun geçeceği
söyleniyor.[8] Müzakerelerin tıkanmasının bir boyutu da Mısır-Katar gerilimi.
Hamas, FKÖ’leştirilmek zorunda. Yani Filistin’i bitiren, sömürgeleşmeye ve
İsrail’e teslimiyet.
İsrail’le anlaşıldığı noktada Erdemol gibi “yazarlar”,
bu nedenle, İsrail’i aklayan, FKÖ’yü yaldızlayan yazılar yazmak zorundalar. BDS
hareketi, bu yüzden ayşe düzkana teslim edilmeli, Düzkan her eylemde, ülkedeki
Filistin sevdasını laikleştirmek için ideolojik hiçbir bağı bulunmadığı “FHKC”
ile ilgili sloganlar atmaya, ülkede BDS pratiğine akacak enerjiyi toprağa
hapsetmeye mecbur.
BDS hareketi, dünya genelinde ciddi kazanımlar, mevziler
elde ederken, onun burada basit bir aydın kulübüne indirgenmesinin sebebi
burada. Erdemol ve Foti gibilerin “silâha ne gerek var, diplomasi yürütmek
lazım” diyen yazıları, bu zeminde tedavüle sokuluyorlar. Devlete fikren ve
zımnen yaklaştıkları ölçüde İsrail’i tanıyorlar, İsrail’i tanımayan iradeye
laiklik-ilericilik kisvesi altında, düşmanlık ediyorlar.
* * *
Filistin’de yüksek ideolojinin adı Filistin’in
kurtuluşu, İsrail’in yıkılışıdır. Küçük burjuva bir yerden, kafasının
içindeki özel ideolojik birikimi satmaya çalışanlar, o yüksek ideoloji
karşısında her daim diz çökeceklerdir. Filistin, Hamas’tan, FHKC’den, İslamî
Cihad’dan ya da Fetih’ten yücedir. Bu gerçeği görmeyen, helâk olacaktır.
Filistin’in onurlu evlatlarına küçük burjuva kaprisleri üzerinden küfretmek,
asli kötülüktür. Filistin’in küreselleştiği, kürenin Filistinleştiği momentte
bu tür kaprisler kolektif mücadeleye zarar verecektir.
Eren Balkır
21 Haziran 2016
Dipnotlar:
[1] “Saray-Ordu El Ele”, 21 Haziran 2016, Sendika.
[2] Mustafa K. Erdemol, “Filistin’i İsrail’den Çok Hamas Bitirdi”, 21 Haziran 2016, Birgün.
[3] Ali Abunimah, The Battle For Justice in
Palestine, Haymarket Books, s. 13.
[4] Tarık Dana, “Filistin Direnişi ve Düşmanlar”, 23
Temmuz 2014, İştirakî.
[5] Joseph Massad, “Barış Savaştır: Oslo Anlaşması’nın
Ardından”, Çev. Büşra Helvacıoğlu, 2 Mayıs 2014, İştirakî.
[6] “FHKC Bildirisi”, 21 Mart 2014, İştirakî.
[7] Mustafa K. Erdemol, “Parçalanmış Filistinli
Gruplar Bağımsız Filistin’e Engel”, 6 Mayıs 2016, Birgün.
[8] Alan Hart, “Abbas Yerine Dahlen”, 1 Mart 2016, İştirakî.
21 Haziran 2016
Yeni Bir Savaşın Eşiğinde
21 Haziran 2016
20 Haziran 2016
Garson Masa İyi Manzarayı Değiştir
Arif Ceradat
20 Haziran 2016