Latin Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Latin Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Eylül 2025

, ,

Patrick Argüello: Ezilenlerin ve Yoksulların Simgesi


Patricio José Argüello Ryan (30 Mart 1943 – 6 Eylül 1970), Sandinist hareketi üyesi, aslen Nikaragualı, ABD’de doğmuş olan bir devrimcidir. Eylül 1970’te FHKC’nin El Al Havayolları’nın 219 sayılı uçağını Dawson’s Field Havalimanı’na kaçırma girişimi sırasında vurulup öldürüldü. Sandinistler, bu noktada yaptıkları açıklamada, FHKC’nin eylemine gerilla savaşı eğitimi karşılığında uçak kaçırma eylemine destek verdiklerini söylediler.

Gençliği

Patrick Argüello, Mart 1943’te Kaliforniya eyaletinin San Fransisko şehrinde dünyaya geldi. Babası aslen Nikaragualı olan Rodolfo Argüello Ruiz, annesi Kathleen Ryan’dı. Babası, Amerikan vatandaşı olan annesi ile birlikte 3 yaşındayken Nikaragua’ya taşındı. Momotombo, La Paz Centro ve Managua’da yaşadı. 1956’da Nikaragualı diktatör Anastasio Somoza García öldürüldü. Oğulları Luis ve Anastasio, intikam almak için ülke genelinde saldırılar gerçekleştirdi. Argüello’nun ailesi bu baskılar neticesinde birçok Nikaragualıyla birlikte ülkeyi terk etti. Aile, Los Angeles’a gitti.

Los Angeles’ta Argüello, Belmont Lisesi’ne başladı. Büyüdükçe Somoza rejimine yönelik öfkesi arttı. Altmışlarda yaşayan birçok genç gibi Küba Devrimi’nden ve Che’den etkilendi. Lise sonrası birçok arkadaşının öğrenci hareketi içerisinde dayak yediğine, tutuklandığına veya öldürüldüğüne şahit oldu.

Yirmili Yaşları

Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’nden mezun olan Argüello, aldığı bursla 1967 yılında Şili’de tıp okumaya başladı. 1970 yılında yapılan seçimde sosyalist Salvador Allende’nin cumhurbaşkanı olmasına tanıklık etti. Ağustos 1967’de Pancasan’da Sandinist gerilla hareketi üyesi Nikaragualı arkadaşlarının ölümünden, ayrıca iki ay sonra Che’nin Bolivya’da ölmesinden epey etkilendi.

Ülkesine döndüğünde Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi ile temas kurdu. Amerikalı olması sebebiyle kendisine güvenmeyen örgüt lideri Carlos Fonseca, onun ajan olduğunu düşündü, dolayısıyla örgüt faaliyetlerine kısıtlama getirdi. Sonrasında Argüello, Ağustos 1969’da rejim karşıtı faaliyetleri sebebiyle Somoza hükümeti tarafından sürgün edildi. Bunun üzerine Argüello, Sürgündeki Nikaragualılarla birlikte çalışma yürütmek amacıyla İsviçre’nin Cenevre kentine gitti.

1970 yılının başlarında Sandinist hareketin lideri Oscar Turcios, Sandinistlerin gelişmekte olan hareketinin ihtiyaç duyduğu askeri eğitimi sunabilecek gerilla örgütleriyle bir araya gelme umuduyla Batı Avrupa’da faal olan Marksist Dördüncü Enternasyonal ile temas kurdu. İlk olarak Sandinistler, Nayif Havatme’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi ile ilişkiye geçtiler. Argüello ve arkadaşları, Amman yakınlarındaki örgüt kamplarına gönderildiler. Sandinistler, Nisan-Haziran 1970 arası dönemde Filistinli örgütten eğitim aldılar. Argüello ile birlikte eğitim alan iki Nikaragualıdan biri (1973’te Nikaragua’da öldürülen) Juan Jose Quezada, diğeri (1977’de Nikaragua’da öldürülen) Pedro Arauz Palacios’tu.

Leyla Halid’in hatıratında Argüello’nun üç çocuğu olduğu iddiasına yer veriliyor. Fakat Marshall Yurow’un Patrick Argüello’nun hayatını incelediği çalışmasında bu iddiayı doğrulayacak somut bir kanıtın bulunmadığından bahsediliyor.

1970 yazında Argüello ve Sandinist göçmenlerden oluşan küçük bir grup, başka bir Filistinli örgütle temasa geçti. Corç Habeş’in başında olduğu FHKC’den eğitim talep edildi. FHKC, eğitim karşılığında Nikaragualılardan Filistin meselesine dünyanın ilgisini çekmek için dört Avrupa uçağının eş zamanlı kaçırılması eylemine iştirak etmelerini istedi.

Uçak Kaçırma Eylemleri

İki eylemcinin 6 Eylül 1970 günü Amsterdam’da Boeing 707 tipi uçağa binememesi üzerine Argüello, yalnızca bir hafta önce tanıştığı, Şadiye ismiyle bildiği Leyla Halid’le uçağı kaçırma eylemini gerçekleştirmek zorunda kaldı. Evli çiftmiş gibi davranan iki devrimci, Honduras pasaportlarıyla uçağa bindi. Valizlerini güvenlik kontrolünden geçirdiler. Turistlerin oturduğu bölümün ikinci sırasındaki koltuklarına geçtiler. Eyleme başlamadan önce Halid, Argüello’ya gerçek kimliğinin ne olduğunu sordu. Aldığı cevap onu epey etkiledi. Uçağın havalanmasından yaklaşık otuz dakika sonra eylemciler silahlarını çıkartıp kokpite yöneldiler ve içeri girmek istediler.

Argüello, üzerindeki şık takım elbisesiyle elinde tuttuğu el bombasını koridora fırlattı ama bomba patlamadı. Bir yolcu, Argüello tabancasını çektiği vakit bir yolcu başına bir viski şişesiyle vurdu. Pilotun dalış hareketi yapması üzerine eylemcilerin dengesi bozuldu. Argüello, üç beş kez ateş etti, hostes Shlomo Vider’ı vurdu.

Halid de en az Argüello kadar talihsizdi. El bombaları sutyenine sıkıştığı için onları kullanamadı. Bu sırada güvenliğin ve yolcuların saldırısına uğradı. Uçak, Heathrow Havalimanı’na acil iniş gerçekleştirdi.

Yolcuların ve güvenlik görevlilerinin aktardığına göre Argüello, çatışma sırasında dört kurşun yedi. Aldığı yaralar neticesinde öldü. Pilot Uri Bar Lev, yaralı hostesi düşündüğünden, uçağı İsrail’e götürme talimatına karşı çıktı. Argüello ve Halid ambulansa konulup Hillingdon Hastanesi’ne götürüldü. Yolcuların ve güvenlik personelinin saldırısına rağmen halen daha hayatta olan Halid, birçok yerde Argüello’nun uçağı kaçırma planının suya düşmesi sonrası vurularak öldürüldüğünü söyledi.

Mirası

1972 yılında Japon Kızıl Ordusu ve FHKC, Tel Aviv yakınlarındaki Lod Havalimanı’na saldırdı. Eylem sonrası bıraktıkları mektupta “Dir Yasin Operasyonu” adını verdikleri eylemin sorumluluğunu üstlendiklerini, eylemi iki yıl önce başarısız olan eylemde ölen Şehit Patrick Argüello Mangası’nın gerçekleştirdiklerini söylediler.

Yetmişlerin sonunda San Fransisko’da Patrick Argüello Yayınları / Halkın Bilgi Kaynağı isminde küçük bir yayınevi kuruldu. “Şehir Gerillasını El Kitabı” ile “Kızıl Ordu Fraksiyonu” isimli çalışmaları bu yayınevi bastı. Kendileriyle alakaları olmayan suçlamalar üzerine editörleri tutuklanınca şirket dağıldı.

1983’te Nikaragua devriminin gerçekleşmesi üzerine Sandinistler, Argüello’nun adını yaşatmak için Momotombo’daki jeotermal tesisine onun adını verdiler. Ancak 11 Eylül 2001’deki saldırılar sonrası Arnoldo Alemán hükümeti, bir teröristi onurlandırmanın yanlış olduğunu söyleyerek, bu ismi kaldırdı.

Doksanlarda Baader Meinhof isimli müzik grubu “Ramirez’i Hakla” isimli bir şarkı yazdı. Sözlerinde şu dizelere yer verilmekteydi:

Patrick Argüello, Leyla Halid
Uçağın kuyruk kısmında gözden kayboldu
Üstelik adam
Kardeşi bile değildi
Ha günler iyi geçmiş ha kötü
Hepsi aynı nasılsa
Sen yeter ki
Şu korsan Ramirez’i hakla.”

Alıntılar

Uçak kaçırma eylemi sonrası birçok yerde Leyla Halid, Argüello’dan bahsetti:

“Tarihle randevumuz yaklaşıyordu. Tüm planların eyleme dönüştürülmesi gerekiyordu. Tarihi biz yazacaktık. Patrick Argüello onu kanıyla yazdı, bense onun kadar onurlu değildim.”

Gassân Kenefâni, Argüello hakkında şunları söyledi:

“Şehit Patrick Argüello, adil bir davanın, o davanın belirlediği hedefe ulaşma mücadelesinin simgesiydi. O mücadele ki sınırsızdır. Argüello, onun cenaze yürüyüşünde yer almak için Lübnan’ın her yerinden ve kamplardan gelen Um Saad gibi insanların temsil ettikleri ezilenlerin ve yoksulların bir simgesidir.”

Alchetron
3 Ekim 2024
Kaynak

Patrick Argüello

15 Ağustos 2025

, ,

Oscar Romero: Yoksulların Çobanı


Başpiskopos Oscar Romero, 24 Mart 1980 günü San Salvador’daki bir şapelde vaaz verdiği sırada, bir suikastçının tabancasından çıkan kurşunla öldürüldü. Ülkede ve yurtdışında birçok insan, bu cinayeti kınadı. El Salvador’da ve başka ülkelerde Hristiyanlar, Romero’yu Hristiyan inancına mensup bir şehit olarak değerlendirdiler.

Bugün San Salvador’daki katedralde bulunan mezarını çok sayıda insan ziyaret ediyor. Latin Amerika genelinde Hristiyanlar, onun hatırasını halen daha yaşatıyorlar.

Ölürken de yaşarken de Romero, sevgiyi ve düşmanlığı birlikte kucakladı. San Salvador’un ana meydanında düzenlenen cenaze merasimine on binlerce insan katıldı. Ama bir yandan da törende patlamalar ve silah sesleri de duyuldu. El Salvador’da resmini taşıyan köylülerin başı derde girdi. Bu durum, hem onun yıkıcı görülen yaklaşımlarının bir sonucuydu hem de yargısız infaza gitmesinin sebebiydi.

Ölümünün hemen ardından Salvador hükümeti yetkilileri onun adını ağızlarına almadılar. Salvador basını dilsizleşti. Ölümünü kimse soruşturmadı. Ülkede öldürülen on binlerce insanı öldürenler gibi onun katilleri de ceza almadı.

Oscar Romero, birilerinin Katolik Kilisesi’nin Şubat 1977’de Romero’nun başpiskopos olmasından önce başlattığı çalışmalarına düşmanlık ettikleri gerçeklikte katledildi. Bu dönemde Katolik rahipler, rahibeler, hocalar, kilise dışında çalışan işçiler tutuklandılar, işkencelerden geçirildiler, dövüldüler, katledildiler. Birçok rahibin kendi cemaatleriyle görüşmesine mani olundu. Birçok cemaat, özellikle taşrada, birlikte ibadet edemez, birlikte Kutsal Kitap okuyamaz hale geldi. Katolik kiliselerine, okullarına, manastırlarına, radyo istasyonlarına ve üniversitelerine askerler makineli tüfeklerle, bombalarla ve dinamitlerle saldırdı.

Bu yazının yazıldığı dönemde San Salvador başpiskoposu ve piskopos yardımcısı, ölüm mangalarının ve devlet güçlerinin işledikleri cinayetleri kınadıkları için ölüm tehditleri alıyorlar.

Her ne kadar hayatı ve çalışmaları politik yankılara sahip olmuşsa da Oscar Romero, politik bir lider değildi. Bu anlamda Oscar Romero, Gandi, Martin Luther King ve Benigno Aquino gibi din adamı olmasına rağmen belirli politik güçlere liderlik eden isimlerden değildi. Romero, basit bir papazdı. Papaz, Hristiyan ve Yahudi kutsal metinlerinde geçtiği biçimiyle “çoban” anlamına geliyor.

Antik çağda İsrail halkı, krallarına “çoban” diyordu. Onlar için gerçek ve kusursuz tek bir çoban vardı o da Tanrı’ydı. Hristiyanlarsa kendisini “iyi çoban” olarak tarif eden, gerçek çobanın kendisini sürüsüne adayan, hayatını onu korumak için adayacak olan kişi olduğunu söyleyen İsa’yı en yüce çoban kabul ediyorlardı. Hristiyanlara göre her kilisenin lideri, sürü çobanlığı görevini İsa Mesih’ten almıştı.

Romero da piskopos olarak görevinin kendisine güvenen insanlarla ilgilenmek, koyunlarını suya ve otlağa götüren bir çoban gibi onları Tanrı’ya götürmek, o insanları kurtlara karşı korumak, sürüden ayrılan varsa onu doğru yola getirmek olduğunu düşünüyordu.

Bu sorumluluğunu ne kadar ciddiye aldığını ölümünden kısa bir süre önce bir gazeteciye verdiği mülâkatta dile getiriyordu. Orada, canının tehlikede olduğunu bildiğini söyleyen Romero, “Tanrı’nın bir çoban olarak bana yüklediği görev, sevdiklerime, hatta beni öldürecek olanlara bile hayatımı vermektir” diyordu.[1]

Bir papazın görevi, insanlara Tanrı’yla birleşme yolunda rehberlik yapmaktır. Bu görev, diğer insanlar üzerinde kişiye belirli bir otorite bahşetmenin yanında, ona aynı zamanda başkalarının sorumluluğunu üstlenmeyi emreder. Kilisenin her üyesi, başkalarına karşı belirli sorumluluklara sahipse de kilisenin seçtiği bir papaz, kendisini tümüyle bu sorumluluğu yerine getirmeye adar. Belirli bir bölgenin piskoposu, kendi “sürü”süne çobanlık yapmakla yükümlüdür.

Romero, aynı zamanda San Salvador’un piskoposuydu. Bu anlamda, diğer piskoposlar kendi bölgelerinde otoriteye sahiplerse de o, tüm milletin sorumluluğunu üstlenmişti.

Papazların politik lider olmak gibi bir yükümlülükleri yok elbette. Çünkü esasında kilise, politik bir örgüt değil. Ama kilise ve liderleri, politik düzleme etki eden eylemler ifa ediyorlar.

Romero, kilisenin ve dinin seküler dünyaya her daim etki ettiğini düşünüyordu. Bu etkiyi kilise, bazen eyleme geçerek bazen de geçmeyerek gösteriyordu.

Çünkü Romero’nun da dediği gibi, “Hristiyanlık dini bizi dünyadan kopartmaz, bilâkis, onun içine sokar. Kilise, kentten ayrı bir kale değildir. İsa’nın müritleri kentin ortasında çalışmış, yaşamış, mücadele etmiş ve ölmüşlerdir.”[2]

Hristiyan inancı, insanların eylemlerini derinlemesine etkiliyor. Doğru yaşamak, bilhassa başkalarına adaletle ve sevgiyle yaklaşmak, Hristiyan olmanın asli özellikleri. Hristiyan, İsa’nın bizi gelip günahlarımızdan kurtaracağına, günahın insanın yanlış eylemlerini ifade ettiğine inanıyor. Dolayısıyla, papazın görevlerinden biri de sürüsünü günahlardan uzak tutmak.

San Salvador’un çobanı olarak Romero, tanık olduğu günahların Hristiyan hayatıyla hatta ahlakla uyuşmadığını görüyordu. Zayıfları ve biçareleri öldürenler cezasız kalıyor, hatta devlet adaleti ve hukuku tesis etmek adına bu eylemleri teşvik ediyordu. Adalet mekanizmasının parçası olan insanlar, işkenceye başvuruyorlardı. İnsanlar, keyfi yere gözaltına alınıyor, gözaltına alınanlar, bir süre sonra katlediliyorlardı. Çileli aileleri, yakınlarının başına ne geldiğini bilmiyorlardı. Devlet görevlileri ve yargıçlar, rüşvetin ve yolsuzlukların batağına saplanmıştı. Salvadorluların önemli bir kısmı bilhassa köylüler, cehaletin, kötü sağlık koşullarının, erken ölümlerin ve politik iktidardan ve politik hayattan dışlanmanın çilesini çekiyorlardı.

Hristiyanlık, kendisini insanların yaşam tarzlarını her daim dert edinmiş bir dindi. Bu düzlemde Katolik Kilisesi, İkinci Vatikan Konsili (1962-1965) döneminde kendisini yeniledi ve insanı ilgilendiren meselelere tekrar odaklandı. Konsil’in vurgusuyla kilise, dünyaya hizmet etmek için vardı. Tanrı’nın bahşettiği biçimiyle, Kilise’nin görevi, burada ve şimdide başlamak üzere, dünyayı kurtarmak, bunun için Tanrı’nın dünya için hazırladığı plan uyarınca onun gelişimine katkıda bulunmaktı. O plan ki Tanrı’nın her yerde adaleti, sevgiyi ve barışı hükümran kılması için hazırlanmıştı.

Tanrı’nın hükümranlığı, zamanın sonuna dek kusursuz bir biçimde tesis edilemese de Hristiyanlar, gene de o kusursuzluğa ulaşmak için çalışmayı görev biliyorlardı. Bu çabanın parçası olarak kilise, halkın yoksulluktan ve zulümden kurtulması gerektiğini söylemeliydi. Kilisenin görevi, “milyonlarca insanı, önemli bir bölümü kendi evladı olan onca insanı kurtarmak, o kurtuluş gününün şafağının sökmesini sağlamak, ona tanıklık etmek, o kurtuluşun eksiksiz olmasını güvence altına almak”tı.[3]

El Salvador gibi ülkelerde, genelde Latin Amerika ve Üçüncü Dünya’da kilise, esas olarak yoksulların dünyasına hizmet etmek zorunda. Ülke halkının önemli bir kısmı yoksul. II. Vatikan Konsili sonrası Latin Amerika’da Katolik Kilisesi, yoksulların safında olması gerektiğini gördü. Oscar Romero, 1980’de şunu söylüyordu: “Bu dünya insani bir suretten yoksun. […] Benim bölgemde kilise, yeniden insani bir surete kavuşmak için gayret etti.”[4]

Üç yıllık başpiskoposluğu süresince Romero, katedralde her Pazar verdiği vaazlarında milletin yüreğine ve vicdanına seslendi. Bazen muhalif bir grup kiliseyi ele geçirmişse gidip başka bir katedralde vaaz veriyordu.

Bölgesine ait radyo istasyonu, onun sözlerini El Salvador geneline taşıyordu. Bu ses, sadece bombalarla ya da devletin frekans bozmaya yönelik adımlarıyla kesintiye uğruyordu. Hristiyan ayininde vaaz, öncesinde yapılan Kitab-ı Mukaddes okumalarının izahını ifade ediyor. Romero, o vaazlarına bir önceki haftada yaşanan olaylara dair düşüncelerini de ekliyor, kilise dışı medya organlarında haber yapılmayan ya da yalan yanlış bilgilerle aktarılan cinayetlere, insan kaçırma olaylarına, keyfi tutuklamalara ve diğer insan hakları ihlallerine değiniyordu.

Romero’ya göre “vaazlar, halkın sesiydi. […] Sesi olmayanların sesiydi.”[5] Tutuklanan kişilerin ve polis ile güvenlik güçlerinin “tutuklamadık” dedikleri kişilerin aileleri, çözüm yolu bulamadıklarında başpiskoposun kapısını çalıyorlardı. Başpiskoposluk makamı, bu süreçte yardım isteyenlere hukuki yardım sunuyor, bu çalışma, nadiren de olsa başarılı sonuçlar üretiyordu.

San Salvador’da görevde kaldığı süre boyunca ve köylere yaptığı ziyaretlerde yoksul insanların yediği dayakları, gördüğü işkenceleri, cinayetleri, sevdiklerinin alınıp götürülmesine, evlerin yakılmasına, mahsulün yok edilmesine dair hikâyeleri defalarca dinledi. Kendisine şükranlarını ve derin sadakatlerini sunan yoksulların sevgisine mazhar olan Romero’nun katedralinde Pazar günü düzenlenen ayinlere genelde o yoksullar katıldılar. O köylüler, Romero’nun kendi sesleri ve savunucuları olduğunu söyleyen yüzlerce mektup kaleme aldılar.

Romero, başpiskopos olmadan önce de bazı köylerde papazlar Hristiyan cemaatlerini geliştirecek adımlar atmışlardı. Her hafta köylüler, bir araya gelip Kitab-ı Mukaddes okuyor, tartışıyor, cemaat bağları inşa eden bu insanlar, bölgede Kitap ve Hristiyan öğretisi konusunda eğitim verecek liderleri seçiyorlardı.

Cemaatlerin bazı üyeleri, hoca veya kelam temsilcisi oluyorlardı. “Halk toplulukları” adı verilen bu cemaatler, bugün Latin Amerika’nın büyük bir kısmında mevcut. Brezilya gibi yerlerde de faal olan bu gruplar, Katolik Kilisesi’nin hayatında önemli bir yere sahipler.

Ne var ki süreç içerisinde toprak sahipleri, köylüleri bir araya getiren, aralarında ortak bağlar kurulmasını sağlayan her şeyi tehdit olarak görüyorlardı. Binlerce köylünün ayaklandığı ve kıyımdan geçirildiği 1932 yılından beri toprak sahipleri, köylülerin örgütlenme ihtimalinden korkarak yaşadılar. Bu süreçte Hristiyan cemaatleri de oluştu. Köylü birlikleri kuruldu. Bazıları, yüz yıl öncenin Katolik düşünürlerinin ve papalarının geliştirdiği Katolik toplumsal düşüncesinin eseriydi. Politik baskı uygulamaları durumunda bu köylü birliklerinin umut olabileceğini gören bazı rahipler, bu birliklerin gelişmesini teşvik ettiler. Vaazlarında iyi bir dünyaya dair umutlarından ve sosyal adaletten dem vurdular.

Kitap incelemeleri ve tartışmaları üzerinden oluşan Hristiyan cemaatleri, köylüleri yaşadıkları sefalet ve İsa Mesih’in mesajı üzerinden düzgün bir hayat yaşama umudu konusunda daha da bilinçlendirdi. Doğalında köylü birlikleri, ortak eylem dâhilinde birleştiler. Hristiyan cemaatlerinin liderleri, köylü birliklerinin de liderleriydi. Büyük toprak sahiplerine göre küçük Hristiyan cemaatleriyle köylü birlikleri arasında hiçbir fark yoktu. Her ikisinde aynı köylüler faaliyet yürütmekteydi. Kilise, bu noktada köylüleri bilinçlendirme rolünü üstlenmişti. Bu sebeple kilise, Romero’nun başpiskopos olmasından çok önce baskıyla yüzleşmişti.

Oscar Romero, 22 Şubat 1977 günü başpiskopos olduğunda yoksulların savunucusu olacakmış gibi görünmüyordu. 1917’de El Salvador’un doğusundaki küçük ve dağlık bir kasabada dünyaya gelen Romero, 13 yaşında papaz okuluna gitti. Dışarıya kapalı, manastırvari eğitim süreci II. Vatikan Konsili öncesi Katolik din adamlarının oluşumuna damga vuran ana unsurdu.

Romero’nun düşünsel açıdan önemli bir seviyede olduğunu gören San Miguel piskoposu, onu ilahiyat eğitimi için Roma’ya gönderdi. 1942’de Roma’da kendisine rahip unvanı verildi. Altı yıl Roma’da kalan Romero, burada edindiği tecrübe üzerinden Katolikliğe, papanın makamına ve şahsiyetine iyice bağlandı. 1943’te ülkesine döndü. San Miguel şehrinde rahip olarak çalışmalara başladı.

Şehrin merkezi mahallesinde papaz olarak çalışan Romero, bir yandan da cemaatin çıkarttığı gazetede yazılar yazdı. Bölge radyosunda vaazlar verdi, konuşmalar yaptı. Bunlar, o dönem bir rahip için gayet sıra dışı faaliyetlerdi. Kilise dışı insanlar için teşkil edilmiş birçok Katolik örgütü, yüzünü bu mahalleye çevirdi. Dostlarının ve destekçilerinin sayısı binleri buldu.

1967’de Salvadorlu piskoposlar, Romero’yu piskopos konferansının genel sekreteri olarak atadı. Bu karar üzerine Romero, San Salvador’a taşındı. Enerjisiyle ve verimliliğiyle başpiskopos Luis Chaivez’i etkiledi. Chaivez, Romero’nun yardımcısı olmasını istedi. 1970’te piskopos unvanına kavuşan Romero, bir yandan piskopos konferansı ile ilgili çalışmalarını sürdürürken bir yandan da başpiskoposa yardım etti. Rahiplik öğrencilerinin eğitim gördüğü okulda rektörlük yaptı. Ayrıca başpiskoposluğun sorumluluk sahasında çıkan gazetenin yayın yönetmenliğini üstlendi. 1974’te Roma, kendisini San Miguel kentinin yakınlarındaki Santiago de Maria isimli küçük bir bölgenin piskoposu olarak atadı. Romero, başpiskopos olana dek burada kaldı.

Rahip ve piskopos olarak çalıştığı tüm dönem boyunca Romero, kilise için muazzam bir enerji harcadı, dindarlara has bir bağlılıkla bağlı olduğu kiliseye sadakatini hiç yitirmedi. II. Vatikan Konsili sonrası kilisede öne çıkan yeni fikirlere de dikkat kesilen Romero, San Salvador’un başpiskopos yardımcısı olarak, din adamlarının katıldığı, dünyevi meselelerin, köylülere yönelik politikaların ve uygulamaların tartışıldığı toplantılardan da rahipler senatosundan da uzak durdu. II. Vatikan Konsili kararlarını kabul etse de başkalarının konsil üzerinden ulaştıkları tüm sonuçları ve başpiskoposluk sahasındaki tüm uygulamaları kabule henüz hazır değildi. Konsil, Tanrı’nın dünyayı O’nun hükümranlığını yeryüzünde tesis ederek kurtarmak suretiyle hizmet edecek insanlarından bahsediyordu. Bu hükümranlıksa ancak ebediyete dek kusursuzlaştırılarak tesis edilebilirdi.

Romero, ömrünün büyük bir kısmını, papadan piskoposlara ve rahiplere, oradan da iyi hayat yaşayıp ölüm sonrası ebedi mutluluğa erişmek suretiyle kendilerini kurtaracak olan sıradan kilise mensuplarına uzanan otoriteye vurgu yapan bir kilise bünyesinde geçirdi. Ortada iki farklı kilise anlayışı vardı ve bunlar birbirleriyle çatışmadan bir arada varoluyordu. İlki toplumun dertleriyle ilgileniyor, diğeri ilgilenmiyordu.

Romero’nun zihniyetini değiştirmesi için zamana ve deneyime ihtiyacı vardı. Kiliseyi ve tüm insan hayatını aşkın olan Tanrı’ya tabi şeyler olarak gördüğü için değişmeyi bildi.

“Bizi seven, bizi kurtarmak isteyen Tanrı’yı teyit eden biri haline gelmek istiyorum”[6] diyen Romero şu tespiti yapıyordu:

“Aşkınlığı anlamayanlar, bizi anlayamazlar. Burada adaletsizliklerden bahsedip onları mahkûm ettiğimizde, bizim siyaset yaptığımızı zannediyorlar. Oysa biz, yeryüzündeki adaletsizlikleri Tanrı’nın adil hükümranlığı adına mahkûm ediyoruz.”[7]

James R. Brockman

[Kaynak: Third World Quarterly, Cilt. 6, Sayı. 2 (Nisan 1984), s. 446-457.]

Dipnotlar:
[1] Jos
é Calderón Salazar’la telefon üzerinden yapılan söyleşi, Orientación, 13 Nisan 1980.

[2] Louvain Üniversitesi’nde 2 Şubat 1980 günü yapılan, “Dinin Yoksullara Seçenek Sunan Boyutu” başlıklı konuşması, La Voz de los Sin Voz: La palabra viva de Mons. Oscar Arnulfo Romero içinde, San Salvador: UCA Editores, 1980, s 184. Bu makalede Romero’ya ait sözlerin tüm çevirileri bana ait. Louvain konuşmasının İngilizce hali şurada yayınlandı: Commonweal 109(6), 26 Mart 1982.

[3] Pope Paul VI, “On Evangelisation in the Modern World”, Washington DC, American Catholic Conference, 1979, s. 22 (Sayı. 30).

[4] Louvain konuşması, a.g.e., s. 186.

[5] 29 Temmuz 1979 tarihli vaazı, San Salvador, Publicaciones Pastorales Catedral, 1979, s. 8.

[6] 25 Şubat 1979 tarihli vaazı, Mons. Oscar A Romero: Su Pensamiento içinde, Cilt. 6, San Salvador: Publicaciones Pastorales del Arzobispado, 1981, s. 168.

[7] 2 Eylül 1979 tarihli vaazı, San Salvador: Publicaciones Pastorales Catedral, 1979, s. 26.

19 Temmuz 2025

, ,

Sandinist Gerillalar, Devrim ve Miras



Giriş[1]

Küba’daki gerilla hareketi dışında bir tek Nikaragua gerilla hareketi, Latin Amerika’da başarıya ulaştı. Her iki ülkede güçleri birleştirmeyi bilen isyancı güçler, önemli bir zafer elde ettiler. İsyancılara karşı harekete geçirilen ordu çöktü, diktatör, ülkeden kaçmak, ömrünün kalan kısmını başka bir yerde geçirmek zorunda kaldı, ülkede rejim değişti.

Zafer sonrası gerilla hareketi, ekonomiyi, toplumu ve politik sistemi dönüştürdü. ABD, bu devrimci rejimlerin iradesini askeri ve politik müdahalelerle kırmaya çalıştı. Her saldırıda ayakta kalmasını bilen devrimler, gene de bu süreçte önemli toplumsal ve politik bedeller ödemek zorunda kaldılar.

Sandinist Gerillalar (1959–1979)

Augusto César Sandino, Nikaragua’nın herkesçe sahiplenilen devrimci ikonasıdır. General Sandino 1927-1933 arası dönemde ABD bahriyelileriyle savaşan düzensiz isyancı birliklerine komuta etti. 1934’te Sandino, General Somoza’nın başında bulunduğu, polis ve askerden oluşan Milli Muhafızlar tarafından katledildi. Somoza, sonrasında diktatör oldu. Onun yerine iki oğlu, Luis ve Anastasio geçti.

Somoza iktidarı, dört sütun üzerine kuruluydu:

1. Tüm politik muhalifleri ezen Milli Muhafızlar üzerindeki dolaysız kontrolü;

2. ABD’nin rejime sunduğu destek;

3. Ülkedeki en kârlı sanayilerini elinde bulunduran aile şirketleri üzerine kurulu Nikaragua ekonomisinin kontrolü;

4. Kamu sektöründeki istihdamın belirlenmesinde ve meclis koltuklarının dağıtılmasında önemli bir etkiye sahip olan, Somoza’nın partisi Liberal Milliyetçi Parti ile muhalefet partileri arasında dile dökülmemiş politik anlaşma.

Mücadelenin İlk Dönemi

1957’de Luis Somoza cumhurbaşkanı olunca rejimin devam ettiğini gören kimi muhalifler ele silah aldılar. 1959 yılının ilk aylarında bu muhalif örgütlerin temsilcileri, Küba’da kurulan yeni devrimci hükümetin desteğini arkalarına almaya çalıştılar. Aynı yıl içerisinde Carlos Fonseca Amador’un parçası olduğu, Che Guevara’nın bizzat denetlediği gerilla birliği Honduras üzerinden ülkeye giriş yaptı. Ama birlik, Honduras ve Nikaragua ordusunun birlikte gerçekleştirdiği operasyon neticesinde yok edildi. Sandino’dan ilham alan, Küba’nın desteğini kuşanmış diğer Somoza karşıtı güçler de aynı kaderle yüzleşti.

Borge’nin gerilla birliğinin yok edilmesi öğrenci eylemlerini tetikledi. Bu gösteriler, Milli Muhafızlar eliyle bastırıldı. Neticede ülkedeki öğrenci hareketi radikalleşti. Özellikle León şehrinde önemli gelişmeler yaşandı. Bu şehirde Fonseca, Nikaragua Devrimci Gençliği’ne ait güçlerden biri haline gelecek olan çalışma grubunu örgütledi.

Örgütün kimi kurucu üyeleri, altmışların ortalarında Küba’da askeri eğitim aldı. Sandino ve Küba Devrimi’nden ilham alan diğer Somoza karşıtı öğrenciler ve işçiler, Nikaragua Yurtsever Gençliği örgütünü kurdu. Daniel Ortega’nın da üyesi olduğu bu örgütün birçok üyesi sonrasında önemli gerilla komutanları oldu.

İki örgüt sonrasında birleşip Yeni Nikaragua Hareketi’ni meydana getirdiler. 1963’te örgütün adı Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) oldu. Örgütün üyeleri, sadece öğrencilerden oluşmuyordu. Genç mavi yakalı işçiler ve köylüler de örgüte üye oldular.[2]

Foko Stratejisi

Guevara’nın fokocu anlayışına ikna olan genç militanlar, yaklaşık 50 savaşçıdan oluşan bir gerilla birliği meydana getirdiler. Başında Sandino’nun ordusunda albaylık yapmış olan Santos López isimli biri vardı. Ancak birlik, daha çok yerli Miskito halkının yoğun yaşadığı, diğer yerlerle bağı olmayan bir bölgede faaliyet yürütüyordu. Üstelik gerillalar, bu halkın dilini de bilmiyorlardı.[3].

Ayrıca gerillalar, ülkedeki diğer muhalif hareketlerle de güçlü bağlara sahip değildi. Gerilla faaliyeti konusunda ortaya konulan bu türden çabalar başarısızlıkla neticelense de geriye kalan gerillalar, devrimci hareketi yeniden inşa ettiler. Hareketin başına Carlos Fonseca geçti, ancak Fonseca Kasım 1976’da öldü.

Kendisini açıktan Marksist olarak tanımlamasa da Fonseca, antiemperyalist olduğunu söylüyor, halk devriminden yana bir tavır sergiliyordu.[4] 1966’da bir grup militan, Guatemala’da faaliyet yürüten İsyancı Silahlı Kuvvetler (FAR) örgütünden eğitim aldı. Aynı yıl bir FSLN heyeti, Havana’da düzenlenen Üç Kıta Konferansı’na katıldı. Burada heyet, başka ülkelerden gelen heyetlerle temas kurdu. Bu heyetlerden biri, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne aitti. Ağustos 1967’de FSLN, OLAS konferansına heyet gönderdi.

Askeri deneyim eksikliği ve fokoculuğa körü körüne bağlılık sebebiyle Milli Muhafızlar karşısında ciddi yenilgiler yaşayan FSLN, liderlerinin neredeyse tamamını kaybetti. Eylül 1967’de Milli Muhafızlar Matagalpa yakınlarındaki Pancasán bölgesinde “bul ve yok et” emri üzerine yürüttükleri operasyonda FSLN kadrolarının büyük bir kısmını öldürdü.

Bu sebeple örgüt, lider kadrosunu sürekli yenilemek zorunda kaldı. Yetmişlerin başında hareket çok ufaktı. Öyle ki subay eğitim kurslarına katılanların örgütlendiği süreçte liderler de bu kurslara katılmaya başladılar.

Yeni Kadrolar

Pancasán’da yaşanan felaket, FSLN’nin başarısız olduğunun kanıtıydı. Böylelikle dağa çıkan silahlı bir grubun ülke genelinde ayaklanmayı tetiklemeyeceği görüldü. Hayatta kalan liderler, yeni bir savaş stratejisi benimsediler, uluslararası güçlerle yeni işbirlikleri kurdular.

1968’de otuz kadar militan, Küba’ya gidip Escambray Dağları’nda eğitim gördü. 1969’da FSLN FKÖ ile temas kurdu. 1970’te Sandinistler, Lübnan’da eğitim görsün diye FHKC kamplarına militan gönderdiler.

FSLN militanları, aynı zamanda FHKC eylemlerine de katıldılar.[5] Yetmişlerin ortalarında FKÖ, örgüte para ve silah verdi. 1971’de bir grup FSLN’li eğitim için Kuzey Kore’ye gitti.

Stratejide radikal değişim ihtiyacı, bilhassa örgütün kentlerde oluşturduğu tüm ağların yok edildiği 1970 yılında gündeme geldi. Bu yılın ardından örgüt, dört yıl boyunca sessizce güç biriktirdi. Toplumsal kesimlerle bağlantılı olan gizli yapılar inşa etti. Güvenlik güçleriyle çatışmalardan kaçındı.

1969’da FSLN, ülkenin önde gelen öğrenci örgütü Devrimci Öğrenci Cephesi’nin kontrolünü ele geçirdi. 1971 yılında Ortaöğretim Öğrenci Hareketi’ni kurdu. Bu öğrenciler, Avrupa’daki 1968 olayları, Vietnam Savaşı gibi gelişmeler üzerinden önemli eylemler gerçekleştirdiler.

Din Faktörü

FSLN, öğrenci hareketleri üzerinden insan örgütledi. Kırkların sonunda ve ellilerin başında doğmuş olan bu yeni üyeler, o dönemde Nikaragua’da popüler olan Latin Amerika kaynaklı bağımlılık teorisinin antiemperyalist önermelerini benimsediler.

Sonrasında FSLN, Katolikler, kadınlar, ilkokul öğretmenleri ve gecekondulular gibi farklı kesimlere yöneldi. Yeni örgütlenen FSLN’liler, mahallelerde vakit geçiriyor, halkın yakıcı ihtiyaçlarına çözüm bulmak için çalışıyorlardı.

Bu dönemde en çok da güneydeki Granada şehrini 1979’da özgürleştirmiş olan Komutan Mónica Baltodano’nun yürüdüğü yola bakıp dersler çıkartılıyordu:

“Peder Fernando Cardenal’i çok iyi anımsıyorum. Adaletsiz ve eşitsiz toplumda Hristiyan inançlarını sorgulayan Genç Katoliklerin ortaokul ve liselerde kurduğu hareketin üyesiydim. Bu hareketlere girmek demek, Devrimci Öğrenci Cephesi isimli öğrenci örgütüne sahip olan Sandinist Cephe ile yürütülen tartışmalara katılmak demekti. Üniversiteye girdiğimde beni örgütlemelerini istedim. 1971 yılında Cephe üyesi oldum. Ama Katolik hareketi için çalışmaya da devam ettim. Katolik hareketi kılıfı ardında örgütleme çalışmalarına, halkı doğrudan ilgilendiren faaliyetlere katılıyordum.”[6]

Bu tür ifadeler, bize öğrenci hareketi ve kurtuluş teolojisinin birlikte önemli olduklarını ortaya koyuyor. Sonrasında dindar olan birçok orta sınıfa mensup öğrenci, FSLN’li oldu. Her ikisi de rahip olan Ernesto ve Fernando Cardenal, bu süreçte önemli roller üstlendi. 1979 sonrası iki kardeş, bakanlar kuruluna girdi. İlki kültür bakanı, ikincisi eğitim bakanı oldu.

Süreç içerisinde FSLN, Somoza rejimini eleştiren birçok genç dindar eylemciyi örgütlemeyi bildi. Bu yeni üyeler, Devrimci Hristiyan Hareketi’ni meydana getirdiler. Hareket, daha çok León ve Managua gibi önemli şehirlerdeki işçi mahallelerine odaklandı. Böylelikle işçi mahallelerinin radikalleştiği, yüzlerce mahalle liderinin FSLN’ye örgütlendiği sürece katkıda bulundu.

Bölünme

Yeni üyeler 1975-1976’da lider kadrosuna dâhil edildi. Fakat bu isimler, ideoloji ve devrim stratejisi bakımından farklı politik fikirlere sahipti. Neticede ortaya üç eğilim çıktı: Uzun Soluklu Halk Savaşı fikrini savunanlar, Proleter Ayaklanma eğiliminden yana olanlar, Üçüncü Yolcular. Örgütte derin yarıklar meydana geldi. Çünkü bazı üyeler, örgütün eski kurucularının savaş sürecini yurt dışından yönettiklerini, ülkede olan biteni yanlış okuduklarını, bunun sonucunda gerçekle örtüşmeyen eylemler talep ettiklerini söylüyorlardı. Ama örgüt içerisindeki bu üç hizip 1979’daki nihai zaferden altı ay önce bir Küba heyetiyle yaptıkları toplantıda aralarında uzlaşma sağlandı. Şubat 1979’da Havana’da Castro ve Sandinist liderlerin bir araya geldiği toplantıda üç hizip birleşti.

Somoza’nın desteğini ve itibarını hızla yitirdiği süreçte Kosta Rika, Panama ve Venezuela gibi bazı Latin Amerika hükümetleri, FSLN’nin desteklenebilir bir seçenek olduğunu düşünmeye başladı. Somoza, 1972’deki deprem sonrası uluslararası toplumdan gelen yardımı yanlış yorumladı. 1974 seçimlerine hile karıştıran Somoza, Milli Muhafızlar’ın uyguladığı baskının düzeyini iyice yukarı çekti. Bunun neticesinde Katolik kesimin önde gelen isimleri ve ekonomideki önemli kişiler, rejimi eleştirmeye, hatta zamanla ona muhalefet etmeye başladılar.[7]

Üçüncü yolcu hizbin fikirlerinin daha başarılı olduğu görüldü:

1. Üçüncü yolcular, köy temelli cepheyi dağıtıp kent gerillası birlikleri oluşturdular. “İç Cephe” denilen bu yapının başında Joaquín Cuadra bulunuyordu. Sonrasında büyük şehirlerdeki ayaklanmalara bu birlikler öncülük etti.

2. Üçüncü yolcular, sivil kesimin liderlerinden 12 isimle bir ittifak kurdular. “Grupo de los Doce” [On İki Kişilik Grup] adı verilen bu ekip, uluslararası desteğin güvence altına alınmasında, özellikle ABD’deki Carter yönetimiyle uzlaşma sağlanmasında önemli bir rol oynadı.[8]

3. Üçüncü yolcular, başında Daniel Ortega’nın kardeşi Humberto Ortega’nın bulunduğu, Kosta Rika sınırında kurulmuş Güney Cephesi’ne komuta ettiler. FSLN içerisinde en örgütlü askeri güç olarak Güney Cephesi bin kadar gerillaya sahipti. Büyük kısmı Nikaragualı olan bu birliğin içerisinde Arjantinliler, Şilililer, El Salvadorlular ve Guatemalalılar da bulunuyordu. Bu yabancı savaşçıların büyük kısmı, bizzat FSLN tarafından Küba’ya eğitim için gönderilmiş kişilerdi.

Kent Gerillası

Sandinistlerin kentlerde kurduğu yeraltı ağı, ayaklanma sürecinin omurgasını teşkil etti. Fokoculuğu sorgulayan, bizzat Humberto Ortega’nın Küba’da yazdığı bir belgeden görüldüğü kadarıyla örgütün üçe bölünmesinin bir sebebi de fokoculuktu. Üst düzey komutanlardan Victor Tirado’nun yıllar sonra pişmanlığını dile getirdiği yazısında dediği gibi Ortega haklıydı. Tirado, “on beş yıl boyunca FSLN ‘Düşmanın kalbini söküp dağlara gömeceğiz’ sloganını attı ama düşman bizi o dağlara gömdü” diyordu.[9] Üçüncü yolcular, kuzeydeki köylü cephesini dağıtmaya, militanları kentlere göndermeye karar verdiler. Kent gerillasının lideri Joaquín Cuadra o günleri şu şekilde anımsıyor:

“Peki ama biz kentlerde ayaklanmayı nasıl başlatacağımızı biliyor muyduk? Bu konuda hiçbir fikrimiz yoktu. Elimizde ne bir rehber, ne el kitabı ne de usulleri gösteren bir çalışma vardı. Şu veya bu şekilde Milli Muhafızlar’la savaştık, yoksul mahallelerin birinde onlara pusu kurduk. İnsanlar dışarı çıkıp bizi destekleyen sloganlar attılar. Ama gitmek istediğimizde gidemedik, çünkü artık tüm halk bizdendi. Dolayısıyla orada kaldık, halk içinde çalışma yürüttük. Onları örgütledik, elimizden geldiğince eğittik. Herkes, bizi destekliyor, yiyip içmemiz için bize bir şeyler veriyordu. Gerilla ile halk arasındaki bağ, ancak bu şekilde, kendiliğinden gelişebilecek bir bağ.”[10]

1978-1979’da nihai aşamaya geçildi. Bu aşamaya halkın giderek daha fazla destek verdiği, kentlerde cereyan eden ayaklanmalar damga vurdu. Önce yüzlerce sonra binlerce genç örgüte katıldı. 15-16 yaşlarındaki gençler, şehirlerde örgütün iskeletini meydana getirdi.[11]

ABD, bu dönemde Somoza’ya sırtını döndü. Somoza rejimi, Temmuz 1979’da çöktü. FSLN’nin başlattığı kitlesel ayaklanma, Somoza iktidarını devirdi. Somoza’nın saldırıları neticesinde 50.000 insan öldü, 100.000 insan yaralandı, ülkenin büyük şehirleri bu süreçte harap oldu.

İktidarın devrilmesi sonrası moral gücünü yitiren 9.000 Milli Muhafızlar üyesi başkenti ve güney cephesini terk etti. Ölü ve yaralılarını geride bırakıp kaçtı. Gerilla birliklerinde yaklaşık 2.800 savaşçı varken kendiliğinden oluşan milis kuvvetler toplamda 15.000 kişilik bir güce sahipti. Bu güç yetişkinler yanında gençleri de içermekteydi. Bu milislerin ilk görevi, sivil halka mensup yağmacıların elindeki silahları toplamaktı.

Latin Amerika’da Küba’dan sonra ikinci kez zafere ulaşan gerillanın başarısını, bir dizi özel faktörün bir araya gelişinin neticesi olarak izah etmek mümkün: Eski fokocu anlayıştan kopan kent gerillası stratejisi konusunda geliştirilen yeni anlayış; kent gerillası hareketinin lider kadrosunun esnek ve dinamik oluşu; kentlerde genç milis kuvvetlerinin kitlesel desteği; Somoza’nın hasımlarıyla, farklı sınıfları da içerecek şekilde kurulan ittifak; ve Orta Amerika ile Latin Amerika hükümetlerinden alınan somut yardım.

Dirk Kruijt
Alberto Martín Álvarez

[Kaynak: Latin American Guerrilla Movements: Origins, Evolution, Outcomes, Yayına Hz.: Dirk Kruijt, Eduardo Rey Tristán ve Alberto Martín Álvarez, Routledge, 2020, s. 128-132.]

Dipnotlar:
[1] Bu çalışmada şu kitaplardan istifade edildi: Kruijt, D., Guerillas: War and Peace in Central America, 2008, Londra: Zed Books. Kruijt, D., Cuba and Revolutionary Latin America: An Oral History, 2017, Londra: Zed Books. Martín Álvarez, “The Long Wave: The Revolutionary Left in Guatemala, Nicaragua and El Salvador”, Yayına Hz.: A. Martín Álvarez ve E. Rey Tristán, Revolutionary Violence and the New Left: Transnational Perspectives içinde, 2016, Londra: Routledge, s. 223–245. Aksi belirtilmedikçe tüm mülakatlar Dirk Kruijt’e ait.

[2] Borge T., La paciente impaciencia, Havana: Casa de las Américas, 1989, s. 71, 111–119.

[3] Pomares Ordoñez, El Danto. Algunas correrías y andanzas, 1989, Managua: Nueva Nicaragua, s. 46.

[4] Fonseca Amador, C., Desde la cárcel yo acuso a la dictadura, León: Editorial Antorcha, PDF [erişim tarihi: 21 Şubat 2019], 1964, s. 237.

[5] Ünlü Dawson’s Field uçak kaçırma eylemlerine FSLN üyeleri de katıldı. Sonrasında FHKC militanları ticari uçaklara yönelik saldırılarında Nikaragua ve Honduras pasaportlarını kullandılar (2009’da devrilen Honduras cumhurbaşkanı Zelaya’nın içişleri bakanı Víctor Meza ile mülakat, (Tegucigalpa, 26–27 Ekim 2010).

[6] Mónica Baltodano ile mülakat (Managua, 11 Mayıs 2006).

[7] Martí i Puig, S., Tiranías, rebeliones y democracia. Itinerarios comparados en Centroamérica, Barselona: Bellaterra, 2004, s. 104.

[8] Sergio Ramirez’in koordine ettiği, içinden seksenlerde görev yapan bakanlar kurulu üyelerinin çıktığı On İki Kişilik Grup’ta Ernesto Castillo ve Joaquín Cuadra Sr. (avukatlar), Emilio Baltodano ve Felipe Mantica (müteşebbis), Fernando Cardenal ve Miguel d’Escoto (rahip), Carlos Tunnerman ve Sergio Ramírez (akademisyen), Casimiro Sotelo (mimar), Arturo Cruz (bankacı) ve Carlos Gutierrez (diş hekimi) bulunuyordu. Fikir 1975’te Sergio Ramírez ile Humberto Ortega arasında gerçekleşen görüşmeler esnasında ortaya atıldı. Grup, Orta Amerika ve Latin Amerika ülkelerinden politik destek alınmasında önemli işlevler gördü.

[9] Victor Tirado ile mülakat (Managua, 3 Mart 2006) ve Humberto Ortega ile mülakat (Managua, 15 Mayıs 2006).

[10] Joaquín Cuadra ile mülakat (Managua, 10 ve 16 Mayıs 2006).

[11] Daha fazla ayrıntı için bkz.: Flakoll D., ve Alegría C., Nicaragua: La revolución Sandinista. Una crónica política, 1855–1979, İkinci Baskı, Managua: Anamá Ediciones, (2004, s. 313 ve devamı. Genç milisler konusunda bkz.: Bataillon G., “Los ‘muchachos’ en la revolución sandinista (Nicaragua, 1978–1980)”, Estudios Sociológicos, 2013, Yıl. 31, Sayı. 92), s. 303–343.

14 Mayıs 2025

, ,

Gerilla Tasfiyecisinden Sol Liberale: Jose Mujica



Tarihin, devrimci kimliğiyle yüceleşmiş bazı figürleri sistem için bir makyaj malzemesine dönüşmesi, burjuvazinin propaganda aygıtının en mahir hünerlerinden biridir. Jose “Pepe” Mujica, bu dönüşümün son yüksek profilli örneğidir.

Şehir gerillası Tupamarolar içinde silahlı mücadele veren, İmparatorluğun zindanlarında tecride mahkûm edilen Mujica, devrimci mücadeleyi bir nostaljiye dönüştürüp parlamentarizmin yumuşatılışına aracılık etmiştir. Bugün onun adı, Castro ile birlikte anılmak istenirken; siyasi eylemleri sınıf mücadelesinin tasfiyesi, uzlaşmacılığın makyajı olarak tarihe kazınıyor.

Tupamaro Saflarından Devlet Saflarına

Tupamarolar, Uruguay’da emperyalist tahakküm ve oligarşik egemenliğe karşı şehir gerillacılığını benimseyen Marksist-Leninist bir harekettir. Altmışların sonunda ve yetmişlerde, özellikle Raúl Sendic liderliğinde halk savaşının şehir versiyonunu deneyimlemiştir. Ancak bu hareket, 1973 askeri darbesiyle ezildi. Lider kadrodan olan Mujica, 13 yıl hücre tipi hapishanelerde işkencelerle tutuldu.

Ancak 1985’teki genel afla birlikte salıverilen Mujica, silahlı devrimci stratejiyi terk ederek, Geniş Cephe (Frente Amplio) adlı sosyal demokrat koalisyona katıldı. Burada devrimci yoldaşlarının kanına bulanma pahasına, parlamenter uzlaşmanın mimarı hâline geldi. Bu durum, sadece taktiksel bir değişim değil, stratejik bir kopuştu. Devrimci iktidar perspektifi tümüyle terk edilmiş, yerine burjuva devlet mekanizmasının iç reformlara açık bir yorumlaması benimsenmişti.

Sözde Sol’dan Liberal Devlet Adamına

Mujica’nın 2010-2015 arası Uruguay başkanlığı dönemi, yoksulluk içindeki yaşamı, maaşının çoğunu bağışlaması, sarayda yaşamayı reddetmesi gibi bireysel ahlaki meziyetlerin yüceltilmesiyle propaganda edildi. Ancak bu dönem, sınıf ilişkilerini değiştirecek herhangi bir kamulaştırma, emekçi sınıflar lehine dönüşüm ya da emperyalizme meydan okuma ile anılmaz.

Tam tersine Mujica, “liberal sosyalizm” ya da “ahlaki kapitalizm” gibi soyut söylemlerle, sınıf mücadelesini pasifleştiren bir dil kurmuş, “burjuvaziyi karşına almadan değişim olmaz” sözleriyle halktan yana değil, sınıflararası “uyum”dan yana bir pozisyon almıştır. Onun siyaseti, sınıflar arasında antagonizmanın silinmesini ama bunun ütopyacı değil, bilinçli bir uzlaşı stratejisi olduğunu beyan eder.

Askeri Suçlulara Merhamet, Devrimcilere Mesafe

Mujica’nın en kritik politik jestlerinden biri, askeri cunta döneminde işkence, zorla kaybetme ve suikasttan sorumlu 20 civarında emekli askerin cezasının ev hapsine çevrilmesi teklifiydi. Bizzat Rocha karargahına giderek eski işkencecileriyle gülümseyerek poz verdi. Düşman sınıflarla barışın mümkün olduğunu savunarak, adaletin üstüne siyasi pragmatizmi koydu.

Bu, sadece bir bağışlama çağrısı değil, siyasi bir bilincin tümüyle dönüşmesidir. Tarihsel devrimci bilincin yok sayılması, devrimcilerin hesap sorma hakkının inkâr edilmesidir. Devletin sınıf karakteriyle hesaplaşmayı reddeden bu pozisyon, devleti tarafsız bir aygıt olarak tanımlayan liberalizmin izdüşümüdür.

Soyut Sosyalizm ve Liberal Övgüsü

Mujica, kendisini sosyalist olarak değil, “liberal” olarak tanımlar. Sosyalizmi “insanların mutlu ve eşit olması” şeklinde soyutlar, fakat emek-sermaye çelişkisi ya da sınıf sınırlamasını açıkça reddeder. SSCB’de gördüğü lüksü eleştirirken, dost olduğu zengin kapitalistleri “yatırım yapıyorlar” diye savunur. ABD hegemonyasına karşı yumuşak eleştiriler sunsa da Obama ile buluşmasını sevinçle anlatır.

Tarihsel materyalizmin temelleriyle çelişen bu perspektif, sınıfların yokluğuna değil, sınıfların “uygarlık için birlikte çalışabileceğine” inanır. Bu anlayış, sınıfların uzlaşmasını savunarak, proletaryanın öncülüğünü, devrimci örgütlülüğü reddeder.

Mujica’nın Temsili Tarihsel Olarak Neyin İfadesidir?

Mujica’nın ölümü, burjuva dünyası tarafından bir barış elçisinin vedası olarak sunuluyor olabilir. Ancak gerçek şudur: Mujica, devrimci mirası, barışçı reformizme tahvil etmiş, emperyalist propaganda için şirin bir “solcu” maskesi sunmuştur. Şu anda şöhretle anılan bu isim, gerçek Tupamaro devrimcilerinin öncüleriyle, yitirilmiş bir halk savaşının hayaletiyle, sistemin entegre ettiği bir tasfiyecidir.

Eğer bir hürmet sunulacaksa, o Mujica’ya değil, onun üzerinden unutulan, yok sayılan, tasfiye edilen Tupamaro gerillalarına, Uruguay halkının devrimci yükselişine sunulmalıdır.

Fazla Mesai Kolektifi
14 Mayıs 2025
Kaynak

Yararlanılan Kaynaklar:

Andres Danza ve Ernesto Tulbovitz, İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica’dan Çeviren: Ali Tuncer, Tekin Yayınevi, 2014.

Barış Yıldırım, “Eski Gerilla, Yeni Makul: José “Pepe” Mujica”, 14 Mayıs 2025, Sendika.

24 Mart 2025

,

Son Vaaz

Tanrı’nın kelâmını halkımızın toplumsal, siyasal ve ekonomik durumuna ışık tutmak için kullanıyoruz diye kimse bize gücenmesin. Asıl kullanmamak, Hristiyan olmamaktır. İsa, kendisini insanlıkla birleştirmeyi ister ki Tanrı’dan aldığı nur, eşhas ve milel için bir hayat hâlini alabilsin.

Biliyorum, pek çoğu bu duayı işitince çok şaşıracak ve bizi kutsal kitabı politikaya âlet etmekle suçlamak isteyecek. Ben bu suçlamayı reddediyorum. Ben, İkinci Vatikan Konsülü’nün ayrıca Medellin ve Puebla toplantılarının mesajlarını hayata geçirmeye çalışıyorum. Bu toplantıların belgeleri teorik çalışmanın konusu olarak kalmamalı. Bunlar hayata geçirilmeli ve halkımıza İsa’nın doktrinini vaaz etmek için gerçek bir mücadeleye dönüştürülmelidir.

Her hafta ülkeyi karış karış dolaşıyorum. Halkın çığlığından, onca işlenen suçun yol açtığı acıdan ve şiddet olaylarının çoğalmasıyla artan utançtan başka bir şey işitmiyorum. Her hafta Tanrı’dan insanları teselli etmek, eleştirmek ve onları pişmanlığa çağırmak için doğru sözcükleri bana vermesini diliyorum. Çölün orta yerinde bağırıp duran biri olsam dahi biliyorum ki Kilise görevini ifa etmek için uğraşıyor.

Her ülke kendi Exodus’unu yaşar, her ülke kendi kurtuluş yoluna sahiptir; bugün de El Salvador kendi Exodus’unu yaşıyor. Bugün elem ve ıstırabın bizi perişan ettiği, bedenlere karışmış bir çölde kurtuluşumuza doğru ilerliyoruz. Birçok insan, Musa ile birlikte yürümenin cazibesine kapılıp çile çekti ve geri dönmek istedi. Birlikte çalışmak istemedi. Aynı hikâyeyi yeniden yaşıyoruz. Tanrı ise yeni bir tarih yaparak halkı kurtarmak istiyor.

Tarih başarısız olmaz; Tanrı onu devam ettirir. Bu yüzdendir ki tarihsel projeler, Tanrı’nın ebedi planını yansıtmaya giriştiği ölçüde Tanrı’nın krallığını yansıtacaklardır. Bu girişim Kilise’nin işidir. Bu nedenle Kilise, yani Tanrı’nın tarihteki halkı, herhangi bir toplumsal sisteme, bir siyasal örgütlenmeye, herhangi bir partiye bağlı değildir. Kilise, bu güçlerden herhangi biriyle kendisini tanımlamaz; çünkü o, tarihin ebedi hac yolcusu olduğunu, Tanrı’nın krallığını yansıttığı ve yansıtmadığı her tarihsel momentte gösterir. O, Tanrı’nın krallığının hizmetkârıdır.

Hıristiyanların büyük görevi, Tanrı’nın krallığının ruhunu hazmetmek ve Tanrı’nın krallığı ile dolu ruhlarla tarihin projeleri üzerinde çalışmak olmalıdır. Halkın teşkil ettiği örgütlere dâhil olmakta bir sorun yok. Siyasal partiler oluşturmak, hükümette yer almakta da. Tanrı’nın krallığını yansıtmaya ve onu çalıştığınız yerde yerleştirmeye çalışan bir Hristiyan olduğunuz sürece, dünyevî hırslar için kullanılmadığınız sürece bunlar hayırlıdır. Bu, günümüz insanının en büyük görevidir.

Sevgili Hristiyanlar, size daima söyledim, gene söylüyorum: Halkımızın gerçek kurtarıcıları biz Hristiyanların, Tanrı’nın halkının içinden çıkmalı. Daha işin başında belirttiğimiz gibi, insanlığın onurunu, Tanrı sevgisini ve İsa Mesih’in halk içerisinde kuracağı hükümranlığı esas almayan her türden tarihsel plan gelip geçicidir. Oysa sizin projeniz ise Tanrı’nın ebedi tasarımını daha çok yansıttığı ölçüde istikrar içinde büyüyecektir. Bu, eğer halkın ihtiyacını karşılarsa, her zaman ortak iyilik için bir çözüm olacaktır. Şimdi sizleri her şeye, yeryüzünde Tanrı’nın krallığı olmak için çalışan ve ulusal durumumuzun gerçeklerini sıkça aydınlatması gereken Kilise’nin gözüyle bakmaya davet ediyorum.

Biz, son derece trajik bir hafta yaşadık. Öncesine dair bir şey söyleyemesem de bir hafta önce, 15 Mart Cumartesi günü, kırsal kesimde en geniş çaplı ve en üzücü askeri operasyonlardan biri gerçekleştirildi. Operasyondan etkilenen köyler La Laguna, Plan de Ocotes ve El Rosario idi. Operasyon bir trajediye yol açtı: Çok sayıda çiftlik ateşe verildi, yağmalamalar yaşandı ve kaçınılmaz olarak insanlar öldürüldü. La Laguna’da saldırganlar evli bir çifti, Ernesto Navas ve Audelia Mejia de Navas’ı, 13 ve 7 yaşlarındaki küçük çocukları Martin ve Hilda’yı ve 11 köylüyü öldürdüler.

Gelen haberlere göre başka insanlar da öldürüldüler. Fakat ölülerin adlarını bilmiyoruz. Plan de Ocotes’de 2 çocuk ve ikisi kadın 4 köylü öldürüldü, El Rosario’da 3 köylü öldürüldü. Bunlar sadece geçen Cumartesi olanlar.

Geçen Pazar, Arcatao’da ORDEN’in [Organización Democrática Nacionalista –“Demokratik Milliyetçi Örgüt”] dört üyesi tarafından öldürülen köylüler: Marcelino Serrano, 24 yaşındaki Vincente Ayala ve oğlu Freddy. Aynı gün, Galera de Jutiapa’da Hernandez Navarro adlı bir köylü askerlerden kaçtığı sırada öldürüldü.

Geçen Pazartesi, yani 17 Mart olağanüstü şiddet dolu bir gündü. Ülkenin iç kesimleri yanında başkentte de bombalar patladı. Tarım Bakanlığı binasındaki hasar çok büyüktü. Ulusal üniversitenin kampüsü akşam 7’ye kadar silâhlı kuşatma altında kaldı. Bütün gün üniversite çevresinden makineli tüfek sesleri geldi. Başpiskoposluk ofisi, çatışmaların ortasında kalanları korumak için müdahale etti.

Hacienda Colima’da en az 15’i köylü, 18 kişi öldürüldü. Çiftliğin yöneticisi ve manavı da öldürüldü. Silâhlı kuvvetler bir çatışma olduğunu doğruladı. Televizyonda olayların bir filmi gösterildi ve çoğu insan, durumun ilgi çekici boyutları üzerine analizler yaptı.

Bugün ciddi boyutlara ulaşan olaylarda en az 50 kişi yaşamını yitirdi: Başkentte, Colonia Santa Lucia’daki olaylarda 7 kişi, Tecnillantas’ın kenar mahallelerinde 5 kişi öldü. Ordunun boşalttığı bir alanda 5 işçinin cesedi bulundu. Suchitoto yolunun 38. kilometresindeki Montepeque’de 16 köylü öldürüldü. Aynı gün Orta Amerika Üniversitesi’nden 2 öğrenci, Mario Nelson ve Miguel Alberto Rodriguez Velado kardeşler Tecnillantas’ta kaçırıldı. Birincisi, dört günlük bir yasadışı gözaltından sonra bir avluya bırakıldı. Yaralanan kardeşi de hâlâ yasadışı olarak gözaltında tutuluyor. Onun adına bir Adli Yardım süreci başlatıldı.

Uluslararası Af Örgütü, özellikle Chalatenango‘daki köylülere yapılan baskıları tanıttığı bir basın bildirisi yayınladı. Hükümet yalanlasa da haftanın olayları bu haberi teyit etti. Kiliseye girdiğimde, “Uluslararası Af Örgütü’nün bugün [yani dün] El Salvador’daki insan hakları ihlallerinin diğer ülkelerde görülmemiş boyutlara ulaştığını teyit ettiği” haberi geldi. Bu, Uluslararası Af Örgütü’nün Orta Amerika İçin Acil Eylem Grubu sözcüsü Patricio Fuentes’in Managua’daki (Nikaragua) bir basın toplantısında söylediği şeydi.

Fuentes, El Salvador’da araştırmalar yürüttüğü iki hafta boyunca, 10-14 Mart arasında 83 siyasî cinayet işlendiğini tespit etme imkânı bulduğunu belirtti. Uluslararası Af Örgütü’nün 600 siyasî cinayetten sorumlu tuttuğu El Salvador hükümetini kınadığının da altını çizdi. Salvador hükümeti, iddiaların kanıtlanmamış varsayımlara dayandırıldığını ileri sürerek, suçlamalara karşı kendini savundu.

Fuentes, Af Örgütü’nün El Salvador’daki insan hakları ihlallerinin darbe sonrası Şili’deki baskılardan daha kötü bir düzeyde olduğunu tespit ettiğini de ifade etti. Hükümet de 600 kişinin ölümünün ordu birlikleriyle gerillalar arasındaki çatışmaların sonucu olduğunu söyledi. Fuentes ise El Salvador’da kaldığı sırada, kurbanlara öldürülmeden önce işkence edildiğini ve öldürüldükten sonra da cesetlerinin parçalandığını gördüğünü söyledi.

Uluslararası Af Örgütü sözcüsü, kurbanların bedenlerinin bilhassa başparmakları arkadan bağlanmış vaziyette bırakılmış olduğunu söyledi. Sözcünün ifadesine göre, akrabaları tarafından teşhis edilmelerini ve uluslararası kınamaları önlemek için kurbanların cesetlerine aşındırıcı sıvılar tatbik ediliyor. Cesetler gene de gömüldükleri yerden çıkarılıp teşhis edildi. Fuentes, Salvador ordusu tarafından uygulanan şiddetin, popüler örgütleri hem yerel hem de ulusal düzeydeki liderlerini öldürmek suretiyle dağıtmayı amaçladığını söyledi.

Uluslararası Af Örgütü sözcüsüne göre, en az 3.500 köylü, baskılardan kaçmak için evlerini terk edip başkente sığındı. Fuentes, “Londra ve İsveç’te, örgütlendikleri için katledilen genç çocuk ve kadınların tam bir listesine sahibiz…” dedi.

Burada, askerlerden ve özellikle Ulusal Muhafızlar’ın, polisin ve ordunun rütbelilerinden özel bir talepte bulunuyorum:

Kardeşlerim, siz bizzat halkımızın bağrından çıktınız. Herhangi bir öldürme emrinin “Öldürmeyeceksin” buyuran Tanrı’nın yasasına boyun eğmesi gerekirken, siz kendi kardeşleriniz olan köylüleri öldürüyorsunuz. Hiçbir asker, Tanrı’nın yasasına aykırı bir emre uymak zorunda değil. Hiç kimse, ahlâkî olmayan bir yasaya uymak zorunda da değil. Günahkâr bir emri dinlemektense, vicdanlarınızı toparlamanın ve vicdanlarınıza uymanın vaktidir. Tanrı’nın hukukunun, Tanrı’nın yasasının, insanlığın ve kişinin saygınlığının savunucusu olarak, Kilise böylesine bir kötülük karşısında sessiz kalamaz! Hükümetten, eğer çok fazla kan pahasına uygulanacaklarsa, reformların değersiz olduğu gerçeği ile yüzleşmesini istiyoruz.

Tanrı adına, her gün çığlıkları göklere yükselen, acı çeken bu halk adına, size yalvarıyorum, Tanrı adına size emrediyorum: Bu uyguladığınız baskıya son verin!

Bugün Kilise, kutsal kitabı okumak kadar kurtuluşu da vaaz ediyor. Bu kurtuluş ki her şeyin ötesinde kişilik onuruna saygı duyuyor, insanlığın ortak iyiliğinin tesis edilmesini umut ediyor, aşkınlık anlayışıyla her şeyi Tanrı’dan bekliyor, umudun ve kudretin kaynağının O olduğunu düşünüyor.

Başpiskopos Oscar Romero
14 Mart 1980
Kaynak

15 Şubat 2025

, ,

Hristiyanlara Mesaj

Son dönemde yaşanan politik, dini ve toplumsal olaylar, Kolombiya’da Hristiyanları epey sarstı sürükledi. Tarihimizin seyrine karar veren bu tür önemli momentlerde biz Hristiyanlar, dinimizin ana esaslarına sıkı sıkıya sarılmak zorundayız.

Katoliklikte esas olan, “komşunu sevmek”tir. Kutsal Kitap’ta “Komşusunu seven, şeriatı ifa etmiş sayılır” [Romalılar 13:8] denilir. Bu sevginin gerçek olabilmesi için onun belirli bir etkiye sahip olması, belirli sonuçlara yol açması gerekir. 

Onca iyilik, onca sadaka, karşılığında az sayıda ücretsiz okul ve ücretsiz ev üretiyorsa o “yardımseverlik” denilen şey, demek ki açları doyurmuyor, çıplakları giydirmiyor, eğitimsizleri eğitmiyor, demek ki bizim halkın çoğunluğunu esenliğe kavuşturabilmek için etkili araçlar arayıp bulmamız gerekiyor.

İktidarı elinde bulunduran imtiyazlı azınlıklar bulmayacak bu araçları, çünkü genel manada bu araçlar, azınlıkların ellerindeki imtiyazlarından mahrum kalmalarını talep ediyor. Örneğin Kolombiya’da daha fazla iş imkânı yaratmak istiyorsak, sermayenin dolara teslim olmaması, o paranın ülkede yatırıma dönüşmesi gerekiyor. Oysa pezo her gün değer kaybediyor, parayı ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, paranın ülkeden çıkmasına yasak getirmiyorlar, çünkü böylelikle paranın değer kaybettiği sürecin etkilerinden kurtulma imkânı buluyorlar. O hâlde demek ki bizim iktidarı imtiyazlı azınlığın elinden alıp onu yoksul çoğunluğa vermemiz gerekiyor. Bu devrimin ana unsurudur. Devrim, azınlıklar şiddet araçlarına başvurmak suretiyle çoğunluğun iradesine direnmemeleri durumunda, barış içerisinde gerçekleşebilecek bir şeydir.

Devrim, açları doyuracak, çıplakları giydirecek, eğitimsizleri eğitecek, yardım faaliyetleri yürütecek, geçici süreliğine, ara sıra değil, her daim komşularını, birkaç komşusunu değil, büyük bir kısmını sevecek bir hükümete kavuşmanın aracıdır. Bu sebeple devrim, herkes için sevgi üretmenin en etkin ve en eksiksiz yolunun devrim olduğunu gören Hristiyanlar için hem caiz hem de zaruridir.

Şurası kesin ki “Tanrı’nın şeriatından gayrı şeriat yoktur.” [Romalılar 13:1] Fakat öte yandan, Aziz Thomas’ın da dediği gibi somutta gerekli otoritenin kaynağı halktır. Halka dışarıdan dayatılan otorite gayrimeşrudur ve zorbalıktır. Biz Hristiyanlar, zorbalıkla mücadele edebiliriz, etmeliyiz de. Mevcut hükümet zorbadır, çünkü seçmen kitlesinin sadece yüzde 20’sinin desteğine sahiptir ve aldığı kararların kaynağı imtiyazlı azınlıktır.

Kilisenin dünyevi kusurları hiçbirimizin yüzünü yere düşürmesin. Neticede kilise de insan elinden çıkmış bir kurumdur. Asıl önemli olan, kilisenin aynı zamanda kutsal olduğunu ve biz Hristiyanlar “Komşunu sev” emrine uyduğumuzda kiliseyi güçlendireceğimizi bilmektir.

Din adamlığımın bana bahşettiği görevleri de imtiyazları da geride bıraktım, artık rahip değilim. “Komşunu sev” emri uyarınca gidip devrimin safına katıldım. Bu ekonomik, dünyevi ve toplumsal dünyada bu “Komşunu sev” emrini yerine getirebilmek için o ekmek-şarap ayininde dua okumaya bir son verdim. Komşum benim yüzüme vuracak bir şey bulamadığında, devrim tamama erdiğinde Tanrı’nın izniyle, ayine geri döneceğim. Ben, bu sayede “Adaklarınızı sunağa takdim etmek için geldiğinizde kardeşinizin yüzünüze vuracağı bir şeyler kaldığını hatırladığınız an o adağınızı da alıp gidin. Önce kardeşinizle barışın, sonra gelip adağınızı sunağa bırakın” [Matta 5:23-24] sözü uyarınca hareket etmiş oluyorum. Devrimden sonra biz Hristiyanlar, komşumuzu sevmemizle ilgili emir uyarınca hareket eden bir sistem kurduğumuzu göreceğiz. Mücadele uzun ve artık başlamanın vaktidir.

Camilo Torres

[Kaynak: Revolutionary Writings, Herder and Herder, 1969, s. 172-173.]