Bugün
tüm ülkeyi ilgilendiren bir olay olarak seçim meselesi hakkında konuşacağım. Beni
haklı olarak oportünizmle, medya denilen o kaba mekanizmanın gözüyle
bakmakla suçlayabilirsiniz. Benim zaten herkesin bildiği şeylerle ilgili gevezelik
ettiğimi de söyleyebilirsiniz.
En
azından kısmî de olsa kendimi şu şekilde savunabileceğimi düşünüyorum: Bu seminerde
sözlerime, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna ait sonuçlar konusunda sıradan,
sayıları esas alan, oy hesabına yaslanan düşüncelerle başlamayacağım. Bu, felsefenin
değil gazeteciliğin işi, gazeteciliğin kurallarına tabi olsaydım, bu tür
düşünceler serdederdim. Ama aynı zamanda bu seçimlerin bağlamının tamamen
dışında konuşuyormuş gibi görünmek de istemiyorum. Zira seçim bağlamı dışından
konuşmak, her hâlükârda entelektüel züppeliğin basit bir tezahürü olarak
görülmeli. Şu an için empirik, somut bir tespit yapmakla yetineceğim.
Herkes,
son birkaç yılın karanlık, neredeyse yıkıcı bir dönem olduğunu söyleyip
duruyor. Özgürlüklerin yitip gittiğinden, ekonominin düzensizleştiğinden,
hayatın momentumunu kaybettiğinden söz ediyor. Kör ve duygusuz bir
otoriterliğin üzerimize çöktüğünden yakınılıyor, solun tümüyle silinip gittiği
konusunda yas tutuluyor, devamında da Sarı Yelekliler’in ve aşı karşıtlarının
gerçekleştirdikleri eylemlerin önemi üzerinde duruluyor. Hatta kimileri, en
kötüsünün henüz yaşanmadığını, enflasyonun hızla tırmanacağını, kıtlıkla
yüzleşileceğini, özellikle doğal gaz ve petrol konusunda sorunlarla boğuşulacağını
söylüyor. Bu arada ben de siyaset sahasındaki yön kaybından birçok kez bahsettiğimi
belirteyim.
Görünüşe
göre, Batı Avrupa ülkelerinde ortalama insanın bile sahip olduğu rahatlık
tehlikede, bu ülkeler çalkantılı, tehlikelerle yüklü bir döneme girdiler.
Neyse
ki iyi haberler de alıyoruz! Seçime dayalı parlamentarizm, her şeyin güzel
olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini, değişmemesi gerektiğini söylüyor. Beş yıl
önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde parlak bir isim olarak lanse edilen
Emmanuel Macron ile seçim pusulalarının herkesçe bilinen yıldızı Marine Le Pen,
ikinci tura kaldı. Klasik sol bünyesinde değerlendirdiğimiz Sosyalist Parti ve
Komünist Partisi gibi eski partiler çöküş yaşadılar. Bugün de ikinci tura kimlerin
kalacağını önceden bilebiliyoruz. Aynı düzen içerisinde aynı isimler ikinci tura
kalıyorlar. Le Pen geleneğinin varisi, artık eskimiş bir yüze sahip olan çırak
Macron’u takip ediyor. Klasik sol içinse değişen bir şey yok. Hepsi, radikal sol
gruplar ve aşırı sağın yedek güçleri ile birlikte dikkate alınamayacak kadar
küçük partiler torbasına doluşuyor.
Bu
mekanizma, bir noktada sorunsuz işliyor aslında. Gerçekte konjonktürler
değişebiliyor, ama seçim denilen usul ve sahip olduğu işlev, hiç değişmiyor. O,
Fransız toplumunun verili gerçekliğinin ve hâkim grubun mevcut hâli devam etsin
diye var. Seçim denilen müsamerede hangi maskelerin teşhir edildiğinin bir
önemi yok.
Bu
noktada eskiden adalet bakanı olarak görev yapmış, eski dögolcü Alain Peyrefitte’in
lafını anımsamakta fayda var. Mitterand’ın başını çektiği sosyalist-komünist
koalisyonunun iktidara gelmesi ile sonuçlanan 1981 seçimleri düzene her zaman sadakatle
bağlı olan gerici dögolcü Peyrefitte’i epey korkutmuştu. Seçim sonuçlarının
açıklanması ardından Peyrefitte, takdir edilecek bir tespitte bulundu: “Seçimler
hükümeti değiştirmek için yapılır, toplumu değiştirmek için değil.”
Seçim
sonuçları ardından yeise kapılan eski adalet bakanı, çelişkili bir biçimde Marx’ın
sözüne benzer bir şey söylüyordu aslında: Marx’ın ifadesiyle seçimler, bir
mekanizma olarak sadece “sermayenin failleri”ni belirler. Zıt kutuplarda yer
alan Marx ve Peyrefitte, esasında burjuva kapitalist düzenin yönetilmesi, yani
hükümetle ilgili olduğunu, seçimlerin bu düzeni sorgulamak gibi bir derdinin
olmadığını söylüyordu.
Kanaatimce,
iki yüz yıl boyunca kapitalist düzenin somut temeller üzerine inşa edildiği bir
toplumda düzeni altüst edip, onun yerine kolektivizmin yaratıcı bir türevini
ikame eden tek bir seçim bile yaşanmadı, bundan sonra da yaşanmayacak.
Oportünizmi
esas alan kimi değişimler tabii ki yaşanabilir. Meselâ burjuvazinin memnun
olmadığı koşullarda, finansal durumun da talebi doğrultusunda dümen sağa kırılır
veya halkın homurdandığı, para musluklarının biraz açılmasının uygun görüldüğü
koşullarda aynı dümen sola kırılır. Ama hâkim toplumsal örgütlenmenin dayandığı
temel düzen asla değişmez.
Bu
noktada on dokuzuncu yüzyılda sokakları arşınlamış militanlarından daha kör ve
daha ürkek olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Seçimlerin demokrasinin sergilendiği
bir sahne olduğuna, o sahnede muhafazakâr düşmanın bir şekilde mağlup edilebileceğine
hâlen daha inananlara karşı, geçmişin gerçek militanları, tüm o işçiler ve aydınlar,
hep bir ağızdan “parlamentoculuğun aptallık” olduğunu söylüyorlardı.
Bugünse
demokrasi adı altında “parlamentocu ahmaklığın” bir biçimini yaşıyoruz. Bilhassa
aydınlar, totaliterizmle demokrasiyi günümüz koşullarında karşı karşıya
getiriyorlar. Bu yaklaşım, parlamentocu ahmaklığın bir sonucu olan
muhafazakârlık hastalığından daha tehlikelidir.
Ben
de bilhassa altmışların başlarında bu türden bir salaklığa meyilli biriydim. Sosyalist
hareket içerisinde solcu eğilimlerden biri içerisinde faaliyet yürüten biri
olarak seçim kampanyalarına katıldım, ne yazık ki oturup seçimde alınan oyları
hesapladım, bir sonraki seçime yönelik olarak yürütülen hazırlık çalışmalarında
yer aldım, solun bütün olarak oluşturduğu ittifakın hayallerini kurdum. Kısacası,
ben de mangalda kül bırakmayan militanlığa can verebilmek adına, o parlamentocu
aptallık için gerekli olan her şeyi yaptım.
68
mayısının fırtınası her yanı kasıp kavuruyordu. Fabrikalara gidiyorduk, işçilerin,
bilhassa göçmenlerin politik becerilerini keşfediyorduk. Tüm bunlar, komünist
kolektivizme uzanan yolun seçimlerden geçmediğini, geçemeyeceğini ortaya koyuyordu.
1968 seçimlerinde en saldırgan gerici gücün ulaştığı zafer, bu tespitlerimizi
teyit etmişti.
O
günden beri, yani tam 54 yıldır aptallıktan sıyrılmak için bir tedavi
sürecinden geçiyorum. Hiçbir seçimde oy kullanmadım. Solcu geçinen partilerin
zaruri olduğunu duygu yüklü cümlelerle anlattığı koşullarda bile o sandığın
başına gitmedim.
Bence
şunu anlamak lazım: Batı ülkelerinde işlediği biçimiyle seçim sistemi
demokratik yol addediliyor ve politik rejimin özgürleştiren bir şey olarak
görülüyor. Rusya ve Küba gibi ülkelerse diktatörlük veya totaliter ülkeler
olarak kabul ediliyorlar. Kapitalist olmayan yolu yürümemiş, seçim yapmayan,
Batı tipi parlamentarizmi tecrübe etmeyen ülkeler bile bu şekilde
değerlendiriliyorlar.
Marx’ın
Paris Komünü’nden, ondaki o büyüklükten ve yaptığı hatalardan, komünün sunduğu
temel tecrübeden, devleti sönümlendirmeye ve böylesi bir iktidar bağlamında her
şeyin yönetilme hakkını insanlara bahşetmeye mahkûm olan geçici komünist iktidarın
verili niteliğinin düşmana karşı göstereceği şiddete dayalı direniş düzleminde “proletarya
diktatörlüğü” olması gerektiği sonucunu çıkarttığına ilişkin tespit, doğru bir
tespittir.
Dolayısıyla
Batılı emperyalist ülkelerde “demokrasi” denilen şeyi burjuva diktatörlüğünün rafine, ama zorba biçimi olarak görmek gerekiyor. “Parlamenter kapitalizm” olarak
adlandırılan bu biçim, nispeten biraz daha teknik, ama daha çıplak.
Her
şeyden önce şunu tespit etmek gerek: demokrasi, seçim ritüeli üzerinden tanımlanamaz.
Etimolojik açıdan “demokrasi, halk iktidarı, hatta “çokluğun yönetimi” demek. Dolayısıyla,
bu türden bir yönetimin Antik Elen’de Atinalıların icra ettikleri biçimiyle,
insanların buluşması anlamında “kolektif” bir nitelik arz etmesi gerek. Bu
açıdan, bir kişinin oy kabinine girmesini demokratik bir pratik olarak görmek
abes. Oy kabini, aslında politik kanaatlerle ilgili burjuva anlayışın izlendiği
yer. Seçim bağlamında özel kanaat, bir mülk olarak teşhir ediliyor esasında. Tıpkı
vergi cennetlerine sığınmak suretiyle mülklerini saklayan burjuva hissedarlar
ve sermayedarlar gibi seçmen de oy pusulasına mührü basıp pisuarda işini
görürcesine oyunu başkalarından gizlemek ve bu şekilde oy kullanmak zorunda. Hem
tek başına kalacaksın hem de demokratik bir faaliyet içinde olacaksın, bu
olmaz! Çünkü gerçek bir demokraside tüm kararlar, her türden ihtimalin
tartışılıp, herkesçe idrak edildiği bir toplantının neticesinde alınmalı.
Ayrıca bu toplantı, ister fabrikada ister mahallede ister bir köyde, kasabada,
bölgede veya ülkede, hatta günü geldiğinde tüm evrende yapılsın, ele alınan
konuya ve yürünen yola tabidir. Proletaryanın savaş şarkısı tam da bunu söyler:
“Kalkalım ayağa, yarın Enternasyonal olsun tüm insanlık.”
Oy
kabini, burjuva ve muhafazakâr bir fikrin, bugün hâkim olan siyasi düzende var
olan her şeyin temel biriminin birey olduğunu teyit eden bir fikrin
gerçekleşmesidir.
Bir
anlamda, asıl çelişki, esasen sonuna "cilik" ekini getirdiğimiz
kelimenin kendi çelişkisidir. O eki “birey” kelimesine eklediğimizde, hâkim
ideolojiyi tanımlayan ifadeye ulaşırız. Bireycilik, burjuva özel mülkiyet
düzenine bağlanır, o, doğrudan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle
ilişkilidir.
Aynı
eki “iştirak” kelimesine de eklemek mümkün. İştirakçilik veya komünizm, müzakere
süreçlerine herkesin, alınacak kararla alakası bulunan herkesin katılımını,
katılma zorunluluğunu ifade eder. Dolayısıyla komünizm, kolektif mülkiyetle,
belirli bir yerde yaşayan veya çalışan herkesin paylaştığı kolektif mülkiyetle
bağlantılı bir olgudur.
Bu
sebeple bize göre oy kabinine girip, bireyciliği ve burjuva mülkiyetini kimlerin
koruyacağına karar verdiğimiz sürece “demokrasi” değil, “parlamentarizm”
denmelidir. Zira işlemde kolektif kararlar alınmamakta, kapitalist
muhafazakârlığın bakanlar ve milletvekilleri türünden temsilcilerinin
toplaştıkları özel alana bir ayar çekilmektedir. Dolayısıyla bu tür bir rejim,
ancak “kapitalist parlamentarizm” olarak adlandırılabilir.
Bugün
bu tabirin kullanılması gayet meşrudur. Sermayeye ait siyasi mekânlar olarak
meclislere ve senatolara kimlerin gireceğinin seçim yoluyla belirlenmesi süreci,
burjuva mülkiyetinin sopasının üzerinde sallandığı devasa bir propaganda aygıtı
eliyle programlanmaktadır. Büyük ulusal gazeteler ve haftalık gazeteler, radyo
ve televizyon kanalları uzun yıllardır kesintisiz bir özelleştirme sürecinin
konusu olmuştur. Bu da kendi içinde belirli bir tutarlılığa sahip bir süreçtir.
Kapitalist bireyciliğin güç simsarlarını seçme işi, tüm propaganda araçlarının adı
çıkmış, kendinden emin kapitalistlere ait olduğu koşullarda daha güvenilir bir
iştir. Hayatta kalmayı bilmiş, burjuva devlete ait az sayıda kamusal medya
kuruluşunun da özelleştirilmesi gündemdedir. Bugün burjuva bireyci propaganda
devlet eliyle yürütülürse, onun totaliter olduğunu, milyarderlerin eliyle
yürütülürse “demokratik” olduğunu söylemektedir.
Burada,
parlamento usulünün sadece bireyleri değil, işçi sınıfı gibi kolektif yapıları
temsil ettiğini söyleyen bir partiyi de kapsayabileceği itirazında bulunmak
tabii ki mümkündür. İşçi sınıfının partisi olarak komünist partisi de bu süreç
içerisinde yer alabilir, bu itiraza göre. Bu bakış açısı uyarınca seçim denilen
usul, toplumsal çeşitliliği temsil eden grupları içerdiği için kolektif bir
pratik olarak görülebilir. Lenin, “toplumun sınıflara ayrıştığını, bu sınıfların
partilerce temsil edildiğini, partilere de liderlerin öncülük ettiğini” söyler.
Ben, onun haklı olduğundan pek emin değilim.
Burada
asıl mesele, “temsiliyet” denilen, şüpheyle yaklaşılması gereken anlayıştır. Her
şeyin ötesinde kapitalist parlamentarizm, toplumun verili gerçekliğinin politik
partiler ve parlamento seçimleri sayesinde, seçimle belirlenmiş meclislerde “temsil”
olunduğunu iddia edebilmektedir.
Dolayısıyla,
benim tezim şu şekildedir: gerçek demokrasiyi karakterize eden şey, temsili
kabul etmemesidir. O, temsil edilemez. Bir parti, kendisini ne kadar proleter ilân
ederse etsin, işçilerin, işçi sınıfının temsilcisi değildir, olamaz. O, ancak
burjuva hegemonyasına karşı verdiği mücadelede sınıfın elde ettiği siyasi
araçlardan sadece biri olabilir. Bu nedenle, bu parti, çokluğun elindeki
bayrağın altında yürüyen unsurlardan biri olarak kalır. Parti, neticede örgütlü
proleter çokluktan başka bir şey değildir.
Esasında
siyasette asıl belirleyici olan varolmak, o varlığı takdim etmektir, temsiliyet
değil. Önemli olan, çokluğun kararıdır, bir kişinin temsiliyeti ve herkesten
kopuk kararı değil.
Şu
iki örnek oldukça önemlidir.
1.
1917 devriminin başladığı sürecin ilk günlerinde sürgünden Rusya’ya döndüğünde
Lenin’i o tren istasyonunda partisinden önemli birçok isim karşıladı. Lenin, orada “tüm iktidar sovyetlere!” diye haykırdı.
Bugün
sovyet, işçilerin ve halkın elindeki meclislerdir. Lenin’e göre bu meclisler,
yeni sosyalist politika tarzının gerçek politik varolma biçimidir. Bu tarz,
Fransa veya Almanya’daki sosyalist partilerin teslim oldukları parlamentocu ve
seçimci çizgiye karşıdır. Bu çizgi, sosyalist partileri 1914-1918 arası dönemde
yaşanan kıyım sürecinde kendi ülkelerinin işledikleri cinayetlere ortak
etmiştir.
Lenin,
hiçbir zaman “tüm iktidar partiye” demedi. Lenin yirmilerde, ölümünden kısa bir
süre önce komünist partisinin yönettiği sovyet devletinin çarlık düzeninde faal
olan devletten farklı olup olmadığını sorguladı. İşçilerin ve köylülerin
oluşturacağı ve devletin kontrolünden doğrudan sorumlu olacak bir denetim
kurulunun meydana getirilmesini önerdi. Fakat bu önerisinin somutta başarıyla
uygulanmasını sağlayamadan öldü. Sonrasında Stalin, parti ve devleti temsiliyet
düzleminde bir tutan yanlış fikri ifrata vardırdı.
2.
Çin’deki Kültür Devrimi esnasında Mao Zedung’a sıklıkla Çin’deki durum hakkında
konuşurken neden hep proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği mücadeleden dem
vurduğunu soruyorlardı. Oysa Çin, komünist bir devletti, komünist partisi tarafından
yönetilen bir devlete sahipti. Bu soruya Mao şu cevabı veriyordu: “Bana hep Çin’de
burjuvazi nerede diye soruyorlar. Burjuvazi Komünist Partisi’ndedir.”
Mao,
partinin devletle cem olduğu vakit yozlaşabileceğini görmüştü. Tüm üretim, dağıtım
ve yönetim süreçlerini kolektif iradeye teslim edip devleti çökertmek yerine parti
kadroları, yeni bir burjuvazi meydana getirmişlerdi. Bu kadrolar, özel
mülkiyeti kolektivize etmek şöyle dursun, onun yönetilmesi işini üstlendiler. Kapitalist
devleti sönümlendirmediler, aksine, tekelci devlet kapitalizmini meydana
getirdiler. Bugün Çin, komünist hiçbir vasfa ve niteliğe sahip olmayan bir
devlet olarak, dünya piyasasının önemli bir gücü ve ABD’nin rakibi hâline
geldi.
Her
iki örnekte de görüleceği üzere büyük komünist düşünürler ve liderler, halkın
politikayı belirlediği düzenin halkın seçimler yoluyla veya parti aracılığıyla
temsil edildiği bir düzenle ikame edilmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu görmüşlerdi.
Onlar, bu anti-demokratik sürece mani olamadılar, neticede kapitalist hâkimiyetin
yegâne alternatifi olan komünist hipotez zayıfladı.
Gerçek
demokrasi, belirli örgütlenme biçimlerini ifade eder tabii ki ama örgütlenmenin
kendisi temsiliyete indirgenemez, indirgenmemelidir. Örgütlenme pratiği, faal,
eylem hâlindeki çokluğa tabi olmalıdır.
Öte
yandan, faal, eylem hâlindeki çokluk da bireyler toplamına indirgenmemelidir. O,
bireyler toplamından ibaret değildir. Çokluk, uzay boşluğunda, tek başına
hareket etmez. Durumu hep birlikte analiz eder, önemli olan eyleme karar verir.
Her türden gerçek demokratik politik buluşma mevcut durum üzerine çalışır ve o
durumun ne’liği, ayrıca üstlenilecek görevler ile ilgili sorulara cevap bulur.
Dolayısıyla,
eylem hâlindeki çokluğun mevcut durumu ve o durum dâhilinde üstlenilecek
görevleri tanımladığı söylenebilir. Bu noktada iki riskle karşılaşılır: Çokluğun
ortaya koyduğu pratik, seçimci bir yaklaşımla bireylerin oy kullanmasına
indirgenir, bu da o çokluğu dağıtır. İkinci riskse pratiğin parlamentoculuğa
indirgenmesidir ki bu pratik çokluğu belirli bir yöne sevk eder, böylece çokluk,
kendi tarzını temsiliyet üzerinden oluşturur.
Seçimciliğin
yol açtığı dağılma ve hâkim olan temsilci siyaset, parlamentocu aptallığın
tesis ettiği diktatörlükten kurtulmaya çalışan her türden siyasetin içine
düştüğü iki tuzaktır.
Gerçekte
parlamenter demokrasinin asıl korktuğu şey, kapitalist parlamentoculuğun kullandığı
mengenenin iki dişi olarak dağılma ve temsiliyetin bir biçimde zayıflamasıdır. Bu
iki diş, siyaset sahnesinde teyit edilmenin yegâne yolu olarak oy kullanma
hakkına itiraz edildiğinde ve politik eylemin ortaklaşılan yegâne biçimi olarak
devlet iktidarına kafa tutulduğunda kırılır.
Muhalefet
güçlerinin teslim olduğu parlamentocu aptallık, sürekli sözde demokratik
siyasete yönelik iki tür radikal eleştiriden uzak duruyor, hep iktidarda olsa her
şeyin başka türlü olacağını söylüyor. Oysa gerçeklikte iktidar aynı kalıyor. Çokluğun
harekete geçirilebilmesi için onun dağılma ve temsil denilen tuzaklardan uzak
tutulması gerekiyor.
Bu
tespitler ışığında, mevcut duruma dönebiliriz, biraz soyut da olsa onun
hakkında bir iki kelâm edebiliriz.
Seçim
müsameresinin üç ortağı var. Bunların ikisi ikinci tura kaldı: Macron ve Le
Pen. Bir de solcu Mélenchon var. Diğerleri, parlamentocu mantık bağlamında
kendi küçük seçmen kitlesini bir hiç uğruna satmak zorunda kalan insanlardan
oluşuyor. Parlamentoculuğun dağıtıcı pratiğine hizmet eden müfrezeleri meydana
getiriyorlar. Bu üç politik hat dağılma tuzağından kurtulsa bile temsiliyet konusunda
ciddi sorunlarla yüzleşiyor. Onlar hangi çokluğu temsil ediyorlar? Kimler adına
konuşuyorlar? Meclis seçimleri onlar için epey endişe verici.
Seçime
giren üç isim içinde sadece Marine Le Pen’in partisi var. Macron, yamalı
bohçaya dönüşmüş, yamaların arasındaki ipliklerin söküldüğü bir ittifakın temsilcisi.
Mélenchon ise artık sosyalist veya komünist bir partinin üyesi değil. O, sadece
kendi dağıtma pratiğini temsil ediyor.
Peki
biz ne yapabiliriz? Çokluğun birleşik liderliğini nasıl örgütleyebiliriz? Le
Pen’in başı dertte çünkü diğer iki isim ona karşı birleşti. Macron, partisiz
bir isim olarak Le Pen’i istemeyen herkese kucak açmaya hazır. Mélenchon “Le
Pen’e tek bir oy bile yok” dedi, hem de dört kez. Ama hiç “oylar Macron’a” demedi.
Bu
koşullarda, dağıtıcı basınçlı suyu ve temsilci musluğu ile seçim mekanizması,
önümüzdeki ay güçsüz bir cumhurbaşkanına ve çoğunluğa sahip olmayan bir
parlamentoya yol açacak, öte yandan kimse gerçeği dile getirmeyecek: yani söz konusu
mekanizma, her şeye uyum sağlayabilecek bir yapı. Ama tabii Perefitte’in
önermesinde dile geldiği biçimiyle, seçim mekanizması toplumu değiştiremez. Seçim
oyunu, modern kapitalizmi kontrol altına alacak bir saldırı gerçekleştiremez. Bu
saldırı, hiçbir zaman yaşanmayacak!
Mülkiyet
sermayenin elinde olduğu sürece seçim mekanizması hiçbir işe yaramaz.
Gençliğimiz
dördüncü cumhuriyette geçti. Hiçbir parti çoğunluğu elde edemiyordu, sonuçta da
sürekli başbakan değişiyordu. Halk, kimin başbakan olacağını bilemeden sandığa
gidiyor, hükümetler kısa sürede değişiyordu.
Ama
bu durum, ellilerde ve altmışlarda Fransız kapitalizminin kendisini o “şanlı
otuz yıl” dediği döneme taşımasına mani olmadı. Yaşanan durum, ayrıca Guy
Debord’un ve durumcuların “tüketici toplumu”nun doğuşundan bahsetmesine da mani
olmadı.
Buradan
şu çıkarımı yapabiliriz: Dağılma ve temsiliyet denilen tuzaklardan uzak durmak
istiyorsanız sandığa gitmeyin, oy kullanmayın, bir daha elinize o pusulayı
almayın. Gerçekten kolektifleştiren toplantılar düzenleyin, sizi ilgilendiren
her şeyle ve her yerle bağ kurun.
Yegâne
düşmanınızın, sistemden tek faydalanan unsurun sermayenin ekonomik ve toplumsal
diktatörlüğü olduğunu unutmayın. Totaliterizmin karşısına çıkartılan “demokrasi”nin
somutta ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya vb. olduğunu bilin.
Emperyalist
güçler ve milyarderler, yoksulların üçüncü dünyasına dair siyasetleri için
milyarlar harcıyorlar. O yoksullarsa hayatta kalmak veya yaşamak için
ülkelerini terk edip başka yerlere gitmeye çalışıyorlar. Bu milyarder denilen
akbabaları kovmamıza, onların sıcak diyarlardan gelen Asyalı, Güney Amerikalı,
Afrikalı mağdurlarını kucaklamamıza katkı sunmuyorsa neden oy kullanalım?
Oysa
seçim mekanizması buna asla izin vermez. Dolayısıyla oy kullanmaya artık bir
son verip, herkesin eşit olacağı başka bir insanlık inşa etmek için birleşelim.
Amacımız
şudur: bırakalım sandığın önünde sadece milyarderler sıralansın. Böylesi daha
hayırlı.
Bu
arada sizi biraz rahatlatmak için, şarkı niyetine, siyaset üzerine güzel bir
metinden parçalar okumak isterim. Platon’un Devlet eserinin sondan bir
önceki bölümünden aktarıyorum. Bu bölümde karşımıza sahte demokrasi denilen
biçimin ve başvurduğu dilin karşısına rasyonel militanlığa dair umut
çıkartılıyor.
Aktardığım
alıntıların çevirisi bana ait. İlki Sokrates’ten:
“Zenginler yoksul işçileri
neden hor görüyorlar, onlara hiç tereddüt etmeden ‘barbar’ diyebiliyorlar veya
onların medeniyete entegre olamamış unsurlar olduklarını nasıl
söyleyebiliyorlar, onlar aleyhine olan, o işçileri hakir gören kanunları nasıl
çıkartabiliyorlar, iğrenç şehirlere nasıl istifliyorlar, isyan edecekler diye
onları kontrol altına almak, dövmek, tutuklamak hatta vurup öldürmek gibi
işlere neden tevessül edebiliyorlar? Çünkü çok korkuyorlar. Zenginler ve
meclisteki saf insanlık fikrine bağlı partileri hâkimiyeti elinde bulunduran
canavardaki korkaklık önünde aslan gibi görülen işçideki duygulanımı diz
çöktürmek için uğraşıyorlar. Politik gücü ve cesaretiyle işçiler, gerçeklikte
yozlaşmış ve korkak olan zenginlerin iktidarını tehdit ediyorlar.”
Sokrates’in
Glaucus isimli genç bir öğrencisi hocasına şunu söylüyor:
“Ben, tüm bu kötülüklerin
yol açtığı tehlikeden bizi kurtaracak yolu hâlen daha göremiyorum.”
Ardından
Sokrates şunu söylüyor:
“Adı ne olursa olsun her
türden politik kolektif, hakikati görüp söyleme becerisi olan insan gibi
olmalıdır. Düşünce pratiği neticede politik hakikati teşkil edecek, tartışılmış,
akla dayanan bir değerlendirmeye yol açmalıdır. Her türden şiddet aracıyla
kendi çıkarlarının peşine düşmüş olan bir toplumsal grubun aldığı kararların
karşısına sadece bu hakikat çıkartılmalıdır.”
Filozofun
öğrencisi olan Amantha isimli genç kadın lafa giriyor:
“Bana öyle geliyor ki siz
ticaretin ardındaki tutkuların ve kişisel çıkarcı eylemlerin karşısına, insanüstü
kapasiteye sahip olana dek insanın rıza göstermesi gereken bir tür disiplini
çıkartıyorsunuz. Siz politik müzakere denilen şeyin bizi hep birlikte aramızdaki
öznel uyumun hizmetine sunmasını istiyorsunuz.”
Sokrates’in
cevabı şu şekilde:
“Her hâlükârda, sermayenin
yoğunlaştığı o acımasız sürecin her yerde verdiği emirlerden kurtulacağız. İçimizdeki
hükümete, aktif düşüncemize döndüğümüzde kendi arzularımızın ötesinde genel
önemi haiz olanı yaratabilecek olanı devreye sokmak için kendi payını kullanacak,
parayı ve parayla alakalı işleri bu pratiğe tabi kılacağız. Aynı şeyi her türden
seçim mekanizmasının ötesine geçip, kamu nezdinde tanınma meselesi bahsinde de
yapacağız. Oturup oy saymayacağız. İnsanlar için en hayırlı olanı düşündüğümüze
dair övgüleri büyük bir memnuniyetle kabul edeceğiz, dünya sahnesinde
dilimizden dökülen taahhütlerde ve kendi özel hayatlarımızda özne olduğumuz
sürece zarar veren, sadece kendisine hizmet eden haraççılardan uzak duracağız.”
Biraz
melankolik olan genç Glauque endişesini şu şekilde dile getiriyor:
“Muhtemelen o zaman tüm
siyasi eylemlerden ve tüm politikacılardan uzak duracağız.”
Bu
lafa Sokrates şu sert tepkiyi veriyor:
“Hayır aksine. Ülkemizin insanları
içinde işleyen siyasette olabildiğince faal olacağız, aynı zamanda tüm
insanlığa hizmet edeceğiz! Ama bu hizmeti devlet düzeyinde, resmi bir görev
dâhilinde vermeyeceğiz, devlete mesafe alacağız. Öngörülmesi mümkün olmayan
devrimci koşullar ortaya çıkana kadar yolumuza devam edeceğiz.”
İçi
yeniden ümit dolan Glaucous şunu söylüyor:
“Ah evet! Geçen akşamdan
beri hakkında onca söz sarf ettiğimiz türden bir politik düzeni kuracak olan
koşullardan bahsediyorsunuz, değil mi? Zira bu düzen, sadece konuşmalarımızda
var. Böylesi bir düzenin bu dünyada başarılı herhangi bir örneğinin
olabileceğini sanmıyorum.”
Bunun
üzerine Sokrates son sözünü söylüyor:
“Muhtemelen birçok ülkede
gerçekte işleyen politik süreçler bizim fikrimizle uyuşmuyor, zira kimilerinin
komünizm, gerçek komünizm dediği bu fikrin kapsamı evrenseldir. Faal özneler
olarak bizim hareketlerimizi tayin eden, bu politik süreçlerin güçlü ya da yeni,
sayıca bol ya da nadir olmaları değildir. Bizim tek umudumuz, bir gün
politikaların bizdeki fikre dünya ölçeğinde ona destek sunacak gerçekliği temin
etmesi yönündedir. Henüz böyle bir gerçeklik elde mevcut olmasa bile, biz gene
de bu fikre, sadece bu fikre ve taahhüt ettiklerimize sadık kalacağız.”
Aynen
öyle. Sadakatimizi koruyalım. Tekraren söylüyorum: bir daha oy kullanmayalım,
sandığa gitmeyelim. Oy kullanmak, iktidarın yozlaştıracağı sürecin başladığı
yerdir. Bu oy kullanmamayı öngören tavrın, mücadeleci tutumun yol açtığı
boşlukta halka ve arzuya sarılalım, sermayeyle, yoğunlaşma süreciyle,
milyarderlerle, oligarşiyle ilişkisini gayriresmi yollardan da olsa kesen
herkese çevirelim yüzümüzü. Böylelikle, her yerde her türden meseleyle ilgili en
iyi kararı yeryüzündeki tüm halklar adına halk meclisleri, seçimle belirlenmeyen
sovyetler versin.
Alain Badiou
23 Nisan 2022
Kaynak