30 Nisan 2022

, ,

Kavga

“1 Mayıs” [Paolo Ricci -1949]

1 Mayıs Birlik Mücadele ve Dayanışma gününü kutlayacağız. Yüz yılı aşkındır ezilen halklar, 1 Mayıs’ı tüm benlikleriyle kutlar. “Benlik” diyorum, çünkü 1 Mayıs, sadece emek mücadelesinin değil, aynı zamanda ırksal mücadelenin de bir simgesi olmuştur.

1 Mayıs 1886’da ABD Louisville, Kentucky’de Siyahilerin parklara girmesi yasaktı. Altı bini aşkın siyah ve beyaz emekçilerden oluşan kalabalık, 12 saat çalışma süresini protesto ettikten sonra, Siyahilerin girmesi yasak olan Ulusal Park’a doğru yürüyüşe geçerler. Siyahlar ve beyazlar ele ele parka girerek insanlık tarihine yeni bir kavram kazandırırlar. Bu tarihe kazılan kavram, “emek kardeşliği”dir.

1 Mayıs günlerinde yüzbinler, dünyanın her yerinde “özgürlük” diye haykırdılar. 1921 ve 1926 1 Mayıs’larında, ABD’de, İngiltere’de, Almanya’da, İtalya’da, Brezilya’da, Sovyetler’de, Kanada’da, hatta Güney Afrika ve Japonya gibi birçok ülkede milyonlarca emekçi alanlara döküldü. Hiç görmedikleri renklerini, bilmedikleri dillerini, hatta yemeklerini ve müziklerini dahi bilmedikleri iki insan için. Altı yıl boyunca “özgürlük” diye bağırdılar.

Kim miydi bu iki kişi?

9 Mayıs 1920 günü Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti adında iki İtalyan göçmen tutuklandı. Hırsızlıkla ve cinayetle suçlandı. Ve gerçek suçlular ortaya çıkmasına, görgü tanıklarının polis dayatmasıyla ifadelerinin değiştirildiği ortaya çıkmasına rağmen, Sacco ve Vanzetti idama çarptırıldı. Neden mi çünkü bu iki İtalyan göçmen anarşistti.

Dünya halklarının kardeşliğini ve emeğin kutsallığını savunuyordu. Dünya emekçileri birlik oldu, bu iki İtalyan Anarşist için.

Evet Nicola ve Bart idam edildi. Ama başı dik gittiler idama.

Şunları söylemişti Vanzetti son kez mahkemede:

“Yaptıklarım için değil, inandıklarım için çile çekiyorum. Ama haklı olduğuma öyle inanıyorum ki, beni üst üste iki kez idam edebilseniz ve iki kez dünyaya gelebilsem, yine de bu yaptıklarımı yapmak için yaşardım.”

Bartolomeo Vanzetti ve Nicola Sacco altı yıl boyunca kendileri için toplanan milyonlarca dünya emekçisinin ölüm karşısında sergilediği gururu oldu, başı dikliği oldu. Bükülmez, kırılmaz emek kardeşliğinin simgesi oldu.

1 Mayıs dünya halklarının beraberliğinin bir simgesidir. Bundandır ki 1 Mayıs özüne uygun kutlanmalıdır.

Unutmayalım ki savunduğumuz değerlerin bugünlere ulaşmasında temel rolü, bizden öncekilerin hayatlarıyla vermiş oldukları kavganın sağlamlığı oynamıştır.

Louis Lingg, Haymarket olaylarında tutuklandı, yargılandı ve idama mahkûm edildi.

Mahkemede, “Sizi tanımıyorum, sizin yasalarınızı nizamınızı, kuvvete dayanan yetkinizi tanımıyorum, bu yüzden asın beni” dedi. 10 Kasım 1887 günü idamına bir gün kala hücresinde intihar etti. Louis, Almanya’dan göç etmiş bir işçiydi, anarşistti ve kendisini değerlerine adamış ve daha 23 yaşında iken hayatını yitirmişti.

Kavgamız yeni değildir, kökleri yüzlerce yıl öncesine uzanan köklü bir geçmişe sahiptir.

Ve bugün geçmişimize bir göz atsak, kadınıyla erkeğiyle nice yiğitlerin baş eğmez, ölüme bir aşkla gittiklerini görürüz. İşte bundandır ki dün olduğu gibi bugün de kavga hakkıyla verilmeli, devrim bir nefes gibi sürekli bellekte diri tutulmalıdır.

Umutsuzluk çoğu zaman esir alsa da düşüncelerimizi, kapılsak da çoğu zaman yenilgi rüzgârlarına, yine de diri tutmalıyız fikirlerimizdeki devrim alevini.

Belki bugün değil ama muhakkak bir gün kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla hep beraber dalgalandıracağız kızıl bayrağı, gururla, memleketin dört bir yanında.

Kutlu olsun bayramımız, birliğimiz, kardeşliğimiz, emeğimiz.

Can Şahin
29 Nisan 2022

29 Nisan 2022

,

Yedek İşsizler Ordusu

Her şey kötüye gidiyor. Durum daha da kötüleşecek. Washington Post türü burjuva gazeteleri bu yüzden Marx’tan bahsetme ihtiyacı duyuyor:

“Marx’ın da dediği gibi, ‘yedek işsizler ordusu’ ekonominin gıdım gıdım kendini toparlaması ile birlikte, ücret artışını kontrol altında tutacak ana unsur.”

Gazetenin tırnak içinde verdiği ifadeyi Marx aslında hiç kullanmadı. O daha çok “sanayideki yedek ordu”dan veya (Kapital’in birinci cildinin 25. bölümünde görüldüğü üzere) “nispi artık nüfus”tan bahsediyor. Marx’a göre, bu ikisi de kapitalist büyümenin hem sonucu hem de koşulu.

Modern sanayi, on yıllık döngülerle ve bu döngülere etkide bulunan ufak dalgalanmalarla ilerliyor. Her bir döngüde süreç, ortalama bir faaliyete, yüksek basınç altındaki üretime, krize, durgunluğa, sanayideki yedek ordunun veya artık nüfusun yeniden oluşumuna ve bunun özümsenmesine tanıklık ediyor.

Sanayinin ilerlediği döngüsel sürecin her bir aşamasında o artık nüfus istihdam ediliyor ve o nüfus, sanayinin yeniden üretiminin en canlı faili hâline geliyor.

Daha da özelde bu yedek ordu, tüm varlığıyla emeğin disipline edilmesi, işçilerin ücret taleplerinin kontrol altında tutulması noktasında önemli bir işlev görüyor. Çünkü çalışmakta olan işçiler, bir yandan da eldeki işler konusunda az çalıştırılan işçilerle ve işsizlerle rekabet etmeye zorlanıyorlar.

Ben, daha çok “yedek işsiz ordusu”, yedek işsiz ve az çalışanlar ordusu” veya “yedek işsiz, az çalışan ve düşük ücretli işçi ordusu” gibi tabirleri kullanıyorum. Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere, yedek ordu, rolünü layıkıyla yerine getiriyor: 2000 yılından beri ABD’de ulusal gelirde emeğin payını gösteren endeks, 108,2’den 96,7’ye düşmüş. Tabloda mavi çizgi, 2007 yılında 100 değerini gösteriyor.

Eğilim çizgisi ise kırmızı renkte verilmiş. Buna göre, yirmi birinci yüzyıla girerken düşüş yaşanmış, ama İkinci Büyük Buhran (2008) ile birlikte bir miktar toparlanma içine girilmesiyle ufak bir hareketlilik yaşanmış.

İşsizlik oranı, 2020 yılının Şubat ayında yüzde 3,5 oranında düşmüşken, bugün resmi rakamlar, bu oranın yüzde 14,7’e fırladığını söylüyorlar. Benim hesaplamalarıma göre bu oran, en az yüzde 24,9.

Pandemi döneminde kapanan işyerlerinden on milyonlarca insan işten atıldı ve bu insanlar mevcut yedek işsizler ordusuna katıldılar. Ayrıca, bu sürecin sonucunda yoksullaşmış birçok insan, işsizlik tazminatı için başvurdu, aşevlerinin kapısında kuyruk oluşturdu.

Yedek ordunun hacminin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Bazı şirketler çalışmaya devam ediyor, hatta bazıları büyüyor, kapanan kimi şirketler yeniden açılıyor ve tekrar kâr elde etmeye başlıyor. Bazı şirketlerse yeniden açılamayan şirketleri ele geçiriyor, bazıları da hayatta kalanları satın alıyor. Bu şirketler de birçok çalışanını işten atıyor.

Jose Maria Barrero, Nick Bloom ve Steven J. Davis’in kaleme aldığı son çalışmaya göre Kovid pandemisinin yol açtığı şok sonucu on kişi işten atılırken üç kişi işe alınmış. Çalışmanın hesabına göre, pandemi yüzünden işten atılanların yüzde 42’si yeniden işe girememiş, işsizlik durumları kalıcılaşmış.

Demek ki yedek işsiz ve az çalışan işçi ordusu, önümüzdeki aylarda büyümeye devam edecek. Sonuç olarak ben, zaten pandemiden önce de düşme eğilimi içerisinde olan emeğin ulusal gelirdeki payının azalmaya devam etmesini bekliyorum.

Amerikan ekonomisinin yeniden yapılandırıldığı koşullarda şirket sahipleri, ancak kârlı gördükleri takdirde işçi alırlar ve yedek orduyu küçültürler. Bu anlamda, işçilerin geleceği patronların iki dudağının arasındadır. Şirketler, işe alım sürecini kontrol altında tutma kararı verdikleri için işçiler işlerini kaybetmeye devam edecekler.

Marx’ın da ifade ettiği biçimiyle:

“Bugün asıl delilik, emekçilere sayılarının sermayenin ihtiyaçları uyarınca belirlenmesini vaaz eden ekonomi aklına onay vermektir. […] Bu uyum sürecinde ilkin, nispi artık nüfus veya sanayideki yedek ordudan dem vurulur. Son olarak da aktif işçi ordusunun sürekli genişleyen katmanının yüzleştiği sefaletten ve yoksulluğun net ağırlığından bahsedilir.”

Bu durum, ABD’de ekonominin dönüştürülmesiyle, bunun için de hükümetin çalışma hayatına ilişkin yeni bir programı yürürlüğe koymasıyla değişebilir. Örneğin, ilk Büyük Buhran’da hükümet, İşleri İlerletme İdaresi adında bir kurum oluşturmuştur. Bunun dışında, hükümet, işçilerin sahip olduğu işletmelerin sayısını artırmak veya işçilerin mevcut şirketlerin yönetim kurullarında kendilerine yer bulmalarını sağlamak suretiyle, işçilerin işe alım ile ilgili kararlarda söz hakkına kavuşmasını mümkün kılabilir.

Yedek ordu, ancak bu türden değişikliklerle küçülür. Yeni yoksullaşmış insanların sayısı, ancak bu sayede azalır, emeğin ulusal gelirdeki payı sadece bu tür müdahalelerle artar.

David F. Ruccio
16 Mayıs 2020
Kaynak

28 Nisan 2022

,

Yoldaşlara

Köylü halk kitlelerinden kopmak, devrimcilere en fazla zarar veren politik zafiyettir. Bu tehlikeyle, mücadelenin her safhasında yüzleşilmektedir.

Başkan Mao, gerilla savaşı taktiklerini izah ederken, tam da bu sebeple şunu söylemiştir:

“Kitleleri ayağa kaldırmak için güçlerinizi bölün, düşmanın hakkından gelmek içinse güçlerinizi bir araya getirin.”

Bu, ilk kanundur.

Kitleleri ayağa kaldıracağımız süreç, henüz tamamlanmış değildir.

İkinci dersse şudur: gerilla savaşı, temelde sınıf mücadelesinin bir üst aşamasıdır, sınıf mücadelesi ise ekonomik ve politik mücadelelerin toplamıdır.

Başkan Mao’nun fikriyatını açık bir biçimde idrak etmeye çalışırken, onun eserinden her seferinde yeni dersler çıkartıyorum. Tüm bölgelerde faaliyet yürüten yoldaşlarımız da benzer bir tecrübeye sahip olacaklar. Onlar, ancak bu sayede mevcut anlayışımızı derinleştirip daha iyi Marksistler hâline gelecekler.

Ne var ki bugün tüm yoldaşlarımızın bu meseleyi doğru bir biçimde kavramadığını söyleyebilirim. Gene de tüm yoldaşlarımız, bu ortaya koyduğum çizgi uyarınca düşünmeye başlamışlardır.

Kitlelerden öğrenmek, çok zor bir iştir.

Öznelcilik, revizyonizmin yan ürünüdür.

Revizyonizmle mücadelemiz henüz yeni başlamıştır. Daha yürüyecek çok yolumuz var.

Köyleler arasında çalışma yürüten yoldaşlar, siyasetimizi yaymaya devam etmeli, ama bir yandan da ekonomik taleplerle ilgili, herkesin paylaşacağı sloganlar formüle etmenin gerekliliğini hiçbir vakit küçümsememelidirler.

Çünkü bu tür bir çalışma olmaksızın, köylülüğün en geniş kesimini harekete örgütleyemeyiz, köylülüğün geri kesimlerini politik propagandamızı kavrayacakları seviyeye çıkartamayız, aynı zamanda onların sınıf düşmanlarına yönelik nefretlerini kalıcı kılamayız.

Bugün atılması gereken slogan, “bir sonraki mahsule el koyun” olmalıdır.

Toprak sahibi zengin köylülerin yoksul köylüleri tüm yıl boyunca açlığa mahkûm ettiği koşullarda zengin köylülere yönelik nefret derinleştirilmelidir.

“Bir sonraki hasat köylülerin olmalı”, köylülüğün en geniş kesimlerini harekete örgütleyecek bir slogandır. Bizim yürüteceğimiz bilinçli politik propaganda bu köylü hareketinin niteliğini değiştirecektir.

Çaru Mazumdar
Ekim 1968
Kaynak

26 Nisan 2022

,

Demokrasiye ve Seçime Dair


Bugün tüm ülkeyi ilgilendiren bir olay olarak seçim meselesi hakkında konuşacağım. Beni haklı olarak oportünizmle, medya denilen o kaba mekanizmanın gözüyle bakmakla suçlayabilirsiniz. Benim zaten herkesin bildiği şeylerle ilgili gevezelik ettiğimi de söyleyebilirsiniz.

En azından kısmî de olsa kendimi şu şekilde savunabileceğimi düşünüyorum: Bu seminerde sözlerime, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna ait sonuçlar konusunda sıradan, sayıları esas alan, oy hesabına yaslanan düşüncelerle başlamayacağım. Bu, felsefenin değil gazeteciliğin işi, gazeteciliğin kurallarına tabi olsaydım, bu tür düşünceler serdederdim. Ama aynı zamanda bu seçimlerin bağlamının tamamen dışında konuşuyormuş gibi görünmek de istemiyorum. Zira seçim bağlamı dışından konuşmak, her hâlükârda entelektüel züppeliğin basit bir tezahürü olarak görülmeli. Şu an için empirik, somut bir tespit yapmakla yetineceğim.

Herkes, son birkaç yılın karanlık, neredeyse yıkıcı bir dönem olduğunu söyleyip duruyor. Özgürlüklerin yitip gittiğinden, ekonominin düzensizleştiğinden, hayatın momentumunu kaybettiğinden söz ediyor. Kör ve duygusuz bir otoriterliğin üzerimize çöktüğünden yakınılıyor, solun tümüyle silinip gittiği konusunda yas tutuluyor, devamında da Sarı Yelekliler’in ve aşı karşıtlarının gerçekleştirdikleri eylemlerin önemi üzerinde duruluyor. Hatta kimileri, en kötüsünün henüz yaşanmadığını, enflasyonun hızla tırmanacağını, kıtlıkla yüzleşileceğini, özellikle doğal gaz ve petrol konusunda sorunlarla boğuşulacağını söylüyor. Bu arada ben de siyaset sahasındaki yön kaybından birçok kez bahsettiğimi belirteyim.

Görünüşe göre, Batı Avrupa ülkelerinde ortalama insanın bile sahip olduğu rahatlık tehlikede, bu ülkeler çalkantılı, tehlikelerle yüklü bir döneme girdiler.

Neyse ki iyi haberler de alıyoruz! Seçime dayalı parlamentarizm, her şeyin güzel olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini, değişmemesi gerektiğini söylüyor. Beş yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde parlak bir isim olarak lanse edilen Emmanuel Macron ile seçim pusulalarının herkesçe bilinen yıldızı Marine Le Pen, ikinci tura kaldı. Klasik sol bünyesinde değerlendirdiğimiz Sosyalist Parti ve Komünist Partisi gibi eski partiler çöküş yaşadılar. Bugün de ikinci tura kimlerin kalacağını önceden bilebiliyoruz. Aynı düzen içerisinde aynı isimler ikinci tura kalıyorlar. Le Pen geleneğinin varisi, artık eskimiş bir yüze sahip olan çırak Macron’u takip ediyor. Klasik sol içinse değişen bir şey yok. Hepsi, radikal sol gruplar ve aşırı sağın yedek güçleri ile birlikte dikkate alınamayacak kadar küçük partiler torbasına doluşuyor.

Bu mekanizma, bir noktada sorunsuz işliyor aslında. Gerçekte konjonktürler değişebiliyor, ama seçim denilen usul ve sahip olduğu işlev, hiç değişmiyor. O, Fransız toplumunun verili gerçekliğinin ve hâkim grubun mevcut hâli devam etsin diye var. Seçim denilen müsamerede hangi maskelerin teşhir edildiğinin bir önemi yok.

Bu noktada eskiden adalet bakanı olarak görev yapmış, eski dögolcü Alain Peyrefitte’in lafını anımsamakta fayda var. Mitterand’ın başını çektiği sosyalist-komünist koalisyonunun iktidara gelmesi ile sonuçlanan 1981 seçimleri düzene her zaman sadakatle bağlı olan gerici dögolcü Peyrefitte’i epey korkutmuştu. Seçim sonuçlarının açıklanması ardından Peyrefitte, takdir edilecek bir tespitte bulundu: “Seçimler hükümeti değiştirmek için yapılır, toplumu değiştirmek için değil.”

Seçim sonuçları ardından yeise kapılan eski adalet bakanı, çelişkili bir biçimde Marx’ın sözüne benzer bir şey söylüyordu aslında: Marx’ın ifadesiyle seçimler, bir mekanizma olarak sadece “sermayenin failleri”ni belirler. Zıt kutuplarda yer alan Marx ve Peyrefitte, esasında burjuva kapitalist düzenin yönetilmesi, yani hükümetle ilgili olduğunu, seçimlerin bu düzeni sorgulamak gibi bir derdinin olmadığını söylüyordu.

Kanaatimce, iki yüz yıl boyunca kapitalist düzenin somut temeller üzerine inşa edildiği bir toplumda düzeni altüst edip, onun yerine kolektivizmin yaratıcı bir türevini ikame eden tek bir seçim bile yaşanmadı, bundan sonra da yaşanmayacak.

Oportünizmi esas alan kimi değişimler tabii ki yaşanabilir. Meselâ burjuvazinin memnun olmadığı koşullarda, finansal durumun da talebi doğrultusunda dümen sağa kırılır veya halkın homurdandığı, para musluklarının biraz açılmasının uygun görüldüğü koşullarda aynı dümen sola kırılır. Ama hâkim toplumsal örgütlenmenin dayandığı temel düzen asla değişmez.

Bu noktada on dokuzuncu yüzyılda sokakları arşınlamış militanlarından daha kör ve daha ürkek olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Seçimlerin demokrasinin sergilendiği bir sahne olduğuna, o sahnede muhafazakâr düşmanın bir şekilde mağlup edilebileceğine hâlen daha inananlara karşı, geçmişin gerçek militanları, tüm o işçiler ve aydınlar, hep bir ağızdan “parlamentoculuğun aptallık” olduğunu söylüyorlardı.

Bugünse demokrasi adı altında “parlamentocu ahmaklığın” bir biçimini yaşıyoruz. Bilhassa aydınlar, totaliterizmle demokrasiyi günümüz koşullarında karşı karşıya getiriyorlar. Bu yaklaşım, parlamentocu ahmaklığın bir sonucu olan muhafazakârlık hastalığından daha tehlikelidir.

Ben de bilhassa altmışların başlarında bu türden bir salaklığa meyilli biriydim. Sosyalist hareket içerisinde solcu eğilimlerden biri içerisinde faaliyet yürüten biri olarak seçim kampanyalarına katıldım, ne yazık ki oturup seçimde alınan oyları hesapladım, bir sonraki seçime yönelik olarak yürütülen hazırlık çalışmalarında yer aldım, solun bütün olarak oluşturduğu ittifakın hayallerini kurdum. Kısacası, ben de mangalda kül bırakmayan militanlığa can verebilmek adına, o parlamentocu aptallık için gerekli olan her şeyi yaptım.

68 mayısının fırtınası her yanı kasıp kavuruyordu. Fabrikalara gidiyorduk, işçilerin, bilhassa göçmenlerin politik becerilerini keşfediyorduk. Tüm bunlar, komünist kolektivizme uzanan yolun seçimlerden geçmediğini, geçemeyeceğini ortaya koyuyordu. 1968 seçimlerinde en saldırgan gerici gücün ulaştığı zafer, bu tespitlerimizi teyit etmişti.

O günden beri, yani tam 54 yıldır aptallıktan sıyrılmak için bir tedavi sürecinden geçiyorum. Hiçbir seçimde oy kullanmadım. Solcu geçinen partilerin zaruri olduğunu duygu yüklü cümlelerle anlattığı koşullarda bile o sandığın başına gitmedim.

Bence şunu anlamak lazım: Batı ülkelerinde işlediği biçimiyle seçim sistemi demokratik yol addediliyor ve politik rejimin özgürleştiren bir şey olarak görülüyor. Rusya ve Küba gibi ülkelerse diktatörlük veya totaliter ülkeler olarak kabul ediliyorlar. Kapitalist olmayan yolu yürümemiş, seçim yapmayan, Batı tipi parlamentarizmi tecrübe etmeyen ülkeler bile bu şekilde değerlendiriliyorlar.

Marx’ın Paris Komünü’nden, ondaki o büyüklükten ve yaptığı hatalardan, komünün sunduğu temel tecrübeden, devleti sönümlendirmeye ve böylesi bir iktidar bağlamında her şeyin yönetilme hakkını insanlara bahşetmeye mahkûm olan geçici komünist iktidarın verili niteliğinin düşmana karşı göstereceği şiddete dayalı direniş düzleminde “proletarya diktatörlüğü” olması gerektiği sonucunu çıkarttığına ilişkin tespit, doğru bir tespittir.

Dolayısıyla Batılı emperyalist ülkelerde “demokrasi” denilen şeyi burjuva diktatörlüğünün rafine, ama zorba biçimi olarak görmek gerekiyor. “Parlamenter kapitalizm” olarak adlandırılan bu biçim, nispeten biraz daha teknik, ama daha çıplak.

Her şeyden önce şunu tespit etmek gerek: demokrasi, seçim ritüeli üzerinden tanımlanamaz. Etimolojik açıdan “demokrasi, halk iktidarı, hatta “çokluğun yönetimi” demek. Dolayısıyla, bu türden bir yönetimin Antik Elen’de Atinalıların icra ettikleri biçimiyle, insanların buluşması anlamında “kolektif” bir nitelik arz etmesi gerek. Bu açıdan, bir kişinin oy kabinine girmesini demokratik bir pratik olarak görmek abes. Oy kabini, aslında politik kanaatlerle ilgili burjuva anlayışın izlendiği yer. Seçim bağlamında özel kanaat, bir mülk olarak teşhir ediliyor esasında. Tıpkı vergi cennetlerine sığınmak suretiyle mülklerini saklayan burjuva hissedarlar ve sermayedarlar gibi seçmen de oy pusulasına mührü basıp pisuarda işini görürcesine oyunu başkalarından gizlemek ve bu şekilde oy kullanmak zorunda. Hem tek başına kalacaksın hem de demokratik bir faaliyet içinde olacaksın, bu olmaz! Çünkü gerçek bir demokraside tüm kararlar, her türden ihtimalin tartışılıp, herkesçe idrak edildiği bir toplantının neticesinde alınmalı. Ayrıca bu toplantı, ister fabrikada ister mahallede ister bir köyde, kasabada, bölgede veya ülkede, hatta günü geldiğinde tüm evrende yapılsın, ele alınan konuya ve yürünen yola tabidir. Proletaryanın savaş şarkısı tam da bunu söyler: “Kalkalım ayağa, yarın Enternasyonal olsun tüm insanlık.”

Oy kabini, burjuva ve muhafazakâr bir fikrin, bugün hâkim olan siyasi düzende var olan her şeyin temel biriminin birey olduğunu teyit eden bir fikrin gerçekleşmesidir.

Bir anlamda, asıl çelişki, esasen sonuna "cilik" ekini getirdiğimiz kelimenin kendi çelişkisidir. O eki “birey” kelimesine eklediğimizde, hâkim ideolojiyi tanımlayan ifadeye ulaşırız. Bireycilik, burjuva özel mülkiyet düzenine bağlanır, o, doğrudan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle ilişkilidir.

Aynı eki “iştirak” kelimesine de eklemek mümkün. İştirakçilik veya komünizm, müzakere süreçlerine herkesin, alınacak kararla alakası bulunan herkesin katılımını, katılma zorunluluğunu ifade eder. Dolayısıyla komünizm, kolektif mülkiyetle, belirli bir yerde yaşayan veya çalışan herkesin paylaştığı kolektif mülkiyetle bağlantılı bir olgudur.

Bu sebeple bize göre oy kabinine girip, bireyciliği ve burjuva mülkiyetini kimlerin koruyacağına karar verdiğimiz sürece “demokrasi” değil, “parlamentarizm” denmelidir. Zira işlemde kolektif kararlar alınmamakta, kapitalist muhafazakârlığın bakanlar ve milletvekilleri türünden temsilcilerinin toplaştıkları özel alana bir ayar çekilmektedir. Dolayısıyla bu tür bir rejim, ancak “kapitalist parlamentarizm” olarak adlandırılabilir.

Bugün bu tabirin kullanılması gayet meşrudur. Sermayeye ait siyasi mekânlar olarak meclislere ve senatolara kimlerin gireceğinin seçim yoluyla belirlenmesi süreci, burjuva mülkiyetinin sopasının üzerinde sallandığı devasa bir propaganda aygıtı eliyle programlanmaktadır. Büyük ulusal gazeteler ve haftalık gazeteler, radyo ve televizyon kanalları uzun yıllardır kesintisiz bir özelleştirme sürecinin konusu olmuştur. Bu da kendi içinde belirli bir tutarlılığa sahip bir süreçtir. Kapitalist bireyciliğin güç simsarlarını seçme işi, tüm propaganda araçlarının adı çıkmış, kendinden emin kapitalistlere ait olduğu koşullarda daha güvenilir bir iştir. Hayatta kalmayı bilmiş, burjuva devlete ait az sayıda kamusal medya kuruluşunun da özelleştirilmesi gündemdedir. Bugün burjuva bireyci propaganda devlet eliyle yürütülürse, onun totaliter olduğunu, milyarderlerin eliyle yürütülürse “demokratik” olduğunu söylemektedir.

Burada, parlamento usulünün sadece bireyleri değil, işçi sınıfı gibi kolektif yapıları temsil ettiğini söyleyen bir partiyi de kapsayabileceği itirazında bulunmak tabii ki mümkündür. İşçi sınıfının partisi olarak komünist partisi de bu süreç içerisinde yer alabilir, bu itiraza göre. Bu bakış açısı uyarınca seçim denilen usul, toplumsal çeşitliliği temsil eden grupları içerdiği için kolektif bir pratik olarak görülebilir. Lenin, “toplumun sınıflara ayrıştığını, bu sınıfların partilerce temsil edildiğini, partilere de liderlerin öncülük ettiğini” söyler. Ben, onun haklı olduğundan pek emin değilim.

Burada asıl mesele, “temsiliyet” denilen, şüpheyle yaklaşılması gereken anlayıştır. Her şeyin ötesinde kapitalist parlamentarizm, toplumun verili gerçekliğinin politik partiler ve parlamento seçimleri sayesinde, seçimle belirlenmiş meclislerde “temsil” olunduğunu iddia edebilmektedir.

Dolayısıyla, benim tezim şu şekildedir: gerçek demokrasiyi karakterize eden şey, temsili kabul etmemesidir. O, temsil edilemez. Bir parti, kendisini ne kadar proleter ilân ederse etsin, işçilerin, işçi sınıfının temsilcisi değildir, olamaz. O, ancak burjuva hegemonyasına karşı verdiği mücadelede sınıfın elde ettiği siyasi araçlardan sadece biri olabilir. Bu nedenle, bu parti, çokluğun elindeki bayrağın altında yürüyen unsurlardan biri olarak kalır. Parti, neticede örgütlü proleter çokluktan başka bir şey değildir.

Esasında siyasette asıl belirleyici olan varolmak, o varlığı takdim etmektir, temsiliyet değil. Önemli olan, çokluğun kararıdır, bir kişinin temsiliyeti ve herkesten kopuk kararı değil.

Şu iki örnek oldukça önemlidir.

1. 1917 devriminin başladığı sürecin ilk günlerinde sürgünden Rusya’ya döndüğünde Lenin’i o tren istasyonunda partisinden önemli birçok isim karşıladı. Lenin, orada “tüm iktidar sovyetlere!” diye haykırdı.

Bugün sovyet, işçilerin ve halkın elindeki meclislerdir. Lenin’e göre bu meclisler, yeni sosyalist politika tarzının gerçek politik varolma biçimidir. Bu tarz, Fransa veya Almanya’daki sosyalist partilerin teslim oldukları parlamentocu ve seçimci çizgiye karşıdır. Bu çizgi, sosyalist partileri 1914-1918 arası dönemde yaşanan kıyım sürecinde kendi ülkelerinin işledikleri cinayetlere ortak etmiştir.

Lenin, hiçbir zaman “tüm iktidar partiye” demedi. Lenin yirmilerde, ölümünden kısa bir süre önce komünist partisinin yönettiği sovyet devletinin çarlık düzeninde faal olan devletten farklı olup olmadığını sorguladı. İşçilerin ve köylülerin oluşturacağı ve devletin kontrolünden doğrudan sorumlu olacak bir denetim kurulunun meydana getirilmesini önerdi. Fakat bu önerisinin somutta başarıyla uygulanmasını sağlayamadan öldü. Sonrasında Stalin, parti ve devleti temsiliyet düzleminde bir tutan yanlış fikri ifrata vardırdı.

2. Çin’deki Kültür Devrimi esnasında Mao Zedung’a sıklıkla Çin’deki durum hakkında konuşurken neden hep proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği mücadeleden dem vurduğunu soruyorlardı. Oysa Çin, komünist bir devletti, komünist partisi tarafından yönetilen bir devlete sahipti. Bu soruya Mao şu cevabı veriyordu: “Bana hep Çin’de burjuvazi nerede diye soruyorlar. Burjuvazi Komünist Partisi’ndedir.”

Mao, partinin devletle cem olduğu vakit yozlaşabileceğini görmüştü. Tüm üretim, dağıtım ve yönetim süreçlerini kolektif iradeye teslim edip devleti çökertmek yerine parti kadroları, yeni bir burjuvazi meydana getirmişlerdi. Bu kadrolar, özel mülkiyeti kolektivize etmek şöyle dursun, onun yönetilmesi işini üstlendiler. Kapitalist devleti sönümlendirmediler, aksine, tekelci devlet kapitalizmini meydana getirdiler. Bugün Çin, komünist hiçbir vasfa ve niteliğe sahip olmayan bir devlet olarak, dünya piyasasının önemli bir gücü ve ABD’nin rakibi hâline geldi.

Her iki örnekte de görüleceği üzere büyük komünist düşünürler ve liderler, halkın politikayı belirlediği düzenin halkın seçimler yoluyla veya parti aracılığıyla temsil edildiği bir düzenle ikame edilmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu görmüşlerdi. Onlar, bu anti-demokratik sürece mani olamadılar, neticede kapitalist hâkimiyetin yegâne alternatifi olan komünist hipotez zayıfladı.

Gerçek demokrasi, belirli örgütlenme biçimlerini ifade eder tabii ki ama örgütlenmenin kendisi temsiliyete indirgenemez, indirgenmemelidir. Örgütlenme pratiği, faal, eylem hâlindeki çokluğa tabi olmalıdır.

Öte yandan, faal, eylem hâlindeki çokluk da bireyler toplamına indirgenmemelidir. O, bireyler toplamından ibaret değildir. Çokluk, uzay boşluğunda, tek başına hareket etmez. Durumu hep birlikte analiz eder, önemli olan eyleme karar verir. Her türden gerçek demokratik politik buluşma mevcut durum üzerine çalışır ve o durumun ne’liği, ayrıca üstlenilecek görevler ile ilgili sorulara cevap bulur.

Dolayısıyla, eylem hâlindeki çokluğun mevcut durumu ve o durum dâhilinde üstlenilecek görevleri tanımladığı söylenebilir. Bu noktada iki riskle karşılaşılır: Çokluğun ortaya koyduğu pratik, seçimci bir yaklaşımla bireylerin oy kullanmasına indirgenir, bu da o çokluğu dağıtır. İkinci riskse pratiğin parlamentoculuğa indirgenmesidir ki bu pratik çokluğu belirli bir yöne sevk eder, böylece çokluk, kendi tarzını temsiliyet üzerinden oluşturur.

Seçimciliğin yol açtığı dağılma ve hâkim olan temsilci siyaset, parlamentocu aptallığın tesis ettiği diktatörlükten kurtulmaya çalışan her türden siyasetin içine düştüğü iki tuzaktır.

Gerçekte parlamenter demokrasinin asıl korktuğu şey, kapitalist parlamentoculuğun kullandığı mengenenin iki dişi olarak dağılma ve temsiliyetin bir biçimde zayıflamasıdır. Bu iki diş, siyaset sahnesinde teyit edilmenin yegâne yolu olarak oy kullanma hakkına itiraz edildiğinde ve politik eylemin ortaklaşılan yegâne biçimi olarak devlet iktidarına kafa tutulduğunda kırılır.

Muhalefet güçlerinin teslim olduğu parlamentocu aptallık, sürekli sözde demokratik siyasete yönelik iki tür radikal eleştiriden uzak duruyor, hep iktidarda olsa her şeyin başka türlü olacağını söylüyor. Oysa gerçeklikte iktidar aynı kalıyor. Çokluğun harekete geçirilebilmesi için onun dağılma ve temsil denilen tuzaklardan uzak tutulması gerekiyor.

Bu tespitler ışığında, mevcut duruma dönebiliriz, biraz soyut da olsa onun hakkında bir iki kelâm edebiliriz.

Seçim müsameresinin üç ortağı var. Bunların ikisi ikinci tura kaldı: Macron ve Le Pen. Bir de solcu Mélenchon var. Diğerleri, parlamentocu mantık bağlamında kendi küçük seçmen kitlesini bir hiç uğruna satmak zorunda kalan insanlardan oluşuyor. Parlamentoculuğun dağıtıcı pratiğine hizmet eden müfrezeleri meydana getiriyorlar. Bu üç politik hat dağılma tuzağından kurtulsa bile temsiliyet konusunda ciddi sorunlarla yüzleşiyor. Onlar hangi çokluğu temsil ediyorlar? Kimler adına konuşuyorlar? Meclis seçimleri onlar için epey endişe verici.

Seçime giren üç isim içinde sadece Marine Le Pen’in partisi var. Macron, yamalı bohçaya dönüşmüş, yamaların arasındaki ipliklerin söküldüğü bir ittifakın temsilcisi. Mélenchon ise artık sosyalist veya komünist bir partinin üyesi değil. O, sadece kendi dağıtma pratiğini temsil ediyor.

Peki biz ne yapabiliriz? Çokluğun birleşik liderliğini nasıl örgütleyebiliriz? Le Pen’in başı dertte çünkü diğer iki isim ona karşı birleşti. Macron, partisiz bir isim olarak Le Pen’i istemeyen herkese kucak açmaya hazır. Mélenchon “Le Pen’e tek bir oy bile yok” dedi, hem de dört kez. Ama hiç “oylar Macron’a” demedi.

Bu koşullarda, dağıtıcı basınçlı suyu ve temsilci musluğu ile seçim mekanizması, önümüzdeki ay güçsüz bir cumhurbaşkanına ve çoğunluğa sahip olmayan bir parlamentoya yol açacak, öte yandan kimse gerçeği dile getirmeyecek: yani söz konusu mekanizma, her şeye uyum sağlayabilecek bir yapı. Ama tabii Perefitte’in önermesinde dile geldiği biçimiyle, seçim mekanizması toplumu değiştiremez. Seçim oyunu, modern kapitalizmi kontrol altına alacak bir saldırı gerçekleştiremez. Bu saldırı, hiçbir zaman yaşanmayacak!

Mülkiyet sermayenin elinde olduğu sürece seçim mekanizması hiçbir işe yaramaz.

Gençliğimiz dördüncü cumhuriyette geçti. Hiçbir parti çoğunluğu elde edemiyordu, sonuçta da sürekli başbakan değişiyordu. Halk, kimin başbakan olacağını bilemeden sandığa gidiyor, hükümetler kısa sürede değişiyordu.

Ama bu durum, ellilerde ve altmışlarda Fransız kapitalizminin kendisini o “şanlı otuz yıl” dediği döneme taşımasına mani olmadı. Yaşanan durum, ayrıca Guy Debord’un ve durumcuların “tüketici toplumu”nun doğuşundan bahsetmesine da mani olmadı.

Buradan şu çıkarımı yapabiliriz: Dağılma ve temsiliyet denilen tuzaklardan uzak durmak istiyorsanız sandığa gitmeyin, oy kullanmayın, bir daha elinize o pusulayı almayın. Gerçekten kolektifleştiren toplantılar düzenleyin, sizi ilgilendiren her şeyle ve her yerle bağ kurun.

Yegâne düşmanınızın, sistemden tek faydalanan unsurun sermayenin ekonomik ve toplumsal diktatörlüğü olduğunu unutmayın. Totaliterizmin karşısına çıkartılan “demokrasi”nin somutta ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya vb. olduğunu bilin.

Emperyalist güçler ve milyarderler, yoksulların üçüncü dünyasına dair siyasetleri için milyarlar harcıyorlar. O yoksullarsa hayatta kalmak veya yaşamak için ülkelerini terk edip başka yerlere gitmeye çalışıyorlar. Bu milyarder denilen akbabaları kovmamıza, onların sıcak diyarlardan gelen Asyalı, Güney Amerikalı, Afrikalı mağdurlarını kucaklamamıza katkı sunmuyorsa neden oy kullanalım?

Oysa seçim mekanizması buna asla izin vermez. Dolayısıyla oy kullanmaya artık bir son verip, herkesin eşit olacağı başka bir insanlık inşa etmek için birleşelim.

Amacımız şudur: bırakalım sandığın önünde sadece milyarderler sıralansın. Böylesi daha hayırlı.

Bu arada sizi biraz rahatlatmak için, şarkı niyetine, siyaset üzerine güzel bir metinden parçalar okumak isterim. Platon’un Devlet eserinin sondan bir önceki bölümünden aktarıyorum. Bu bölümde karşımıza sahte demokrasi denilen biçimin ve başvurduğu dilin karşısına rasyonel militanlığa dair umut çıkartılıyor.

Aktardığım alıntıların çevirisi bana ait. İlki Sokrates’ten:

“Zenginler yoksul işçileri neden hor görüyorlar, onlara hiç tereddüt etmeden ‘barbar’ diyebiliyorlar veya onların medeniyete entegre olamamış unsurlar olduklarını nasıl söyleyebiliyorlar, onlar aleyhine olan, o işçileri hakir gören kanunları nasıl çıkartabiliyorlar, iğrenç şehirlere nasıl istifliyorlar, isyan edecekler diye onları kontrol altına almak, dövmek, tutuklamak hatta vurup öldürmek gibi işlere neden tevessül edebiliyorlar? Çünkü çok korkuyorlar. Zenginler ve meclisteki saf insanlık fikrine bağlı partileri hâkimiyeti elinde bulunduran canavardaki korkaklık önünde aslan gibi görülen işçideki duygulanımı diz çöktürmek için uğraşıyorlar. Politik gücü ve cesaretiyle işçiler, gerçeklikte yozlaşmış ve korkak olan zenginlerin iktidarını tehdit ediyorlar.”

Sokrates’in Glaucus isimli genç bir öğrencisi hocasına şunu söylüyor:

“Ben, tüm bu kötülüklerin yol açtığı tehlikeden bizi kurtaracak yolu hâlen daha göremiyorum.”

Ardından Sokrates şunu söylüyor:

“Adı ne olursa olsun her türden politik kolektif, hakikati görüp söyleme becerisi olan insan gibi olmalıdır. Düşünce pratiği neticede politik hakikati teşkil edecek, tartışılmış, akla dayanan bir değerlendirmeye yol açmalıdır. Her türden şiddet aracıyla kendi çıkarlarının peşine düşmüş olan bir toplumsal grubun aldığı kararların karşısına sadece bu hakikat çıkartılmalıdır.”

Filozofun öğrencisi olan Amantha isimli genç kadın lafa giriyor:

“Bana öyle geliyor ki siz ticaretin ardındaki tutkuların ve kişisel çıkarcı eylemlerin karşısına, insanüstü kapasiteye sahip olana dek insanın rıza göstermesi gereken bir tür disiplini çıkartıyorsunuz. Siz politik müzakere denilen şeyin bizi hep birlikte aramızdaki öznel uyumun hizmetine sunmasını istiyorsunuz.”

Sokrates’in cevabı şu şekilde:

“Her hâlükârda, sermayenin yoğunlaştığı o acımasız sürecin her yerde verdiği emirlerden kurtulacağız. İçimizdeki hükümete, aktif düşüncemize döndüğümüzde kendi arzularımızın ötesinde genel önemi haiz olanı yaratabilecek olanı devreye sokmak için kendi payını kullanacak, parayı ve parayla alakalı işleri bu pratiğe tabi kılacağız. Aynı şeyi her türden seçim mekanizmasının ötesine geçip, kamu nezdinde tanınma meselesi bahsinde de yapacağız. Oturup oy saymayacağız. İnsanlar için en hayırlı olanı düşündüğümüze dair övgüleri büyük bir memnuniyetle kabul edeceğiz, dünya sahnesinde dilimizden dökülen taahhütlerde ve kendi özel hayatlarımızda özne olduğumuz sürece zarar veren, sadece kendisine hizmet eden haraççılardan uzak duracağız.”

Biraz melankolik olan genç Glauque endişesini şu şekilde dile getiriyor:

“Muhtemelen o zaman tüm siyasi eylemlerden ve tüm politikacılardan uzak duracağız.”

Bu lafa Sokrates şu sert tepkiyi veriyor:

“Hayır aksine. Ülkemizin insanları içinde işleyen siyasette olabildiğince faal olacağız, aynı zamanda tüm insanlığa hizmet edeceğiz! Ama bu hizmeti devlet düzeyinde, resmi bir görev dâhilinde vermeyeceğiz, devlete mesafe alacağız. Öngörülmesi mümkün olmayan devrimci koşullar ortaya çıkana kadar yolumuza devam edeceğiz.”

İçi yeniden ümit dolan Glaucous şunu söylüyor:

“Ah evet! Geçen akşamdan beri hakkında onca söz sarf ettiğimiz türden bir politik düzeni kuracak olan koşullardan bahsediyorsunuz, değil mi? Zira bu düzen, sadece konuşmalarımızda var. Böylesi bir düzenin bu dünyada başarılı herhangi bir örneğinin olabileceğini sanmıyorum.”

Bunun üzerine Sokrates son sözünü söylüyor:

“Muhtemelen birçok ülkede gerçekte işleyen politik süreçler bizim fikrimizle uyuşmuyor, zira kimilerinin komünizm, gerçek komünizm dediği bu fikrin kapsamı evrenseldir. Faal özneler olarak bizim hareketlerimizi tayin eden, bu politik süreçlerin güçlü ya da yeni, sayıca bol ya da nadir olmaları değildir. Bizim tek umudumuz, bir gün politikaların bizdeki fikre dünya ölçeğinde ona destek sunacak gerçekliği temin etmesi yönündedir. Henüz böyle bir gerçeklik elde mevcut olmasa bile, biz gene de bu fikre, sadece bu fikre ve taahhüt ettiklerimize sadık kalacağız.”

Aynen öyle. Sadakatimizi koruyalım. Tekraren söylüyorum: bir daha oy kullanmayalım, sandığa gitmeyelim. Oy kullanmak, iktidarın yozlaştıracağı sürecin başladığı yerdir. Bu oy kullanmamayı öngören tavrın, mücadeleci tutumun yol açtığı boşlukta halka ve arzuya sarılalım, sermayeyle, yoğunlaşma süreciyle, milyarderlerle, oligarşiyle ilişkisini gayriresmi yollardan da olsa kesen herkese çevirelim yüzümüzü. Böylelikle, her yerde her türden meseleyle ilgili en iyi kararı yeryüzündeki tüm halklar adına halk meclisleri, seçimle belirlenmeyen sovyetler versin.

Alain Badiou
23 Nisan 2022
Kaynak

25 Nisan 2022

,

Rosa Luxemburg

Yüce tuttuğum isimlerden biridir Rosa Luxemburg. O, hem cesur hem sevdalı hem de devrimci. Ondaki tutkulu aşk ve devrimcilik, Leo Jogiches’in şahsında birleşip vücut bulmuş. Rosa, aynı zamanda siyasetin sofuluk ve hayasızlık olmadığını kanıtlamış, ikisinin de siyaseti itibarsızlaştırma aracı olduğunu ortaya koymuş bir isim.

Nisyan iklimi galebe çalıyor yüzyılımıza. Tebcil ettiğimiz tek şey, değer yitimidir, eşyanın ve insanın eskimesidir. İçinde yaşadığımız şehir, kendisinin ebedi olduğunu söyleyip duruyor. Herkes, sınır bilmez rahatları ile ne kadar önemli olduğunu gazetelerdeki yeriyle tartıyor. Biz, sadece tek bir oyundan bahsedip duruyoruz: demokrasimizin gerçekleşmesi mümkün tüm sistemler içinde en iyisi olduğuna inanıyoruz.

Luxemburg da az çok böyle düşünüyordu. Proleter demokrasinin gerçekleşmesi mümkün tüm rejimler içerisinde en iyi rejim değildi elbette, ama onu kimse henüz tecrübe etmemişti.

Peki devrim artık yoksa devrimcilerden nasıl bahsedeceğiz? Onlar, o muhteşem kadın ve erkekler, hafızanın lanet ettiği kurbanlar mıdır?

Devrimciler, cesaret gibi ruhun birçok vasfını kendi şahıslarında cisimleştirmiş kişilerdir. Ölümünün arifesinde, Karl Liebknecht ile birlikte saklandığı, Berlin’deki bir mahallede bulunan o küçük evde Rosa şunları yazıyordu:

“1831’de, Paskeviç’in yağmacı askerleri Praga varoşlarına hışımla daldıktan sonra yağmacı askerlerinin Polonya’nın başkentini istila edip isyancıları katlettiği o yılda Bakan Sebastiani, Paris Temsilciler Meclisi’nde ‘Varşova'da artık düzen hâkim’ diyordu.

Ebert ile Noske’nin burjuva basını ve küçük burjuva ayaktakımının sokaklarda mendillerini sallayıp ‘Yaşasın!’ diye haykırarak karşıladıkları ‘muzaffer birlikler’in subayları da ‘Berlin’de düzen hâkim’ diyorlardı. […] ‘Varşova’da düzen hâkim!’ ‘Paris’te düzen hâkim!’ ‘Berlin’de düzen hâkim!’ […] Sizi gidi aptal dalkavuklar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan kale. ‘Yarın devrim bir kez daha ayağa kalkacak, silâhlarını çekecek’ ve savaş davulları eşliğinde sizi dehşete düşürerek şu sözü haykıracaktır:

‘Vardım, varım, var olacağım!’ […]”[1]

Bu sözler, Rosa Luxemburg’un yeryüzündeki varlığını izah eden sözlerdi. Ertesi gün sosyalist savunma uzmanı Noske’nin komuta ettiği paramiliter örgüt Gönüllü Muhafızlar (Freikorps) üyesi bir askerin başına sıktığı kurşunla katledildi. Noske, kısa süre önce “biri var ki av köpeklerimizi salacağız üzerine” diyen kişiydi.

Aynı makalede Rosa tanıklığını şu şekilde aktarıyordu:

“Bu çatışmadan devrimci proletaryanın nihai zaferine ulaşması beklenebilir mi? Biz, Ebert-Scheidemann iktidarını yıkıp sosyalist bir diktatörlüğü kurma beklentisi içinde miydik? Bu soruyla ilgili tüm değişkenler titizlikle dikkate alındığı takdirde söz konusu soruya ‘Kesinlikle hayır’ cevabını verebiliriz. Devrim davasındaki zayıf halka, subayların kendilerini karşı-devrimci amaçlar doğrultusunda halka karşı kullanılmalarına hâlen daha imkân veren askerlerdeki politik hamlıktır. Bu bile tek başına mevcut konjonktürde devrimin kalıcı bir zafer elde etmesinin mümkün olamayacağının kanıtıdır. Diğer yandan ordudaki hamlıksa, Alman devriminin genel anlamda ham olmasına ait bir belirtidir.”

Takvim yaprakları bu satırlar yazıldığında 14 Ocak 1919 tarihini gösteriyordu. Rosa ve Karl Liebknecht 15 Ocak’ta katledildi. Onlarla birlikte Almanya da öldü ve başka bir Almanya doğdu.

Peki ama yaşamak neydi? İnsanın basit bir vasfı değil miydi?

“Polonya’da ve Almanya’da ortaya koyduğum devrimci pratiğe dönük tüm çalışmalarımda beni başarıya götüren asli ilke şuydu: Her zaman kendin ol.”[2]

Kendi olmak. İçinde kendisini sürekli yeniden üreten yaratıcı güçle uyumlu hareket eden Rosa Luxemburg, kendisiyle hiç durmadan kavga etti, yeniden başlayabilmek adına, eylemlerinde, polemiklerinde ve düşüncelerinde hep bir adım geri atıp ileri atıldı.

Rosa Polonyalı, dolayısıyla Rustu (çünkü Polonya, Çar imparatorluğu tarafından ilhak edilmişti), hem Almanya’da hem de Polonya’da ajitasyon çalışması yürüttü. Lehçesi Almancası ve Rusçası kadar iyiydi, aynı zamanda Fransızca, İngilizce ve İtalyanca metinleri okuyabiliyordu. Hep yabancı olmakla suçlandı. Politik ekonomi ve doğa bilimleri okuduğu İsviçre’de, hatta ailesinin yaşadığı Polonya’da bile kendisini oralı hissetmesine izin verilmedi. Almanya’da ise sürekli Yahudi kimliği hatırlatıldı kendisine.

Ortaokuldan mezun olduğu dönemde Marcin Kasprza üzerinden sosyalist fikirlerle tanıştı. Sayısız insanı örgütlemiş olan Kasprza, Rosa’nın ruhu üzerinde önemli bir tesir bıraktı.

Rosa, önce doğa bilimleri, ardından da ekonomi alanında önemli çalışmalar yapacağı Zürih’e gitti. Zürih, çok sayıda devrimci göçmenin, bilhassa Polonyalıların bulunduğu bir şehirdi.

Orada aynı kafadan insanlarla bir grup oluşturdu. “Eşdüzeyliler Grubu” ismini alan grupta Rosa’nın yanında Adolf Warszawski, Feliks Dzierzynski, Cesaryna Wojnarowska ve Leo Jogiches bulunuyordu. Jogiches’le birlikteliği ömrünün sonuna dek devam etti.

Bildiğimiz kadarıyla, dedikoduları hesaba katmazsak, üç adamı sevdi: Biri ismi pek anılmayan Leo Jogiches, birinin adı bilinmiyor, biri de Clara Zetkin’in oğlu. Seçici bir insan olan Rosa, faaliyetlerinin kıyaslanmasına hep karşı çıkan bir isimdi.

Leo Jogiches, politik açıdan mücadelenin içinde olan önemli bir simaydı. Bolşevik çizgisine mensup olmayan (Lenin’e karşı çıkan) bir tür Bolşevik olarak hiçbir zaman öne çıkmak istemedi, hep perde gerisinden kaldı. Gizli faaliyetler ondan sorulurdu.

Jogiches, Rosa’ya âşıktı, hem de özgürlüğünden feragat edecek kadar. Bu özelliği ve hiçbir şey yazmamış olması, onun kişiliğini görünmez kıldı. Politikaya mutlak bağlılıktan kaynaklanan bu özgürlükten feragat etme hâli ve ilgisizlik, çiftin bir arada yaşamasına da maniydi. Oysa Rosa, bunu çok istemişti.

Jogiches açısından devrimci olmak, yaşama pratiğinin o ihtişamına farklı bir anlam katıyordu. Muhtemelen yüz yıl sonra o, devrimin aristokratlarından biri olmakla suçlanacaktı. Çok zengindi, ketumdu, kibardı, fazla cesurdu, dik kafalıydı, haşindi, içki kaçakçıları dâhil kendisinin de ait olduğu, sanatına sahip çıktığı yeraltı dünyasında faal olan tüm insanların dostuydu.

Politika, onun için önemliydi. Grubun ruhu olan Rosa, o politikanın bir parçasıydı çünkü. Leo servetini Rosa için harcadı, çıkarttığı gazetelere para aktardı, ona destek oldu, kıyafetlerini o aldı. Ufak zevklerin adamıydı. Görünüşünü dert edinen Rosa, bir gün Jogiches’e yazdığı mektubunda “yarın konuşma yapacağım toplantı için hangi şapka uygun düşer?” diye soruyordu.

Jogiches Yahudi olsa da Yahudi olmakla pek ilgilenmiyordu. Rosa’ya ilham veren, onu eğiten Jogiches’ti. Bir seferinde kendisine yazdığı mektupta Rosa, tüm fikirlerini bir anda aktarmasını istediği için kendisinden özür diliyordu.

Rosa ve Liebknecht katledildiğinde, Alman Komünist Partisi’nin başına Jogiches geçti.

Leo, bilhassa 1860’ta yaşanan büyük pogromların, katliamların ardından Yahudilerin yaşadığı, işçi kenti Vilna’dan geliyordu. Katliamlar sonrası kırdan şehre kaçıp sığınan Yahudiler burada proleterleştiler. Jogiches, onları 18 yaşında örgütlemeye başladı. Rusça bilmeyen Leo, süreç içerisinde Yidce öğrendi.

Zürih’ten ayrıldıktan sonra Rosa ile birlikte çok şey yaptı. Polonya’daki partiyi kurdular. İşçilerin Davası isminde bir gazete çıkarttılar. Paris’te basılan gazetenin yayın yönetmenliğini Rosa üstlendi. Tüm makaleleri Rosa kaleme alıyor, altına farklı isimler yazıyordu. Bu süreç 1898’e dek devam etti.

Rosa sonra August Bebel, Paul Singer, Franz Mehring gibi isimlerle bağ kurdu. Sosyal Demokrat Parti’ye bağlı önemli gazetelerde çalıştı. Bernstein ardından Kautsky’ye saldıran yazılarıyla ün kazandı. Sonrasında başlığı her şeyi anlatan Reform mu Devrim mi? kitabını kaleme aldı. 1899’da saldırı sırası, parlamentarizme gelmişti. 1904’te Amsterdam’da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kongresi’nde Jaurès, kendisini ağır bir dille eleştiren bir konuşma yaptı, Rosa bu konuşmayı büyük bir heves ve incelikle tercüme etti.

Ardından 1905 yılı gelip çattı. Rusya’daki devrimin bir yankısı olarak Rusya’ya bağlı Polonya ayaklandı. Leo, Polonya’ya geldi. 1905’te düzenlenen genel greve Leo ve Rosa birlikte katıldı. Burada Polonya Sosyal Demokrat Partisi’nin yayın organı Kızıl Bayrak’ı çıkarttı. Birlikte tutuklandılar. Rosa, kardeşinin ödediği 2000 ruble ile serbest kaldı. Leo ise sekiz yıl ağır hapse çarptırıldı, ama kaçmayı bildi.

Rosa, sonrasında Kitle Grevi, Politik Parti ve Sendikalar isimli çalışmasını kaleme aldı. Bu kitabında Rosa, genel grevle ayaklanmacı grevi seçim pratiği ile kıyasladı. Liebknecht ile birlikte 1915 yılında Spartaküs Birliği’ni kurdu. Birkaç kez hapse atılan Rosa, bir seferinde “imparatora hakaret ettiği” gerekçesiyle mahkûm edildi. Her seferinde içeri girerken sahip olduğu sakinliği ile çıktı.

Ufak tefek bir kadın olarak Rosa yazarken altına minder koymak zorunda kalıyordu. Bu koşullarda 1917 devrimi sonrası Rus Devrimi çalışmasını kaleme aldı. Sadece Leo ve Rosa, Almanya’daki politik ortama destek veriyor, onu savunuyordu:

“Geniş halk kitlelerinin kuracağı düzenin, basının hür ve prangasız olduğu, toplanma ve örgütlenme hakkının sınırsızca uygulandığı koşullar olmaksızın düşünülemeyeceğini, o tartışma götürmez hakikati herkes bilir.”[3]

Luxemburg’a göre hürriyet, proletarya diktatörlüğün “yaşamsal bir unsur”uydu.

Lenin, Bir Adım ileri İki Adım Geri isimli çalışmasını yazınca Rosa bu çalışmayı eleştirdi. Böylelikle ikili arasındaki polemik de başlamış oldu. 1914’te Rosa, savaşa destek veren sosyalistlerle ve Kutsal Birlik ile mücadele içine girdi. Prusyalıların eğittiği subayları ve onlar arasında açığa çıkan yolsuzlukları eleştirdiği için bir yıl hapis yattı. 1915’te hapishanede Junius Broşürü’nü kaleme aldı.

Rosa öldürülene dek hedefe kitlenmiş bir mızrak gibi yaşadı hayatı. Devrimci politikaya ve hayata aşkla bağlı olan Rosa, Jogiches’i de tutkuyla seviyordu. Hayata ve politikaya duyduğu sevgi, onu modern tarihte nadir görülen bir isim hâline getirdi.

Rosa, düşmanlarının “şirret kadın” olarak andığı bir kişilikti. İki ilham perisi vardı; biri mutluluk, diğeri devrim. Rosa Luxemburg’da gizem, sınır tanımaz bir yolculuktu.

Leo Jogiches’e gönderdiği mektuplar, sıradan aşk sözcüklerini değil, politik raporları ve Bernstein ile Kautsky gibi isimlerle yürütülen tartışmalarla bağlantılı sözcükleri içeriyordu. O mektuplarda Lenin’den bahsediliyor, Alman sosyal demokrasisinin taktikleri tartışılıyor, örgütün görevleri üzerinde duruluyor, Polonya Krallığı ve Litvanya’daki sosyal demokrat faaliyet ele alınıyordu. Mektuplar, “aşkıma, benim biricik sevdama” diye bitiyordu. Mektuplar da Rosa’nın hayatına benziyordu: “Bahar için şu ceketi alsan mı ne dersin?” türü sorularla bezeliydi.

“Kitle” anlayışı, onun kişisel pusulasıydı.

Rosa, nesnel duruma iman etmezdi. Tek hesaba kattığı şey, kişisel veya öznel güçtü. Kitleler, devrimci düşüncenin suretiydi.

Savaşa karşı isyanların yaşandığı gerçeklikte, 1918 yılında, işçi ve asker konseylerinin kurulduğu koşullarda imparator tahttan indirildi. Almanya’da cumhuriyet ilân edildi. Aynı gün ilân edilen diğer bir cumhuriyet de Liebknecht ve Rosa’nın cumhuriyetiydi.

Sosyal demokrat parti iktidarı ele geçirdi. Liderlerinden biri olan Ebert, gözü pek Spartakistlerin imha edilmesinin şart olduğunu söyledi. Bunun üzerine, sosyalist bakan Noske liderliğinde bir Gönüllü Muhafız Alayı kuruldu. Bolşevizmle mücadele etmek amacıyla kurulan bu alayın mirasına sonrasında Nazizm sahip çıktı.

Berlin’de sosyalistlerden ve bağımsız isimlerden oluşan bir ekip, hükümette çoğunluğu teşkil eden sosyalistleri devirip iktidarı almak istedi. Berlin Komünü denilen süreç böylece başladı. Rosa o günlerde, “Spartaküs Birliği, hükümet çalışmalarına katılma fikrine karşı çıkmaktadır. Spartaküs Birliği, aynı zamanda hükümete girme fikrine de karşı çıkmaktadır. Spartaküs Birliği, proleter kitlenin büyük çoğunluğunun bu yönde, açık, yalın ve muğlaklığa izin vermeyecek netlikte bir istekte bulunması dışında, hiçbir şekilde hükümet olmayacaktır” diye yazıyordu.[6]

Hapishaneden çıkan ve ayaklanmaya karşı olan Rosa, ilk gününden itibaren ona destek oldu. Gönüllü Muhafız Alayı, Rosa’nın peşine düştü. Rosa ve Liebknecht’in başına ödül kondu. Her gece farklı evlerde kalındı. 12 ve 13 Ocak günleri Neukölln mahallesinde işçilerin oturduğu bir binada kaldılar. Ertesi günü ise Wilmersdorf’ta bir burjuva ailenin evinde geçirdiler. Orada son yazılarını kaleme aldılar. 15 Ocak günü saat akşam dokuzda askerler geldi. Migreni olan Rosa o sırada yatakta yatıyordu. Elindeki küçük bir bavul ve birkaç kitap, ayrıca iyimserliği ile evden ayrıldı. Askerler, Liebknecht ve Rosa’yı Eden isminde bir otele götürdüler. Rosa, birinci katta tutuldu. Burada Yüzbaşı Pabst tarafından sorgulandı. O sırada, cinayetle suçlanan hafif süvari eri Runge, otelin giriş kapısının yanında ayakta duruyordu. Runge, Rosa’nın başına tüfeğinin dipçiğiyle vurdu. Yere yuvarlanan Rosa, sürüklene sürüklene bir arabaya bindirildi. Bir tapınakta başına sıkılan kurşunla katledildi. Cesedi Landwehrkanal ismindeki kanala atıldı. Liebknecht ise aynı gün Eden Oteli’nin yakınlarında öldürüldü.

Rosa Luxemburg’un ölümüyle birlikte gizlilik uzmanlığını ömrü boyunca konuşturmayı bilmiş olan Jogiches ortaya çıktı. Lenin’e bir telgraf yazan Jogiches, hiç tanışmadığı bu isme şunu söyledi: “Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht son devrimci görevlerini ifa etti.” Kendisine kaçmasını söyleyen Radek’e şu cevabı verdi: “En azından bizim mezar kitabelerimizi yazmak için birilerinin burada kalması gerek.”

Rosa’nın yazılarından kalanları güvenli bir yere sakladıktan sonra katillerinin peşine düşen Leo, Berlin’i karış karış dolaştı. Bu sırada yakalandı. Bir polisin sıktığı, sırtına saplanan kurşun ölümüne neden oldu.

Rosa ve Liebknecht’in katilleri sonrasında yargılandılar. Er Runge, “cinayet teşebbüsü” sebebiyle iki yıl iki haftaya mahkûm edildi. Rosa’nın öldürüldüğü gün görevli olan Yüzbaşı Vogel ise cesedi rapor etmediği, onu yasadışı yollardan ortadan kaldırdığı için dört ay ceza aldı.

Natacha Michel
5 Mart 2021
Kaynak

Dipnotlar
[1] Bkz.: Rosa Luxemburg, “Order Prevails in Berlin,” Ocak 1919, Marxists.org. Türkçesi: “Berlin’de Düzen Hâkim”, İştiraki.

[2] Bkz.: Rosa Luxemburg’un Leo Jogiches’e gönderdiği 1 Mayıs 1899 tarihli mektup, The Letters of Rosa Luxemburg içinde, yayına hazırlayan: Georg Adler, Peter Hudis ve Annelies Laschitza, çev. George Shriver (Londra: Verso, 2011).

[3] Bkz.: Rosa Luxemburg, The Russian Revolution, çev. Bertram Wolfe (New York: Workers Age Publishers, 1940), 5. Bölüm.

[4] Daha fazla ayrıntı için bkz.: J.P. Nettl, Rosa Luxemburg, Cilt 2 (Londra: Oxforward University Press, 1966), s. 484-92.

[5] Bkz.: Rosa Luxemburg, Comrade and Lover: Rosa Luxemburg’s Letters to Leo Jogiches, yayına hazırlayan ve çeviren. Elzbieta Ettinger (Londra: Pluto Press, 1981).

[6] Rosa Luxemburg, What Does the Spartacus League Want?, Aralık 1918. Marxists.org.

24 Nisan 2022

,

Büyük Reset ve Gıda

Dünya Ekonomi Forumu’nun Büyük Reset projesi, dünya genelinde tüm gıda ve tarım sektörünü, bununla birlikte insanların yeme alışkanlıklarını ve beslenme düzenlerini dönüştürmeyi amaçlayan bir planı da içeriyor. Planın mimarları, tarım ve gıdayla ilgili olan bu planın gıda güvenliği sorununu ortadan kaldıracağını, aç ve hasta insan sayısını iyice aşağıya çekeceğini, hatta iklim değişikliğinin etkilerini azaltacağını iddia ediyorlar.

Ama bu küresel dönüşüme öncülük etme konusunda Dünya Ekonomi Forumu’nun ortaklaştığı şirketlere ve düşünce kuruluşlarına yakından baktığımızda, bu güçlerin asıl derdinin, gıda sisteminin dizginlerini teknolojik çözümler aracılığıyla tümden şirketlere teslim etmek olduğunu görüyoruz.

Akademisyen, çevreci, gıda egemenliği savunucusu ve yazar Vandana Şiva, konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:

“Büyük Reset, Dünya Ekonomi Forumu içerisinde yer alan çokuluslu şirketlerin gezegendeki canlılığa ve hayata ait unsurların olabildiğince büyük bir kısmını kontrol etmeleri ile ilgilidir. Onların amacı, insanların ürettiği dijital verilerden yediğimiz en ufak kırıntıya kadar her şeyi kontrol etmektir.”

Dünya Ekonomi Forumu ise kendisini "dünyanın gündeminde olan önemli meseleleri tanımlamak, tartışmak ve bu meseleler konusunda ilerleme kaydetmek amacıyla, şirketler, siyasetçiler, aydınlar, bilim insanları ve diğer toplum liderleri arasında ortaklıklar kuran, kamu-özel işbirliği temelinde hareket eden küresel bir platform” olarak tanımlıyor.

Dünya Ekonomi Forumu’nun kurucusu ve icra kurulu başkanı Klaus Schwab’a göre forum temelde, “özel şirketleri toplumsal ve çevresel sorunları ele alma noktasında, toplumun yedieminleri olarak konumlandırma hedefi uyarınca hareket etmektedir.”

Temmuz ayında aynı Schwab, Kovid-19: Büyük Reset isminde, 195 sayfalık bir kitap yayımladı. Kitapta Schwab, sanayinin lideri olan güçlerden ve karar alıcılardan “krizin heba olmasına izin vermemek suretiyle pandemiyi iyi kullanmalarını” istedi.

Time dergisi, ki sahibi Marc Benioff forumun yönetim kurulunda, kısa süre önce Büyük Reset meselesini ele almak ve “yaşam tarzımızı dönüştürmek için eşsiz bir fırsat sunan Kovid pandemisini incelemek” amacıyla forumla birlikte bir çalışma yürüttü.

Büyük Reset’in her şeyi ve herkesi kucaklayan bir plan olduğu anlaşılıyor. Plana ortaklık eden örgütler arasında veri toplama, telekomünikasyon, silâh üretimi, finans, ilâç, biyoteknoloji ve gıda endüstrisi gibi sahaların en büyüğü olan şirketler bulunuyor.

Dünya Ekonomi Forumu’nun gıda ve tarım sahasını “sıfırlama” planı, genetiği değiştirilmiş organizmalardan, laboratuvarda üretilmiş proteinlerden ve ilâçlardan, ayrıca endüstri ürünü kimyasallardan yana olan, bunları gıda ve sağlıkla ilgili meselelerin çözümü olarak gören stratejik ortakları ve projeleri içeriyor.

Örneğin Dünya Ekonomi Forumu, EAT Forumu denilen örgütün reklâmını yapıyor, onunla ortak çalışıyor. EAT Forumu ise kendisini işletmelere ve endüstriye değer katmayı ve politik ajanda belirlemeyi amaç edinmiş, “gıda yanlısı Davos” olarak tarif ediyor.

Forumun kurucularından biri, GlaxoSmithKline şirketinden alınan paralarla kurulmuş, hâlihazırda bu ilâç şirketiyle stratejik ortaklıkları bulunan Wellcome Trust isimli örgüt. EAT Forumu, ayrıca Avrupa, Afrika, Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Avustralya’da yaklaşık kırk belediye ile işbirliği içerisinde hareket ediyor. Örgüt, aynı zamanda diyet rehberlerinin ve sürdürülebilir kalkınma inisiyatiflerinin oluşturulması” noktasında Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu’na [UNICEF] yardımda bulunuyor.

Brüksel Üniversitesi’nde gıda bilimi ve biyoteknoloji bölümünde profesör olarak çalışan Federic Leroy’ya göre EAT Forumu’nun meydana getirdiği ağ, Impossible Foods gibi biyoteknoloji şirketleri gibi yapay et üreten en önemli şirketlerle yakın bir ilişki içerisinde. Bu şirketlerin amacı ise besleyici gıdaları genetiği değiştirilmiş, laboratuvar ürünü gıdalarla ikame etmek. Leroy, bu şirketlerin ilgili ürünlerin sağlıklı ve sürdürülebilir oldukları iddiasının tümüyle yalan olduğunu söylüyor.

Impossible Foods isimli şirket Google, Jeff Bezos ve Bill Gates tarafından kuruluyor. Son elde edilen laboratuvar sonuçları, şirketin ürettiği yapay etteki glisofat düzeyinin en yakın rakibinden 11 kat fazla olduğunu ortaya koyuyor.

EAT Forumu’nun en büyük girişimi olan FReSH, gıda sisteminin dönüştürülme sürecine yön verecek çaba olarak tarif ediliyor. Projenin ortakları arasında Bayer, Cargill, Syngenta, Unilever hatta teknoloji devi olan Google bulunuyor. Leroy’a göre:

“Unilever ve Bayer türü ilâç şirketleri, uzun zamandır kimyasal ürünler üreten, buradan kâr elde eden şirketler. Bu şirketlerin büyük bir bölümü, kimyasalları işleyen, ayrıca laboratuvarda üretilen gıda ürünlerini üretmek için kaynak temin eden yeni gıda sahasında yüksek kâr elde edebilme imkânına sahip.”

Schwab kitabında, biyoteknolojinin ve genetiği değiştirilmiş gıda ürünlerinin dünyadaki gıda kıtlığı ile ilgili sorunların, Kovid ile birlikte daha da görünür olan ve daha da derinleşen sorunların çözülmesi için en önemli unsur hâline gelmesi gerektiğini söylüyor.

Schwab ayrıca kitabında, “dünya genelinde gıda güvenliğinin ancak ürünleri geliştirmede kesin sonuç veren, verimli ve güvenli bir yöntem olarak gen düzenleme pratiğinin hakkını teslim eden yönetmeliklerin hazırlanması ile sağlanabileceğini” iddia ediyor.

Vandana Şiva, Schwab’ın bu görüşüne karşı çıkıyor. Dünya Ekonomi Forumu’nun sahte bilime yaslandığını, gerçekle alakası olmayan bilimin reklâmını yaptığını söyleyen Şiva, Büyük Reset konusunda şu tespiti yapıyor:

“Bay Schwab’ın bu teknolojileri yegâne çözüm olarak sunması, onların reklâmını yapması, Büyük Reset’in esasen şirketlerin her şeyi iliğine kadar sömüren kâr makinesinin ve özel mülkiyetin konusu hâline getirilmiş olan hayatın muhafaza edilip güçlendirilmesi ile ilgili olduğunu ortaya koyuyor.”

EAT Forumu, kendisinin “gezegen için sağlık diyeti” dediği diyeti geliştirip tüm dünyaya önerdi. Dünya Ekonomi Forumu bu diyeti, “geleceğin beslenme düzeniyle ilgili sorunları konusunda öne sürülmüş, sürdürülebilir bir çözüm” olarak takdim etti. Ama Leroy, bu diyetin diğer her şeyin yerini alacağını söylüyor:

“Bu diyetin amacı, dünya genelinde kimi alanlarda et ve süt tüketimini yüzde 90 oranında azaltmak, onların yerine, laboratuvarda üretilmiş gıda ürünlerini, tahılları ve yağı getirmek.”

Şiva ise “EAT Forumu’nun önerdiği diyetin beslenmeyle bir alakasının bulunmadığını, tümüyle büyük şirketlerle, bu şirketlerin gıda sistemini ele geçirmesiyle alakalı olduğunu” söylüyor.

EAT Forumu’nun kendi hazırladığı raporlar, gıda sisteminde kendisinin ve foruma ortak olan şirketlerin yapmak istedikleri ayarlamanın bireylere bırakılması durumunda başarısız olacağı uyarısında bulunuyor, devamında da toplumdaki yemek yeme alışkanlıklarında ve gıda ürünlerinde yapmak istedikleri, dayattıkları değişikliklerin sistem düzeyinde belirli bir zemine ihtiyaç duyduğunu, bu bağlamda, çıkartılacak kanunlar, mali tedbirler, teşvikler, cezalar ve ticaret sahasının yeniden düzenlenmesi gibi ekonomik ve yapısal tedbirleri içeren ağır politik müdahaleleri gerekli kıldığını söylüyor.

Şiva, bu yaklaşımın yanlış olduğunu iddia ediyor. Çünkü “bilim, diyetlerin merkezinde bölgesel ve coğrafi biyoçeşitliliğin durması gerektiğini ortaya koyuyor. EAT Forumu’nun tüm dünyaya dayattığı tek tip diyet, ancak batının teknolojisi ve tarım kimyasalları ile üretilebilir. Çokuluslu lobi şirketleri üzerinden egemen devletlere bu diyeti dayatmayı ben, ‘gıda emperyalizmi’ olarak nitelendiriyorum.”

Jeremy Loffredo
9 Kasım 2020
Kaynak